Ana içeriğe atla

İki Çizgi: İlk Minimalist?




İki Çizgi (2009), minimalist bir film –belki de ilk!

Film, bir tiyatro sahnesiyle 'açılıyor'. Enfes bir sahne ve temelde kadın-erkek ilişkisi üzerine kurulu olan bir film için oldukça sıkı bir giriş olan bu bölümde sahnedeki iki oyuncu arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

*

(kadın ve adam,
gözleri tamamen kapalı bir şekilde dudaklarını birbirlerine yaklaştırırlar.
kadın yakınlaşma sırasında birdenbire çeker kendini, dudaklarını, duygularını.)


kadın: çok garip!

adam: garip olan ne?

kadın: seni hâlâ istiyor olmam.

adam: beş dakika önce terk etmişken!

kadın: evet ama, seni bir daha göremeyeceğimi düşündüm. bunun ihtimali bile...

adam (ses tonunu yükseltir): yani, benim, senin başkasıyla olma ihtimalini düşündüğüm gibi!

kadın: bu sana acı mı verdi?

adam: hayır. hem de hiç.

kadın: hem de hiç!


(kadın'ın yüzünde küçük ama mağrur bir tebessüm belirir ve –gözleri tamamen kapalı– dudaklarını adam'ın dudaklarına doğru, yaklaştırır, yaklaştırır,  yaklaştırır…)


adam: senden nefret ediyorum.


(adam ayağa kalkar ve kararlı bir duruşla sahneyi terk eder. 
kadın ağlar, ağlar, ağlar.)


­PERDE­

(ALKIŞ KIYAMET!)

*

[ Ben hiç üşenmeyip yazdım ama bahsettiğim sahnenin aslı var şurada: 


İki Çizgi’yi DVD'den izledim ben. Şimdiye kadar bu ölçüde 'dolu'/'doldurulmuş' bir DVD'yi ilk kez gördüm diyebirim. Filmin katıldığı tüm festivallerden görüntüler, röportajlar, Atilla Dorsay'la küçük ama oldukça zihin açıcı bir söyleşi, hikâye ile ilgili resimlendirmelerden örnekler-taslaklar (başka bir adı vardı bunun ya?), film için yapılan keşif gezisinden görüntüler, ''Kırmızıyı Arayan Adam'' adını taşıyan bir kısafilm, -haliyle kamera arkası falan feşmekân... Hepsi birarada! (Kostas Ferris'in Rembetiko'su gibi 'bonus disk' de verselerdi keşke! Best of Tchaikovsky filan...) Bundan şikâyetçi miyim peki? Elbette hayır.

Söyleşide Atilla Dorsay'ın da belirttiği üzere film kadına müthiş saygılı bir film ve –bunun yanında– bireyi konu/dert edinen (tıpkı Ömer Kavur'un Anayurt Oteli uyarlamasında olduğu gibi) ''dört başı mâ'mur bir birey filmi'' ve yol: bir y'ol filmi, suskunluk filmi.

Film üzerine edilen kelâmlarda inanılmaz bir beleşçilik gördüm ben. Her şey söylensin, hiçbir şey havada kalamasın, film, bütün olarak 'hap' gibi yutulup her plan 'anlaşılsın' istiyor herkes ('çoğunluk' okuyunuz siz).  Bunu biraz da Selim Evci'nin adının Selim Evci olmasına bağlıyorum ben! Yani adam Türkiyeli diye bu hoyratlık. Bilemiyorum bu lafları edenler hiç David Lynch filmi seyretmediler mi? Lynch filmlerine gelince ''zaten anlamaya çalışmiycan azizim'' diyenler şimdi neden bu kadar katılar?

Gülçin Santırcıoğlu'nun müthiş oyunculuğu var bir de. Bağırma çağırma üzerine kurulu, yağmur çamur altında hüngür hüngür ağlamak, yırtınmak, bol bol gevezelik edip seyircinin 'dikkatini' oyunculuktan, dönen laflara yöneltmek işin hilesine tevessül etmektir elbette. Aslolan neredeyse senaryosuz bir filmde mimikleri en küçük ayrıntısına kadar kontrol ede ede oynamaktır. Gülçin Santırcıoğlu bunu layıkıyla yapıyor. Başlarda çok sıcak bakmamış ama iyi ki kabul etmiş İki Çizgi'de oynamayı... Bana kalırsa –opera kariyerinin yanında!– sinema kariyeri için de oldukça müstesna bir yere sahip olacak bir işe imza atmış.

Bir de filmin öyle bir yatak sahnesi var ki, omuzlardan bir dirhem aşağısı görünmeden bir seks sahnesi ancak bu kadar erotize edilebilirdi. Burada paylar eşit: hem yönetmenin hem de oyuncunun başarısı. 'İnlerken' öyle bir ''benzinci'' diyor ki kadın! Şöyle ifade etmeye çalışayım:
benz, benzi, benzinci, oh, oh, benzinci, benzi, benz, ohhh...
gibi bir şey! Anlatılmaz izlenir vesselam.



Erkek karaktere hayat veren (bayılırım bu klişeye) Kaan Keskin o kadar sinir bozucu bir insan görüntüsü veriyor ki, bu durum filmin kadın dostu bir iş oluşunu desteklediği ölçüde oyuncunun başarısının ispatı gibi duruyor!

Toparlarsak; bir sanat eseri, insanın aklına serpiştirdiği sorular kadar değerlidir bence. Selim Evci'nin ''İki Çizgi'' filminde bu soru işaretlerinden, 'boşluklardan’, hatta anlamsızlıklardan ('anlam verilemezlik' okuyunuz) çok var. Kamera sabittir. Hareket etmez. Hareket eden, gelip yaşamlarından küçücük (93 dakikalık) bir bölümü 'kadraj'ın önünde sergileyen ve bir süre sonra da o 'açı'dan çıkıp kendi hayatlarına kaldıkları yerden devam eden ise insanlardır, biziz. Sinemanın hakikati işte tam olarak buradan sonra başlar. Sanırım Evci'nin yapmaya çalıştığı da buna benzer bir şey.

Umarım bir gün kendisiyle uzun uzadıya konuşma şansım olur bu konuyu... İleride çok daha iyi yerlere geleceği ve güzel filmler çekeceğini varsayarsak bu ihtimal biraz düşük görünüyor ama olsun!





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka