Ana içeriğe atla

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik



Ergin Altay

1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın "Akbaba" dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.

 *

Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız sorunlar var mı?
Rusçadan Türkçeye çeviride benim ve, sanırım öteki çevirmen arkadaşların da karşılaştığı en önemli sorun Türkçe ile Rusça dillerinin gramer  yapısının değişik olmasından kaynaklanmaktadır.  Rusça uzun bir cümlenin Türkçeye, anlamda bir kayıp olmadan çevrilmesi zordur. Anlam kaybına göz yumar, okuma ve anlama kolaylığı sağlamak adına cümleyi bölebilirsiniz, ancak ben zor anlaşılma riskin göze alıp, bu yola baş vurmuyorum, okurun zorlanacağı tehlikesini kabullenip, uzun cümleleri bölmüyorum. Türkçenin sözcük hazinesinin Rusçaya oranla yetersizliğini ise Rusça bazı sözcükleri  Türkçede birkaç sözcükle vererek gidermeyi yeğliyorum..

Everest Yayınları tamamı Mehmet Özgül tarafından çevrilmiş olan Çehov külliyatını bastı. İletişim Yayınları ise neredeyse tüm Dostoyevski külliyatını sizin çevirinizle yayımladı… Bu örneklerin bir Rus yazarının tüm eserlerinin özenli bir baskısı işinden ibaret olmadığı inancındayım, ya da bana öyle geldi! Siz ’37, Mehmet Özgül ise ‘36 doğumlu… Hem Mehmet Özgül hem de diğer Rusça çevirmenlerimiz ile ilgili düşüncelerinizi almak isterim. Neler söylemek istersiniz? Rusça çevirmenlerimizin, küçük ve özel bir aile olduğunuzu düşünmüşümdür hep! 
Meslektaşlarımdan birkaçıyla ancak telefonda, görüşebiliyorum. Bazıları ile olumlu, bazılarıyla olumsuz (elbette, mesleki yönden, çevirilerinin beni tatmin etmediği, bunu yazara ve Türk okuruna bir ihanet olarak gördüğüm için) düşüncelerim vardır.

Şiirin çevrilebileceğine inanmayanlardan mısınız?! Biliyorsunuz, yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyadaki okur çevrelerinde belli bir ölçüde de olsa kabul gören bir kanı bu…  Bildiğim kadarıyla şimdiye değin yayımlanmış onlarca çeviriniz içinde hiç şiir yok. Neler söylemek istersiniz? Örneğin Şavkar Altınel “Şiir çevrilebilen metindir!” der… Siz ne dersiniz? 
Şiir belki çevrilebilir, ama ben çeviremem. Attila İlhan bir gün benden örnek olarak birkaç şiir çevirmemi istemişti. Bu işi beceremeyeceğimi söylediysem de, ısrar etmişti. Örnek bir şiir çevirimi kendisine götürdüğümde “Haklısın,  ama bu örnek gene de bende kalsın”, demişti.  Örneğin, Puşkin’in “Yevgeniy Onyegin” manzum romanını çevirmek için birçok kez elime aldım, iki üç sayfa sonra pes ettim, bıraktım. Oysa aynı eseri birileri Türkçeye çevirdi, nasıl olduğunu bilmiyorum. Zira aynı eserin hiçbir dile çevrilemeyeceği konusunda dünya edebiyatçılarında yerleşmiş bir kanı söz konusudur.

Tuhaf olduğu ölçüde kendimce anlaşılır bulduğum bir şey var: yalnızca biz değil, tüm dünya halkları -özellikle 19. yy- Rus Edebiyatına karşı bir yakınlık ve alaka gösteriyor? Sizce nedir bunun sebebi? Ayrıca; bu büyük edebî damarın Bolşevik İhtilali sonrasında bıçak gibi kesildiğini görüyoruz. Neler söylemek istersiniz?
Ben klasik Rus edebiyatının bütün dünyada bizde olduğu kadar ilgi gördüğü kanısında değilim. Bir seyahatim sırasında Olimpos kalıntılarına gitmek için ana yoldan saptığımda otostop yapan Amerikalı üniversite öğrencisi birkaç genci arabama almıştım. Sohbet sırasında konu Rus klasiklerine gelince hiçbirinin Dostoyevski’nin de, Tolstoy’un da adını duymamış olduklarını gördüm.

Henüz çevirmediğiniz ama çevirmeyi çok istediğiniz bir yazar/ kitap varsa bizimle paylaşır mısınız? Ek olarak şunu da sormak istiyorum: Her okurun özel bir bağ kurduğu yazarları/ kitapları vardır. Sizinkiler kimlerdir, nelerdir? Rusça’da, Türkçe’de yahut başka bir dilde?..
Gogol’ün, Dostoyevski’nin eserlerinin hemen hepsini çevirdim, şimdi Turgenyev’i çeviriyorum. Gorki’in, Bulgakov’un belli başlı eserlerini çevirdim. Çeviri benim için bir hayat biçimidir. Beethoven’in beşinci ve dokuzuncu senfonilerini, Çaykovski’i dinlerken duyduğum hazzı çeviri yaparken de duyuyorum. Dolayısıyla çeviriyi bırakamam.

Rusya ve Türkiye halkları arasında bir benzerlik buluyor musunuz?.. Bizim Rus edebiyatına duyduğumuz yakınlığın karşılıklı olup olmadığını öğrenmek istiyorum! Ruslar Nâzım Hikmet dışında hangi yazarlarımızı biliyor, okuyor?
Rus ve Türk halkları arasında doğal bir yakınlık var. Bizlerin Rus klasik eserlerine ilgimiz bundan kaynaklanıyor olabilir. Nazım Hikmet konusu değişik. Aziz Nesin de çevrildi Rusça’ya. Başkaları da çevrilmiş olabilir.

Bildiğiniz gibi yazarlarımızın başka dillere çevrilmesiyle ilgili son yıllarda birtakım iyi gelişmeler var -özellikle de Orhan Pamuk'un Nobel almış olmasının bundaki etkisi yadsınamaz. A. H. Tanpınar'ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanı Penguin Yayınları’nın Klasikler serisinden yayımlandı... Öğrenmek istediğim şey şu: hangi yazarlarımızın hangi kitaplarını diğer dünya dillerinde görmeyi isterdiniz? 
Elbette, bütün yazarlarımızın.

Sizce iyi bir okurun (kime iyi okur denir, iyi okur kimdir sorularını bir kenara bırakarak soruyorum) -ulaşamadığı, yahut kısa yoldan, bilmediği için diyelim- orijinalini okuma şansı bulamadığı bir dilden çevrilmiş bir esere/ metne/ kitaba "iyi" diyebilme, bir değer biçme, hatta başka çevirilerle kıyas yapma şansı (/hakkı?) var mıdır? 
Çevirilerin kıyaslanmasından daha doğal bir şey olamaz. Çevirinin kötülüğü eseri sıfırlar. Hem yazara, hem okura ihanettir. Şimdilerde bazı yayınevleri başka bir çevirmenin çevirisini alıp biraz değiştirerek basıyorlar. Rusça bilmeyen biri önemli bir yapıtı değiştirerek yayınevine veriyor, yayınevi de bunu bilerek basıyor, okur da ucuz olduğu için alıyor. Bir yayınevi sahibi benden çeviri istediğinde, onun çalışma şeklini bildiğim için o şartla kendilerine çeviri yapamayacağımı söylediğimde bana şöyle cevap vermişti: “Ben de senin çevirilerini alır, Rusça bilmeyen birine verir, birtakım değişiklikler yaptırarak basarım…”

Genelde şairlere sorulan bir sorudur, daha önce bir çevirmene sorulduğuna hiç şahitlik etmedim ama ziyanı yok, put kıralım: beğendiğiniz genç çevirmenler var mı? Varsa kimlerdir?
Elbette var.

Celal Öner'lerle aranız nasıl? (Günümüz çeviri ortamıyla ilgili düşüncelerinizi bu yolla almak istedim!)
Kendisini tanımıyorum. Elbette, iyi çevirmenlerimiz var.

[Nazım Payam'ın Soruları.]
Çevirilerin edebiyatımıza katkısı nedir? Bunu biraz açar mısınız?
Çevirilerin bir ülkenin edebiyatı, kültürü için ne denli önemli, yararlı olduğu tartışılamaz bir gerçektir. Ancak, her türlü çeviriyi böyle değerlendirmemiz de olanaksızdır. Zira, yalnızca bizim ülkemize özgü bir çeviri çeşidi vardır ki, önemi ya da yararı bir yana, toplum için son derece zararlıdır da. Kitapçı raflarında üç beş liraya satılan klasik eserleri görmeyenimiz yoktur. Yazara da, Türk okuruna da bir çeşit ihanet sayabileceğimiz bu kitapları, ucuz oldukları için alan, sonra da o eseri okuduğunu sanan insanlarımız çoktur.

Çeviri ve evrensellik konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Çevirinin evrenselliği konusunda söylenecek tek şey, bu sanat dalının insanlara, başka diyarlardan hemcinslerinin duygularıyla, dünya görüşleriyle, yaşam biçimleriyle, toplumsal sorunlarıyla, hey şeyleriyle tanışma olanağını sağlamasıdır.  


Bizim Külliye, 64.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b