Ana içeriğe atla

Sandalyeler


Bir sandalyenin hayatını yazmam istenseydi, hangisini (“kimi?”) anlatacağımı biliyorum. “Eşyanın sırrı” denince aklıma hep o gelir, yalnızca onu düşünürüm, onunla başlayan düşünce edimim, hiçbir yere varmaz, olduğu yerde bir büyük yok oluşu bekler, durur. Eşyanın sırrı bir sandalyede aranacaksa şayet, varılacak yegâne menzil, hiçbir şeyin olmadığı, boşlukta sabitlenmiş bir duraktır -ki benim konumum da tam olarak burasıdır.
Şöyle anlatayım, bu gözler, üstü başı parçalanmış insanların gözyaşlarını ve burunlarından, kafalarından akan kanın isyanını gördü. Yeryüzünün halifesi kılınan bir canlının bozgunculuğuna, hoyratlığına, kalpsizliğine çok erken bir yaşta şahitlik etti. Kötülüğün bir yaşam biçimine dönüştüğü mahallelerin birinde geçen çocukluğum beni de vahşileştirdi. Sorsalar, evden çıkmak istemem. Seyahatten nefret ederim, yürümek bile ilgimi çekmez. Çakılıp kalmak, yalnızca oturmak isterim. Bütün beklentim, hiçbir şeye şahitlik etmeyen bir hayattır. Kimseye borçlanmayan ve evet borç da vermeyen, hatırlamayan ve hatıralardan uzak bir hayat…
Hangi yaştan olursa olsun, yabancı tek bir kişi bile geçemezdi mahallemizden. Dışarıdan olana karşı duyulan bu korku ve takınılan katılaşmış savunma biçimi, komşular arası ilişkiye de yansıyordu elbette. Kavgalar, sandalyeler üzerinden yürüyordu. Bir hışımla eve koşan birini görünce, anlıyordum ki, bir sandalye ile dönecek -kim bilir hangi kafada parçalanacaktı. (Eşyanın ölümü?) Bizim yalnızca bir sandalyemiz vardı. Kireçle boyanmış, tahtadan bir sandalye. Üzerine oturana tedirginlik veren gacur gucur sesli bir sandalye. (O yıllarda yazılarımızı divanlarda oturup yazardık ve bu yazılara “divan yazıları” denirdi.) Sandalyemiz hâlâ yaşıyor -ait olduğu yerde, artık ayrı evlerde oturduğumuz anneannemlerde… (Dedemse bambaşka bir yerde. Evde, anneannem ve sandalyesi var, yalnız.) Ona dair hatırladığım en eski şey, komşularımızdan birinin düğününe giderken sandalyemizi de yanımızda götürdüğümüzdü. (Ve sen anneanne, bu durumu garipseyişime bilgece bir gülümseyişle karşlık vermeni de hatırlıyorum.) Her şey bir yana; ömrümüzün kaçta kaçının uyuyarak (yatakta!) geçtiğine dair istatistikler nice gerzeğin dilindeyken, sandalyelere dair en ufak bir verinin bile olmayışı biraz tuhaf. Bu, bilemiyorum, icadından (‘keşfinden’ de denebilirdi) bu yana formunu koruyan bir nesne oluşundan kaynaklı olabilir mi?
Düğüne giden sandalyeden bu yana okuduğum her kitapta, izlediğim her filmde, bulunduğum her ortamda insanların eşyayla ama en önemlisi sandalyelerle kurdukları ilişkiye ayrı bir ehemmiyet verdim. İster kurgu, ister gerçek: sandalyenin mekândaki konumlanışı, insanın zamandaki ve uzamdaki konumlanışından farksızdı.
Fotoğrafçıların bön bir dürtüyle kayıtsız kalamadığı o boş sandalyeli hüzünlü fotoğrafları hep sevdim. Merhamet dolu bir sevgiydi ama bu. Çünkü asıl hüzün, ona oturduktan sonra başlıyor. Beklentilerimizin beklediğimizden fazla olduğu bir dünyada, mutlu sandalye yoktur. Bütün sır da budur.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka