Ana içeriğe atla

Üç Anne Şiiri: Celan, Mayröcker, Muşhîrî




AKÇAKAVAK

Akçakavak, yaprağınla ak pak bakarsın ya karanlığa.
Ak düşmemişti hiç annemin saçlarına.

Karahindiba, Ukrayna ne kadar yeşil.
Sarışın annemse dönmedi yuvasına.

Yağmur bulutu, kaynağın kurudu mu?
Benim sessiz annem ağlar tüm insanlara.

Çember-yıldız, bağlıyorsun o altın kurdeleyi,
Bir kurşunla annem kalbinden aldı yara.

Meşe kapı, kim çıkardı rezelerinden seni?
Benim tatlı annem gelemeyecek bir daha.

Paul Celan
(Haşhaş ve Bellek, BROY Yay., s. 15, 1994.
[Çev.: Gertrude Durusoy / Ahmet Necdet]



AÇIK KOLLARIYLA ANNEM
ona gidince beni karşıladığı zamanlar

şefkatli sözleriyle annem
onu arayıp gelemeyeceğimi söylediğim zamanlar

yana dönük yüzüyle annem
daha konuşmak isteyip de artık yapamadığı zaman

kapalı gözleriyle annem
onu son bir kez kucaklamak için geç kaldığım zaman


Friederike Mayröcker
(Çocuk Yazı, Pan Yay., s. 29, 2013.)
[Çev.: Burak Özyalçın]



Servi1

kardeşlerim Mansûr ve Menûçehr'e 

diken dışında bir şeyin bitmediği,
rüzgâr dışında bir şeyin kükremediği,
ölüm dışında bir şeyin kalmadığı,
bir nefesten bir nefesin kımıldamadığı
çok uzak bir çölde!
uyumuş toprakta birisi,
gökmavisi bir taşın2 altında,
kara toprağın bağrında,
bahtsızlıkla bu sıkıntı yurdundan,
varlık efsanesini kısaltmış,
iki bakış parlar. 

yine gülümser güneş,
yine ışıldar ay,
yine de varlığın kafilebaşı
yokluk çölüne doğru yol kateder 

yorgun ve kederli bir kalple, her sene,
bu coşkunluktan ve gürültüden uzak,
gidiyorum o suskun kıra doğru,
öpücük vermek için o gökmavisi taşa,
yüz süreyim diye o kara toprağın üzerine
ve bu uzun yolda,
ihtiyaç gözyaşı yanağımın üzerine damlar,
sıkıntının zehri benim damarımda koşar. 

ben varım bugün ve işte uzun yol.
ben varım şimdi ve işte suskun kır.
ben ve o sıkıntı zehri.
ben ve o ihtiyaç gözyaşı

seyredeyim uzaktan o soğuk ıssızlıkta,
bir nefesten bir nefesin kımıldamadığı diyarda,
durmuştur birisi! 

"kimin avare ruhudur,
gün batımı esnasında,
o gökmavisi taşın ayağına,
kanat çarparak inmiştir buluttan?” 

göğsüm çarpar ölümün dehşetiyle,
ürker ruhum o uzak gölgeden,
yarılır yüreğim sessizlik zehrinden!
yola göz dikmiş kalmışım,
ne bana kaçışın ayağı
ne bana bakışın takati! 

yersiz ürkülerimden utanıyorum,
baharın sabahından daha taze nazlı bir servidir,
boy dikmiş kırın bağrında,
kendi yalnızlık şarabından sarhoşçasına! 

“belki bu gün batımının kederli tanığının
gözü benim yolumdadır! 
belki de bu adem çölünün tutsağının
bana bir sözü vardır!" 

dikenden başka bir şeyin bitmediği,
rüzgârdan başka bir şeyin kükremediği,
ölümden başka bir şeyin kalmadığı,
bir nefesten bir nefesin kımıldamadığı,
uzak bir çölde,
ben, düşüncesindeyim, bu uzun servi,
ve tüm bu tazelik ve neşe... 

bu şaşırtıcı gizemin karanlığına dalmışken, ansızın!
bir gülücük ulaşıyor taştan kulağa,
bir gölge oluyor serviden ayrı,
gün batımının geçidinde,
ufuğun keder avizesinde,
bir an birbirimize bakıyoruz,
gölge gülüyor ve görüyorum eyvah:
annem gülüyor! 

anne! ey iyi anne!
bu ne biçim ulu bir ruhtur,
ve bu ne biçim büyük bir aşk,
ki ölümden sonra bile huzura ermiyorsun?

senin cansız vücudun toprağın bağrında,
bu keder evinde yalnız kalmış olan bir fidana,
gene can bağışlar! 

o soğuk endamda kalakalmış bir damla kan,
serviye güç ve takat bağışlar!

gece, sessizlikle dahi kucaklaşmış
varıyor yoldan yumuşakça
ben o sessiz kırdan 

gene yüz çevirmiş bu coşku ve gürültü dolu şehre,
giderim hoş, rüzgârın hafif kanatlılığıyla,
vücudumun her zerresi özgür,
vücudumun her zerresi çığlık. 

Ferîdûn-i Muşhîrî
(Seçme Şiirler (1955-1997), Pan Yay., s. 35, 2012)
[Çev.: Efe Murad]



_____________________
1 Servi, her zaman yeşil kalmasıyla bilinen ve İran mitolojisine göre Zerdüşt'ün cennetten getirip âteşgedesinin kapısına diktiği rivayet edilen dirilik ve sonsuzluk simgesi ağaç. Yunan mitolojisinde sevilen bir kimsenin yitirilişini anlatır. (Kaynak: Nimet Yıldırım, "Servi" maddesi, Fars Mitolojisi Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı, 2008)

2 Seng-i kebûd (seng: taş; kebûd: gökmavisi) ibaresinin iki anlamı var. Sözcüük mânâsıyla gökmavisi rengindeki taş anlamına geliyor. Servi adlı şiirde Muşhîrî, ölen annesine sesleniyor ve bir servi altında yatan annesinin mezar taşı[nın] gökmavisi renginde olduğunu söylüyor. İkinci olarak kara toprakta yatan annesinin üstünde gökmavisi bır taş, yani alabildiğince gökyüzü var. Annesi gökyüzü "taş"ının altında yatıyor. 




***

hâmiş:

belki de bu bir seridir ve devamı gelecektir!




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka