Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #27: Murat Belge

  

Thomas Hardy’nin “Adsız Sansız Bir Jude” adıyla çevrilen romanında Şarlatan Vilbert adında bir ‘tip’ vardır. Romanın başat karakterlerinden biri değildir, birkaç kez görünür o kadar. Romanın başkişisi olan Jude, gece karanlığında Şarlatan Vilbert’i olağanüstü uzun bir şapkayla kuyruklu bir ceket giymiş olarak, gürültü çıkarmayan çizmeleriyle uzun bacakları üzerinde ilerlerken görür ve yalnızlıktan artık canı sıkılmaya başladığından, adama yetişmek için hızlanır.
 
(Kitabın İletişim Yayınları’nda 1991’den bu yana yapılmış 3 farklı basımında kullanılan kapaklar içinde açık ara en güzeli 2008 basımıdır. Fotoğrafın öncülerinden Calvert Richard Jones’un, arkasına Vezüv Yanardağı’nı almış halde çektiği “Sallust’un Evi” [Pompeii, 1846.] isimli fotoğrafının kullanıldığı bu basımdaki uzun şapkalı düşünceli adamın ‘bizim’ Şarlatan Vilbert’i anımsatmasından öte, sayfalar ilerledikçe yok oluşa doğru giden bir ailenin encamını yansıtması açısından da özeldir. Bu yanıyla, bir kitabın ruhunu yatsıtmak adına kullanılabilecek görsel malzemeye dair en iyi örneklerden biri olduğunu düşünüyorum.)
 
Jude’un bir gece karanlığında içine düştüğü can sıkıntısından kendisini çekip alan bu adamı, şarlatan marlatan, çok sevdim ve hiç unutmadım ben! Şehir şehir gezerek insanlara kendi ürettiği “iksir” ve “ilaçlar”ı satıp, şu ya da bu dertlerine çare bulacakları konusunda “kandırarak” elde ettiği parayla yaşayan bir sahte-doktordur Vilbert.
 
Yıllar sonra Murat Belge’nin bir yazısında kendi okurluk serüvenine ilişkin şöyle bir anekdot aktardığını okuyup çok mutlu olmuştum –aklımda kaldığı kadarıyla: “Charles Dickens'ın bir romanında sadece bir paragrafta anlatılıp geçilen bir adam okumuştum. Bu adam o kadar uzunmuş ki bacakları tüm gövdesinden daha dikkat çekiciymiş ve gece karanlığındaki gölgesinden sadece iki bacakta hayat bulmuş bir insan gördüğünüz izlenimi edinirmişsiniz. Tüm hayatım boyunca unutamadım bu adamı.”
 
Repertuara bir uzun bacaklı daha girmişti! Düşünüyorum da; Hardy’nin “Adsız Sansız Bir Jude” romanında okuduğum Şarlatan Vilbert, Murat Belge’nin bir Dickens romanında okuduğu şu “adsız” uzun bacaklı olabilir mi? Samsatlı Lukianos’un “Aleksandros Ya Da Düzmece Yalvaç” eserini okuduktan sonra “bu topraklarda düzmece yalvaçlar bitmez” demiştim. Düzmece yahut şarlatan; hepsi aynı gibi!
 
Murat Belge ile kurduğum ‘ortaklık’ bundan ibaret değil elbette. Bu ülkede yaşayıp bir şekilde onun “geniş, geniş bir deniz” gibi üretim sahası içinde bir yerde kendine ait bir şey bulamamış biri var mıdır? Kendi adıma ben, şairler üzerine daha çok yazmış olmasını isterdim. Bildiğim kadarıyla yalnızca Can Yücel ve Behçet Necatigil üzerine inceleme yazısı yazdı. (“Şairaneden Şiirsele”yi alt-başlığına bakmadan ayrı bir yere koymakta fayda görüyorum.) İyi bir şiir okuru olarak şiiri biraz da kendisine sakladığını yazmıştı bir başka yerde... ve yine bir başka yerde, “Şiirin hayattan çekilmesi, ozon tabakasının seyrelmesinden daha hafif bir sorun değil” demişti.
 
Çıkardığı aksiyoner dergilerden, kurduğu yayınevine, yayımladıklarına ve tabii ki uzun yıllardır durmadan yazdıklarına bakınca, hepimiz Murat Belge’nin paltosundan çıktık demekten kendimi alamıyorum.
 
M. Milât Özçelik / 31 Mayıs ‘21
 


1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Hatırlamıyorum.
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Ben bu iki kelime arasında semantik bir ilişki kurmuyorum. Dediğiniz farklılık tahminen binden başlar.
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Konulara göre diziyorum.  Şiir, roman, tiyatro v.b.  Bunları kendi aralarında alfabetik. Tarih, felsefe gibileri kendi içlerinde kronolojik. Ayrıca, Türkiye tarihi, Türkiye fikir tarihi, Türkçe roman. Dünya romanı alfabetik. Alternatif hiç düşünmedim.
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Bu konuda epey talihli sayılırım herhalde. Biraz da işim yardımcı olmuştur. Nadirattan bir kitap aramak zorunda kalmadım hiç.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
En sevdiğim kitaplar "seri" olmayanlar. Buna da fazla tutkulu olduğumu söyleyemem ama eski zamanın deri ciltli kitaplarını severim.
Bir anekdot anlatayım. Sahafta kitap karıştırıyorum; Fitzgerald çevirisi "Rubaiyat" çıktı karşıma. Antika değil ama şık baskı. Resimli filan. Belli ki pahalı kitap. İçinde bir ithaf yazılı: “A ma chére Chantilly pour ses beaux quinze années”.  İmza Nadia.
Kitap bende var, ama dayanamadım aldım, Nadia'cık için.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Duymamıştım, hoş bir söz, ama çok doğru değil, korkarım. Remarque'ın "Garp Cephesi" yüz bin okur buldu ama İkinci Dünya Savaşı'na engel olamadı.
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Bunlar kitaplığımın yarısını tutabilir. Vakit de gitgide azalıyor (onlar çoğalırken). Melul mahzun baktığımı söyleyebilirim.
 
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Dünyada, kitaplığındaki eserlerin tamamını okumuş biri olacağını sanmıyorum. Ben 70'lerde hapisteyken ayda on iki kitap okuma ortalamasını tutturmuştum. Normal ahvalde ayda beş civarında kalıyorum.  Bu ortalamayla ayda elli, aştmış kitap eder. Bu da kitaplığın kaçta kaçı eder bilemiyorum, çünkü saymadım. Ama belli ki pek azı.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Tanımıyorum. Şişirildiğini düşündüğüm epeyce var.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
“Kazablanka” klasiktir.  “Gone with the Wind” diyeyim.  Bir de komedya olsun, “Duck Soup” ama başka bir Marx Brothers veya Chaplin olabilir. "Öneri" diyecek durum yok çünkü hepsi klasiğin klasiği.
 

MURAT BELGE

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka