Ana içeriğe atla

Gottfried Benn: Berlin üzerindeki kara dumanlar


“Fakir kuş hiç unutmaz, kitapların yakıldığı yıldı” 

(Ece Ayhan)

 

Hermann Hesse’nin yıllar önce okuduğum ve bütün gücüyle içime işlemiş bir sözü vardır: “Şair olundu mu bir kez, bir daha geri dönülemez!” Hakikat de böyledir: toplum ve tarih nezdinde ‘hakikat’e bir kez olsun sırtını dönmüş bir insan, –girdiği yoldan– bir daha geri dönemez. Vardığı yer, ne yaparsa yapsın, o ilk duraktan çok uzakta bir menzildir artık.

Alman şair, deneme yazarı ve doktor Gottfried Benn’in (1886-1956) Türkçede yayımlanan ilk kitabı olan Et, Oğuz Tarihmen çevirisi ile İmge Kitabevi Yayınları’nın Erdal Alova editörlüğündeki Başyapıtlar dizisinden 1997 yılında çıkmıştı: Almancadaki ilk basımından tam 80 yıl sonra. Gördüğüm kadarıyla dünya şiiri içinde müstakil bir yerde duran bu çarpıcı kitabın ilk baskısı geçen 24 yıla rağmen halen satışta!

Bir şiir okuru olarak çevirmen Oğuz Tarihmen’e ne kadar teşekkür etsem az! Böylesi muazzam bir kitabı, eşine az rastlanır bir duyarlıkla çevirdiği için kendisine minnettarım. Almancadan, Alman şiirinden Türkçeye daha çok kitap çevirsin isterdim. (Söz konusu Başyapıtlar dizisi nice sıkı kitap barındırıyor ama şaşırtıcı olmayacak biçimde kadrinin bilinmediğini ifade edip bu bahsi kapatayım.)

“Sen kendi su birikintinin çamurunu sıçratırsın sadece

ve bir solucan yuvasının basarsın üstüne, bizi ezersen eğer,

pisliğiz biz ve olmak istemeyiz başka hiçbir şey de.”

Yazı boyunca Gottfried Benn’den yapılmış alıntıların tamamı Oğuz Tarihmen’in Et çevirisine aittir. Bu arada, 2016 yılında iki çok değerli Benn çevirisinin daha dilimize kazandırıldığını söylemeliyim: Hüzün Değil, Sözcükler Yayınevi (çev. Ertuğrul Pamuk), Seçme Şiirler, Yasakmeyve Yayınevi (çev. Ali Erdoğdu).

Gottfried Benn (1886-1956), Nazilerin 1933’te iktidara gelişini hararetle selamlar. Onların ‘Yeni İnsan’ın yaratıcılığını yapacağını iddia eder. Bu durum yakın çevresi üzerinde bir şok etkisi yaratsa bile, o Heinrich Mann’ın görevden alınmasıyla boşalan Prusya Sanat Akademisi’ne vekâlet ederken Nazileri savunmaya devam eder. Oysa yeni rejim çok geçmeden Benn’in sanatını da ‘dejenere’ bulacaktır: 1938 yılında Nazi yönetimince kitap yayımlaması yasaklanan yazarlar arasındadır o da. Daha acısı, 1938’e varmadan hatasını anlayıp Nazilere sırtını döner ama toplumsal bellek bunu hiçbir zaman unutmaz ve öldüğü 1956 yılına kadar Benn’i bir Nazi olarak bilir ve hâlâ öyle anar.

 “Ah şimdi uçurumun, sallantının, güneyin şarkısını söylesem:

Uzaklarım ben, rüzgârla esmiş gelmiş buraya”

Benn’in hatasını anlamış olmasında, 10 Mayıs 1933’te Berlin başta olmak üzere başka şehirlerde gerçekleşen kitap yakma olayının da etkisinin olduğu söylenebilir. Bu, kartopu gibi ilerleyen Hitler rejiminin en somut işaretiydi. Bana kalırsa Gottfried Benn’in yanlış yaptığını fark etmiş olmasının asıl işaretini Heinrich Heine vermişti: İlk dönem eserlerinden Almansor’da (1823) Heine, Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır.” Heine’nin kitapları 10 Mayıs 1933 günü ateşe ilk atılanlar arasındaydı.

Nazi rejiminin kitaplarına yayım yasağı getirmekle yetindiği Gottfried Benn, “Şiir Yaşamı Düzeltmeli midir?” başlıklı bir denemesinde şunları yazıyor:

“Şiir yazan kişi –düşmanca değil ama– tüm dünyayla karşı karşıyadır. Dünya ona ilişmez, o da dünyaya. Düzeltmek istemez o, ama kendini de düzelttirmez. (...) Yani: şiir düzeltmez, ama çok daha önemli bir iş yapar: değiştirir. Şiirin doğasının kocaman bir çekirdeği, ipince bir kenarı vardır; fazla yere değmez, ama değdiği yeri yakar. Şiirin açısından bakıldığında her şey tersyüz olur, tüm kategoriler ve kavramlar karakterlerini değiştirirler.”

Gottfried Benn, Arno Holz'un mezarına çelenk koyuyor. 1933.

Gottfried Benn’in şiiri, doktorluğu sanatının da merkezine yerleştirmiş bir insanın, sanatçının, (ilhamını o sedye üstündeki insanların en perişan hallerine öykünerek ortaya dökse bile), can’dan özge bir varlığın, hayır, hayvanın değil; düşünen, savaşan, âşık olan o eski insan’ınruhunu yitirmiş varlığın ve ardında bıraktığı yegâne şeyin, et’in şiiridir, şairliğidir.

“Ne havlarsınız yahu?

Ruh deyip duruyorsunuz –nedir sizin ruhunuz?

İhtiyar kadın her gece yatağına sıçınca–

gevşek baldırlarını merhemleyince ihtiyar adam,

ve siz bağırsaklarınıza oturtmak istediğiniz zıkkıma uzanırken,

yıldızlar zevkten boşalır mı sanırsınız... ?

Ha?”

et ki artık pistir, kokar ve tiksinti uyandırır yalnızca. Beklenmedik bir neşterin dokunuşuna kirli kan ve irin fışkırtarak cevap verir. İşe yaramaz nesnelerin şairidir artık o. Bunları görmek ve yazmakla cezalandırılmış biri gibidir. Şiirini bir kader gibi üstlenir.

“Et sıvıdır; dök onu istediğin gibi etrafına;

bir yarık çığlık çığlık ağzımız.”

Bu ilk dönemine ait şiirleri sonraları kendisini de şaşırtacaktır ve “bunları sahiden de ben mi yazmışım” der. ‘Bunlar’ içinde dünyaya olan inançsızlık “hayvanlar bizi Tanrı’ya sattılar” dizesiyle kendini ortaya koyar. ‘Karamsarlık’, Fransız aforizmacı Nicolas Chamfort’tan bu yana böyle güçlü bir şekilde ifade bulmamıştır. Benn’in şiirlerinde sıklıkla yer bulan kadın-erkek ilişkisi ise (ya da daha genel anlamıyla, işe hayvanları da kattığı için ‘cinsellik konusu’ diyelim) belki de apayrı bir yazının, araştırmanın konusu olabilecek kadar ilginç ve dikkate değerdir.

“Gençliğim bir kabuk gibidir bana; altında bir yara.

Kan sızar her gün oradan.

Bu yüzden böyle tanınmaz haldeyim.”

Otopsi masasında incelenmeyi bekleyen bir bedene duyduğu tiksinti ile içtenlik dolu sevi, anne ve yaşam temalı şiirler bir tezat taşımaz onun şiirinde. Aynı yabanıllık kendini ‘dışarıda’ da gösterir çünkü. Bir balo salonu da olabilir bu dış(arı)lık, bir bank ya da bir tabut da… Dayanması güç bir aşırılığın ve isyanın şiirleridir bunlar:

“Bir çocuk sesi:

Ah sevgili, sevgili morg görevlisi bey,

sokmayın beni daha karanlık tabuta!”

Yadsımaya da yer yoktur Gottfried Benn’in şiirinde. Söylencesi açık, pervasız ve alabildiğine hoyrattır. İçtenliksiz olan hiçbir şeye itibar etmez. Belki de sırf bu yüzden ‘gerçek sevgi’ denen şeyin bir iz-sürücüsüdür Benn! Değil mi ki, “Hor görülür sevenler” demiştir bir şiirinde.

“Sevgim az laf bilir:

Öyle güzel ki kanında.”

Sevgiliyi değil, sevgiyi düşünen, yaşayan, yazan el, bir et oluşunu hatırlayıp çürümek ister günü gelince. Mayasına, yoğrulduğu hamura ulaşmak ister. Şair işitir, çağrı derinde(n)dir:

“Toprak her yatağın etrafında birikiyor burada.

Et düzleniyor yere. Kor koyuveriyor kendini.

Özsu sızmaya başlıyor. Toprak çağırıyor. –”

Ve işte; hatalar, yıkıntılar, kesikler, sessiz çığlıkların ortasından konuşan bir ömrün oylumca en uzun evrak-ı metrukesi, olsa olsa şöyle bir şeydir:

“bir uçuşa yeltenmek ister gibi

dünyanın gölgesinden.”

Gottfried Benn için, “kendisi ideolojisinden iyidir” demişti Adorno. Çilenin dünyanın sonuna kadar süreceği konusunda mutabık isek, şiir bizim için sağaltıcı bir teselli olmaya devam edecek demektir. Çünkü şair gizliden sevemez. Şair yoldadır. Eve dönemez.


M. Milât Özçelik, 18 Kasım 2021, K24.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka