Ana içeriğe atla

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

  

Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum Engin Ardıç hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama Ardıç Kuşu, bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana: okumak.
 
2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!” demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.
 
Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden birine oturdum ve can sıkıntısından, başka bir şeyden değil, sırf can sıkıntısından, sehpanın üzerindeki Akşam gazetesine uzandım. Manşetti, son sayfaydı (iç sayfalardan önce dış tarafını bitirirdim gazetelerin), ikinci sayfadaki magazin haberleriydi derken, 3. sayfanın sağında, cinaî haberlere komşu, sapsarı bir arka planın önünde terli tombiş suratıyla mütebessim bir adamın yazısını gördüm. (“Beni gür sesli, torbalı gözlü ve hüzünlü bir adam olarak hatırlayınız” demiştin.) Keşke hatırlayabilsem ama yazının ne hakkında olduğunu unuttum gitti… İlginç bir tip’in ilgi çekici bir başlıkla (bütün yazı başlıkları böyleydi, bir ‘yapı’nın çatısıymış gibi inşa ederdi başlığını) sunduğu yazıdan müthiş keyif almıştım. Bir yerde, hayatın o güne değin hiç tatmadığım bir yönünü keşfetmiş oldum. Bu, tam bana göreydi. İşte buydu. Bir tutamağım vardı artık. Sadece arkadaşlarım mı? Bütün dünya bana sırtını dönse bile okuyabildiğim sürece bana bir şey olmaz hissiyle güç buldum.

Engin Ardıç (1952 - 2023)

Babam çok uğraştı okuyan biri olabilmem için. Edebiyatın tehlikeli yanını bildiği ve korktuğu için belki de, okumam için sürekli üçüncü sınıf didaktik-dini tandanslı kitaplar dayatıyordu. Elimden geçen, okuduğum ya da okur gibi yaptığım onca kitap içinde ne bir Sait Faik ne bir Aziz Nesin, ne bir Küçük Prens ne de bir Huckleberry Finn’in Maceraları’ndan haberdardım…
 
Ardıç Kuşu ile tanışana kadar! (Yıllar sonra çok sevdiğim bir arkadaşıma, eski günlerini arattığı için şaşıracağını bildiğimden, utana-sıkıla, beni okumaya sevk eden ismin Engin Ardıç olduğunu söylemiştim de, bir kahkaha patlatıp “yazıklar olsun!” demişti. Neyse, iyi bir şeye vesile olmuş nihayetinde, diye de eklemişti ama.) Onunla tanışınca okurluğun, o saf kitap sevgisinin kapısını araladım.
 
Bugün, 40 yaş altındakilerin zihninde anlamlı bir yere oturmayan ‘Babıâli’ denilen yerde Ardıç Kuşu olarak bilindi, çağrıldı. (Sevmeyenler ya da küçümseyenlerce ‘Küfürbaz Engin’ ya da yalnızca sınıf arkadaşları söylediğinde alınmadığı hatta gururla yazdığı gibi ‘Hayvan Engin’.) Ben de böyle, bu isimle sevdim Engin Ardıç’ı. Ondan öğrendiğim ilk yazar William Faulkner’dı mesela. Ses ve Öfke’nin ihtişamına değiniyordu, inceden. (Aman, rahmet yolları kesmesin: Faulkner’ı 50’li yıllarda okuduğunu ve çok etkilendiğini söyleyen Yaşar Kemal ile kafa bulan yine Ardıç Kuşu muydu, yoksa ‘solcu olmadığını ilan ettiği için’ [sırf bunun için!] çok sevdiği Enis Batur mu?) Hep kafa bulurdu Yaşar Kemal ile. Kemal Tahir’in sofrasında bulunmuşlardandı, ağır Tahirî’ydi. Boyuna, “önce İnce Memed’i okuyun sonra Rahmet Yolları Kesti’yi, kimin ‘daha büyük’ olduğunu anlayacaksınız” deyip dururdu yazılarında. Çok sevdiği Halit Refiğ ve Oğuz Atay ile de orada ahbap olmuşlardı. (“Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden...” kitabındaki “Yazar Denen Garip Yaratık” yazısı Oğuz Atay için yazılmış bence en güzel yazıdır, en önemli şahitliktir ama edebiyat burada bize yardım edemiyor maalesef: hiçbir seçki/armağan kitaba alınmamış, dosya konularında adı anılmamıştır bu yazının ve Ardıç’ın ismi. Oysa ne gereği var bu körlüğün, korkaklığın?) Her daim hayırla yâd ettiği Galatasaray’dan hocası Tahir Alangu’nun aynı sınıftaki 5 ismi sayıp, “siz yazar olacaksınız” dediğini çokça anlatırdı. O isimler de şöyle: Nedim Gürsel, Selim İleri, İzzet Yasar, Ferhan Şensoy ve Engin Ardıç. Sahiden de öyle olmuş. Ne eksik ne fazla.
 

Bunların içinde en yakın olduğu Ferhan Şensoy’du. Lise yıllarında Haldun Taner’le olan anılarını ve fırlamalık hikâyelerini anlatmaktan bıkmazdı. (Ferhan Şensoy güncelerinin birinde “odanın ortasında bir ileri bir geri, elinde piposuyla gezinen Engin Ardıç gibi...” demişti. Ben de onu hep böyle, elinde piposuyla yazılarını düşünen, yazan, ‘hayvan’ gibi kitap okuyan biri olarak hayal ettim.) Yazılarını topladığı tek bir kitabı yoktur ki içinde Ferhan Şensoy’un adı geçmesin. Son yıllarda araları fena bozuldu. Şensoy’un ölümünden sonra yazdığı yazıdan anlaşılacağı üzere o da artık eski Engin Ardıç değildi.
 
Belki Ferhan Şensoy’dan bile çok adını andığı bir isim var ama: Çelik Gülersoy. Onu unutturmamak için çırpınıp durdu. “Nasıl ki Çelik Gülersoy son İstanbul beyefendisi ise, ben de nesli tükenmekte olan sokak çocuklarının sonuncusuyum” demişti. ‘Küfürbaz’lığını biraz da buna dayandırırdı yani: herkes küfreder, ben ayrıca yazıyorum. (Gülersoy’un ölümünün üzerinden 20 yıl geçmiş. Bir yazarın ölümünden sonra geleceğe kalıp kalmayacağını 20 yıl ile ölçerdi Ardıç: 20 yıl içinde hatırlanıp yeniden okunursa tamamdır, yoksa unutulup gider.)
 

Onun yazılarından öğrendiğim, ballandıra ballandıra anlatırdı, Kostas Ferris filmi Rembetiko’yu bulmak adına Elazığ’dan kalkıp İstanbul’a gitmiştim. Sırf bunun için, evet. Çünkü “DVD’sini edinin mutlaka” diyordu. Şarkılar oradaymış, bonus disc olarak. Filmi bulup aldım. 2008 yılıydı. (Senin bahsettiğini hatırlamıyorum ama adı seni hatırlattığı için Otar Iosseliani’nin 1970 yılı yapımı, yani senin yazmaya başladığın yıl çekilmiş filmi “Bir Zamanlar Şarkı Söyleyen Bir Ardıç Kuşu Vardı”yı [Iko Shasvi Mgalobeli], en az Rembetiko kadar çok seviyorum.)
 
Artık günlük gazete yazılarından, kitaplarını okuma safhasına geçmeliydim. Beyazıt’taki çarşıya gittim. Bir yer dışında herkes ders kitabı satıyordu. Orada üç kitabını buldum Ardıç Kuşu’nun: İslam Teksas’ta, Kadın Suretleri ve Teğel Teğel Hüzün. (Garip bir şekilde Euro üzerinden sattı kitapları yavşak sahaf. Anlam vermedim, sordum da ama kur-mur bir şeyler zırvaladı. Hâlâ duruyor üzerinde fiyatları: 6, 7 ve 8 Euro. O günün kuru ile 35 lira filan vermiştim. Yine de aşırı pahalı sayılmazdı ama neden Euro? Taşradan gelmiş cahil bir çocuk olduğumu anladı da ondan mı? Arka tarafa gidip getirmişti kitapları. Belki de o ara... Neyse.) Tarihi bir yerde olduğumu bildiğimden, Ardıç Kuşu’nun buraya gelip gelmediğini de sordum. Engin Bey tabii ki gelir ama senede bir-iki kez, üç olmaz dedi sahaf. (En fazla 40 yaşında, garip ama eli-yüzü temiz biriydi.) Kendisinden aylar önce, şimdi adını hatırlayamadığım bir çizgi romanın eski sayılarını bulmasını istemiş ama hâlâ bulamamış filan. İlk defa İstanbul’a gelmiş, yürüyüp geçtiği sokaklarda, caddelerde sevdiği edebiyatçıların yazılarını, şiirlerini düşünen taşralı masumiyetimle sahaftan bir şey rica ettim: Ardıç’a benden bahsetmesini istedim, selam söyleyin filan dedim. Salakça işler işte, Beyazıt’ta Euro ile kitap satan adamdan istediğim şeye bak.

 
Bir yıl sonra Ankara’da, tipi Nadir Göktürk’e benzeyen, aksi-bunak bir sahaftan dört kitabını birden aldım. Uzun sakalını okşayıp bir şeyler okuyordu kulübeden bozma dükkânının kapısında. Engin Ardıç kitapları var mı acaba? dedim. Önce okuduğu cümleyi bitirdi, sonra yüzüme bakmadan, hımm, iyi yazardır, olacaktı bir şeyler deyip içeri gitti ve elinde getirdiği 4 kitabın fiyatını söyledi. 10-15 lira aralığındaydı her biri. Pahalı sayılırdı. Bu kez biraz pazarlık yapayım dedim, öğrenciyiz abi, bir şey yapar mısınız dememe kalmadan BANA NE LAN ÖĞRENCİYSEN deyiverdi! Verdim parasını gittim.
 
Geriye kalmıştı iki kitap. Bu kez bulmak için acele etmedim. İnternetin gelişen imkânlarını bir kenara bırakıp kaderin bu kitaplarla beni hangi koşullarda karşılaştıracağına yaslanmak istedim. Zamanla tamamlandı dokuz Engin Ardıç kitabı. Bu yazıyı yazarkan, yanımdalar hepsi. İlkgençliğimin, okurluğumun yoldaki işaretleri, dünyaya dair anılarımın belki de yüzde 70’i bu adam ve kitapları!
 
Bunlarla yetinmedim, bir mektup yazdım Ardıç Kuşu’na. Psikolog Pelin Kesebir’in ekşisözlük’te ‘lacrima’ adıyla yazığı entry kadar kıskandığım bir şey olmadı şu hayatta: “engin ardıç bana hayatımda aldığım en güzel mektubu yazmış, benim ona gönderdiğim mektubu kastederek "hep saklayacağım, sanırım ölürken bile cebimde olacak, benim için nobel'den bile değerli" demiş bir insandır.” Allah’ım, o mektubu yazan ben olmalıydım, hiç değilse diğer cepte benim yazdığım mektup olmalı! Yolladım ama ulaştı mı, ulaştıysa bile umursadı mı emin değilim. Artık Sabah yazarıydı, bir-iki e-mail de attım ama izole hayatına sızmak çok zordu. Zamanla ben de çok ısrarcı olmadım, sertleşen ve kamplaşan politik atmosferde dümeni kırdığı yere bakıp eski yazılarını/hayatını, bilhassa Avusturya maceralarını düşünüp gülümsüyor, giderek daha az okuyordum. 80’ler sonu ve 90’lar boyunca yazdığı o leziz yazıları derlediği kitaplar bana yetiyordu.
 
Kesinlikle: doktarasını “dil” üzerine yapmış bir sosyolog olan Gökhan Yavuz Demir’in deyişiyle, “Refik Halid, Çetin Altan ayarında müthiş bir Türkçe”ydi sözkonusu olan. Son tahlilde varılan yerin “Ahmet Hakan veya Hıncal Uluç ayarında paçavralar” olması, tarihin belirli bir döneme ait yargısını değiştirmeyeceği düşüncesindeyim. 1970’te başlayan 53 yıllık yazarlık serüvenini 2008’de başlayan Sabah yazarlığından öncesi ve sonrası olarak değerlendirmekte fayda var. Ben öyle yapıyorum en azından. 2008 sonrası Ardıç Kuşu’na kefil değilim yani! Sonrası daha çok “Ardıç Kulu” ayar(sızlığ)ında.
 
Ölümünün ardından yazılanlara bakmadım. Eminim o da umursamazdı. Yine de en güzel yazıyı, bir dönem Akşam’da beraber yazdıkları, benim de o yıllardan beri bilip sevdiğim sevgili Oray Eğin yazdı, hem de beyin kanaması geçirdiğini öğrenip ölümünden 25 gün önce yayımlanan bir veda yazısı ile! “Herkesle ama herkesle onun gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olduğunu tartışmaya hazırım” diyor Oray. Bunu çok eski günlerden beri bilenlerden biri de benim. “Hiç kimsede onunki kadar bir birikim ve yetenek yok belki, ama hiç kimse onun kadar bu yolculukta kendi omurgalarını yolda başkalarına teslim etmiş de değil.” Bu da çok doğru ama burada kastedilenin bazılarınca ezberden söylenen bir ‘döneklik’ olmadığı (çünkü, zannedildiğinin aksine hiçbir zaman ‘solcu’ olmadı), daha çok sınıfsal bir riyânın kastedildiği unutulmamalı. Bu yüzdendir ki hiç arkadaşı kalmadığı gibi, okuru olduğunu söyleyen de kalmadı pek. Bu yazı, o eski anlam dolu günler içindir zaten.
 
(Bakalım 20 yıl sonra veya bu aralıkta hatırlanacak mısın, yoksa o muhteşem yazılar da seninle birlikte unutulup gidecek mi? Senin bile Çelik Bey’i yaşatmaya gücün yetmemişken, benim gibi birinin senin yazılarını yaşatmaya gücü yeter mi dersin? Seni, o dinlemelere doyamadığın tangoyu söyleyerek uğurluyorum şimdi. Benim dışımda hatırlayan var mı bilmiyorum ama ölümünden sonra bu çalsın istiyordun: To ostatnia nicela, cişay şien ostaniemi, cişay şien rozayviemi, na pieçni ças...)
 
Oğuz Atay için yazdığı yazıyı, “Ne yani Oğuz, ben de senin gibi ölecek miyim?” diye bitirmişti Engin Ardıç.
 
Ne yani Ardıç Kuşu, ben de senin gibi ölecek miyim?
 
 
27 Mayıs 2023
M. Milât Özçelik



Yorumlar

  1. Her sabah köşe yazısını okumak için can attığımız günleri hatırlarım Sevgili M.
    Onun da güzel zamanlarıydı yazında belirttiğin gibi, hep iyi hatırlamak ve hatırlanmak umuduyla.
    N.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazarlarımız, bir yerde, en iyi arkadaşlarımızdır. Onları beraber okuduğumuz arkadaşlar da öyle... Ayrıca, hatırlamaktan daha güzel bir şey varsa o da hatırlanmaktır! Selamlar, sevgiler.

      Sil
  2. Playmen yazarlığı da vardır. 80'lerde. Evet ben de sahaflardan onun birkaç kitabını aldım. 80'lerde Nokta dergisi, playmen erotik dergisi, 90'ların başında sabah gazetesi serüveni vardır. Sonra star, akşam ve tekrar sabah'ta yazdı.
    Aslında tüm yazıları kitap haline getirilebilir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elele dergisindeki yazılarını kitaplaştırdı biliyorsunuz. Playmen'den çok bahsetmezdi. Doğrusu burada çıkmış bir yazısını okudum mu emin değilim. Keşke kitaplaşsalar. Son 25 yıl yazdığı yazılardan da iyi bir seçki yapılabilir. Eminim şu ara yapılıyordur bir şeyler ama bakalım nasıl olacak... Teşekkür ederim yorumunuz için.

      Sil
    2. Sonradan aklıma geldi: Pleymen yazılarını Şengül Hamamı'nda toplamıştı. Elele'deki yazılarını ise Kadın Suretleri'nde.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka