Kitabın duyurusunu
(X'ten) şöyle yaptım:
Mor Dağlar ilk kitabım.
Kitabın
editörlüğünü üstlenen Ahmet Güntan'a ve yayıncım Ömer Şişman'a
bir teşekkürden fazlasını borçluyum.
Santayana'nın
deyişiyle, "Dünyaya geri veriyorum, dünyanın bana verdiğini."
Duygular fora ve epey karmaşık. Belki zamanla bu başlık altından devam ederim
neler hissettiğimi anlatmaya ve olur ya, bazı yazı-çizi işlerine muhatap olursa
kitap, yine buradan, yukarıdan aşağıya akar zaman... Kaderi de kapağı kadar
güzel olsun, okuruna ulaşsın.
***

Çıkma No:1
Burayı
güncelleyeceğimi söylemiştim. Başlıyorum... Yazdıklarımı, en azından uzunca bir
süre, duyurmayı düşünmüyorum, kendim için tuttuğum notlar.
Bugün 1 Nisan. Şakası yok, Mor Dağlar'ın yayımı üzerinden 3 ay geçti. Tahmin ettiğim üzere pek satmadı. Bunda bir sorun görmüyorum. Düğünümde bile 'arkadaşım' dediğim 2-3 kişi ancak vardı ve onlar da yaşıtım değildi, abi-kardeş ilişkisi kurduğum kişilerdi. Bu yaşıma kadar istikrarlı bir şekilde yaptığım tek bir şey varsa, insan eksilterek yola devam etmektir diyebilirim. Ne düğünde varım ne cenazede. Başkasından da bir beklentim yok. Neyse... Kitap 160. Kilometre'den çıktığı için kendimi şanslı sayıyorum. Saygın ve neşeli bir aileye kabul edildiğimi hissediyorum. Ahmet Güntan zaten öyle ama Ömer Şişman'ın beni kabullenişi, gösterdiği yakınlık aklıma geldikçe gözlerim doluyor. Onu eskiden beri bilir ama biraz çekinirdim, çok sert ve katı yürekli biri zannederdim. Birkaç kez telefonda konuştuk, çok defa yazıştık. Neredeyse her konuşmamızı bir göğüs sıcaklığı ile, "İyi ki varsın dostum" diye bitirmeden edemedim. Yılsonunda yayımladıkları kitap adedine (13!) bakınca kendilerini bu kadar meşgul ettiğim için mahcup oldum. Ahmet abi ve Ömer Şişman'dan önce bir kimsesizler mezarlığındaydım ben ve onlar, ikisi birden, kollarımdan tutup yukarı çektiler ve bana bir ad verdiler: Mor Dağlar. Onlar olmasa olmazdı.
Ömer Şişman şubat ayında bir okuma etkinliği olacağını söyledi ve beni de davet etti. Önce Yeldeğirmeni'nde, iki gün sonrasında ise Kıraathane'de. Kıraathane'den haberdardım tabii ama Yeldeğirmeni'ni bir mekân adı sandım birkaç gün. Meğer, Kadıköy'de bilindik bir mahalleymiş. (İstanbul'da, sınırlı da olsa Beyoğlu ve Karaköy'ü, azıcık da Arnavutköy'ü bilirim, o kadar.) Etkinlik orada -adını unuttum şimdi- Fransız kültürü ile bağlantılı bir cafedeymiş. Sylvain Cavaillès isimli Fransız bir yayıncı-şair de orada olacakmış ve etkinlikte okuyacağımız iki şiiri hemen peşimizden Fransızcaya çevirip okuyacakmış. (Şiirleri önceden yollayacakmışız kendisine.) Bak sen şu işe; kaç yayınevi yapar hatta umursar bunu. Gerçi biraz da benim şansım. Bildiğim kadarıyla önceki yıllarda yoktu böyle bir şey. Yeldeğirmeni'ndeki bu etkinliğin aynısı iki gün sonra Kıraathane'de olacak ve bu kez Youtube kanalları için kamera ile kayıt da alınacakmış. Hatta, yetmez gibi, Sylvain'ın Fransa'da yayımlamayı düşündüğü Yaşayan Türk Şiiri gibi bir antoloji fikri varmış. Bu şiirler de biraz onun için Fransızcaya çevriliyormuş zaten. Daha bir ay olmamış kitabım çıkalı ama yayıncım, çoğu şairin uzun yazın hayatında bir kez olsun karşılaşsa kendini bahtiyar sayacağı bir işe çekiyor beni...
Peki ben ne yaptım? Etkinliğe katılamadım. İşimle ilgili kötü bir zamana denk geldi, başta evet desem de sonraki günlerin birinde -üzülerek- gelemeyeceğimi söyledim Ömer'e. Çok geçmeden bir başka alternatif sundu bana ve martta başka bir gruba (önceki yıllarda kitapları çıkan arkadaşlarla) dahil olmamı önerdi. Sevinçle, bak işte bu olur dedim ve birkaç hafta sonra ona da katılamayacağımı bildirdim. Kitabın yayımında kendisine ve dizgiciye çektirdiğim yetmezmiş gibi (uzun ve sanıyorum yayıncılık tarihi içinde sıradan bir hikâye) şimdi de bu sondakika işlerim... Sağolsun, Ömer, o yüce kalbiyle yine anlayışla karşıladı beni. Başka bahara artık dedim ama içten içe şiirlerimin o muhayyel antolojide yer alacağı ümidini taşıyordum. Derken marttaki etkinlik de oldu, bitti ama öncesinde Sylvain'dan sürpriz bir mail aldım. Ömer'e yolladığım iki şiirden Kan ve Işkın'ı (diğeri Göç) çok sevdiğini ve müsaade edersen gıyabımda (kendi deyişiyle in absentia) okumak istediğini söylüyordu. Böyle bir teklife ne denebilir ki. Birkaç gün sonra Ömer'den bir başka sürpriz: sahnede Kan ve Işkın'ı okuyor. Hemen ardından Sylvain Cavaillès de Fransızca çevirisini. Videoyu ise şair Burak Acar çekmiş. Dedim ya, neşeli/neşve veren bir aile bu.
Mart sonuna gelesiye böyle geçti. Bu arada, az kalsın unutuyordum, yazarlarından biri olmaktan mutluluk duyduğum K24'ün Ocak ayı vitrininde yer alan kitaplardan biriydi Mor Dağlar. (EB ile yan yana.) Doğrusu, aksi olsa alınganlık gösterirdim. Teşekkürler Mustafa Arslantunalı... Kitabı edinen ilk 'okurum' askerlik arkadaşım Süleyman'dı. İlk fotoğraf da ondan geldi. Derken henüz kitabı çıkmamasına şaşırdığım değerli şair Hatice Nisan'dan güzel birkaç paylaşım geldi. Özellikle Hafir'i sevmiş Hatice Hanım. Yine, bu konuda bir malumatım olmasa da gizli bir şair olduğundan emin olduğum, Leyla ile ortak arkadaşımız Gülay Yalçın'ın kitabı çabucak edinip okuduğunu görmekten büyük memnuniyet duydum. İyi okurlar böyledir, yemeği soğutmayı sevmezler.
Bunun dışında, çok sayıda isme kitabımı imzalayıp yolladım. İşte bu işten pek murad alamadım. Birkaç kişi X'te paylaştılar ama onların da kitabı baştan sona kat ettiklerine emin olamadım. Canları sağolsun. Sevmediğim kimseye yollamadım kitabımı. Bugün bu 'satırları' yazmamı tetikleyen şeye gelebildim sonunda: kitap yolladıklarımdan biri de Selçuk Altun'du. Kendisiyle 2019'dan beri tanışıyoruz. Bana iki kitabını imzalayıp yollamıştı. Bilen bilir, üç yıl emek verdiğim Bibliyofil Konuşmaları onun cevapları ile başlamıştı. Kitabı yolladıktan sonra 'fotoğraflı' bir mail atıp teşekkür etmiş ve Kitap İçin'de kitaptan bahsedeceğini söylemişti hemen. (Kitabın eline ulaştığını bile o kadar az kişi belirtti ki, çok ilginç buldum bu durumu. O yüzden belirtmek istedim. Bir gün burayı okuyan birileri olursa bilmeli ki bu türden jestleri gecikmeden yapmak üzerimize vazifedir. Medenî dünyanın bir parçası olarak kalmaya niyetliysek tabii.) Üstüne de "hangi şiirinize dikkat çekeceğimi tahmin edersiniz" gibi bir notla. Ben Prospero'nun Kitapları'ndan bir şiirdir diye düşünüyordum ama bugün gördüm ki "Hey gidi günler" başlıklı Oktay Rifat'a sevgi/selam şiirimmiş kastı. Selçuk Bey'i bilmiyormuşum gibi... Bu yüzden Ot Dergi'nin yeni sayısını heyecanla bekliyordum doğrusu. Birkaç cümle bile olsa ilk eleştirimi alırım diye ummuştum ama Selçuk Bey, bir dörtlükten mürekkep kısa şiirimi alıntılamış sadece ve, Heinrich Böll gibi söyleyeyim en iyisi, ve o hiçbir şey demedi. Kitap İçin'deki numaram: 6051. Bir bağ kuramadım bu numarayla.
Ne yalan söyliyim, dergiyi satın almadım bile. Biraz hakka geçtim, yapacak bir şey yok artık, çünkü bir de fotoğraf çektim. Sonra, kibarca yırttığım koruyucu poşetine koyup eski yerine koydum. (Umarım bu son davranışımdan bir artı puan alabilirim.)
Bugün 1 Nisan ve bayramın üçüncü günü. Evde yalnızım. Bayramı yalnız ve çok depresif geçirdim. 4 aydır içmediğim sigaraya dün yeniden başladım da biraz rahatladım, yoksa çıldırırdım... AVM'ye ve onun Migros'una sırf Selçuk Altun'un ne yazdığına bakmak için gittim ve vaziyeti görüp gerisin geri otoparka döndüm, sonra direkt eve geçtim. Arabada Leyla'ya yazının fotoğrafını attım ve "Attığım taş kuşu bile ürkütmüyor karıcığım" dedim.
İlki kitabını 36
yaşında yayımlamış biri olarak hayal kırıklıklarına ne denli hazırlıklı
olduğumu düşünsem de, duyguların sınırı uçsuz bucaksız, bir yerden fire veriyor
insan. Yine de şaşırmaya hazırım, şaşırmayı görebilmeyi temenni ediyorum ve
hatta biliyorum: "Bir zar atımı asla ortadan kaldırmayacak
rastlantıyı."
***
Merhabalar...
YanıtlaSilBlog keşfine çıkmıştım ve sizleri yeni görüyorum.
Bu kitap size mi ait ilk defa görüyorum...
Merhaba. Evet. Yılbaşında çıktı.
SilBloğunuzu takibe aldım.
SilKitabı da merak ettim bakacağım mutlaka.:
Şimdilik linkini kitap yurdunda gördüm.