Anlatması en güç konulardan biri nedir derseniz, aynı şeyi tecrübe etmemiş birine, bir yazarı neden o kadar çok sevdiğini izah etmektir derdim. Ailenden biri değil, sevgili değil, anılar biriktirdiğin bir çocukluk arkadaşı, zor günlerinde yanında olmuş bir dost değil; bir yazar, hatta çoğu zaman, senelerce senelerce evvel ölüp gitmiş, bir resmi bile olmayan, yazdıkları dışında hakkında çok az şey bilinen bir yazar. Böyle biri neden sevilir, ne kadar çok sevilebilir ve nasıl sevilir? Sevmenin hangi biçimiyle tarif edebiliriz bu ilişkiyi? Ne yaparsak yapalım; Baudelaire’in Théophile Gautier’ye, Tezer Özlü’nün Pavese’ye, T.S. Eliot’ın Ezra Pound'a, Tanpınar’ın Yahya Kemal’e olan sevgisini ve tabii kendi yazarlarımıza olan o aşkın sevgiyi tarif ederken, anlaşılabilir olmakta zorlanırız. Joachim Trier’in Reprise/Tekrar (2006) filmi, 40 yaşımdan sonrası için sakladığım işlerdendi. Hande Öğüt ’ün cevaplarını okuyunca, –daha 6-7 yılım olduğu halde– tekrar izledim. (Tibor Dery’nin “P
Kaç farklı ağızdan, ne çok işittik şu azarı: “Ben anlatırken başka şeyle ilgilenmeyin diyorum size, insan iki şeyi birden yapamaz.” Oysa insan, biri(leri)ni ya da bir şeyi dinlerken düşünebilir. (Daha doğrudan söylemeli: hatta yalnızca böyle düşünebilir!) O ‘şey’ bazen kalbinin ritmi olur bazen doğanın sesi bazen de boşluğun ta kendisi. Çizerlerin “düşünce”yi konuşma balonu, kenarları belirgin bir bulut gibi yansıtması anlamlıdır. Çünkü büyük harfle Düşünce, doğrusal olmayan noktalar üzerinden ilerler. Aksi olsaydı her şey sekiz köşe kasket gibi olurdu... Yazmış değilse bile, her insan çizmiştir. Yazmadan önce çizeriz. Önce çizmeyi öğreniriz. Sonra yavaş yavaş düşünmeyi. Çizenlerdenim ben de. Miróvari oval şeyler çizerim boyuna. Çizgilerim, ilkin başına buyruk, sonradan birbirini kesip duran ve bir hücrenin mikroskop altındaki hâlini anımsatan kaotik şeylere dönüşür kısa sürede. Yakınlarda fark ettim ki, kendi mikrogramlarımı tasarlar gibi kurduğum ve çoğunlukla bloknot kâğıdına