Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bibliyofil Konuşmaları #35: Tuncay Birkan

     Arthur Rimbaud, Van Gogh ve Halit Refiğ. Başka bir isim gelmiyor aklıma: bu yaşıma kadar çok az biyografi(k metin) okudum. Şiirin zehirli tadını erken yaşta keşfettiğim için Rimbaud ve ilk gençliğin trajik hikâyelere olan dolaysız yatkınlığından van Gogh neyse de, Halit Refiğ merakı nereden çıktı? ‘Yeşilçam Sineması’ bir yana, sinemanın kendisiyle bile çok özel bir bağım olmadığı halde tesadüfen edinip okuduğum Refiğ kitabı “Düşlerden Düşüncelere Söyleşiler” (Haz.: İbrahim Türk, Kabalcı Yay., 2001.) yalnızca diğer biyografik anlatılardan değil, okuduğum nice yapıttan daha çok şey öğretmiştir bana –bilhassa 1950 sonrası Türkiye tarihi konusunda. Gerçi okurluğumu hiçbir zaman ‘öğrenme’ ve bilgi odaklı inşa etmedim. Şiirin ve kurgunun yerine göre keskin yerine göre flu sınırlarında gezinmek hep daha cazip gelmiştir bana.   Tuncay Birkan  kitaplarla çepeçevre biri: birkaçını yazıp, birçoğunu yapmış, daha çoğunu okumuş ve okumak için edinmiş biri olara...

Bibliyofil Konuşmaları #34: Hasan Aksakal

Bruno Latour'un ‘Biz Hiç Modern Olmadık’ adlı antropolojik denemesine nazire yapıp, ben hep romantiktim, demek istiyorum. Doğanın içine doğdum ama daha önemlisi bunun farkındaydım. 18., 19. yüzyıl romantikleri, bana kalırsa, makinalar ve William Blake’in deyişiyle 'şeytanî bacalar' tarafından bozguna uğratılmamış dünyayı son kez görmüş sanatçılardı ve bunun farkındaydılar. Çocukluğum, elimden düşmeyen sığırtmaç sopamla Rousseau gibi vadileri aşarak, dut ve kavak ağaçlarıyla kaplı yolları arşınlayarak geçti. Bazen koyunlarım, ineklerim beni takip ederdi bazen ben onları. Okula dair çok az anım var. O günlerime dair hatırlanmaya değer çoğu şey doğayla iç içeyken olmuş. Yine böyle bir gün,  derinliği herkesçe meçhul büyük bir su birikintisinin kıyısında oynayan, çimen yaşıtlarımı yüksekçe bir yerden izlerken, şeytanî bir el, –kimdi, nedendi, hiç öğrenemedim– beni aşağı, suyun derinliğine itiverdi. Suya battıkça battım ve gözlerim yalnızca siyah rengi seçene kadar düşündüm. A...

Bibliyofil Konuşmaları #33: Şavkar Altınel

Bu yazı için aylardır kapalı duran bilgisayarımı açarken şifre ekranında şöyle bir fotoğrafla karşılaştım: birkaç insan boyunda, minik bir deniz feneri ve berisinde çatı kaplaması kırmızı renkte küçümen bir görevli kulübesi; kıyıdan çekilmiş fotoğrafa bir de sol açıkta, mavilikler içinde boş bir sayfa gibi duran bembeyaz bir yelkenli girmiş, her şey rüzgârla yoldaş... Ancak içsesimi duymuş biri bu kadar isabetli bir fotoğraf seçebilirdi. Denizi ilk kez 20 yaşımda gördüm. Bir yaz gecesi, dalgalı bir Karadeniz sahiliydi. O yaşa kadar aklımda hep, “bir adada doğmak, büyümek nasıl bir duygudur acaba?” sorusu gezinedursun, hayat bana gecikmeli de olsa küçük sürprizler sundu; askerliğimi denizci olarak yaptım: birazı İskenderun’da beş buçuk ay kadarı Erdek’te. İş hayatına girdim ve hiç böyle bir arayış içinde olmasam da bu kez, İstanbul’un Karadeniz sahillerine yakın çalıştım. Her gün, gece kumlarına deniz tabanındaki kömür parçalarının vurduğu sahilleri hızla geçip durdum arabayla. Yetmedi,...