Bruno
Latour'un ‘Biz Hiç Modern Olmadık’ adlı antropolojik denemesine nazire yapıp,
ben hep romantiktim, demek istiyorum. Doğanın içine doğdum ama daha önemlisi bunun
farkındaydım. 18., 19. yüzyıl romantikleri, bana kalırsa, makinalar ve William
Blake’in deyişiyle 'şeytanî bacalar' tarafından bozguna uğratılmamış dünyayı
son kez görmüş sanatçılardı ve bunun farkındaydılar.
Çocukluğum,
elimden düşmeyen sığırtmaç sopamla Rousseau gibi vadileri aşarak, dut ve kavak
ağaçlarıyla kaplı yolları arşınlayarak geçti. Bazen koyunlarım, ineklerim beni
takip ederdi bazen ben onları. Okula dair çok az anım var. O günlerime
dair hatırlanmaya değer çoğu şey doğayla iç içeyken olmuş. Yine böyle bir
gün, derinliği herkesçe meçhul büyük bir su birikintisinin kıyısında
oynayan, çimen yaşıtlarımı yüksekçe bir yerden izlerken, şeytanî bir el, –kimdi,
nedendi, hiç öğrenemedim– beni aşağı, suyun derinliğine itiverdi. Suya battıkça
battım ve gözlerim yalnızca siyah rengi seçene kadar düşündüm. Anladım ki buraya
kadarmış. (Oysa daha neydi aldığım yol?) İşte o an, bir melek belirdi suda, çırpınmaktan
tükenmiş kollarımdan tutup, felâha çıkardı beni. Mahalledeki komşularımızdan Mikâil
abiydi o melek –ismiyle müsemma. Benden 5-6 yaş büyüktü, onların büyük koyun
sürüsü ile rastlaştığımızda beni gerekirse cebren yüksekçe bir taşa çıkarır,
kendi daha alçakta oturup saçlarındaki beyazları elimle çekmemi isterdi.
Saçlarının bunca erken beyazlamış olması yüzünden hep üzgündü. Çoğu zaman
sıkılırdım ve beni rahat bıraksın diye siyahları da beyazlara dâhil ederdim
çekerken. İşte, o Mikâil abim, küçük kıyametim için yeterince büyük olmadığımı düşünüp, söküp
çıkarmıştı beni karanlığın yüreğinden. Beş
kardeşin en büyüğü olarak özel bir bağ kurduğum Wordsworth’ün “Yedi Kardeşiz” (‘Bir
Bulut Gibi’ içinde, Çev. Nazmi Ağıl, VKY, 2020.) şiirinin şu dizelerini
sahipleniyorum:
Basit bir çocuk,
Nefesi hafif, kuş kadar,
Her organında hayat,
Ölümden ne anlar?
İnsan
yaşadığı yere benzer, doğru, ama çalıştığı, meşgul olduğu şeye de benzer. Bana
kalırsa Hasan Aksakal da bir romantik ve benim Türkiye entelektüel hayatı
içinde karşılaşmaktan en memnun olduğum insanlardan biri. Onu, Türkiye ve
Avrupa’da, tüm veçheleriyle romantizmin ve romantiklerin serüvenine odaklanan
eserleriyle biliyoruz. “Dünyayı
Yeniden Büyülemek: Avrupa Romantizminden Portreler” (Beyoğlu Kitabevi, 2021) kitabını okumaktan büyük keyif aldım. Kitaba
yazdığı önsözden anladığım kadarıyla bir üçlemenin ilk cildi olarak tasarlanmış
bu kitap. Aksakal, romantizmin ön-tarihi (Rousseau, Goethe, Herder) ve romantizm ile
oryantalizm, sanayileşme karşıtlığı, ortaçağcılık gibi konular etrafında sürdüreceği
iki cilt ile daha alana ait çalışmalar için önemli bir zemin oluşturmayı hedefliyor.
Yazdıkları,
yazacakları kadar yayımladıkları ile de beni çok sevindirmiş bir isim Hasan
Aksakal: kurucu yayın müdürü olduğu Vakıfbank Kültür Yayınları’ndan Henry Longfellow,
Wilfred Owen, Philip Sidney, Alfred Tennyson gibi şairlerin Türkçedeki ilk
kitaplarının ve daha nicelerinin (ilgimi en çok çekenleri öne çıkarıyorum
elbette) yayımlanmasına katkı sundu. Aynı özgünlük çabasıyla yayıncılık
faaliyetlerini şimdilerde Beyoğlu Kitabevi ile sürdürüyor ve Milli Savunma
Üniversitesinde lisansüstü düzeyde dersler veriyor.
Okumalarım
neticesinde romantizmin hiç de öyle eskimiş, uzak geçmişte kalmış bir yaklaşım
değil, dünyanın ‘yeni romantikler’e ihtiyacı olduğu sonucunu da çıkardım ben.
Hatta bu bir zaruret! Modern olamadık belki ama romantik olabiliriz, romantizme
dönebiliriz. Hasan Aksakal’ın yazdıkları kadar kendisi de bu serüvende bizim
için esaslı birer kılavuz bana kalırsa. Novalis’ten hareketle yazdığı şeye ayna
tutuyorum: “İlerleme ve Aydınlanma söyleminin hâkimiyeti altında dünyanın bütün
büyüsünün bozulduğu bir devirde, dünyayı romantikleştirmekten ve yeniden
büyülemekten bahseden insana başka ne denebilir ki?”
M. Milât Özçelik / 20 Nisan ‘22
Öncelikle, kitaplarla ilişkime dair merakınız için çok teşekkür ederim. Bu, gerçekten harika bir soru. “Dürüstçe söyleyeyim: hatırlamıyorum” demeye utandığım için bu konudaki ilk çocukluk heyecanımı söyleyeyim. 1991-93 arası yaz aylarında babamın yanında çalışıyordum. 8-10 yaşlarım. Karaköy vapur iskelesinin önündeki büfenin vitrininde, her akşamüstü durup baktığım, baktıkça beni kendine çeken, akşamları okudukça beni büyüleyen Tom Miks serisi benim için başlangıç noktasıdır. Hemen hemen tüm sayıları babamdan harçlığımla alıp soluksuz okumuş, o Western maceralarını defterlerime, takvim arkalarına, müsvedde kâğıtlara yüzlerce kez karakalemle çizip resmetmiştim. Daha gerçek kitaplara ilişkin eşik ise 14 yaşımdayken yazın kazandığım parayla alıp okuduğum Tanrıların Arabaları’dır. Sonrasında Erich von Daniken’in diğer 20 kitabını o yaz peş peşe alıp okumuştum.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Doktoramı tamamlayana kadar 3300 kitaplık koleksiyonumla kütüphaneleşmiş bir evde (aile evinde) yaşadım. Fakat sonra “ev”in anlamı sürekli değişti. Aile evinin ezberleriyle devam edemeyeceğim ev, şehir ve ülke değişiklikleri benim için “ev”i, kaplumbağalar misali, “sırtımdaki çanta”ya kadar daralttı. 2014-15’te kütüphanemi satış, bağış ve hediyelerle dağıttım ve mutlaka elimin altında olması lâzım dediğim 400-450 civarında kitabı kendime sakladım. Zamanla yine birikti, yine eledim. Muhtemelen şu anki evimde 750-800 kitap vardır. Bence artık sahip olduğum şey, mütevazı ama iyi bir kitaplık. Yabancı dillerdeki neredeyse tüm kitaplarımı PDF olarak tutup durumu idare ediyor, kitap sayısını artırmamak adına, okuduğum metinleri arkadaşlara veriyorum. 32 yaşımdan önce kütüphanemi mabedim sayıp kitaplarım konusunda fazlasıyla kıskanç olduğum için, bu yaptığım şeye bakınca kendimi tanıyamıyorum, ama hayat böyle işte… Bu tecrübe üzerinden; organik olarak şekillenen bir kitaplığın kütüphaneye terfiini “bir döneme, janra, konuya ya da bilim dalına odaklanmış 2000 kitabın bir araya getirilmesi” diye tanımlayabilirim.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Yayınevine göre kitap dizenleri amatör edebiyat okuru olarak görüyor, ama yargılamıyor, yadırgamıyorum. Benim kitaplığım tematik akrabalıklar üzerine kurulu – bu belki biraz da bu düzenin kuralını, şifresini yalnızca benim bileceğim bir şey olmasını istediğimdendir… Mesela bir duvar dibinden itibaren Romantizm konulu çalışmalar, onun bittiği yerde Aydınlanma felsefesi, onların alt raflarında modernite, postmodernite ve eleştirel teori ile ilişkilendirdiğim kitaplar varken, bir başka tarafta Osmanlı-Türk tarihini yorumlayan kitaplar, maalesef biraz da “metrobüs samimiyeti” içinde, altlı-üstlü bir arada duruyor. Tabii “müellifinden imzalı” kitapları bambaşka bir yerde yan yana getirirken, nadir kitapları, (şimdi fark ettim ki) onlara Kopernikçi bir anlam atfederek kitaplığın merkezine yerleştirmişim. Bir rafı da kendi yazdıklarımdan, çevirip derlediklerimden, bir bölümünü kaleme aldıklarımdan birer-ikişer kopyanın omuz omuza durması için tahsis ettim. Tabii bütün bunlar dışarıdan bakan birine ne ifade ediyor, buna dair en ufak bir fikrim yok.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Bu da çok güzel bir soru. Çok hikâyem var, ama neredeyse tamamı kitapların anonim anti-kahramanlarca dijitalleştirildiği devrimden önceki yıllara ait. Örneğin William Wordsworth’ün YKY’nin Kâzım Taşkent dizisinden çıkan Prelüd adlı anlatı-şiir kitabını edinmeyi beş yıl boyunca o kadar istedim ki, en sonunda Allah bana çevirmenini yolladı: çok değerli bir kültür insanı olan Nazmi Ağıl’ı. O vakitler yayın müdürü olduğum VakıfBank Kültür Yayınları’na bir dosyasını teklif etmişti Nazmi Hoca. Ben şakayla karışık, “Bana Prelüd’den bir kopya hediye ederseniz yayınlarız” demiştim – meğer onda da kendine sakladığı tek nüshadan başkası yokmuş! Böyle bir hikâye… En belalım ise Almanya’da bir konferansa katılacağım için Dergâh Yayınları’na kadar gidip orada da kayıp olduğunun keşfedilmesine vesile olduğum Oswald Spengler’in Batının Çöküşü adlı kitabının 1997’de 560 sayfa çıkan baskısı. Bende 1978’deki 340 sayfalık ilk cildi vardı. Bu iki cilt bir arada olan kitabın akıbeti hâlâ meçhuldür maalesef…
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Yayınevi kapanmış değilse de, bambaşka bir zamanın ruhunu temsil ettiği için Varlık Yayınları’nın Batı klasikleri cep serisini nasıl nazikçe tutarak okuduğumu hatırlıyorum. Bana lisedeki okuma iştahımı hatırlattıkları için, o kitaplardan birkaçını hâlâ tutuyor, gözümden bile sakınıyorum. Ayrıca Türk ve dünya edebiyatından kimi isimlerin Hilmi Kitabevi edisyonlarını çikolata kokusuna yaklaşan müzelik halleriyle okumayı hep çok sevdim, çok seviyorum. Bilgi Yayınları’nın Attila İlhan kitapları serisi, Sevgi Soysal, Nâzım Hikmet vs. “bütün eserleri” dizisi bence çok şıktır. Cem Yayınları’nın kırmızı kaplı Yaşar Kemal kitapları dizisi de bende Proustvâri bir nostalji yaratıyor.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Elbet bir gün kavuşacağız, bu böyle yarım kalmayacak…
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Çoğu zaman bu soruyu soran kişiyle ayrı dünyaların insanları olduğumuz bilinciyle, efendice bir cevap verip “Abartacak bir şey yok canım! Kimisi döviz bürosunda yüz binlerce dolar sayıyor, kimisi lüks otomobillerde şoförlük yapıyor, benim işim de bu kitapları başkaları için okumak işte. Öyle fiyakalı göründüğüne bakma, yok bir numarası” deyip geçiştirmişimdir. Gün geldi, “Ne sandın! Elbette hepsini okudum, hatta bir bu kadar da elimde tutamadığım var…” da dedim. Fakat kesin olan bir şey var ki, kitaplarla yoğun ilişkisi olmayan insanların soracağı bir soru bu. Ben bu bakımdan şanslıyım. Evime gelen gidenlerim benim gibi insanlar olduğu için, kitaplarımın arasında gezinirken ya da kahvelerimizi içerken, daha zahmetsiz sorulara; örneğin “Falanca yazarı hiç okudun mu?” gibi sohbet açacak sorulara muhatap oluyorum.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Abartıldığını düşündüğüm yerli yazarları çok daha kolay sayabilirdim. Ama neyse ki konu o değil! Edebi klasiklerimiz arasında dahi yeterince kıymeti bilinmemiş isimler var. Memduh Şevket Esendal onların başında gelir. İki romanı, bence Türk edebiyatının en iyi on eseri arasına girer. Haldun Taner de, ona sunulan saygıdan çok daha fazlasını hak eden bir hikâyecidir. Fakat öyle ya da böyle, biri İttihatçı, biri hümanist bu iki isim de Türk edebiyatının Panthéon’unda yerini almıştır. Oktay Akbal, Turan Oflazoğlu, Afşar Timuçin, Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi farklı çevrelerden ikincil figürlerimiz de farklı türlerde değerli eserler vermiştir. Geçen yüzyılın üçüncü çeyreğindeki yayınlara bakılırsa iyi deneme yazarlarımız hiç de az değildir, fakat pek okunmamışlar. Güncel edebiyatta ise Zaman Lekeleri’nin yazarı Ömer F. Oyal ve Mahmut Şenol hemen aklıma geliyor. Oyal, YKY’de en azından. Yakından tanıdığım Şenol’un Bay Konsolos, Phaselis Adağı gibi romanları Türkçenin en leziz seslerini sunsa da layıkıyla okunmadı. Yerli değil, Türk-Alman sınır edebiyatı konusunda da bir örnek var: ‘Emine’ Sevgi Özdamar müstesna bir edebi yetenek; gelin görün ki, İletişim gibi bir yayınevinde bile eserleri gerektiği ölçüde görünürlük kazanamadı. Hiç şüphesiz, bir de benim ıskaladıklarım var. Bir on yıl sonra bu konuyu tekrar görüşelim, olur mu?
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Yazma-yaratma krizine giren bir Hollywood senaristini oynayan Humphrey Bogart’ın In a Lonely Place adlı kara-filmi (film noir) aklıma geldi hemen. Bogart’ın yetmiş yıl geriden gelen büyük bir hayranıyım – diğer filmlerini de samimiyetle öneririm. Benim nezdimde klasiklerin yeri, her alanda olduğu gibi, sinemada da aslî düzeyde. O yüzden sürprizler ya da özgün bir tavır takınma çabası yerine, ustalara saygımı sunmak isterim. Eh, bir de serde romantiklik var. O yüzden ikinci önerim 1940 yapımı The Philadelphia Story olacak. Çok sevdiğim James Stewart, Katharine Hepburn ve Cary Grant bu filmde sinemayı mucizevi bir şeye çevirmiştir. Filmin ilk dakikalarından itibaren hayran hayran izlersiniz bu üçlüyü… Son olarak da, toplumsal eleştiri filmlerine hayranlığım dolayısıyla bir öneride bulunayım, izninizle. A Face in the Crowd 1957’de çekilmiş bir başka başyapıt. Üstelik bu toprakların insanı, İstanbullu hemşehrimiz Elia Kazan’ın yönetmenliğinde, Amerikan Rüyasının en ışıltılı çağında bu rüyaya dair sert bir tokat etkisi yaratır anlatılan hikâye. Hakikaten olağanüstüdür.
Yorumlar
Yorum Gönder