M. Milât Özçelik
[22 Eylül 2023 –
8 Mart 2024]
~ B İ T T İ ~
23. Hafta &
24. Hafta
Temmuz ayının o
güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir
pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini
çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren
sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle
hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı
düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir.
İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini
dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim.
İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir.
Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı,
bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti.
Geniş zamanlardı.
Bir özel
hastanede doğmuşum. Yaşımı ve Elazığ’ın koşullarını düşününce ilginç buluyorum
bunu. “Özel Hayat Hastanesi” diye bir yer. Aynı hastane, aynı yerde mukim
değilse bile artık, varlığını sürdürüyor. Kimbilir kaçıncı sahibidir
şimdilerde... "İsmet nine" dememin tembihlendiği bir ebem vardı.
Belki de doğum öncesi-sonrası yaptığı yardımlardandır. Ya da doğum sırasında
oradaydı, bilemiyorum. İyi bir kadındı. Ölene kadar nine dedim, saygıda kusur
etmedim, bayramlarda ziyaretine gittim. Türkçe bilmezdi. Kürt'tü.
Beş kardeşiz,
en büyükleri benim. 'En büyük' olmayı hiç sevmedim: abi yok, abla yok... Abi
neyse de, bir ablam olsun isterdim. Ablası olanların hayatın sıkılı yumrukları
karşısında daha güçlü durdukları yönündeki yargımı 15 yaşımdan beri koruyorum.
Annem tek çocuk olduğu, babamın kardeşleri ise köyde yaşadığı için, mesafeden
kaynaklı kuzensiz geçen bir çocukluğum oldu. Akraba mefhumum zayıftır. Hiçbir
zaman yalnız hissetmedim kendimi. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi
olduğunu düşünmüyorum. Yalnızlığı arzulayan bir çocuk oldum hep. Bunun
kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olabilir... Yalnızlığı sevdim. Kendimle
geçen bir çocukluktu benimki. Hep içime doğru dal budak salan bir yalnızlıkla
büyüdüm. Büyümeyi sevdim. Her yaşımda kıyının ötesine geçme arzusu taşıdım.
Bütün miskinliğime rağmen.
Benim ve diğer
dört kardeşimin adı, doğum tarihleri ile birlikte evdeki en eski Kur’an’ın
sonunda yer alan bir boş sayfada yazılıydı. Bunun simgeselliğini hep
sevmişimdir. Çocukken sık sık ‘misafir odası’ndaki Kur’an’ın yanına varırdım.
Yeşil renkte bir el örgüsü kılıf içinde muhafaza edilirdi. Saygıyla kılıfından
çıkarır, üç kez öpüp alnıma götürürdüm ve arka kapak içinde yer alan yazıya
bakar dururdum.
Çocukluğumun
geçtiği mahalle ilginç bir yerdi. Orayı Rulfo’nun Comala’sına benzetirim hep ve
oldum olası kendi Comala’mı yazma arzusu duyarım. Comala’dan daha vahşi daha
yobaz ve neredeyse 'patafizik' bir mekândı. Bir köy değildi ama herkes
köylüydü. Zazaca konuşuluyordu. Kadınların çoğunun Türkçe bilmediğini
hatırlayabiliyorum. Hemen herkes birbirinin uzak-yakın akrabasıydı mahallede.
Herkes aynı uzak köyden yakın bir vakitte şehre ‘inmişti’. Şehir merkezine
yakın eski bir Ermeni yerleşkesiydi bu yer. Türküsü bile vardır, Hüseynik’ten
çıktım şeher yoluna... Mahalledekiler hakkında hiçbir şey söylemek
gelmiyor içimden. Arkadaşlarım hakkında da. Bazılarıyla zamanla karşılaştık.
Aynı dünyadan olup, bunca ayrı düşmek beni şaşırtıyor. Yoldan sapan ben olmuşum
nedense. Böyle şeylerin dinamiklerini anlamakta akıl kifayetsiz kalır. Bir oyun
sahnesi olan dünyamızın garip işleri.
Çocukluğum
sözkonusu iken yalnızca dedemi ve ineklerimizi düşünmeyi seviyorum. Bir de
durmadan kanayan burnumu sildiğim mendilimi: olmadık yerde kan süzülürdü
burnumdan. Bu yüzden de hep mendil taşırdım yanımda. Öyle ipekli filan değil, alelade,
fabrika işi pamuklu bir mendil. Onu, yaşadığımın bir ispatı gibi saklıyorum
hâlâ. İneklerin otlayışını izlerken ne denli rahatladığımı düşünüyorum sonra.
Elimden eksik olmayan sığırtmaç sopama yaslanır, ineğimin ‘doygun’ adımlarına
ağır ağır eşlik ederdim. Sabah okul, öğleden sonra inek otlatma... Bazen
dedemle çıkardık inekleri otlatmaya. Bana, sen git arkadaşlarınla oyna derdi ama
ısrarla dedemin yanında kalırdım. Yaz-kış omzundan düşmeyen ceketini yere serip
namaz kılışını izlerdim. Hep mütebessimdi. Aklımda kalan tek sözü yok.
Tebessümü ve ilkeli hayatıydı onu zihnime kazıyan. Bir kez olsun televizyon
izlemedi mesela. Anlamlı ya da değil, ‘aptal kutusu’na karşıydı ve ölene kadar
(2006) ona sırtını döndü: arada bir, yanımıza gelirdi, biz televizyona
bakınırken o sırtını ekrana, yüzünü ise bize dönüp gülümserdi. Bu fevkalade
şiirsel sahneye kayıtsız kalamaz, televizyonu bırakıp dedemi izlerdim. Onun
bizi izlemesini izlerdim... Akşam olmadan dönerdi eve. Onu görür görmez
mutfaktan küçük bir su kovasını kapar, evimizin yakınındaki çeşmeye koşardım.
Buz gibi suyu taşana değin doldurup, dedemin tabiriyle, ‘serin bir su’ ile
karşıladığım için her seferinde 2500 liralık bozukluğu cebime indirirdim...
Son 12 yılı
ağır bir parkinson hastalığı ile geçti. Çoğu zaman olduğu yerden ayağa
kalkamıyordu artık. Her gün, birkaç kez nineme yardıma gidiyordum, dedemin
kolundan tutuyordum, o da bana tutunup doğruluyordu... Onu kaybettiğimde 18
yaşımdaydım. Henüz her şeyin başında olduğum bir yaşta. Hiçbir şeyim yokken ve
ne olacağım belirsizken. Onun benden hiç ümit kesmediğini biliyorum ama dedeme
kendi paramı kazandığımı, başkasından yardım almadan ayakta durabildiğimi, iyi
bir meslek edindiğimi ya da bir arabamın filan olduğunu gösteremediğim için
üzülürüm bazen. Henüz bir evim yok. Dedem evini kendi yapmıştı. Kendi derken,
kendi elleriyle... Dedemin torunu isem ben de başarabilirim bunu. O olsa, sen
daha güzelini yaparsın oğlum derdi... Belki cennette buluşuruz senle, Bawheci.
Sana yakın durmak, seni izlemek isterim yine.
Hayatımı
anlatacağım diye çıktım yola ama fark ettim ki daha çocukluktan çıkamamışım. 20'li
yaşlarıma kadar çocukluğumdan miras bir rüyayı düzensiz aralıklarla görüp
durdum: evimizin, yerden yüksekliği yetişkin bir insan boyundaki balkonundan
aşağı düşüyor ama yere varmıyordum bir türlü. Bir yürek çarpıntısıyla boyuna yere
doğru süzülüyordum. Bu kadar uzun değildi, dibe vuracaksam da vurayım artık
diye düşünerek geçen rüyanın sonu belirsiz bitiyordu. Yerle gök arasında bir
yerde bırakıyordu beni... Benliğim, bu belirsiz hâlden ızdırap duyuyordu artık.
Sonra bir gün Vergilius'un dizelerini okudum: Düşmem gerekiyorsa/ gökten
düşmeyi tercih ederim. Bunu okuduktan sonra keyiflendim, rüyamı
sevdim. Ve, düzensiz aralıklarla gelen, belirsizlikle biten rüyamı yeniden
görmeyi bekledim. Ama bir daha göremedim o rüyayı. Bir başka şairden
öğrenmiştim, dünyadan çıkabilmenin yolunun rüyalar olduğunu. Ben bunu
amaçlamazken, zaten çıkıp dururmuşum bu dünyadan. Bana acı vereni istediğimde,
tam o anda, çakılıp durmuşum yere. Şimdi, yazdıkça unuttuğum bu yerde, unuttukça
sevdiğim dünyadayım. Yazıyorum ve düşünüyorum yine. İlkbahar, gelmek üzere.
22. Hafta
23 Şubat, Cuma
P.S.
Sondan bir önceki hafta bu. Sıkılmak
şöyle dursun, alıştım, sevdim de günce tutmayı ama yapacak başka yazı-çizi
işlerim var. Başka sulara açılmak niyetindeyim... Önümüzdeki hafta ‘hayat
hikâyemi’ anlatıp kapatıcam bu faslı. Hayatıma dair ne anlatacağımı bilmiyorum
şu an. Anlatmaya değer ne olduğunu da. Tristram Shandy gibi daldan dala atlarım
herhalde ve güzelliğe anlam katan her şeyde olduğu gibi, tadında bırakmış
olurum. Haftaya, son kez görüşelim, 23. haftada bitirelim.
*
Wim Wenders'in Perfect Days'ini (2023) izledim. Entelektüel yönetmenler Japonya'ya
gidince bir başka güzelleşiyor. Bu film bir kitap olsaydı Abbas Kiarostami'nin Like Someone in Love'ının (2012) yanına
konurdu. Tabii Abbas ustanın da bir kitap yazmış olduğunu varsayarak söylüyorum.
Aynı ruhun filmleri ikisi de: temiz, mutlu, aydınlık ve dingin... Filmi Ahmet
Güntan’a da attım, bekliyormuş zaten, link istedi verdim. Neden bilmiyorum, Lou
Reed bana hep Güntan’ı hatırlatır. Sabah, daha güneş bile doğmamışken göğe
bakıp yüzü gülen, ağaçları, şarkıları ve kitapları dost edinmiş yalnız bir
adamın, yalnızlığı ‘seçmiş’ Bay Hiyarama’nın hikâyesini çok sevdim. Bir
şekilde, ben yaşadıkça, benimle yaşayacak bir film.
22 Şubat,
Perşembe
Faruk Nafiz Çamlıbel'ın apartmanı
varmış. Daire değil, koca apartman. İyi bir mimara yaptırılmış, boğaz manzaralı
güzel bir ev. (Bunu yazarken aklıma garibim Behçet Necatigil geldi. Aynı zaman,
aynı uğraş, belki farksız kaygılar ama bambaşka hayatlar. Necatigil’in, önemli
eserlerinden “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nün ilk baskılarında, hatta
ölümünden sonra bile Nâzım Hikmet maddesini bulamazsınız, ekmek derdiyle, korkuyla
geçen ‘şairane’ bir hayat. Ne diyebilirsin ki. Türkçe memurdur.) Arada şöyle
tuhaf bir düşünce belirir zihnimde: 'son modelinden' Mercedes'i olan bir şair
görsem ne düşünürdüm acaba? Cevap da veremem buna. Bugün önemli bir şairimizin
koca bir apartman sahibi olduğunu öğrendim. Helal olsun, saygım arttı. O son
model Mercedes’iyle gezen şair de ben olurum inşallah. Mercedes’ten iyi şiir
var m’ola?
*
Enis Batur PEN şiir ödülünü almış.
Alsın, hakkıdır. PEN Türkiye arada bir, kafalarına göre dağıtır böyle ödüller.
Şimdiki başkanı Zeynep Oral. Zeynep hanım çok önemli, uluslararası tanınırlığı
olan biridir. Ben bu ödülü sıradan bir şiir ödülü olarak değil, Enis Batur’un aslında
Nobel’e de aday gösterildiğini muştulayan bir haber olarak okumayı tercih
ettim. Nobel komitesinin –genellikle– PEN’lerden, yazar örgütlerinden öneri
aldığını biliyoruz. Sürpriz yapmayı sevdiklerini de biliyoruz! Kim derdi ki bir
Mo Yan, Svetlana Aleksiyeviç ya da Abdulrazak Gurnah alacak bu ödülü. Nobel’in
konjonktürel bir tarafı da olmuştur hep ama arada bir es’ler verir ve gerçek
edebiyatçıları da ödüllendirmeyi bilir... Tahminlerim genelde tutmaz ama bu kez
içime doğdu diyebilirim. (İçime doğan şeylerde de çokça yanılırım ama kez...)
21 Şubat,
Çarşamba
Erden Kıral’ın Hakkâri'de Bir Mevsim'ini (1983) izledim. Kabahat o eski 'çamur'
gibi kopyada değilmiş, fevkalade vasat bir iş. Genco Erkal filmin en öne çıkan
isimlerinden ama bana göre en yorucu, en olmamış tarafını teşkil ediyor. Gerçek
bir tiyatrocu belki, öyle deniyor, gel gör ki sinema bunca sıkleti çekmez!
Bakışları ve tavrı o denli teatral ki ona bakmaktan filmi seyr’eyleyemiyor
insan... 12 Eylül'ün vahşi, dil-kültür-insan düşmanı zihniyetinin etkisi değil
sorun. Estetik, her şeyi aşmakla yükümlüdür. Çünkü aşabilir, bu bilinir. Küçük
bir örnek olsun diye: İran'da da sansürün haddi hududu yok, 50 yıldır sürüyor
hatta, ama çıkan ürünler de ortada. Jean-Luc Nancy’ye “Filmin Apaçıklığı”nı
yazdıran gücü düşünmek, anlamak lazım.
Neyse... Bu hikâye (ki, Türk
edebiyatının en muhteşem metinlerinden biridir bana göre, tam anlamıyla bir
şiir-romandır) yeniden filme alınmayı hak ediyor ama sanat dünyamız hâlâ eski
kafayla hareket ediyor: ne Edgü ne entelektüeller razı olmaz buna. Teklif dahi
edilemez böyle şeyler! Peki bu haliyle olmuş mu bu film? Kendini sınırlamış,
sınırlarını aşamamış bir iş, “hey lo-lo-lo” ile “hay le-le-le” arasında sıkışıp
kalır, kalmış da. Sorsan ‘vefa’ derler, söz söyletmezler, çünkü dürüst
değiller. Kampların insanı hepsi. Hakikatin sahibi yok, Hakkâri’nin nasıl
olsun...
20 Şubat, Salı
Sarah Kane'i ne çok sevdiğimden
bahsetmiş miydim? Ölüm yıldönümü bugün. Ayakkabı bağcıkları ile birlikte...
Toplu oyunlarını geçen yıl okudum ve kalbime yakın bir yere, şiir kitaplığına koydum.
Şiirdi çünkü bütün yazdıkları. Kim aksini iddia edebilir?
Kane üzerine uzunca, deneysel bir
şiirim var zaten, oyunları üzerine de bir şeyler yazmak istedim ama o kadar
sert ve hakikiydi ki her şey, ya sahteliğe prim verecek ya da hakikatin bedeli
ile yüzleşecektim. (Bunu yalnızca oyunları okuyanlar anlar, burada abartı yok.)
Yapamadım ama hâlâ masamda duruyor birkaç not, fotoğraf, şiir... ve aklımda o
bön soru: böyle bir yazar, bir daha gelir mi?
19 Şubat,
Pazartesi
Leyla, Margit Schreiner okuyor şu
ara. Onun okurluğuna her zaman imrenmişimdir. Bunca hızlı okuyup nasıl böyle
derinleşebildiğini aklım almıyor. Ben çok yavaş okuyan biriyim. Buna mukabil
her işimde aceleciyim. Nice iyi şeyi tez canlılığım yüzünden heba etmişimdir.
Pişmanlık duymadığım tek işim yok şu hayatta... Leyla'nın okurluğu şu yönüyle
de beni ilgilendiriyor: her şeyi, bütün ayrıntılarıyla bana anlatır!
İzlemediğim nice filmi ya da diziyi ve okumadığım nice kitabı müthiş bir
anlatıcıdan dinlediğim için 'bilirim'. Bir gün Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'sunu
okudu. Upuzun bir tren yolculuğunda... Benim 'taç' kitaplarımdan biri olarak
kabul ettiğim, iki kez okuduğum Pedro Paramo hakkında teoloji ve felsefe
bilgisini de kullanarak öyle yorumlar, çıkarımlar yaptı ki romana dair aslında
çok az şeyi fark ettiğimi, bildiğimi gördüm. Hâlâ, en iyi sohbetimiz sayıyorum
bunu. Çok ısrar ettim bir Pedro Paramo yazısı için. Başta olumlu yaklaştı ama
sonraları bıktırdım galiba. Olmadı, yazmak istemedi. Belki bu aceleciliğim
yüzünden, Heidegger'in deyişiyle "düşünmeyi bilen" bir felsefeciden
mahrum kalıyor güzel Türkçemiz... Benim şansım O, onun şanssızlığı benim sanki.
18 Şubat, Pazar
Karl Krolow'dan (1915 - 1999):
"Gece bir keten kuşunun derisi
kadar hafifti.
Tarttı onu elinin ayasında
ve sesinin ardından gitti." (Ses)
"Her sarı biliyor
bir limonun hikâyesini." (Renkler)
"Gözün akında şimdi
farkediliyor şiir yeteneği.
Karanlık adamlar, yorulmuş,
uyuyorlar ayakta." (Akşam)
"Kayıkçısı olmayan gölet
yaşıyor balıklarıyla." (Gözden
Kaçan)
"İlkbahar
koparılmış çiçeklerden oluşur.
Özgürlük
güneşte bir gezintiden."
(Sanatın Özgürlüğü)
Derken, bir şeylerin yerli yerine
oturmadığı intibaına kapıldım. Çevirmen Hilmi Tezgör bir yerde "traş"
demiş (Fark), bir başka yerde
"yanyana" (İçine Konulduğun
Deri). Yine bir şiirde geçen "Almancada ölüm/ erkek
cinsiyetinindir." dizelerine anlam veremedim. Cinsiyetinindir ne demek
yahu? Erkek demek bir cinsiyeti ifade etmiyor mu zaten, olmadı 'eril' dersin.
Ya da düpedüz: "Almanca'da ölüm erkektir". Çocuklar için hazırlanmış
bir alıştırma kitabında bile olmaz böylesi. Bir de şiir çevirmeye
girişiliyor... Ama en fenası şurada (Sanatın
Özgürlüğü):
"Mayıs bir kuştur
bir sokak faresinin,
ağızında taşıdığı."
Hadi çevirmenin aklı karışmış,
aklında tuttuğu ‘kedi’ bir anda ‘fare’ oluvermiş diyelim. Peki editör? O ne iş
yapar, ne işe yarar? Sözkonusu editör de Birhan Keskin bu arada.
Bu dizeleri 'okumuş' herhangi biri,
bu ifadede bir terslik olduğunu görürdü. Yığınla hata olan kitabı daha fazla
okumak istemedim. Karl Krolow Haziran 99'da ölmüş. "Dünyanın
İşaretleri" ise Temmuz 99'da çıkmış ve çevirmen Hilmi Tezgör, Büchner
ödüllü bir şairi bir defa daha öldürmüş desem yeri. Şöyle bir bakındım diğer
işlerine, 25 yıldır filan şiir ya da başka şey çevirmemiş neyse ki. Ülkemizde
yayıncılığın hangi 'temeller' üzerinde yükseldiğini anlamak adına ibretlik bir
örnekti. Böylesi zırvalık dolu işler çoğu zaman daha öğretici oluyor, ayrı konu:
‘olması gereken’in belli bir tarifi yok ama neyin ‘olmaması gerektiği’ni
bilmek daha önemli.
17 Şubat,
Cumartesi
Kitap mezatına gittim bugün. Aslıhan
Pasaj’daki Gezegen Sahaf mezatlarını arıyor gözüm ama nafile. (O bile artık
aynı yerde değil.) Taşrada süreğen olan tek şey, şairin deyişiyle, ölüm
dirim hazırlıkları... Sıkıldığım bir gündü, mezat sonunda mekândan ayrılmayıp
aldıkları kitaplar, kentteki kültür faaliyetlerini konuşan bir grubun sohbetine
katıldım. 5-6 kişilik grupta bir arkadaşım vardı, yanına iliştim hemen. Biri, özellikle
domine etti konuşmayı, nedense benim sohbete girmeme müsaade etmiyordu.
Tanıyordu çünkü beni. Ben sohbete girince ona konuşacak bir şey kalmazdı. Acıdım
ve Yusuf Atılgan'ın "insanları yalan söylerken dinlemeyi severim"
deyişindekine benzer duygularla, daha bir dikkatle dinledim, o anlattıkça
şaşırmış numarası yapıp durdum. Ben böyle yaptıkça kızardı, tedirgin oldu, her
şeyi birbirine kattı, okumadığı metinler hakkında atıp tutmaya başladı...
Geçmiş vakit, yine böyle bir gün,
Tomris Uyar'ın Otuzların Kadını'ndan bahsedilirken "evet evet, otuz
yaşında olmak çok özel" filan demişti biri. Oysa bir yaşı değil, dönemi
ifade ediyordu öyküdeki otuzlar... Okur-yazar tayfa içinde bir tipoloji var ki,
her tür zemin ve zamanda aynı refleksi gösteriyor: çoğunlukla acıklı bir
kendini pazarlama.
Yalnız ayrıldım mekândan, sonra
birkaç sahaf gezdim. Her anlamda nasipsiz bir gündü. Mezattan aldığım iki
kitaptan başka bir şey yoktu elimde. Onları da sırf boş çıkmamak, katkı sunmuş
olmak için aldım zaten. Güzel bir kitap edinemediğim, işe yarar bir şeyler
öğrenmediğim ya da Leyla ile uzun bir sohbet, karşılıklı birer filtre kahve
içemediğim ginleri ziyan sayıyorum.
Amaçsız, müstağni olmayan bir ruh
haliyle yürüyüp ne yemek yiyeceğim konusunda da kararsız kalmıştım ki bir
arkadaşım aradı, akşam beraber yemek yiyelim, sonrasında da takılırız dedi.
Takıldık takılmasına ama pek de keyif aldığım bir gün olmadı. Öyle ki, bu
bıkkın, hiçbir şey öğrenemediğim, şu günce için düştüğüm notlar dışında
hayatıma yönelik bir katkı sunamadığım günün ağırlığı ile birkaç haftasonunu
evde geçireceğim konusunda kararlılık hissettim sadece.
21. Hafta
16 Şubat, Cuma
Bir siyasi toto yapalım: Taylor Swift 2029 ya da 34'te
Amerika başkanlığına oynayacak. Daha doğrusu, oynatılacak. Bu tantana, Kosinski’nin Bir Yerde’sini hatırlatıyor bana. Ayrıca, bir ‘gösteri
imparatorluğu’ olan Amerika’ya pek yakışır. Ukrayna’ya musallat olan soytarı, bön
cesaretiyle bir ülkeyi yok oluş noktasına getirdi. Bakarsın bildiğimiz anlamda
Amerika da bu sayede tarihin çöplüğüne süpürülür. Tabii böyle bir sonda acı
çekenin yalnızca Amerika olmayacağı açık. Dilerim kısa ve acısız olsun. Swift
şarkıları gibi yavan. (Bunu yazdıktan sonra, şarkılarına haksızlık mı ediyorum
acaba diye birkaç şarkısına kulak vereyim dedim, aman Allah’ım, az bile
söylemişim, ‘popüler kültür’ün bile haz verir bir yanı var diye bilirdim ben,
bu ‘tonal gürültü’ çıldırtır insanı. İyisi mi Tindersticks, Stuart Staples dinlemeye devam edeyim ben.)
15 Şubat, Perşembe
Bundan böyle bu blog dışında hiçbir yer için yazı yazmamaya karar verdim.
Matbu dergilerde yazı yayımlamama yönündeki kararımı Kuyudaki Koro adında bir dergi için yazdığım Thomas Hardy yazısından
sonra almıştım. İsabet, benim yazının yayımlandığı sayı, sanırım 9. sayıydı,
derginin de kapanış sayısı olmuştu. Yıl 2014... On yıl sonra bir karar daha.
(On yılda bir tersle düz oluyor sanki insanın dünyası.) Burası dışındaki
dijital mecralara da paydos. Özel bir sebebi yok. Anlamsız geliyor sadece...
Her şeyin, bütün ilişkilerin, etkileşimlerin sahteleştiği, karton göründüğü bir
atmosferde, değilmiş gibi davranmak istemiyorum artık. Günce sonrasında, yalnızca
kitap odaklı üretimlere ağırlık vermek istiyorum. Neden bilmiyorum, bu aralar
çok öfkeliyim.
14 Şubat, Çarşamba
Bir arkadaşım neden günce tuttuğumu sordu. Yıllar sonra biyografimi yazacak
kişilere yardımcı olmak için, diyemedim tabii, ben de bilmiyorum deyip
geçiştirdim. Ama şunu söyleyebilirim: Kendimi kat etmek için yazıyorum –Henri
Michaux. Belki de şöyle sormalıydı: neden [kamuya] açık bir günce?
1789 'devrimi', tarihin sırtına büyük bir insan enkazı yükledi. Devrimin
yedikleri Danton ya da Chamfort'tan ibaret değildi. Büchner de bir kurbanıdır
devrimin, Novalis de. Novalis, o her daim genç, uzun saçlarıyla yakışıklı büyük
ruhun Mahrem Güncesi'ni okurken, onun kadar olmasa da derin düşüncelere
kapıldım. O mahrem kaldı ama tarih onu faş etti. Ben faş olmak ister gibiyim,
bütün bu bilinme arzusuna rağmen diyorum kendime, tarihin örtüsü altındayım.
Tanrısal bir boyut ya da kılıf taşısa bile, insan sözkonusu iken bu isteği küçümsemedim
mi hep? Her neyse, Novalis gibi, karar deyip geçeyim.
"Ayrıca şunu da fark ediyorum ki, benim yazgım,
bu dünyada ulaşmamak hiçbir şeye; tam tomurcuklanırken yaşam, marufta –ve de kendimde– en güzel
şeyi keşfetmeye henüz başlamışken, ayrılmak her şeyden. Kendimi yeni keşfediyor
ve bunun tadını çıkarıyorum; işte tam da bu yüzden gitmeliyim."
Novalis, 26 Mayıs 1796
(Mahrem Günce, s. 41, Çev. Mehmet Barış Albayrak)
13 Şubat, Salı
Erzincan İliç'te bir maden faciası daha yaşandı. Bu türden felaketler bir
Türkiye klasiğine dönüştü artık... Okul yıllarında bir arkadaşımız burada staj
yapmıştı, çok imrenmiştim. Sonra ona da kısmet olmadı bu madende çalışmak ama,
bilen bilir, yabancı ya da yabancı ortaklı bir şirkette çalışmak her beyaz
yakalı Türk’ün hayalidir! Görünen o ki, onlar da artık bizim gibi, hatta bizden
de beter... Sonraları böylesi bir yerde çalıştım. Cezayirli bir arkadaş vardı,
45 yaşında filandı o zaman. Belçika merkezli bir firmadaydı ve 6 dil biliyordu.
Bir defasında, dünyanın her yerinde, 20’den fazla ülkede çalıştım Milât,
demişti ve yakasını silkerek, “Turk business
berbat berbat” diye eklemişti. Bu konuşmanın üzerinden 10 yıl geçti. Şimdi
daha berbat. Yarın, kim bilir, berbat berbat...
12 Şubat, Pazartesi
Bülent Erkmen tasarımı bir kitabım olsun isterdim. Çok uzun zamandır bu
arzudayım ama kader ya da koşullar bana bu imkânı vermeyecek gibi. Oysa Bülent
Bey hâlen yaşıyor. Ömrü uzun olsun...
Yalnızca kitap değil, bir tasarımcı/sanatçı
olarak sevdiğim, takip ettiğim biridir Erkmen. BEK’in sitesine arada bir girip
bakarım, ‘son işler’i görmek ve yeniden hayran olmak için.
Vaktiyle (2017 olmalı) bir sertifika programına katılmıştım. Hoca, eğitim
sonrası verdiği ödevde üç özgün tasarım nesnesi hakkında kısa bir ‘rapor’
yazmamızı talep etmişti. Yazdığım raporlardan biri Erkmen’in John Cage için
yaptığı bir sergi afişiydi (John'
Cage" sergi afişi, Bülent Erkmen, 2012.) Bir hafta sonra ödevden kaç
almışım diye girip bakayım dedim, hoca sıfır vermiş. Gerekçeye de intihal filan
yazmış. Biraz da eğlenerek, sert bir mail yazmıştım. İddianız buysa ispat edin
o zaman nereden arakladığımı yazmıştım. Cevap gelmedi ama günsonunda notum
değişmişti: 95.
İşte, John Cage afişi hakkında yazdığım ‘rapor’:
20. Yüzyıl deneysel/kuramsal
müziğinin en önemli ismi John Cage adına Amerika’da açılacak bir sergi için
Bülent Erkmen’den bir afiş hazırlanması istenmiş. Erkmen, tasarım süreci
içerisinde Cage’in kült eseri 4’33’’ (4 dakika 33 saniye, 1952) üzerinden bir
afiş hazırlamaktan yana koymuş tavrını. İşbu eser 4 dakika 33 saniye boyunca
süren ‘notasız bir müzik’ eseridir. Müzisyen piyanonun başına geçer, nota
defterini açar ve kronometrenin düğmesine basmasıyla eserin icrası başlar. İlk
bakışta 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir sesin olmadığı intibaına kapılırız.
Oysa bir müzik/ses vardır ama bu ses, alıştığımız üzere müzik aletinden değil
‘çevre’den gelir. Cage, 4’33’’ eserinde ‘dış sesin’ bestesini yapmıştır:
öksürenler, boğazını temizleyenler, sırıtıp gülenler… Bülent Erkmen’in afiş
tasarımındaki büyük boşluk işte bu eserden hareketle ortaya konmuş bir
yorumdur. Buruşukluk ise dışarının sesine bir göndermedir. Bunun için matbaa
çalışanlarından yardım aldığını da ekleyeyim. Tek talimat: buruşukluk merkezden
dışarıya doğru yapılacak. Tıpkı sesin, ağzımızdan çıkarken yumuşayıp dağılması
gibi… Benim için bir ‘arzu nesnesi’nden farksız olan bu eserin matbaa
çalışanları için de eğlenceli bir mesaiye karşılık geldiğini tahmin etmek güç değil.
11 Şubat, Pazar
Füruzan... Parasız Yatılı'nın yayımlandığı Şubat 1971'den 53 yıl sonra,
yine bir Şubat günü ayrıldı aramızdan. Ölüm haberini okuyunca, Parasız
Yatılı'da kızını sınava uğurlayan annenin yağmurun altında gülümseyerek
bekleyişi geldi gözümün önüne... Açtım, yeniden okudum öyküyü.
—Bu
okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da
öğrendin mi?
—
Öyle ya, yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
—
Öyleyse ben burayı kazanırım.
Uzun ömrü boyunca hep güzel kalmayı başardı, sadece bu da değil, yoksul ve
garip bir halkın güzelliğinin peşinden gitmeyi amaç edindi, bunu da başardı.
Bir tür Narodnikti diyebiliriz onun için. Hiç slogan atmamış bir Narodnik.
Daha ilk kitabıyla bir edebiyat olayına dönüşmüştü (Fethi Naci). Böylesi
çok azdır bizde. Bir ölçüde Latife Tekin de böyledir. Ya da daha eskilerden,
Garip şairleri. Günümüz edebiyat iklimi her şeyi biricikleştirdiği için tek ve
büyük bir şeyin etrafında toplanmak gittikçe zorlaşıyor. Füruzan’ı bir devrin son
temsilcilerinden biri sayabiliriz. Başkasını da düşünen, ‘görev ahlakı’yla
yaşamış saygın bir kuşağın son temsilcilerinden biri... Güzelliği büyüten ruhu,
Rabb’in rahmetiyle kuşansın.
10 Şubat, Cumartesi
Türkiye üzerine düşünecek, burada yaşamanın ne anlama geldiğini çözmek arzusundaki
birinin Vedat Milor'un dedesinin öğüdünü aklında tutması gerekir diye
düşünüyorum: Dedesi, tanımadığın insanlarla din ve siyaset konuşma demiş
Milor'a. Sosyal medya denen personası değişken baloda fikir beyan etmek kadar
hem anlamsız hem tehlikeli bir şey daha yok. Her şey, aleyhinize delil olarak
kullamak için kurgulanmış bir sorgu odası görünümünde. Değişmeye, dönüşmeye
imkân yok, makul olmakta direten birine yer yok. Hangi maskeyle boy verdiyseniz
onu korumak zorundasınız –bedelini de göze alarak elbette. Dünya bu kadar katılığı
kaldırır mı şüpheli...
Katılık dediğim an, yıllar öncesine gitti zihnim. Murat Erşen, bir
yazışmamızdan sonra "ilk fırsatta
Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'unun son paragrafını oku Milât" demişti, gülerek. Belki 10
yıl geçti, yeni okudum. Sanırım yukarıdakine benzer düşünceler savurduğum bir
akşam, her zamanki nezaket dolu hinliği ile şurayı okumamı salık vermişti:
" Eğer genç insanlar “absürd bir ortamda büyüdüklerini”
hissediyorsa, içinde büyüyebilecekleri anlamlı ya da onurlu bir yaşam göremiyorlarsa,
sıkıntının kaynağı “çağdaş toplumun ruh hali değildir.” Sorunun kaynağı “bu ruh
halinin kendini yeterince gerçekleştirememesidir.” "
Doğrudur. Belki değil, büyük ihtimalle böyle. Ama şunu da bil ki sevgili
Murat, son paragrafta geçmiyor bu cümleler, sondan bir önceki paragrafta. Son
paragraf şöyle başlıyor: "Ya yarından sonrası?"
Bakarsın yarından sonra benim gibiler haklı çıkar. Berman'ın bile
buharlaşıp havaya karıştığı bir gündür belki yarın...
20. Hafta
9 Şubat, Cuma
İnsanın kendi kuşağından iyi bir şairi okuması büyük keyif. Bâtınî Siyah’ın şairi Murat Saldıray ile
aynı yıl doğmuşuz, 1988'de. Yüzyıl arifesinde doğmak berbat bir duygu.
Büyüklerimiz, bizim kuşağa ne çocuk ne büyük gibi davrandı. Herkesin kafasının
karışık olduğu bir dönemdi 90'lar. Biz, özellikle de '88 doğumlular, kayıp bir
nesiliz. 1902 doğumlular gibi talihsiziz. Bütün dönüşümler bizim üzerimizde
test edildi. Hâlâ büyümedik, zaten büyük olduğumuz zannıyla geçti
ilkgençliğimiz... Kendi kuşağımızın zencileriyiz biz. Bir kere değil, iki kere
zenciyiz üstelik: son sayı için yeltendiğinde, yeşil zeminde duran iki siyah 8;
tanıdık bir yüzün gözlerini hatırlatan.
Zannediyorum Murat Saldıray şiirindeki öfkeli sesin ve karamsarlık tonu
yüksek şiirlerin bir sebebi de bu: '88 acısı. Aşağıya şiirlerinden birkaç parça
bıraktım. Kendiniz karar verin, bu kadarıyla karar vermek mümkünse tabii.
Kitapta "kesif bir gül kokusu" var. Güller, her yere saçılı. Kalpten
dizeler, bir yaz gününü özler halde. (Benim de çok sevdiğim, kullandığım bir
tema bu.)
Bir de eleştirim var. Arkadaşı olsam, bu kadar çok 'eski kelime' kullanma
derdim. 40'larda yazmış bir şairi okuduğunu sanıyor insan. Ve son bir şey:
kitaptaki William Hazlitt alıntıntısının bu blogdan yani benden alındığını fark
ettim. Benim küçük iz'lerim olur, bir çeşit mühür! Bunda bir sakınca yok ama ilk
kez olmuyor böyle şeyler. Ballar balını da bulmadık ama, kovanım yağma.
*
kalbim aka aka kuruyan
bir yıldız gibi topladı karanlığını
artık yalnızlığını kınayacak
bir ruh aramaktan vazgeç...
*
O sen misin ölümün akıl almaz
rengi? seni de kırdığı gün
dalında sonbahar...
uzaklar
ve yolların hıncı,
birikir yolcunun yüzünde;
işte ben yine bu hüzünde
matemsiz ve kıyıcı
bir ağırlanış gibiyim...
*
Bir gül değilse ne gölgeler
bende kanayan şiiri?
*
gördüm, gözlerindi
iki iri siyah gül gibi açılan
ve ağlamak için
kendi kıyıcı güzelliklerinden başka
bir bahanesi olmayan...
*
zamanın saydam kabuğuna
sürterek alnımı
ve yüzümde çentikler açan
saatleri geçerek
bekliyorum, yazların
kanımla aydınlanacak sunağında...
*
Ölümcül, bâtıni ve siyah bedenim...
Beni bir gömü
gibi bulmuş ve unutmuştur orada...
*
...Diotima,
bana gerçeği söyle, bir gölge, bir şiir
değilse aşkın yarım kalmışlığı, nedir?
Ve ben yolların devamında ne buldum?
Murat Saldıray, Bâtınî Siyah,
Ötüken Neşriyat, 2021.
8 Şubat, Perşembe
The Holdovers’ı (2023) izledik Leyla ile. Kırk
yılın başı güzel bir film seçtin deyip kızdırdım ama bu kez sahiden turnayı
gözünden vurdu. Bayıldım bu filme. X'e
iyice büyüterek yazayım bir şeyler belki en hit
tweetim olur dedim ama nafile, benim yazgımda 15 dakikalık şöhrete bile müssade
yok. Şöyle yazdım: Thomas Bernhard,
"abartmadan hiçbir şey anlatılamaz" demişti. The Holdovers'ın (2023)
abartıya ihtiyacı yok, tek kelimeyle muhteşem bir film. Tek eksiği, bir kez
izlememenin yeterli gelemeyecek olması :)
70 fav aldı. Kitabım çıktığında
70 satar mı acaba? Kan bağını hariç tutunca beni tanıyan 70 kişi bulamazsınız. Çünkü
Murathan Mungan’ın sözlerini filmden evvel biliyordum: “Kimdi giden, kimdi kalan/ Aslında giden değil/ Kalandır terkeden”. İnsanın
kendi sözünü şarkı olarak işitmesi muhteşem bir şey olmalı, ayrıca. Şiirin
özünde bir parça da melodi yok mudur zaten?.. Filmden bahsediyordum, yine geldim
şiire. Film, işin bahanesi, her aşkınlık beni şiirin sahiline sürükler. Ve
evet, abartmadan hiçbir şey anlatılamaz.
7 şubat, Çarşamba
50 yaşında ölenlere yönelik bir takıntım var. 50 yaş, demiştim bir vakit,
ne yaşlı, ne genç. Bulabildiğim isimler içinde sevdiklerim, 50 yaşında ölmüş
olmalarıyla ayrıca yakınlık duyduklarım şunlardı: Carson McCullers, Glenn
Gould, Paul Celan ve Sami Baydar. ‘İç hastalıkları uzmanı’, Prof. Osman
Müftüoğlu “50. Yaş Neden Önemli?” başlıklı bir yazısında şöyle veciz bir söz
sarfetmişti: “Her yaş önemlidir ama
ellinci yaş en ayrıcalıklısı ve en mühimidir. Çünkü, ‘ömrün gölge çizgisi”
gibidir. Sonrasında çok şey değişir...”
Ömrün gölge çizgisi. Ne kadar güzel bir benzetme değil
mi? Şiirin sizi kim aracılığıyla ve nasıl yakalayacağını bilemezsiniz... İnşallah
ben ve Leyla uzun yaşarız, sağlıkla nice kitaplarımız olur. Sözümüz uzar yine
böyle, nefesimiz gür olur ve günü geldiğinde, mutlu ölürüz, cenneti hak ederiz. Dualarımı
şöyle bitiririm: Allah’ım senin gücün her
şeye yeter.
6 Şubat, Salı
Kahramanmaraş depremlerinin yıldönümü bugün. Korkunç bir yıkım, unutması
güç bir acı. Yine de biliyorum, bu da unutulacak. Hem de daha çabuk.
Kültürümüz, unutuşu erdem sayan bir kültürdür. Bunun faziletlerini yok sayıyor
değilim ama görebildiğim kadarıyla ısrarla sürdürdüğü tek erdem de bu. Daha
şimdiden, deprem üzerine yapılan yayınlar izlenmedi, konuşmalara kayıtsız
kalındı. Unutmayı seçen bir toplumdan, hatırlamasını bekleyemezsiniz. Olur da
hatırlamaya çalıştığında, uydurur ancak, başkasının yalanlarını göğsüne siper
eder. Böyle gelmiş, böyle gider. Anadolu: yıkıldıkça yeniden ve yeniden. İki el
atalar sözü ile bitireyim, çünkü her dem hakiki, her vakit derindir onlar: ateş düştüğü yeri yakar – ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.
5 Şubat, Pazartesi
Fred Hersch dinliyorum şu ara. Müziğinin müthiş bir aurası var. İncelikli tarzı,
‘kulak vermeyi’ yetersiz kılıyor. Sahiden ‘dinlemek’ gerekiyor, o küçük
boşluklardan sızabilmek için. Çok değerli kültür insanı, müzisyen Nevzat Yılmaz
sayesinde tanıştım Hersch ile. Modern caz müziğinin Bach'ı, diyordu Nevzat Bey.
Tanıl Bora'dan öğrendiğim Keith Jarret'tan sonraki en özel keşiflerimden
biri sayıyorum bunu. Keith Jarret’ın –bilhassa– konser kayıtları içinde
sürüklendiğim bir dönemde Nanni Moretti'nin Caro
Diario'su (1993) ve o meşhur Pasolini sahnesini izlemiştim. Yol boyunca
bize eşlik eden Jarret parçası ile Pasolini'nin hikâyesi birleşince, son
sahnede gözyaşlarım kendini koyvermişti. Bakalım, Hersch'ün bendeki
hikâyesi nereye evrilecek, başka kimleri dahil edecek bu hikâyeye ve umulur ki,
gözyaşı döktürecek...
4 Şubat, Pazar
Ludovico Ariosto'nun (1474-1533) Çılgın
Orlando'sunu okuyorum. Henüz 1. cildi yayımlanan kitapta 17 kanto mevcut.
Toplam 46 kantoluk (38736 dize!) bu destan-şiirin 3 ciltte tamamlanacağını düşünüyorum.
İlk kez 1516'da 40 kanto ile yayımlanan kitap XVI. yüzyılda 154 baskı yapmış.
Ayrıca halkın anlayacağı dilde 38, Lehçe 18, Fransızca 20, İspanyolca 20 ve
İngilizce 1 baskı daha. Gördüğü ilgiyi düşününce sahiden de çılgın zamanlarmış
demek geldi içimden. Bir de şu soruyu bilen birine sormak isterdim: o yıllarda
basımlar kaç adetti acaba?
Bütün bunlar bir yana, kitaptan zerre keyif almadım. Necdet Adabağ'ın uzun
yıllara yayıldığını söylediği tatsız-tuzsuz çevirisinin de etkisi olabilir.
Sevmedim. Arkaik bir anlatı. İlginç ama şiirsellikten uzak bir rönesans metni.
Böyle bir şey var sahiden de; rönesansın plastik sanatlarda gösterdiği
'inkişafı' yazıda göremiyoruz. Michelangelo'nun da şiirlerini okumuştum.
Hevesle başladığım okuma,hayalkırıklığı ile sonlanmıştı. Büyük sanatçının aslî
uğraşındaki ihtişamın kırıntılarını bulurdunuz ancak o şiirlerde. Maalesef,
böyle: hayat, çılgın heveslerimizin ‘yılgın bir hoşgörü’ye kurban gittiği
anlardan ibaret!
3 Şubat, Cumartesi
Shiva Baby (2020) filmini izledim. Vasatlık ötesi bir Amerikan zırvasıydı ama başka bir şeyi
düşündürdü bana: Almanya Yahudilerini. Tarihte, sonradan dahil olduğu kültüre
bu denli entegre olmuş bir örnek var mı emin değilim. Heine’ydi sanırım
"Kalbim, Alman ruhunun bir haritasıdır" demişti, ya da bunun gibi bir
şey, aklımda kaldığı kadarıyla artık... Heine’nin, başka gerekçelerle birlikte
uğruna dinini değiştirip Protestanlığa geçtiği dil/kültür, bir yüz yıl bile
geçmeden insanları yakacaktı. Öncesinde, Berlin'de başlayan (1933) kitap yakma
barbarlığında ise ateşe ilk atılan kitaplar arasındaydı Heine'nin kitapları. İlk
dönem eserlerinden Almansor’da (1823),
Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun
kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda
insanlar da yakılır.”
Neden anlatıyorum bunları peki ben? Neden anlattığım yeterince açık değil
mi? Amerika denen vahşi yapının günü geldiğinde neye evrileceğini kimse
kestiremez. Hele de dünyanın jandarması olma işlevini yerine getiremez olunca
ve içine kapandığında... İçine kapanan bir Amerika'nın vahşet kıvılcımlarının
arayacağı günah keçisi, salonun ortasındaki pembe fil misali apaçıktır: Amerika
Yahudileri.
19. Hafta
2 Şubat, Cuma
X'te bir video
gördüm. Nobel'i aldıktan sonra İsveç televizyonu Samuel Beckett ile bir
röportaj yapmak istiyor. Beckett kabul ediyor ama bir şart koşuyor: hiç soru
sorulmayacak, tamamen sessizlik. (1969)
Beckett için
20. yüzyılın en büyük sanatçısı denebilir. Bir nevi insan terbiyecisi. En küçük
jesti bile insanı "Siz düşünmez misiniz?"e çağıran bir
altmetin içerir. Pessoa'dan el alıp söylersem, O, "İçinde büyük gemiler
olan limanlar" gibidir, "ayrılan ve dönmeyi düşünmeyen
gemiler..."
Ya da kendi
sözleriyle: "Böylece, bir gece ya da bir gün, kafası elleri
üstünde, masasına oturmuş, kalktığını ve gittiğini gördü kendisinin." (Çev.
Ahmet Soysal)
1 Şubat,
Perşembe
Dionys
Mascolo'nun Aşk Üstüne’sinden:
’’[K]endini
tamamen vermek bazı tabiatlara zor gelir. Adeta delilikle burun buruna gelmeyi
kabullenmek gibidir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden
savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır.’’ (Çev.
Atakan Karakış, MonoKL, 2012. s. 50)
Bu da Anatole
France'ın Kırmızı Zambak'ından, çok seviyorum bu bölümü:
“Aşk da
sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de
sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın,
tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı
bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar
ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine
gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”
31 Ocak,
Çarşamba
Ah Muhsin
Ünlü, " 'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum " demişti.
Aklımda kalmış. Bu tamlamadan daha bıçkını Zeki Demirkubuz'un 2012'de sarf
ettiği şu sözlerdir bana kalırsa:
“Bu ülkeye ve
bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını
biliyor, artık bundan acı duymuyorum.”
O kadar
inanıyorum ki bu söze, bir kağıda yazıp 'usulüne göre' katlamak ve muska yapıp
boynuma asmak geliyor içimden. Hiç unutmayayım, 'bu ülke' ve 'bu hayat' için
asla acı duymayayım diye.
Tanpınar ise "Türkiye
evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Demişti.
Bilinmeli ki 'bu hayat' yalnızca 'bir hayat'tır ve kıymeti bilinerek, kimseye
zarar vermeden, bildiğin gibi yaşanacaksa anlamlıdır. O güzelim kamyon arkası
yazılarından biriyle bitirmek daha iyi: TEKRARI YOK YAŞAYABİLDİĞİN KADARSIN.
30 Ocak, Salı
Geçmişten
gelen arkadaşlıklar… Başa bela bir durum bu. Karşılıklı değişimin zamanla
arkadaşlığın zeminini de değiştirmesi beklenir. Toyluğun zemini alüvyal
zeminler gibi oynaktır, sulu sepken, kaygan ve güvenilmezdir. Oysa olgunluk
çağı Babil'i düşler, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ama hafıza kaybı göze
alınmıştır zaten... Aslolan ortaklaşarak dönüşmektir. Değişmeni, dönüşmeni
kabullenmeyen arkadaştan daha can sıkıcı çok az şey var şu hayatta. Her yaşın
arkadaşlığının başka olduğunu unutmadan ve bazılarının ‘o yaşta’ kalması gerektiğini
bilerek yaşamalı.
29 Ocak,
Pazartesi
Ziya Osman
Saba'nın ölüm yıldönümüymüş bugün. Edebiyatımızın ender iyi kalpli
insanlarındandır Saba. Çok yaşamaz böyleleri, 47 yaşında göçmüş o da. Şiirleri
güzeldir. Benim şiddete olan meyyalim -vallahi dertten- bu şiirlerle gönül bağı
kurmama engel olmuştu belki de. "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi"
daha özel bir eserdi bana göre. Şiirinden daha güçlüdür. Garip ama buradaki
öykülerin zihnime yerleşmesi bir başka yazarın, Özel Arabul'un Foto Bahar
adlı oyunu ile olmuştu. Bir sahafta bulup okumuştum. Oyun, hiçbir gönderme
olmadığı halde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne götürmüştü beni. Çok güzeldi... Bir de Necati
Cumalı'nın Bir Sabah Gülerek Uyan'ı vardı böyle. Yine Ziya Osman'a
dönmüştüm okurken...
İyi insanlar
böyledir, kalbe dokunup da çıkan ses eskimez, dinmez. Hep diridir ve her zaman
bize yol gösterir. Çoğu zaman aksine gitsek bile.
28 Ocak, Pazar
Leyla ile
Erciyes'e gittik. Bayılıyor Erciyes'e! Bir insan neden dağ sever anlamıyorum...
Giyindik, kuşandık. Teleferiğe binmekti niyetimiz, o çılgın trafiği atlatıp
güzel bir park yeri bulduktan sonra her şey tamam zannettik ama teleferikteki
insan sırasının araç trafiğinden beter olduğunu görünce vazgeçtik. Uzun uzun
yürüdük karlı yollarda. İnsan kalabalığı bunaltıcıydı ama uzaktan bakınca
gözümün önünde Lowry tabloları belirdi. Bir farkla: işçi sınıfı fabrikaya doğru
yürümüyordu, her sınıftan insan yamaca doğru tırmanıp kendini aşağı bırakma,
mutlu olma, anı biriktirme ve heyecan derdindeydi. Haymarket'ten bu yana insan
daha az çalışıyordu ama her nasılsa vakti daha azdı.
Karlı
patikanın sonunda Radisson Blu denen otele girdik. Yemeklerine filan bir
bakalım diye. Ortamda her tipten insan vardı. Aklı başında her insanın temel
meselesinin sınıf bilinci'ni taşımak olduğu fikri iyice pekişti zihnimde.
Derken mahluta
çorbam geldi. İlk defa tattım, güzelmiş. İki kaşık da canım karıcığımın
balkabağı çorbasından aldım. Tatlı çorba işi bana göre değilmiş. İki çorba
parası ödeyip sınıf bilincimi fulledikten sonra evimize döndük. Evde yemeğimiz,
huzurumuz ve sevgimiz vardı.
27 Ocak,
Cumartesi
İlker Çatak'ın
Öğretmenler Odası (2024) filmini izledim. Almanya'nın Oscar adayı imiş. Bir
göçmen ailesi mensubundan, bir başka göçmeninin hikâyesi. Bu kez Polonyalı bir
öğretmen... Son dönem Alman sinemasının başat teması bu. Göçmenlik ve Almanya
bir araya geldiğinde kaçınılmaz bir hava siniyor tüm hikâyelere: tedirginlik.
Almanya'da göçmen olmak korkuyu da beraberinde getiriyor. Alman olmayan hiç
kimsenin garantisi yok çünkü! Bu konuda çok daha sıkı bir film izlemiştim:
Visar Morina'nın Yabancı'sı (2020). Kosovalı bir mühendisin bitmeyen, haklı
endişesini ‘takip ediyorduk’.
Yine, aynı
temadan dem vuran Alpgiray M. Uğurlu'nun Açık Kapılar Ardında (2023) filmini
izledim. Yine bir mühendis, bu kez bir tutunma hikâyesi izliyoruz. Ülkesindeki
politik atmosferden bunalıp Almanya'ya sığınan zavallı bir kadının hikâyesi.
Kendi ülkesindeki 'seçkin' konumunu bırakıp Almanya'ya 'sığınıyor' ama Alman
emlak şirketi kefil bulmadan kendisine evi kiralamayacağını söyleyince ne
yapacağını bilemiyor. Diğer gurbetçi arkadaşları da kendisine arka çıkmaya pek
hevesli olmayınca o sözü hatırlamadan edemiyor insan: hemşeri hemşeriyi
gurbette... Orta metraj, yarı-sanatlı bir belgesel havasındaydı film. Her şey
yüzeysel bir tonda işlenmişti ama son yıllarda ülkeden kaçan 'şımarık beyinler’in
hikâyesinin daha çok işlenmesi gerektiğini düşündürttü bana. Bu anlamda tatlı
bir adım olmuş.
18. Hafta
26 Ocak, Cuma
İzlandalı
yönetmen Hlynur Pálmason’un Godland’ını (2022) izledim. Kendini davasına adamış
insanların hikâyesi her zaman ilgimi çekmiştir. Filmde, 19. yüzyıl başlarında
Danimarka’dan çıkıp pagan İzlandalılar arasında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla
bir kilise inşa etmeye giden toy bir sofunun hikâyesi anlatılıyor. İzlanda’nın
muhteşem olduğu ölçüde çetin coğrafyasında din ile doğanın, dua ile karın/soğuğun
çatışmasını izliyoruz. Bu çok katmanlı, çok sayıda farklı ‘okumaya’ imkân
tanıyan filmden bana kalan şeylerden biri de ‘ruhban sınıfı’na güven olmayacağı
idi: her şeyi Tanrı için yapar görünseler bile onların da bizler gibi zaafları
olan birer insan olduğunu unutmamak lazım. Bu zaaflar uzun yıllar bastırılmış
olduğu için tahrip gücü de yüksek oluyor. Çevresinde topladıklarını nereye doğru
sürükleyeceklerini Tanrı’dan başkası bilemez.
Her şey bir
yana, İzlanda sineması denince aklıma gelen o fevkalade şiirsel Evrenin
Melekleri (2000) filmi ve çok sevdiğim başrol oyuncusu Ingvar Eggert
Sigurðsson’u izlemek büyük keyifti.
Adanmışların
hikâyeleri Hıristiyan misyonerlerinden ibaret değil ayrıca. Keşke ilk hadis
derleyicilerinin de filmleri çekilebilse. Bir gün çekilecektir ama bunun yalnız
ve güzel çölümüz olan Türkiye’mizden çık(a)mayacağı çok açık. Gazzali’nin
hikâyesini bile o yermeye doyamadıkları Batılılar yapmadı mı? Bu hikâye, böyle
gelmiş, böyle gidiyor maalesef.
25 Ocak,
Perşembe
Nietzsche'nin
"Ey istem" diyen, Varlığı göreve çağıran bir nidası vardır ki ilk
okuyuşumdan bu yana kulağımda bir çınlamadır gider. Şöyle diyordu, Deccal'in
en sonuna ekli bir şiirinde:
"Ey
istem, her zorluğun dönüm noktası, sen b e n i m zorunluğum! Esirge
beni bir büyük yengi için!"
Ey istem!..
İradenin, bilincin zaafları altında hırpalanan insan! Farkında bile değil çoğu,
ama dünya, en küçük nezaketsizlikte ya da daha fenası, yok saymada, güneşte
geceye gömülenlerle dolu. Utancın, mahcubiyetin ağırlığı herkes için aynı değil.
Bunu bilmemek isterdim, unutmak isterdim. Tek bir dizenin gücüyle içine
gömülmenin ne olduğunu da.
Ey istem!.. İnsan,
hazırlıksız yakalanandır. Evinden uzakta, güneşe ve merhamete muhtaç olandır.
El içindedir ve hamurunda utanç vardır. Kendisini bekleyen yazgıya doğru koşar;
bütün benliği ile geriye dönmek isterken.
"Ey
istemim benim, sen her zorluğun mucizesi, zorunluğum benim!
Koru beni
bütün küçük yengilerden!
Sen yazısı
ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki!
Koru ve esirge
beni bir büyük yazgı için!"
(Çeviren: Oruç
Aruoba)
24 Ocak,
Çarşamba
Leyla'nın
Kardeşleri'ni (2022)
sonunda izledim. Kahredici bir 'doğu hikâyesi'. Bu, şu demek: kadının yok
sayıldığı bir hikâye. Çünkü ‘Doğu’ derken kadın aklının, benliğinin, ruhunun
yok sayıldığı bir yeri tarif ediyoruz, aynı zamanda. Batı ile Doğu’nun ayrımını
ortaya koyacağımız zaman işe buradan başlamalı. Bugün bile temel çatışma budur
bana kalırsa. Batı, ‘Doğu’ dediği şeyin kadını alımlama biçimini tiksinç buluyor.
Batılılaşan kafa da öyle. Oysa Leyla’nın, Leylaların -erkek- kardeşlerinin böyle bir derdi yok. Bir
şeyleri yanlış yaptıklarını akıllarına bile getirmiyorlar ya da işlerine gelmiyor. En azından şimdilik.
23 Ocak, Salı
“... 1944
Mayısı'na dek Taşkent'te yaşadım. Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı
askerlere şiirler okudum. Taşkent'te ilk defa yakıcı sıcağı, ağaç gölgesini,
suyun sesini öğrendim. Ayrıca insan iyiliğini de öğrendim. Taşkent'te çok defa
ve ağır hastalandım. (...) Beni öteden beri çeviri ilgilendiriyordu. Savaş
sonrası yılları çok çeviri yaptım, şimdi de yapıyorum. 1962 yılında
'Kahramansız Düzyazı'yı bitirdim. Geçen sene Roma ve Sicilya'da bulundum. 1965
baharında Shakespeare'in ülkesine gittim, Atlantik ve Britanya gökyüzünü
gördüm, eski arkadaşlarla görüştüm ve yenileriyle tanıştım. Bir daha Paris'e
gittim. Şiir yazmaya hiç ara vermedim. Bana göre onlar zamanla ve halkımın yeni
yaşantısıyla bir bağ kuruyor. Bu yıllarda yaşadığım için şanslıyım.”
—Anna Ahmatova
(Çeviren:
Hande Özer, “Dünya Şiir Mitosları”, Gendaş-Kültür Yay.)
Ahmatova'nın
kendisini anlattığı bu alıntıda geçen "Öbür şairler gibi ben de
hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum" cümlesini ilk
okuduğumdan beri unutmadım. Şiirin yaraları iyileştiren bir şey olduğunu,
bunu okumadan önce de bilirdim ama söylemeye cesaret edememiştim hiç.
Ahmatova'yı bilen bir okur olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.
22 Ocak,
Pazartesi
Bugün Sezai
Karakoç'un doğum günü. (Hayatı boyunca bir kez olsun doğum günü kutlanmış mıdır
acaba?) Okul günlerinde bir okuma grubuna katılmıştım. Karakoç'un 'düşünce'
odaklı 10 kitabı peş peşe okunacaktı: Çıkış Yolu, Diriliş Neslinin Amentüsü,
Yitik Cennet, Günlük Yazılar... Bana göre bir iş değilse bile, "okuma,
okumadır" deyip dahil oldum. Orada, büyük şairimizin ne denli zayıf, sığ
bir düşünür olduğunu gözlemleme imkânı buldum. (Bu, bir yanıyla da
şaşırtmamıştı çünkü genelde böyle oluyor, bir noktadan sonra şiiri kendisine ya
da okura yeterli görmeyenler hayat karşısında madara oluyorlar. Örnek çok.)
Misal, Diriliş Neslinin Amentüsü'nde bir müslüman şehri/hayatı tasavvur
eder Karakoç. Öyle tuhaf bir hayattır ki bu, kadın yoktur içinde! Yalnızca bir
cümlede, "kadınlar da..." diyerek geçer, gider. Esasen kadın
kadar erkek de yoktur denebilir, çünkü insansız, insanı yok sayan, neye hizmet
ettiği, kime seslendiği belirsiz, boş bir tahayyüldür söz konusu olan... (Bir
tek Yitik Cennet'i, o da belli ölçüde ayrı tutabiliriz bu konuda. Yazılmış
şeylerden öte, şairane tavır yüzünden.)
Bütün bir
ömrüne yayılmış asosyal, yabanıl kişiliği ile çevresindeki insanları yalnızca
şiirine hürmeten tutabilmiş birinden söz ediyorum. Öte yandan ömrünün son 40
yılını şiirsiz geçirdiğini unutmamalı. Kurusa da hâlâ yaşayan ağaçlar gibiydi.
Düpedüz ‘parti siyaseti’ yaptı bu şiirsiz geçen yıllarında ama bir başkasının
fikrini dinlemeye tahammül edemeyen kişiliği ile beraber mitingler de
düzenlediği Diriliş Partisi zamanla, yalnızca kendi yüksek fikirlerini serdettiği
özel bir kulübe dönüştü. Diyalogsuz bir siyasetti onun siyaseti... Sözlerim
sert gibi duruyor olsa bile kendisini çok severdim, hâlâ seviyorum. Dünyaya
tamah etmeyişi ve onun köpeği olmuşlara asla yüz vermeyişi ile her daim saygın
biri olarak kalacak zihnimde. Bu anlamda bir kutup noktası gibiydi Sezai
Karakoç. Özellikle ilk dönem şiirlerindeki saf, kristalize lirizmi ile hep
kalbimde yaşayacak. İyi ki doğdunuz, yaşadınız ve yazdınız Sezai Bey!
Şair Ali Asker
Barut'un yıllar önce okuduğum bir yazısında karşıma çıkan ve hiç unutmadığım
bir anısı ile bitirmek istiyorum: Barut, Sezai Karakoç’un bürosuna gitmiş.
Kapıyı Sezai Bey açmış, içeride başka kimse yokmuş. Büyük şairi karşısında
görünce, daha kapıdayken, “Beni buraya Hz. Ali ve Cemal Süreya sevgisi
getirdi” demiş! Sezai Bey başta pek anlam verememişse de içeri buyur etmiş
hemen. Sonra karşılıklı susmuşlar. En çok da bu susuşlarda anlatılacak şeyler
vardır ya, hikâye burada bitiyor, en azından benim aklımda kaldığı kadarı
burada bitiyor ama işbu satırları okuyan zihinlerde devam edecek nasılsa.
21 Ocak, Pazar
Sigaranın çoğu
kötülüğünün yanında, demokratik bir tarafı olduğunu söylemek lazım. Belki de
tek demokrat nesne, bütün kötü şöhretine rağmen... Şöyle ki: yıllar evvel ilk
defa uçağa bindiğimde biraz ‘içeride’ vakit geçirmem gerekti. Havaalanlarının gofretten
simide, yemekten emanet bölümüne kadar her şeyde çok pahalı yerler olduğunu
biliyordum. Derken Sabiha Gökçen ya da Atatürk içinde, emin değilim şimdi
hangisiydi, bir marketten sigara almam gerekti. Normal fiyatının 3-4 katına
razıydım, paramı hazırladım, ne kadar dediğimde söylenen fiyatın 'dışarı' ile
aynı olmasına çok şaşırmıştım. Ne yani, şu havaalanı (ya da limanı) denen ortam,
bir tek sigaraya mı güç yetirememişti? Suya bile fahiş fiyat çeken zihniyetin
insancıklarıydı bunlar! Galiba öyle. Ama halen böyle mi bilmiyorum. Uzundur
‘uçmuyorum’. Ayaklarımın, biraz da teker üstünde mukimim.
Unutmadan:
Türk matbuatının en özel dergisi saydığım FOL’un ilk sayısı Enis Batur
editörlüğünde çıkmıştı ve içinde çok sayıda tiryakinin ‘tütün’ üzerine yazısı
vardı. Murat Belge’nin Virginia tütünü için düzdüğü övgüler halen aklımdadır.
Tabii o eski dâvûdî sesini neyin bu hale getirdiğini de anlıyor insan. Sigara
bu, serde demokratlık var, zararda kimseyi ayırt etmiyor. Öte yandan sigara,
günü gelince bırakmak için içilir! Leyla’ya sözüm var zaten, belki de 2024’te
bırakırım. O’nun inayetiyle.
20 Ocak,
Cumartesi
Cem Yavuz
çevirisi Lenz'i edindim. Öykü şöyle başlıyor: "Ocağın yirmisinde Lenz
dağlardan geçiyordu." Kadere bak, bugün 20 Ocak! Ey edebiyat, beni
daha ne kadar şaşırtacaksın, başka hangi numaralarınla ayartacaksın zihnimi.
Çoktan teslim olmuşken hem de.
Birkaç cümle
ancak okudum ama kitap hakkında yazma yönünde bir muradım var, bakalım, kısmet
bu işler!
17. Hafta
19 Ocak, Cuma
Bir yörük, Alper Gezeravcı
Türkiye’yi temsilen ‘uzaya gidiyor’ bu gece. Böyle bir görev için seçilebilecek
en doğru kişiymiş gibi geldi bana. Çok sempatik ve oturaklı birine benziyor. Tarih bu adı sitayişle yazacak, bir Türkiye ve bir Türkçe olduğu müddetçe adı hep yaşayacak. Öte yandan, çocuklar
için ezberlenecek bir isim daha! Ama bu kez zoraki değil, şevkle, gülümseyerek
ve göğe bakarak.
18 Ocak, Perşembe
Eşler arası bağ, ‘dışarıya’
gösterilen karşı koyuşun gücüyle de ölçülebilir pekala. Bugün bunu öğrendim.
İnsan, herhangi bir durumda ahlaki üstünlüğün kendinde olduğuna eminse, taviz
vermemeli. Bu durumda eşlerin dayanışması, bağların, birlikteliğin en güzelidir…
Leyla ile bugün öyle bir ‘dayanışma’ gösterdik ki, evliliğin mahiyetini ancak
şimdi kavradım diyebilirim, yedinci yılımızdayken!
17 Ocak, Çarşamba
Kürşad Demirci’nin Arkeoloji
Haber’in YouTube kanalında yayımlanan “Sümerlilerin Kökeni Meselesi” başlıklı
sunumunu büyük bir keyifle izledim. İlginç de bir şey yakaladım. Hocanın “tamzara”
denen gelenekten bahsederken kullandığı görsel bizim Elazığ yöresine aitti…
Sahiden de Elazığ (aslında Harput demek daha doğru olur, Harput,) yalnızca
çevresi ile değil, tüm Anadolu/küçük Asya’dan ayrılan, ayrışan bir kültürel
zenginliğe sahiptir. Yalnızca oyunları değil, geleneksel kıyafetleri, müziği ya
da ‘sesi’ hepsinden bir parça barındırmakla birlikte, belirgin farklarla
ayrışan bir özelliktedir. Yıllar yıllar evvel Ege Üniversitesi’nden genç sayılabilecek
bir arkeoloji profesörü ile tanışmıştık. Elazığ’a bir sunum için gelmişti. Şehirdeki
etnografya müzesini gezerken kendisine Urartular’dan (M.Ö. 8.-7. yüzyıl) kalma
eserleri gösteren müze ekibine, “bunlar, formları itibariyle bana pek
Urartulara aitmiş gibi gelmiyor ama tam da şu ya da bu medeniyete aittir de
diyemiyorum açıkçası, araştırılması lazım” demiş. Kim bilir, uzun yıllardır ‘aranan’
Sümerliler’in (Sümerler değil!) en azından bir bölümü, birkaç rengi ile Elazığ’dadır,
değil başkaları, kendileri bile bunun farkında değilken yaşayıp-ölen Gakkoşlardan
başkası değildir. Araştırılması lazım!
16 Ocak, Salı
Sevgili Fırat Özeler’in
Kavur (2023) belgesel-filmini izledim. Güzel bir kıyak
yaptı ve uzun zamandır izlemeyi arzu ettiğim ama bir türlü online platformlara
düşmeyen ya da yaşadığımız şehrin vasat sinemalarına gelemeyen filmi
izleyebilmem için özel bir link yolladı. Kendisine henüz anlamlı bir dönüş
yapamadım ama film, Ömer Kavur ve ‘kendim’ hakkında bir yazı yazdım. Bakalım,
yayımlanırsa kendisi için küçük bir sürpriz olur belki. Halihazırda vefasız bir
izleyici olarak görünmeye rıza gösteriyorum, bu küçük sürpriz için! Filmi çok
sevdim. Fırat Özeler’in büyük işler yapacağına inanıyorum. İlk filmiyle buna
şahitlik edebildiğim için şanslıyım.
15 Ocak, Pazartesi
Türkçe'de müstakil
bir kitabı olmayan Alman öykücü, şair Marie Luise Kaschnitz'ten (1901–1974) bir
öykü var aşağıda. Bir antolojide görüp çok sevmiştim. Kocasını çok sevenler
için –ya da sigarasını...
M. Milât Özçelik
[22 Eylül 2023 –
8 Mart 2024]
~ B İ T T İ ~
23. Hafta &
24. Hafta
Temmuz ayının o
güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir
pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini
çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren
sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle
hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı
düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir.
İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini
dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim.
İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir.
Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı,
bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti.
Geniş zamanlardı.
Bir özel
hastanede doğmuşum. Yaşımı ve Elazığ’ın koşullarını düşününce ilginç buluyorum
bunu. “Özel Hayat Hastanesi” diye bir yer. Aynı hastane, aynı yerde mukim
değilse bile artık, varlığını sürdürüyor. Kimbilir kaçıncı sahibidir
şimdilerde... "İsmet nine" dememin tembihlendiği bir ebem vardı.
Belki de doğum öncesi-sonrası yaptığı yardımlardandır. Ya da doğum sırasında
oradaydı, bilemiyorum. İyi bir kadındı. Ölene kadar nine dedim, saygıda kusur
etmedim, bayramlarda ziyaretine gittim. Türkçe bilmezdi. Kürt'tü.
Beş kardeşiz,
en büyükleri benim. 'En büyük' olmayı hiç sevmedim: abi yok, abla yok... Abi
neyse de, bir ablam olsun isterdim. Ablası olanların hayatın sıkılı yumrukları
karşısında daha güçlü durdukları yönündeki yargımı 15 yaşımdan beri koruyorum.
Annem tek çocuk olduğu, babamın kardeşleri ise köyde yaşadığı için, mesafeden
kaynaklı kuzensiz geçen bir çocukluğum oldu. Akraba mefhumum zayıftır. Hiçbir
zaman yalnız hissetmedim kendimi. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi
olduğunu düşünmüyorum. Yalnızlığı arzulayan bir çocuk oldum hep. Bunun
kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olabilir... Yalnızlığı sevdim. Kendimle
geçen bir çocukluktu benimki. Hep içime doğru dal budak salan bir yalnızlıkla
büyüdüm. Büyümeyi sevdim. Her yaşımda kıyının ötesine geçme arzusu taşıdım.
Bütün miskinliğime rağmen.
Benim ve diğer
dört kardeşimin adı, doğum tarihleri ile birlikte evdeki en eski Kur’an’ın
sonunda yer alan bir boş sayfada yazılıydı. Bunun simgeselliğini hep
sevmişimdir. Çocukken sık sık ‘misafir odası’ndaki Kur’an’ın yanına varırdım.
Yeşil renkte bir el örgüsü kılıf içinde muhafaza edilirdi. Saygıyla kılıfından
çıkarır, üç kez öpüp alnıma götürürdüm ve arka kapak içinde yer alan yazıya
bakar dururdum.
Çocukluğumun
geçtiği mahalle ilginç bir yerdi. Orayı Rulfo’nun Comala’sına benzetirim hep ve
oldum olası kendi Comala’mı yazma arzusu duyarım. Comala’dan daha vahşi daha
yobaz ve neredeyse 'patafizik' bir mekândı. Bir köy değildi ama herkes
köylüydü. Zazaca konuşuluyordu. Kadınların çoğunun Türkçe bilmediğini
hatırlayabiliyorum. Hemen herkes birbirinin uzak-yakın akrabasıydı mahallede.
Herkes aynı uzak köyden yakın bir vakitte şehre ‘inmişti’. Şehir merkezine
yakın eski bir Ermeni yerleşkesiydi bu yer. Türküsü bile vardır, Hüseynik’ten
çıktım şeher yoluna... Mahalledekiler hakkında hiçbir şey söylemek
gelmiyor içimden. Arkadaşlarım hakkında da. Bazılarıyla zamanla karşılaştık.
Aynı dünyadan olup, bunca ayrı düşmek beni şaşırtıyor. Yoldan sapan ben olmuşum
nedense. Böyle şeylerin dinamiklerini anlamakta akıl kifayetsiz kalır. Bir oyun
sahnesi olan dünyamızın garip işleri.
Çocukluğum
sözkonusu iken yalnızca dedemi ve ineklerimizi düşünmeyi seviyorum. Bir de
durmadan kanayan burnumu sildiğim mendilimi: olmadık yerde kan süzülürdü
burnumdan. Bu yüzden de hep mendil taşırdım yanımda. Öyle ipekli filan değil, alelade,
fabrika işi pamuklu bir mendil. Onu, yaşadığımın bir ispatı gibi saklıyorum
hâlâ. İneklerin otlayışını izlerken ne denli rahatladığımı düşünüyorum sonra.
Elimden eksik olmayan sığırtmaç sopama yaslanır, ineğimin ‘doygun’ adımlarına
ağır ağır eşlik ederdim. Sabah okul, öğleden sonra inek otlatma... Bazen
dedemle çıkardık inekleri otlatmaya. Bana, sen git arkadaşlarınla oyna derdi ama
ısrarla dedemin yanında kalırdım. Yaz-kış omzundan düşmeyen ceketini yere serip
namaz kılışını izlerdim. Hep mütebessimdi. Aklımda kalan tek sözü yok.
Tebessümü ve ilkeli hayatıydı onu zihnime kazıyan. Bir kez olsun televizyon
izlemedi mesela. Anlamlı ya da değil, ‘aptal kutusu’na karşıydı ve ölene kadar
(2006) ona sırtını döndü: arada bir, yanımıza gelirdi, biz televizyona
bakınırken o sırtını ekrana, yüzünü ise bize dönüp gülümserdi. Bu fevkalade
şiirsel sahneye kayıtsız kalamaz, televizyonu bırakıp dedemi izlerdim. Onun
bizi izlemesini izlerdim... Akşam olmadan dönerdi eve. Onu görür görmez
mutfaktan küçük bir su kovasını kapar, evimizin yakınındaki çeşmeye koşardım.
Buz gibi suyu taşana değin doldurup, dedemin tabiriyle, ‘serin bir su’ ile
karşıladığım için her seferinde 2500 liralık bozukluğu cebime indirirdim...
Son 12 yılı
ağır bir parkinson hastalığı ile geçti. Çoğu zaman olduğu yerden ayağa
kalkamıyordu artık. Her gün, birkaç kez nineme yardıma gidiyordum, dedemin
kolundan tutuyordum, o da bana tutunup doğruluyordu... Onu kaybettiğimde 18
yaşımdaydım. Henüz her şeyin başında olduğum bir yaşta. Hiçbir şeyim yokken ve
ne olacağım belirsizken. Onun benden hiç ümit kesmediğini biliyorum ama dedeme
kendi paramı kazandığımı, başkasından yardım almadan ayakta durabildiğimi, iyi
bir meslek edindiğimi ya da bir arabamın filan olduğunu gösteremediğim için
üzülürüm bazen. Henüz bir evim yok. Dedem evini kendi yapmıştı. Kendi derken,
kendi elleriyle... Dedemin torunu isem ben de başarabilirim bunu. O olsa, sen
daha güzelini yaparsın oğlum derdi... Belki cennette buluşuruz senle, Bawheci.
Sana yakın durmak, seni izlemek isterim yine.
Hayatımı
anlatacağım diye çıktım yola ama fark ettim ki daha çocukluktan çıkamamışım. 20'li
yaşlarıma kadar çocukluğumdan miras bir rüyayı düzensiz aralıklarla görüp
durdum: evimizin, yerden yüksekliği yetişkin bir insan boyundaki balkonundan
aşağı düşüyor ama yere varmıyordum bir türlü. Bir yürek çarpıntısıyla boyuna yere
doğru süzülüyordum. Bu kadar uzun değildi, dibe vuracaksam da vurayım artık
diye düşünerek geçen rüyanın sonu belirsiz bitiyordu. Yerle gök arasında bir
yerde bırakıyordu beni... Benliğim, bu belirsiz hâlden ızdırap duyuyordu artık.
Sonra bir gün Vergilius'un dizelerini okudum: Düşmem gerekiyorsa/ gökten
düşmeyi tercih ederim. Bunu okuduktan sonra keyiflendim, rüyamı
sevdim. Ve, düzensiz aralıklarla gelen, belirsizlikle biten rüyamı yeniden
görmeyi bekledim. Ama bir daha göremedim o rüyayı. Bir başka şairden
öğrenmiştim, dünyadan çıkabilmenin yolunun rüyalar olduğunu. Ben bunu
amaçlamazken, zaten çıkıp dururmuşum bu dünyadan. Bana acı vereni istediğimde,
tam o anda, çakılıp durmuşum yere. Şimdi, yazdıkça unuttuğum bu yerde, unuttukça
sevdiğim dünyadayım. Yazıyorum ve düşünüyorum yine. İlkbahar, gelmek üzere.
22. Hafta
23 Şubat, Cuma
P.S.
Sondan bir önceki hafta bu. Sıkılmak
şöyle dursun, alıştım, sevdim de günce tutmayı ama yapacak başka yazı-çizi
işlerim var. Başka sulara açılmak niyetindeyim... Önümüzdeki hafta ‘hayat
hikâyemi’ anlatıp kapatıcam bu faslı. Hayatıma dair ne anlatacağımı bilmiyorum
şu an. Anlatmaya değer ne olduğunu da. Tristram Shandy gibi daldan dala atlarım
herhalde ve güzelliğe anlam katan her şeyde olduğu gibi, tadında bırakmış
olurum. Haftaya, son kez görüşelim, 23. haftada bitirelim.
*
Wim Wenders'in Perfect Days'ini (2023) izledim. Entelektüel yönetmenler Japonya'ya
gidince bir başka güzelleşiyor. Bu film bir kitap olsaydı Abbas Kiarostami'nin Like Someone in Love'ının (2012) yanına
konurdu. Tabii Abbas ustanın da bir kitap yazmış olduğunu varsayarak söylüyorum.
Aynı ruhun filmleri ikisi de: temiz, mutlu, aydınlık ve dingin... Filmi Ahmet
Güntan’a da attım, bekliyormuş zaten, link istedi verdim. Neden bilmiyorum, Lou
Reed bana hep Güntan’ı hatırlatır. Sabah, daha güneş bile doğmamışken göğe
bakıp yüzü gülen, ağaçları, şarkıları ve kitapları dost edinmiş yalnız bir
adamın, yalnızlığı ‘seçmiş’ Bay Hiyarama’nın hikâyesini çok sevdim. Bir
şekilde, ben yaşadıkça, benimle yaşayacak bir film.
22 Şubat,
Perşembe
Faruk Nafiz Çamlıbel'ın apartmanı
varmış. Daire değil, koca apartman. İyi bir mimara yaptırılmış, boğaz manzaralı
güzel bir ev. (Bunu yazarken aklıma garibim Behçet Necatigil geldi. Aynı zaman,
aynı uğraş, belki farksız kaygılar ama bambaşka hayatlar. Necatigil’in, önemli
eserlerinden “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nün ilk baskılarında, hatta
ölümünden sonra bile Nâzım Hikmet maddesini bulamazsınız, ekmek derdiyle, korkuyla
geçen ‘şairane’ bir hayat. Ne diyebilirsin ki. Türkçe memurdur.) Arada şöyle
tuhaf bir düşünce belirir zihnimde: 'son modelinden' Mercedes'i olan bir şair
görsem ne düşünürdüm acaba? Cevap da veremem buna. Bugün önemli bir şairimizin
koca bir apartman sahibi olduğunu öğrendim. Helal olsun, saygım arttı. O son
model Mercedes’iyle gezen şair de ben olurum inşallah. Mercedes’ten iyi şiir
var m’ola?
*
Enis Batur PEN şiir ödülünü almış.
Alsın, hakkıdır. PEN Türkiye arada bir, kafalarına göre dağıtır böyle ödüller.
Şimdiki başkanı Zeynep Oral. Zeynep hanım çok önemli, uluslararası tanınırlığı
olan biridir. Ben bu ödülü sıradan bir şiir ödülü olarak değil, Enis Batur’un aslında
Nobel’e de aday gösterildiğini muştulayan bir haber olarak okumayı tercih
ettim. Nobel komitesinin –genellikle– PEN’lerden, yazar örgütlerinden öneri
aldığını biliyoruz. Sürpriz yapmayı sevdiklerini de biliyoruz! Kim derdi ki bir
Mo Yan, Svetlana Aleksiyeviç ya da Abdulrazak Gurnah alacak bu ödülü. Nobel’in
konjonktürel bir tarafı da olmuştur hep ama arada bir es’ler verir ve gerçek
edebiyatçıları da ödüllendirmeyi bilir... Tahminlerim genelde tutmaz ama bu kez
içime doğdu diyebilirim. (İçime doğan şeylerde de çokça yanılırım ama kez...)
21 Şubat,
Çarşamba
Erden Kıral’ın Hakkâri'de Bir Mevsim'ini (1983) izledim. Kabahat o eski 'çamur'
gibi kopyada değilmiş, fevkalade vasat bir iş. Genco Erkal filmin en öne çıkan
isimlerinden ama bana göre en yorucu, en olmamış tarafını teşkil ediyor. Gerçek
bir tiyatrocu belki, öyle deniyor, gel gör ki sinema bunca sıkleti çekmez!
Bakışları ve tavrı o denli teatral ki ona bakmaktan filmi seyr’eyleyemiyor
insan... 12 Eylül'ün vahşi, dil-kültür-insan düşmanı zihniyetinin etkisi değil
sorun. Estetik, her şeyi aşmakla yükümlüdür. Çünkü aşabilir, bu bilinir. Küçük
bir örnek olsun diye: İran'da da sansürün haddi hududu yok, 50 yıldır sürüyor
hatta, ama çıkan ürünler de ortada. Jean-Luc Nancy’ye “Filmin Apaçıklığı”nı
yazdıran gücü düşünmek, anlamak lazım.
Neyse... Bu hikâye (ki, Türk
edebiyatının en muhteşem metinlerinden biridir bana göre, tam anlamıyla bir
şiir-romandır) yeniden filme alınmayı hak ediyor ama sanat dünyamız hâlâ eski
kafayla hareket ediyor: ne Edgü ne entelektüeller razı olmaz buna. Teklif dahi
edilemez böyle şeyler! Peki bu haliyle olmuş mu bu film? Kendini sınırlamış,
sınırlarını aşamamış bir iş, “hey lo-lo-lo” ile “hay le-le-le” arasında sıkışıp
kalır, kalmış da. Sorsan ‘vefa’ derler, söz söyletmezler, çünkü dürüst
değiller. Kampların insanı hepsi. Hakikatin sahibi yok, Hakkâri’nin nasıl
olsun...
20 Şubat, Salı
Sarah Kane'i ne çok sevdiğimden
bahsetmiş miydim? Ölüm yıldönümü bugün. Ayakkabı bağcıkları ile birlikte...
Toplu oyunlarını geçen yıl okudum ve kalbime yakın bir yere, şiir kitaplığına koydum.
Şiirdi çünkü bütün yazdıkları. Kim aksini iddia edebilir?
Kane üzerine uzunca, deneysel bir
şiirim var zaten, oyunları üzerine de bir şeyler yazmak istedim ama o kadar
sert ve hakikiydi ki her şey, ya sahteliğe prim verecek ya da hakikatin bedeli
ile yüzleşecektim. (Bunu yalnızca oyunları okuyanlar anlar, burada abartı yok.)
Yapamadım ama hâlâ masamda duruyor birkaç not, fotoğraf, şiir... ve aklımda o
bön soru: böyle bir yazar, bir daha gelir mi?
19 Şubat,
Pazartesi
Leyla, Margit Schreiner okuyor şu
ara. Onun okurluğuna her zaman imrenmişimdir. Bunca hızlı okuyup nasıl böyle
derinleşebildiğini aklım almıyor. Ben çok yavaş okuyan biriyim. Buna mukabil
her işimde aceleciyim. Nice iyi şeyi tez canlılığım yüzünden heba etmişimdir.
Pişmanlık duymadığım tek işim yok şu hayatta... Leyla'nın okurluğu şu yönüyle
de beni ilgilendiriyor: her şeyi, bütün ayrıntılarıyla bana anlatır!
İzlemediğim nice filmi ya da diziyi ve okumadığım nice kitabı müthiş bir
anlatıcıdan dinlediğim için 'bilirim'. Bir gün Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'sunu
okudu. Upuzun bir tren yolculuğunda... Benim 'taç' kitaplarımdan biri olarak
kabul ettiğim, iki kez okuduğum Pedro Paramo hakkında teoloji ve felsefe
bilgisini de kullanarak öyle yorumlar, çıkarımlar yaptı ki romana dair aslında
çok az şeyi fark ettiğimi, bildiğimi gördüm. Hâlâ, en iyi sohbetimiz sayıyorum
bunu. Çok ısrar ettim bir Pedro Paramo yazısı için. Başta olumlu yaklaştı ama
sonraları bıktırdım galiba. Olmadı, yazmak istemedi. Belki bu aceleciliğim
yüzünden, Heidegger'in deyişiyle "düşünmeyi bilen" bir felsefeciden
mahrum kalıyor güzel Türkçemiz... Benim şansım O, onun şanssızlığı benim sanki.
18 Şubat, Pazar
Karl Krolow'dan (1915 - 1999):
"Gece bir keten kuşunun derisi
kadar hafifti.
Tarttı onu elinin ayasında
ve sesinin ardından gitti." (Ses)
"Her sarı biliyor
bir limonun hikâyesini." (Renkler)
"Gözün akında şimdi
farkediliyor şiir yeteneği.
Karanlık adamlar, yorulmuş,
uyuyorlar ayakta." (Akşam)
"Kayıkçısı olmayan gölet
yaşıyor balıklarıyla." (Gözden
Kaçan)
"İlkbahar
koparılmış çiçeklerden oluşur.
Özgürlük
güneşte bir gezintiden."
(Sanatın Özgürlüğü)
Derken, bir şeylerin yerli yerine
oturmadığı intibaına kapıldım. Çevirmen Hilmi Tezgör bir yerde "traş"
demiş (Fark), bir başka yerde
"yanyana" (İçine Konulduğun
Deri). Yine bir şiirde geçen "Almancada ölüm/ erkek
cinsiyetinindir." dizelerine anlam veremedim. Cinsiyetinindir ne demek
yahu? Erkek demek bir cinsiyeti ifade etmiyor mu zaten, olmadı 'eril' dersin.
Ya da düpedüz: "Almanca'da ölüm erkektir". Çocuklar için hazırlanmış
bir alıştırma kitabında bile olmaz böylesi. Bir de şiir çevirmeye
girişiliyor... Ama en fenası şurada (Sanatın
Özgürlüğü):
"Mayıs bir kuştur
bir sokak faresinin,
ağızında taşıdığı."
Hadi çevirmenin aklı karışmış,
aklında tuttuğu ‘kedi’ bir anda ‘fare’ oluvermiş diyelim. Peki editör? O ne iş
yapar, ne işe yarar? Sözkonusu editör de Birhan Keskin bu arada.
Bu dizeleri 'okumuş' herhangi biri,
bu ifadede bir terslik olduğunu görürdü. Yığınla hata olan kitabı daha fazla
okumak istemedim. Karl Krolow Haziran 99'da ölmüş. "Dünyanın
İşaretleri" ise Temmuz 99'da çıkmış ve çevirmen Hilmi Tezgör, Büchner
ödüllü bir şairi bir defa daha öldürmüş desem yeri. Şöyle bir bakındım diğer
işlerine, 25 yıldır filan şiir ya da başka şey çevirmemiş neyse ki. Ülkemizde
yayıncılığın hangi 'temeller' üzerinde yükseldiğini anlamak adına ibretlik bir
örnekti. Böylesi zırvalık dolu işler çoğu zaman daha öğretici oluyor, ayrı konu:
‘olması gereken’in belli bir tarifi yok ama neyin ‘olmaması gerektiği’ni
bilmek daha önemli.
17 Şubat,
Cumartesi
Kitap mezatına gittim bugün. Aslıhan
Pasaj’daki Gezegen Sahaf mezatlarını arıyor gözüm ama nafile. (O bile artık
aynı yerde değil.) Taşrada süreğen olan tek şey, şairin deyişiyle, ölüm
dirim hazırlıkları... Sıkıldığım bir gündü, mezat sonunda mekândan ayrılmayıp
aldıkları kitaplar, kentteki kültür faaliyetlerini konuşan bir grubun sohbetine
katıldım. 5-6 kişilik grupta bir arkadaşım vardı, yanına iliştim hemen. Biri, özellikle
domine etti konuşmayı, nedense benim sohbete girmeme müsaade etmiyordu.
Tanıyordu çünkü beni. Ben sohbete girince ona konuşacak bir şey kalmazdı. Acıdım
ve Yusuf Atılgan'ın "insanları yalan söylerken dinlemeyi severim"
deyişindekine benzer duygularla, daha bir dikkatle dinledim, o anlattıkça
şaşırmış numarası yapıp durdum. Ben böyle yaptıkça kızardı, tedirgin oldu, her
şeyi birbirine kattı, okumadığı metinler hakkında atıp tutmaya başladı...
Geçmiş vakit, yine böyle bir gün,
Tomris Uyar'ın Otuzların Kadını'ndan bahsedilirken "evet evet, otuz
yaşında olmak çok özel" filan demişti biri. Oysa bir yaşı değil, dönemi
ifade ediyordu öyküdeki otuzlar... Okur-yazar tayfa içinde bir tipoloji var ki,
her tür zemin ve zamanda aynı refleksi gösteriyor: çoğunlukla acıklı bir
kendini pazarlama.
Yalnız ayrıldım mekândan, sonra
birkaç sahaf gezdim. Her anlamda nasipsiz bir gündü. Mezattan aldığım iki
kitaptan başka bir şey yoktu elimde. Onları da sırf boş çıkmamak, katkı sunmuş
olmak için aldım zaten. Güzel bir kitap edinemediğim, işe yarar bir şeyler
öğrenmediğim ya da Leyla ile uzun bir sohbet, karşılıklı birer filtre kahve
içemediğim ginleri ziyan sayıyorum.
Amaçsız, müstağni olmayan bir ruh
haliyle yürüyüp ne yemek yiyeceğim konusunda da kararsız kalmıştım ki bir
arkadaşım aradı, akşam beraber yemek yiyelim, sonrasında da takılırız dedi.
Takıldık takılmasına ama pek de keyif aldığım bir gün olmadı. Öyle ki, bu
bıkkın, hiçbir şey öğrenemediğim, şu günce için düştüğüm notlar dışında
hayatıma yönelik bir katkı sunamadığım günün ağırlığı ile birkaç haftasonunu
evde geçireceğim konusunda kararlılık hissettim sadece.
21. Hafta
16 Şubat, Cuma
Bir siyasi toto yapalım: Taylor Swift 2029 ya da 34'te
Amerika başkanlığına oynayacak. Daha doğrusu, oynatılacak. Bu tantana, Kosinski’nin Bir Yerde’sini hatırlatıyor bana. Ayrıca, bir ‘gösteri
imparatorluğu’ olan Amerika’ya pek yakışır. Ukrayna’ya musallat olan soytarı, bön
cesaretiyle bir ülkeyi yok oluş noktasına getirdi. Bakarsın bildiğimiz anlamda
Amerika da bu sayede tarihin çöplüğüne süpürülür. Tabii böyle bir sonda acı
çekenin yalnızca Amerika olmayacağı açık. Dilerim kısa ve acısız olsun. Swift
şarkıları gibi yavan. (Bunu yazdıktan sonra, şarkılarına haksızlık mı ediyorum
acaba diye birkaç şarkısına kulak vereyim dedim, aman Allah’ım, az bile
söylemişim, ‘popüler kültür’ün bile haz verir bir yanı var diye bilirdim ben,
bu ‘tonal gürültü’ çıldırtır insanı. İyisi mi Tindersticks, Stuart Staples dinlemeye devam edeyim ben.)
15 Şubat, Perşembe
Bundan böyle bu blog dışında hiçbir yer için yazı yazmamaya karar verdim.
Matbu dergilerde yazı yayımlamama yönündeki kararımı Kuyudaki Koro adında bir dergi için yazdığım Thomas Hardy yazısından
sonra almıştım. İsabet, benim yazının yayımlandığı sayı, sanırım 9. sayıydı,
derginin de kapanış sayısı olmuştu. Yıl 2014... On yıl sonra bir karar daha.
(On yılda bir tersle düz oluyor sanki insanın dünyası.) Burası dışındaki
dijital mecralara da paydos. Özel bir sebebi yok. Anlamsız geliyor sadece...
Her şeyin, bütün ilişkilerin, etkileşimlerin sahteleştiği, karton göründüğü bir
atmosferde, değilmiş gibi davranmak istemiyorum artık. Günce sonrasında, yalnızca
kitap odaklı üretimlere ağırlık vermek istiyorum. Neden bilmiyorum, bu aralar
çok öfkeliyim.
14 Şubat, Çarşamba
Bir arkadaşım neden günce tuttuğumu sordu. Yıllar sonra biyografimi yazacak
kişilere yardımcı olmak için, diyemedim tabii, ben de bilmiyorum deyip
geçiştirdim. Ama şunu söyleyebilirim: Kendimi kat etmek için yazıyorum –Henri
Michaux. Belki de şöyle sormalıydı: neden [kamuya] açık bir günce?
1789 'devrimi', tarihin sırtına büyük bir insan enkazı yükledi. Devrimin
yedikleri Danton ya da Chamfort'tan ibaret değildi. Büchner de bir kurbanıdır
devrimin, Novalis de. Novalis, o her daim genç, uzun saçlarıyla yakışıklı büyük
ruhun Mahrem Güncesi'ni okurken, onun kadar olmasa da derin düşüncelere
kapıldım. O mahrem kaldı ama tarih onu faş etti. Ben faş olmak ister gibiyim,
bütün bu bilinme arzusuna rağmen diyorum kendime, tarihin örtüsü altındayım.
Tanrısal bir boyut ya da kılıf taşısa bile, insan sözkonusu iken bu isteği küçümsemedim
mi hep? Her neyse, Novalis gibi, karar deyip geçeyim.
"Ayrıca şunu da fark ediyorum ki, benim yazgım,
bu dünyada ulaşmamak hiçbir şeye; tam tomurcuklanırken yaşam, marufta –ve de kendimde– en güzel
şeyi keşfetmeye henüz başlamışken, ayrılmak her şeyden. Kendimi yeni keşfediyor
ve bunun tadını çıkarıyorum; işte tam da bu yüzden gitmeliyim."
Novalis, 26 Mayıs 1796
(Mahrem Günce, s. 41, Çev. Mehmet Barış Albayrak)
13 Şubat, Salı
Erzincan İliç'te bir maden faciası daha yaşandı. Bu türden felaketler bir
Türkiye klasiğine dönüştü artık... Okul yıllarında bir arkadaşımız burada staj
yapmıştı, çok imrenmiştim. Sonra ona da kısmet olmadı bu madende çalışmak ama,
bilen bilir, yabancı ya da yabancı ortaklı bir şirkette çalışmak her beyaz
yakalı Türk’ün hayalidir! Görünen o ki, onlar da artık bizim gibi, hatta bizden
de beter... Sonraları böylesi bir yerde çalıştım. Cezayirli bir arkadaş vardı,
45 yaşında filandı o zaman. Belçika merkezli bir firmadaydı ve 6 dil biliyordu.
Bir defasında, dünyanın her yerinde, 20’den fazla ülkede çalıştım Milât,
demişti ve yakasını silkerek, “Turk business
berbat berbat” diye eklemişti. Bu konuşmanın üzerinden 10 yıl geçti. Şimdi
daha berbat. Yarın, kim bilir, berbat berbat...
12 Şubat, Pazartesi
Bülent Erkmen tasarımı bir kitabım olsun isterdim. Çok uzun zamandır bu
arzudayım ama kader ya da koşullar bana bu imkânı vermeyecek gibi. Oysa Bülent
Bey hâlen yaşıyor. Ömrü uzun olsun...
Yalnızca kitap değil, bir tasarımcı/sanatçı
olarak sevdiğim, takip ettiğim biridir Erkmen. BEK’in sitesine arada bir girip
bakarım, ‘son işler’i görmek ve yeniden hayran olmak için.
Vaktiyle (2017 olmalı) bir sertifika programına katılmıştım. Hoca, eğitim
sonrası verdiği ödevde üç özgün tasarım nesnesi hakkında kısa bir ‘rapor’
yazmamızı talep etmişti. Yazdığım raporlardan biri Erkmen’in John Cage için
yaptığı bir sergi afişiydi (John'
Cage" sergi afişi, Bülent Erkmen, 2012.) Bir hafta sonra ödevden kaç
almışım diye girip bakayım dedim, hoca sıfır vermiş. Gerekçeye de intihal filan
yazmış. Biraz da eğlenerek, sert bir mail yazmıştım. İddianız buysa ispat edin
o zaman nereden arakladığımı yazmıştım. Cevap gelmedi ama günsonunda notum
değişmişti: 95.
İşte, John Cage afişi hakkında yazdığım ‘rapor’:
20. Yüzyıl deneysel/kuramsal
müziğinin en önemli ismi John Cage adına Amerika’da açılacak bir sergi için
Bülent Erkmen’den bir afiş hazırlanması istenmiş. Erkmen, tasarım süreci
içerisinde Cage’in kült eseri 4’33’’ (4 dakika 33 saniye, 1952) üzerinden bir
afiş hazırlamaktan yana koymuş tavrını. İşbu eser 4 dakika 33 saniye boyunca
süren ‘notasız bir müzik’ eseridir. Müzisyen piyanonun başına geçer, nota
defterini açar ve kronometrenin düğmesine basmasıyla eserin icrası başlar. İlk
bakışta 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir sesin olmadığı intibaına kapılırız.
Oysa bir müzik/ses vardır ama bu ses, alıştığımız üzere müzik aletinden değil
‘çevre’den gelir. Cage, 4’33’’ eserinde ‘dış sesin’ bestesini yapmıştır:
öksürenler, boğazını temizleyenler, sırıtıp gülenler… Bülent Erkmen’in afiş
tasarımındaki büyük boşluk işte bu eserden hareketle ortaya konmuş bir
yorumdur. Buruşukluk ise dışarının sesine bir göndermedir. Bunun için matbaa
çalışanlarından yardım aldığını da ekleyeyim. Tek talimat: buruşukluk merkezden
dışarıya doğru yapılacak. Tıpkı sesin, ağzımızdan çıkarken yumuşayıp dağılması
gibi… Benim için bir ‘arzu nesnesi’nden farksız olan bu eserin matbaa
çalışanları için de eğlenceli bir mesaiye karşılık geldiğini tahmin etmek güç değil.
11 Şubat, Pazar
Füruzan... Parasız Yatılı'nın yayımlandığı Şubat 1971'den 53 yıl sonra,
yine bir Şubat günü ayrıldı aramızdan. Ölüm haberini okuyunca, Parasız
Yatılı'da kızını sınava uğurlayan annenin yağmurun altında gülümseyerek
bekleyişi geldi gözümün önüne... Açtım, yeniden okudum öyküyü.
—Bu
okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da
öğrendin mi?
—
Öyle ya, yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
—
Öyleyse ben burayı kazanırım.
Uzun ömrü boyunca hep güzel kalmayı başardı, sadece bu da değil, yoksul ve
garip bir halkın güzelliğinin peşinden gitmeyi amaç edindi, bunu da başardı.
Bir tür Narodnikti diyebiliriz onun için. Hiç slogan atmamış bir Narodnik.
Daha ilk kitabıyla bir edebiyat olayına dönüşmüştü (Fethi Naci). Böylesi
çok azdır bizde. Bir ölçüde Latife Tekin de böyledir. Ya da daha eskilerden,
Garip şairleri. Günümüz edebiyat iklimi her şeyi biricikleştirdiği için tek ve
büyük bir şeyin etrafında toplanmak gittikçe zorlaşıyor. Füruzan’ı bir devrin son
temsilcilerinden biri sayabiliriz. Başkasını da düşünen, ‘görev ahlakı’yla
yaşamış saygın bir kuşağın son temsilcilerinden biri... Güzelliği büyüten ruhu,
Rabb’in rahmetiyle kuşansın.
10 Şubat, Cumartesi
Türkiye üzerine düşünecek, burada yaşamanın ne anlama geldiğini çözmek arzusundaki
birinin Vedat Milor'un dedesinin öğüdünü aklında tutması gerekir diye
düşünüyorum: Dedesi, tanımadığın insanlarla din ve siyaset konuşma demiş
Milor'a. Sosyal medya denen personası değişken baloda fikir beyan etmek kadar
hem anlamsız hem tehlikeli bir şey daha yok. Her şey, aleyhinize delil olarak
kullamak için kurgulanmış bir sorgu odası görünümünde. Değişmeye, dönüşmeye
imkân yok, makul olmakta direten birine yer yok. Hangi maskeyle boy verdiyseniz
onu korumak zorundasınız –bedelini de göze alarak elbette. Dünya bu kadar katılığı
kaldırır mı şüpheli...
Katılık dediğim an, yıllar öncesine gitti zihnim. Murat Erşen, bir
yazışmamızdan sonra "ilk fırsatta
Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'unun son paragrafını oku Milât" demişti, gülerek. Belki 10
yıl geçti, yeni okudum. Sanırım yukarıdakine benzer düşünceler savurduğum bir
akşam, her zamanki nezaket dolu hinliği ile şurayı okumamı salık vermişti:
" Eğer genç insanlar “absürd bir ortamda büyüdüklerini”
hissediyorsa, içinde büyüyebilecekleri anlamlı ya da onurlu bir yaşam göremiyorlarsa,
sıkıntının kaynağı “çağdaş toplumun ruh hali değildir.” Sorunun kaynağı “bu ruh
halinin kendini yeterince gerçekleştirememesidir.” "
Doğrudur. Belki değil, büyük ihtimalle böyle. Ama şunu da bil ki sevgili
Murat, son paragrafta geçmiyor bu cümleler, sondan bir önceki paragrafta. Son
paragraf şöyle başlıyor: "Ya yarından sonrası?"
Bakarsın yarından sonra benim gibiler haklı çıkar. Berman'ın bile
buharlaşıp havaya karıştığı bir gündür belki yarın...
20. Hafta
9 Şubat, Cuma
İnsanın kendi kuşağından iyi bir şairi okuması büyük keyif. Bâtınî Siyah’ın şairi Murat Saldıray ile
aynı yıl doğmuşuz, 1988'de. Yüzyıl arifesinde doğmak berbat bir duygu.
Büyüklerimiz, bizim kuşağa ne çocuk ne büyük gibi davrandı. Herkesin kafasının
karışık olduğu bir dönemdi 90'lar. Biz, özellikle de '88 doğumlular, kayıp bir
nesiliz. 1902 doğumlular gibi talihsiziz. Bütün dönüşümler bizim üzerimizde
test edildi. Hâlâ büyümedik, zaten büyük olduğumuz zannıyla geçti
ilkgençliğimiz... Kendi kuşağımızın zencileriyiz biz. Bir kere değil, iki kere
zenciyiz üstelik: son sayı için yeltendiğinde, yeşil zeminde duran iki siyah 8;
tanıdık bir yüzün gözlerini hatırlatan.
Zannediyorum Murat Saldıray şiirindeki öfkeli sesin ve karamsarlık tonu
yüksek şiirlerin bir sebebi de bu: '88 acısı. Aşağıya şiirlerinden birkaç parça
bıraktım. Kendiniz karar verin, bu kadarıyla karar vermek mümkünse tabii.
Kitapta "kesif bir gül kokusu" var. Güller, her yere saçılı. Kalpten
dizeler, bir yaz gününü özler halde. (Benim de çok sevdiğim, kullandığım bir
tema bu.)
Bir de eleştirim var. Arkadaşı olsam, bu kadar çok 'eski kelime' kullanma
derdim. 40'larda yazmış bir şairi okuduğunu sanıyor insan. Ve son bir şey:
kitaptaki William Hazlitt alıntıntısının bu blogdan yani benden alındığını fark
ettim. Benim küçük iz'lerim olur, bir çeşit mühür! Bunda bir sakınca yok ama ilk
kez olmuyor böyle şeyler. Ballar balını da bulmadık ama, kovanım yağma.
*
kalbim aka aka kuruyan
bir yıldız gibi topladı karanlığını
artık yalnızlığını kınayacak
bir ruh aramaktan vazgeç...
*
O sen misin ölümün akıl almaz
rengi? seni de kırdığı gün
dalında sonbahar...
uzaklar
ve yolların hıncı,
birikir yolcunun yüzünde;
işte ben yine bu hüzünde
matemsiz ve kıyıcı
bir ağırlanış gibiyim...
*
Bir gül değilse ne gölgeler
bende kanayan şiiri?
*
gördüm, gözlerindi
iki iri siyah gül gibi açılan
ve ağlamak için
kendi kıyıcı güzelliklerinden başka
bir bahanesi olmayan...
*
zamanın saydam kabuğuna
sürterek alnımı
ve yüzümde çentikler açan
saatleri geçerek
bekliyorum, yazların
kanımla aydınlanacak sunağında...
*
Ölümcül, bâtıni ve siyah bedenim...
Beni bir gömü
gibi bulmuş ve unutmuştur orada...
*
...Diotima,
bana gerçeği söyle, bir gölge, bir şiir
değilse aşkın yarım kalmışlığı, nedir?
Ve ben yolların devamında ne buldum?
Murat Saldıray, Bâtınî Siyah,
Ötüken Neşriyat, 2021.
8 Şubat, Perşembe
The Holdovers’ı (2023) izledik Leyla ile. Kırk
yılın başı güzel bir film seçtin deyip kızdırdım ama bu kez sahiden turnayı
gözünden vurdu. Bayıldım bu filme. X'e
iyice büyüterek yazayım bir şeyler belki en hit
tweetim olur dedim ama nafile, benim yazgımda 15 dakikalık şöhrete bile müssade
yok. Şöyle yazdım: Thomas Bernhard,
"abartmadan hiçbir şey anlatılamaz" demişti. The Holdovers'ın (2023)
abartıya ihtiyacı yok, tek kelimeyle muhteşem bir film. Tek eksiği, bir kez
izlememenin yeterli gelemeyecek olması :)
70 fav aldı. Kitabım çıktığında
70 satar mı acaba? Kan bağını hariç tutunca beni tanıyan 70 kişi bulamazsınız. Çünkü
Murathan Mungan’ın sözlerini filmden evvel biliyordum: “Kimdi giden, kimdi kalan/ Aslında giden değil/ Kalandır terkeden”. İnsanın
kendi sözünü şarkı olarak işitmesi muhteşem bir şey olmalı, ayrıca. Şiirin
özünde bir parça da melodi yok mudur zaten?.. Filmden bahsediyordum, yine geldim
şiire. Film, işin bahanesi, her aşkınlık beni şiirin sahiline sürükler. Ve
evet, abartmadan hiçbir şey anlatılamaz.
7 şubat, Çarşamba
50 yaşında ölenlere yönelik bir takıntım var. 50 yaş, demiştim bir vakit,
ne yaşlı, ne genç. Bulabildiğim isimler içinde sevdiklerim, 50 yaşında ölmüş
olmalarıyla ayrıca yakınlık duyduklarım şunlardı: Carson McCullers, Glenn
Gould, Paul Celan ve Sami Baydar. ‘İç hastalıkları uzmanı’, Prof. Osman
Müftüoğlu “50. Yaş Neden Önemli?” başlıklı bir yazısında şöyle veciz bir söz
sarfetmişti: “Her yaş önemlidir ama
ellinci yaş en ayrıcalıklısı ve en mühimidir. Çünkü, ‘ömrün gölge çizgisi”
gibidir. Sonrasında çok şey değişir...”
Ömrün gölge çizgisi. Ne kadar güzel bir benzetme değil
mi? Şiirin sizi kim aracılığıyla ve nasıl yakalayacağını bilemezsiniz... İnşallah
ben ve Leyla uzun yaşarız, sağlıkla nice kitaplarımız olur. Sözümüz uzar yine
böyle, nefesimiz gür olur ve günü geldiğinde, mutlu ölürüz, cenneti hak ederiz. Dualarımı
şöyle bitiririm: Allah’ım senin gücün her
şeye yeter.
6 Şubat, Salı
Kahramanmaraş depremlerinin yıldönümü bugün. Korkunç bir yıkım, unutması
güç bir acı. Yine de biliyorum, bu da unutulacak. Hem de daha çabuk.
Kültürümüz, unutuşu erdem sayan bir kültürdür. Bunun faziletlerini yok sayıyor
değilim ama görebildiğim kadarıyla ısrarla sürdürdüğü tek erdem de bu. Daha
şimdiden, deprem üzerine yapılan yayınlar izlenmedi, konuşmalara kayıtsız
kalındı. Unutmayı seçen bir toplumdan, hatırlamasını bekleyemezsiniz. Olur da
hatırlamaya çalıştığında, uydurur ancak, başkasının yalanlarını göğsüne siper
eder. Böyle gelmiş, böyle gider. Anadolu: yıkıldıkça yeniden ve yeniden. İki el
atalar sözü ile bitireyim, çünkü her dem hakiki, her vakit derindir onlar: ateş düştüğü yeri yakar – ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.
5 Şubat, Pazartesi
Fred Hersch dinliyorum şu ara. Müziğinin müthiş bir aurası var. İncelikli tarzı,
‘kulak vermeyi’ yetersiz kılıyor. Sahiden ‘dinlemek’ gerekiyor, o küçük
boşluklardan sızabilmek için. Çok değerli kültür insanı, müzisyen Nevzat Yılmaz
sayesinde tanıştım Hersch ile. Modern caz müziğinin Bach'ı, diyordu Nevzat Bey.
Tanıl Bora'dan öğrendiğim Keith Jarret'tan sonraki en özel keşiflerimden
biri sayıyorum bunu. Keith Jarret’ın –bilhassa– konser kayıtları içinde
sürüklendiğim bir dönemde Nanni Moretti'nin Caro
Diario'su (1993) ve o meşhur Pasolini sahnesini izlemiştim. Yol boyunca
bize eşlik eden Jarret parçası ile Pasolini'nin hikâyesi birleşince, son
sahnede gözyaşlarım kendini koyvermişti. Bakalım, Hersch'ün bendeki
hikâyesi nereye evrilecek, başka kimleri dahil edecek bu hikâyeye ve umulur ki,
gözyaşı döktürecek...
4 Şubat, Pazar
Ludovico Ariosto'nun (1474-1533) Çılgın
Orlando'sunu okuyorum. Henüz 1. cildi yayımlanan kitapta 17 kanto mevcut.
Toplam 46 kantoluk (38736 dize!) bu destan-şiirin 3 ciltte tamamlanacağını düşünüyorum.
İlk kez 1516'da 40 kanto ile yayımlanan kitap XVI. yüzyılda 154 baskı yapmış.
Ayrıca halkın anlayacağı dilde 38, Lehçe 18, Fransızca 20, İspanyolca 20 ve
İngilizce 1 baskı daha. Gördüğü ilgiyi düşününce sahiden de çılgın zamanlarmış
demek geldi içimden. Bir de şu soruyu bilen birine sormak isterdim: o yıllarda
basımlar kaç adetti acaba?
Bütün bunlar bir yana, kitaptan zerre keyif almadım. Necdet Adabağ'ın uzun
yıllara yayıldığını söylediği tatsız-tuzsuz çevirisinin de etkisi olabilir.
Sevmedim. Arkaik bir anlatı. İlginç ama şiirsellikten uzak bir rönesans metni.
Böyle bir şey var sahiden de; rönesansın plastik sanatlarda gösterdiği
'inkişafı' yazıda göremiyoruz. Michelangelo'nun da şiirlerini okumuştum.
Hevesle başladığım okuma,hayalkırıklığı ile sonlanmıştı. Büyük sanatçının aslî
uğraşındaki ihtişamın kırıntılarını bulurdunuz ancak o şiirlerde. Maalesef,
böyle: hayat, çılgın heveslerimizin ‘yılgın bir hoşgörü’ye kurban gittiği
anlardan ibaret!
3 Şubat, Cumartesi
Shiva Baby (2020) filmini izledim. Vasatlık ötesi bir Amerikan zırvasıydı ama başka bir şeyi
düşündürdü bana: Almanya Yahudilerini. Tarihte, sonradan dahil olduğu kültüre
bu denli entegre olmuş bir örnek var mı emin değilim. Heine’ydi sanırım
"Kalbim, Alman ruhunun bir haritasıdır" demişti, ya da bunun gibi bir
şey, aklımda kaldığı kadarıyla artık... Heine’nin, başka gerekçelerle birlikte
uğruna dinini değiştirip Protestanlığa geçtiği dil/kültür, bir yüz yıl bile
geçmeden insanları yakacaktı. Öncesinde, Berlin'de başlayan (1933) kitap yakma
barbarlığında ise ateşe ilk atılan kitaplar arasındaydı Heine'nin kitapları. İlk
dönem eserlerinden Almansor’da (1823),
Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun
kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda
insanlar da yakılır.”
Neden anlatıyorum bunları peki ben? Neden anlattığım yeterince açık değil
mi? Amerika denen vahşi yapının günü geldiğinde neye evrileceğini kimse
kestiremez. Hele de dünyanın jandarması olma işlevini yerine getiremez olunca
ve içine kapandığında... İçine kapanan bir Amerika'nın vahşet kıvılcımlarının
arayacağı günah keçisi, salonun ortasındaki pembe fil misali apaçıktır: Amerika
Yahudileri.
19. Hafta
2 Şubat, Cuma
X'te bir video
gördüm. Nobel'i aldıktan sonra İsveç televizyonu Samuel Beckett ile bir
röportaj yapmak istiyor. Beckett kabul ediyor ama bir şart koşuyor: hiç soru
sorulmayacak, tamamen sessizlik. (1969)
Beckett için
20. yüzyılın en büyük sanatçısı denebilir. Bir nevi insan terbiyecisi. En küçük
jesti bile insanı "Siz düşünmez misiniz?"e çağıran bir
altmetin içerir. Pessoa'dan el alıp söylersem, O, "İçinde büyük gemiler
olan limanlar" gibidir, "ayrılan ve dönmeyi düşünmeyen
gemiler..."
Ya da kendi
sözleriyle: "Böylece, bir gece ya da bir gün, kafası elleri
üstünde, masasına oturmuş, kalktığını ve gittiğini gördü kendisinin." (Çev.
Ahmet Soysal)
1 Şubat,
Perşembe
Dionys
Mascolo'nun Aşk Üstüne’sinden:
’’[K]endini
tamamen vermek bazı tabiatlara zor gelir. Adeta delilikle burun buruna gelmeyi
kabullenmek gibidir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden
savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır.’’ (Çev.
Atakan Karakış, MonoKL, 2012. s. 50)
Bu da Anatole
France'ın Kırmızı Zambak'ından, çok seviyorum bu bölümü:
“Aşk da
sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de
sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın,
tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı
bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar
ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine
gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”
31 Ocak,
Çarşamba
Ah Muhsin
Ünlü, " 'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum " demişti.
Aklımda kalmış. Bu tamlamadan daha bıçkını Zeki Demirkubuz'un 2012'de sarf
ettiği şu sözlerdir bana kalırsa:
“Bu ülkeye ve
bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını
biliyor, artık bundan acı duymuyorum.”
O kadar
inanıyorum ki bu söze, bir kağıda yazıp 'usulüne göre' katlamak ve muska yapıp
boynuma asmak geliyor içimden. Hiç unutmayayım, 'bu ülke' ve 'bu hayat' için
asla acı duymayayım diye.
Tanpınar ise "Türkiye
evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Demişti.
Bilinmeli ki 'bu hayat' yalnızca 'bir hayat'tır ve kıymeti bilinerek, kimseye
zarar vermeden, bildiğin gibi yaşanacaksa anlamlıdır. O güzelim kamyon arkası
yazılarından biriyle bitirmek daha iyi: TEKRARI YOK YAŞAYABİLDİĞİN KADARSIN.
30 Ocak, Salı
Geçmişten
gelen arkadaşlıklar… Başa bela bir durum bu. Karşılıklı değişimin zamanla
arkadaşlığın zeminini de değiştirmesi beklenir. Toyluğun zemini alüvyal
zeminler gibi oynaktır, sulu sepken, kaygan ve güvenilmezdir. Oysa olgunluk
çağı Babil'i düşler, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ama hafıza kaybı göze
alınmıştır zaten... Aslolan ortaklaşarak dönüşmektir. Değişmeni, dönüşmeni
kabullenmeyen arkadaştan daha can sıkıcı çok az şey var şu hayatta. Her yaşın
arkadaşlığının başka olduğunu unutmadan ve bazılarının ‘o yaşta’ kalması gerektiğini
bilerek yaşamalı.
29 Ocak,
Pazartesi
Ziya Osman
Saba'nın ölüm yıldönümüymüş bugün. Edebiyatımızın ender iyi kalpli
insanlarındandır Saba. Çok yaşamaz böyleleri, 47 yaşında göçmüş o da. Şiirleri
güzeldir. Benim şiddete olan meyyalim -vallahi dertten- bu şiirlerle gönül bağı
kurmama engel olmuştu belki de. "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi"
daha özel bir eserdi bana göre. Şiirinden daha güçlüdür. Garip ama buradaki
öykülerin zihnime yerleşmesi bir başka yazarın, Özel Arabul'un Foto Bahar
adlı oyunu ile olmuştu. Bir sahafta bulup okumuştum. Oyun, hiçbir gönderme
olmadığı halde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne götürmüştü beni. Çok güzeldi... Bir de Necati
Cumalı'nın Bir Sabah Gülerek Uyan'ı vardı böyle. Yine Ziya Osman'a
dönmüştüm okurken...
İyi insanlar
böyledir, kalbe dokunup da çıkan ses eskimez, dinmez. Hep diridir ve her zaman
bize yol gösterir. Çoğu zaman aksine gitsek bile.
28 Ocak, Pazar
Leyla ile
Erciyes'e gittik. Bayılıyor Erciyes'e! Bir insan neden dağ sever anlamıyorum...
Giyindik, kuşandık. Teleferiğe binmekti niyetimiz, o çılgın trafiği atlatıp
güzel bir park yeri bulduktan sonra her şey tamam zannettik ama teleferikteki
insan sırasının araç trafiğinden beter olduğunu görünce vazgeçtik. Uzun uzun
yürüdük karlı yollarda. İnsan kalabalığı bunaltıcıydı ama uzaktan bakınca
gözümün önünde Lowry tabloları belirdi. Bir farkla: işçi sınıfı fabrikaya doğru
yürümüyordu, her sınıftan insan yamaca doğru tırmanıp kendini aşağı bırakma,
mutlu olma, anı biriktirme ve heyecan derdindeydi. Haymarket'ten bu yana insan
daha az çalışıyordu ama her nasılsa vakti daha azdı.
Karlı
patikanın sonunda Radisson Blu denen otele girdik. Yemeklerine filan bir
bakalım diye. Ortamda her tipten insan vardı. Aklı başında her insanın temel
meselesinin sınıf bilinci'ni taşımak olduğu fikri iyice pekişti zihnimde.
Derken mahluta
çorbam geldi. İlk defa tattım, güzelmiş. İki kaşık da canım karıcığımın
balkabağı çorbasından aldım. Tatlı çorba işi bana göre değilmiş. İki çorba
parası ödeyip sınıf bilincimi fulledikten sonra evimize döndük. Evde yemeğimiz,
huzurumuz ve sevgimiz vardı.
27 Ocak,
Cumartesi
İlker Çatak'ın
Öğretmenler Odası (2024) filmini izledim. Almanya'nın Oscar adayı imiş. Bir
göçmen ailesi mensubundan, bir başka göçmeninin hikâyesi. Bu kez Polonyalı bir
öğretmen... Son dönem Alman sinemasının başat teması bu. Göçmenlik ve Almanya
bir araya geldiğinde kaçınılmaz bir hava siniyor tüm hikâyelere: tedirginlik.
Almanya'da göçmen olmak korkuyu da beraberinde getiriyor. Alman olmayan hiç
kimsenin garantisi yok çünkü! Bu konuda çok daha sıkı bir film izlemiştim:
Visar Morina'nın Yabancı'sı (2020). Kosovalı bir mühendisin bitmeyen, haklı
endişesini ‘takip ediyorduk’.
Yine, aynı
temadan dem vuran Alpgiray M. Uğurlu'nun Açık Kapılar Ardında (2023) filmini
izledim. Yine bir mühendis, bu kez bir tutunma hikâyesi izliyoruz. Ülkesindeki
politik atmosferden bunalıp Almanya'ya sığınan zavallı bir kadının hikâyesi.
Kendi ülkesindeki 'seçkin' konumunu bırakıp Almanya'ya 'sığınıyor' ama Alman
emlak şirketi kefil bulmadan kendisine evi kiralamayacağını söyleyince ne
yapacağını bilemiyor. Diğer gurbetçi arkadaşları da kendisine arka çıkmaya pek
hevesli olmayınca o sözü hatırlamadan edemiyor insan: hemşeri hemşeriyi
gurbette... Orta metraj, yarı-sanatlı bir belgesel havasındaydı film. Her şey
yüzeysel bir tonda işlenmişti ama son yıllarda ülkeden kaçan 'şımarık beyinler’in
hikâyesinin daha çok işlenmesi gerektiğini düşündürttü bana. Bu anlamda tatlı
bir adım olmuş.
18. Hafta
26 Ocak, Cuma
İzlandalı
yönetmen Hlynur Pálmason’un Godland’ını (2022) izledim. Kendini davasına adamış
insanların hikâyesi her zaman ilgimi çekmiştir. Filmde, 19. yüzyıl başlarında
Danimarka’dan çıkıp pagan İzlandalılar arasında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla
bir kilise inşa etmeye giden toy bir sofunun hikâyesi anlatılıyor. İzlanda’nın
muhteşem olduğu ölçüde çetin coğrafyasında din ile doğanın, dua ile karın/soğuğun
çatışmasını izliyoruz. Bu çok katmanlı, çok sayıda farklı ‘okumaya’ imkân
tanıyan filmden bana kalan şeylerden biri de ‘ruhban sınıfı’na güven olmayacağı
idi: her şeyi Tanrı için yapar görünseler bile onların da bizler gibi zaafları
olan birer insan olduğunu unutmamak lazım. Bu zaaflar uzun yıllar bastırılmış
olduğu için tahrip gücü de yüksek oluyor. Çevresinde topladıklarını nereye doğru
sürükleyeceklerini Tanrı’dan başkası bilemez.
Her şey bir
yana, İzlanda sineması denince aklıma gelen o fevkalade şiirsel Evrenin
Melekleri (2000) filmi ve çok sevdiğim başrol oyuncusu Ingvar Eggert
Sigurðsson’u izlemek büyük keyifti.
Adanmışların
hikâyeleri Hıristiyan misyonerlerinden ibaret değil ayrıca. Keşke ilk hadis
derleyicilerinin de filmleri çekilebilse. Bir gün çekilecektir ama bunun yalnız
ve güzel çölümüz olan Türkiye’mizden çık(a)mayacağı çok açık. Gazzali’nin
hikâyesini bile o yermeye doyamadıkları Batılılar yapmadı mı? Bu hikâye, böyle
gelmiş, böyle gidiyor maalesef.
25 Ocak,
Perşembe
Nietzsche'nin
"Ey istem" diyen, Varlığı göreve çağıran bir nidası vardır ki ilk
okuyuşumdan bu yana kulağımda bir çınlamadır gider. Şöyle diyordu, Deccal'in
en sonuna ekli bir şiirinde:
"Ey
istem, her zorluğun dönüm noktası, sen b e n i m zorunluğum! Esirge
beni bir büyük yengi için!"
Ey istem!..
İradenin, bilincin zaafları altında hırpalanan insan! Farkında bile değil çoğu,
ama dünya, en küçük nezaketsizlikte ya da daha fenası, yok saymada, güneşte
geceye gömülenlerle dolu. Utancın, mahcubiyetin ağırlığı herkes için aynı değil.
Bunu bilmemek isterdim, unutmak isterdim. Tek bir dizenin gücüyle içine
gömülmenin ne olduğunu da.
Ey istem!.. İnsan,
hazırlıksız yakalanandır. Evinden uzakta, güneşe ve merhamete muhtaç olandır.
El içindedir ve hamurunda utanç vardır. Kendisini bekleyen yazgıya doğru koşar;
bütün benliği ile geriye dönmek isterken.
"Ey
istemim benim, sen her zorluğun mucizesi, zorunluğum benim!
Koru beni
bütün küçük yengilerden!
Sen yazısı
ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki!
Koru ve esirge
beni bir büyük yazgı için!"
(Çeviren: Oruç
Aruoba)
24 Ocak,
Çarşamba
Leyla'nın
Kardeşleri'ni (2022)
sonunda izledim. Kahredici bir 'doğu hikâyesi'. Bu, şu demek: kadının yok
sayıldığı bir hikâye. Çünkü ‘Doğu’ derken kadın aklının, benliğinin, ruhunun
yok sayıldığı bir yeri tarif ediyoruz, aynı zamanda. Batı ile Doğu’nun ayrımını
ortaya koyacağımız zaman işe buradan başlamalı. Bugün bile temel çatışma budur
bana kalırsa. Batı, ‘Doğu’ dediği şeyin kadını alımlama biçimini tiksinç buluyor.
Batılılaşan kafa da öyle. Oysa Leyla’nın, Leylaların -erkek- kardeşlerinin böyle bir derdi yok. Bir
şeyleri yanlış yaptıklarını akıllarına bile getirmiyorlar ya da işlerine gelmiyor. En azından şimdilik.
23 Ocak, Salı
“... 1944
Mayısı'na dek Taşkent'te yaşadım. Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı
askerlere şiirler okudum. Taşkent'te ilk defa yakıcı sıcağı, ağaç gölgesini,
suyun sesini öğrendim. Ayrıca insan iyiliğini de öğrendim. Taşkent'te çok defa
ve ağır hastalandım. (...) Beni öteden beri çeviri ilgilendiriyordu. Savaş
sonrası yılları çok çeviri yaptım, şimdi de yapıyorum. 1962 yılında
'Kahramansız Düzyazı'yı bitirdim. Geçen sene Roma ve Sicilya'da bulundum. 1965
baharında Shakespeare'in ülkesine gittim, Atlantik ve Britanya gökyüzünü
gördüm, eski arkadaşlarla görüştüm ve yenileriyle tanıştım. Bir daha Paris'e
gittim. Şiir yazmaya hiç ara vermedim. Bana göre onlar zamanla ve halkımın yeni
yaşantısıyla bir bağ kuruyor. Bu yıllarda yaşadığım için şanslıyım.”
—Anna Ahmatova
(Çeviren:
Hande Özer, “Dünya Şiir Mitosları”, Gendaş-Kültür Yay.)
Ahmatova'nın
kendisini anlattığı bu alıntıda geçen "Öbür şairler gibi ben de
hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum" cümlesini ilk
okuduğumdan beri unutmadım. Şiirin yaraları iyileştiren bir şey olduğunu,
bunu okumadan önce de bilirdim ama söylemeye cesaret edememiştim hiç.
Ahmatova'yı bilen bir okur olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.
22 Ocak,
Pazartesi
Bugün Sezai
Karakoç'un doğum günü. (Hayatı boyunca bir kez olsun doğum günü kutlanmış mıdır
acaba?) Okul günlerinde bir okuma grubuna katılmıştım. Karakoç'un 'düşünce'
odaklı 10 kitabı peş peşe okunacaktı: Çıkış Yolu, Diriliş Neslinin Amentüsü,
Yitik Cennet, Günlük Yazılar... Bana göre bir iş değilse bile, "okuma,
okumadır" deyip dahil oldum. Orada, büyük şairimizin ne denli zayıf, sığ
bir düşünür olduğunu gözlemleme imkânı buldum. (Bu, bir yanıyla da
şaşırtmamıştı çünkü genelde böyle oluyor, bir noktadan sonra şiiri kendisine ya
da okura yeterli görmeyenler hayat karşısında madara oluyorlar. Örnek çok.)
Misal, Diriliş Neslinin Amentüsü'nde bir müslüman şehri/hayatı tasavvur
eder Karakoç. Öyle tuhaf bir hayattır ki bu, kadın yoktur içinde! Yalnızca bir
cümlede, "kadınlar da..." diyerek geçer, gider. Esasen kadın
kadar erkek de yoktur denebilir, çünkü insansız, insanı yok sayan, neye hizmet
ettiği, kime seslendiği belirsiz, boş bir tahayyüldür söz konusu olan... (Bir
tek Yitik Cennet'i, o da belli ölçüde ayrı tutabiliriz bu konuda. Yazılmış
şeylerden öte, şairane tavır yüzünden.)
Bütün bir
ömrüne yayılmış asosyal, yabanıl kişiliği ile çevresindeki insanları yalnızca
şiirine hürmeten tutabilmiş birinden söz ediyorum. Öte yandan ömrünün son 40
yılını şiirsiz geçirdiğini unutmamalı. Kurusa da hâlâ yaşayan ağaçlar gibiydi.
Düpedüz ‘parti siyaseti’ yaptı bu şiirsiz geçen yıllarında ama bir başkasının
fikrini dinlemeye tahammül edemeyen kişiliği ile beraber mitingler de
düzenlediği Diriliş Partisi zamanla, yalnızca kendi yüksek fikirlerini serdettiği
özel bir kulübe dönüştü. Diyalogsuz bir siyasetti onun siyaseti... Sözlerim
sert gibi duruyor olsa bile kendisini çok severdim, hâlâ seviyorum. Dünyaya
tamah etmeyişi ve onun köpeği olmuşlara asla yüz vermeyişi ile her daim saygın
biri olarak kalacak zihnimde. Bu anlamda bir kutup noktası gibiydi Sezai
Karakoç. Özellikle ilk dönem şiirlerindeki saf, kristalize lirizmi ile hep
kalbimde yaşayacak. İyi ki doğdunuz, yaşadınız ve yazdınız Sezai Bey!
Şair Ali Asker
Barut'un yıllar önce okuduğum bir yazısında karşıma çıkan ve hiç unutmadığım
bir anısı ile bitirmek istiyorum: Barut, Sezai Karakoç’un bürosuna gitmiş.
Kapıyı Sezai Bey açmış, içeride başka kimse yokmuş. Büyük şairi karşısında
görünce, daha kapıdayken, “Beni buraya Hz. Ali ve Cemal Süreya sevgisi
getirdi” demiş! Sezai Bey başta pek anlam verememişse de içeri buyur etmiş
hemen. Sonra karşılıklı susmuşlar. En çok da bu susuşlarda anlatılacak şeyler
vardır ya, hikâye burada bitiyor, en azından benim aklımda kaldığı kadarı
burada bitiyor ama işbu satırları okuyan zihinlerde devam edecek nasılsa.
21 Ocak, Pazar
Sigaranın çoğu
kötülüğünün yanında, demokratik bir tarafı olduğunu söylemek lazım. Belki de
tek demokrat nesne, bütün kötü şöhretine rağmen... Şöyle ki: yıllar evvel ilk
defa uçağa bindiğimde biraz ‘içeride’ vakit geçirmem gerekti. Havaalanlarının gofretten
simide, yemekten emanet bölümüne kadar her şeyde çok pahalı yerler olduğunu
biliyordum. Derken Sabiha Gökçen ya da Atatürk içinde, emin değilim şimdi
hangisiydi, bir marketten sigara almam gerekti. Normal fiyatının 3-4 katına
razıydım, paramı hazırladım, ne kadar dediğimde söylenen fiyatın 'dışarı' ile
aynı olmasına çok şaşırmıştım. Ne yani, şu havaalanı (ya da limanı) denen ortam,
bir tek sigaraya mı güç yetirememişti? Suya bile fahiş fiyat çeken zihniyetin
insancıklarıydı bunlar! Galiba öyle. Ama halen böyle mi bilmiyorum. Uzundur
‘uçmuyorum’. Ayaklarımın, biraz da teker üstünde mukimim.
Unutmadan:
Türk matbuatının en özel dergisi saydığım FOL’un ilk sayısı Enis Batur
editörlüğünde çıkmıştı ve içinde çok sayıda tiryakinin ‘tütün’ üzerine yazısı
vardı. Murat Belge’nin Virginia tütünü için düzdüğü övgüler halen aklımdadır.
Tabii o eski dâvûdî sesini neyin bu hale getirdiğini de anlıyor insan. Sigara
bu, serde demokratlık var, zararda kimseyi ayırt etmiyor. Öte yandan sigara,
günü gelince bırakmak için içilir! Leyla’ya sözüm var zaten, belki de 2024’te
bırakırım. O’nun inayetiyle.
20 Ocak,
Cumartesi
Cem Yavuz
çevirisi Lenz'i edindim. Öykü şöyle başlıyor: "Ocağın yirmisinde Lenz
dağlardan geçiyordu." Kadere bak, bugün 20 Ocak! Ey edebiyat, beni
daha ne kadar şaşırtacaksın, başka hangi numaralarınla ayartacaksın zihnimi.
Çoktan teslim olmuşken hem de.
Birkaç cümle
ancak okudum ama kitap hakkında yazma yönünde bir muradım var, bakalım, kısmet
bu işler!
17. Hafta
19 Ocak, Cuma
Bir yörük, Alper Gezeravcı
Türkiye’yi temsilen ‘uzaya gidiyor’ bu gece. Böyle bir görev için seçilebilecek
en doğru kişiymiş gibi geldi bana. Çok sempatik ve oturaklı birine benziyor. Tarih bu adı sitayişle yazacak, bir Türkiye ve bir Türkçe olduğu müddetçe adı hep yaşayacak. Öte yandan, çocuklar
için ezberlenecek bir isim daha! Ama bu kez zoraki değil, şevkle, gülümseyerek
ve göğe bakarak.
18 Ocak, Perşembe
Eşler arası bağ, ‘dışarıya’
gösterilen karşı koyuşun gücüyle de ölçülebilir pekala. Bugün bunu öğrendim.
İnsan, herhangi bir durumda ahlaki üstünlüğün kendinde olduğuna eminse, taviz
vermemeli. Bu durumda eşlerin dayanışması, bağların, birlikteliğin en güzelidir…
Leyla ile bugün öyle bir ‘dayanışma’ gösterdik ki, evliliğin mahiyetini ancak
şimdi kavradım diyebilirim, yedinci yılımızdayken!
17 Ocak, Çarşamba
Kürşad Demirci’nin Arkeoloji
Haber’in YouTube kanalında yayımlanan “Sümerlilerin Kökeni Meselesi” başlıklı
sunumunu büyük bir keyifle izledim. İlginç de bir şey yakaladım. Hocanın “tamzara”
denen gelenekten bahsederken kullandığı görsel bizim Elazığ yöresine aitti…
Sahiden de Elazığ (aslında Harput demek daha doğru olur, Harput,) yalnızca
çevresi ile değil, tüm Anadolu/küçük Asya’dan ayrılan, ayrışan bir kültürel
zenginliğe sahiptir. Yalnızca oyunları değil, geleneksel kıyafetleri, müziği ya
da ‘sesi’ hepsinden bir parça barındırmakla birlikte, belirgin farklarla
ayrışan bir özelliktedir. Yıllar yıllar evvel Ege Üniversitesi’nden genç sayılabilecek
bir arkeoloji profesörü ile tanışmıştık. Elazığ’a bir sunum için gelmişti. Şehirdeki
etnografya müzesini gezerken kendisine Urartular’dan (M.Ö. 8.-7. yüzyıl) kalma
eserleri gösteren müze ekibine, “bunlar, formları itibariyle bana pek
Urartulara aitmiş gibi gelmiyor ama tam da şu ya da bu medeniyete aittir de
diyemiyorum açıkçası, araştırılması lazım” demiş. Kim bilir, uzun yıllardır ‘aranan’
Sümerliler’in (Sümerler değil!) en azından bir bölümü, birkaç rengi ile Elazığ’dadır,
değil başkaları, kendileri bile bunun farkında değilken yaşayıp-ölen Gakkoşlardan
başkası değildir. Araştırılması lazım!
16 Ocak, Salı
Sevgili Fırat Özeler’in
Kavur (2023) belgesel-filmini izledim. Güzel bir kıyak
yaptı ve uzun zamandır izlemeyi arzu ettiğim ama bir türlü online platformlara
düşmeyen ya da yaşadığımız şehrin vasat sinemalarına gelemeyen filmi
izleyebilmem için özel bir link yolladı. Kendisine henüz anlamlı bir dönüş
yapamadım ama film, Ömer Kavur ve ‘kendim’ hakkında bir yazı yazdım. Bakalım,
yayımlanırsa kendisi için küçük bir sürpriz olur belki. Halihazırda vefasız bir
izleyici olarak görünmeye rıza gösteriyorum, bu küçük sürpriz için! Filmi çok
sevdim. Fırat Özeler’in büyük işler yapacağına inanıyorum. İlk filmiyle buna
şahitlik edebildiğim için şanslıyım.
15 Ocak, Pazartesi
Türkçe'de müstakil
bir kitabı olmayan Alman öykücü, şair Marie Luise Kaschnitz'ten (1901–1974) bir
öykü var aşağıda. Bir antolojide görüp çok sevmiştim. Kocasını çok sevenler
için –ya da sigarasını...
M. Milât Özçelik
[22 Eylül 2023 –
8 Mart 2024]
~ B İ T T İ ~
23. Hafta &
24. Hafta
Temmuz ayının o
güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir
pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini
çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren
sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle
hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı
düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir.
İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini
dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim.
İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir.
Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı,
bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti.
Geniş zamanlardı.
Bir özel
hastanede doğmuşum. Yaşımı ve Elazığ’ın koşullarını düşününce ilginç buluyorum
bunu. “Özel Hayat Hastanesi” diye bir yer. Aynı hastane, aynı yerde mukim
değilse bile artık, varlığını sürdürüyor. Kimbilir kaçıncı sahibidir
şimdilerde... "İsmet nine" dememin tembihlendiği bir ebem vardı.
Belki de doğum öncesi-sonrası yaptığı yardımlardandır. Ya da doğum sırasında
oradaydı, bilemiyorum. İyi bir kadındı. Ölene kadar nine dedim, saygıda kusur
etmedim, bayramlarda ziyaretine gittim. Türkçe bilmezdi. Kürt'tü.
Beş kardeşiz,
en büyükleri benim. 'En büyük' olmayı hiç sevmedim: abi yok, abla yok... Abi
neyse de, bir ablam olsun isterdim. Ablası olanların hayatın sıkılı yumrukları
karşısında daha güçlü durdukları yönündeki yargımı 15 yaşımdan beri koruyorum.
Annem tek çocuk olduğu, babamın kardeşleri ise köyde yaşadığı için, mesafeden
kaynaklı kuzensiz geçen bir çocukluğum oldu. Akraba mefhumum zayıftır. Hiçbir
zaman yalnız hissetmedim kendimi. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi
olduğunu düşünmüyorum. Yalnızlığı arzulayan bir çocuk oldum hep. Bunun
kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olabilir... Yalnızlığı sevdim. Kendimle
geçen bir çocukluktu benimki. Hep içime doğru dal budak salan bir yalnızlıkla
büyüdüm. Büyümeyi sevdim. Her yaşımda kıyının ötesine geçme arzusu taşıdım.
Bütün miskinliğime rağmen.
Benim ve diğer
dört kardeşimin adı, doğum tarihleri ile birlikte evdeki en eski Kur’an’ın
sonunda yer alan bir boş sayfada yazılıydı. Bunun simgeselliğini hep
sevmişimdir. Çocukken sık sık ‘misafir odası’ndaki Kur’an’ın yanına varırdım.
Yeşil renkte bir el örgüsü kılıf içinde muhafaza edilirdi. Saygıyla kılıfından
çıkarır, üç kez öpüp alnıma götürürdüm ve arka kapak içinde yer alan yazıya
bakar dururdum.
Çocukluğumun
geçtiği mahalle ilginç bir yerdi. Orayı Rulfo’nun Comala’sına benzetirim hep ve
oldum olası kendi Comala’mı yazma arzusu duyarım. Comala’dan daha vahşi daha
yobaz ve neredeyse 'patafizik' bir mekândı. Bir köy değildi ama herkes
köylüydü. Zazaca konuşuluyordu. Kadınların çoğunun Türkçe bilmediğini
hatırlayabiliyorum. Hemen herkes birbirinin uzak-yakın akrabasıydı mahallede.
Herkes aynı uzak köyden yakın bir vakitte şehre ‘inmişti’. Şehir merkezine
yakın eski bir Ermeni yerleşkesiydi bu yer. Türküsü bile vardır, Hüseynik’ten
çıktım şeher yoluna... Mahalledekiler hakkında hiçbir şey söylemek
gelmiyor içimden. Arkadaşlarım hakkında da. Bazılarıyla zamanla karşılaştık.
Aynı dünyadan olup, bunca ayrı düşmek beni şaşırtıyor. Yoldan sapan ben olmuşum
nedense. Böyle şeylerin dinamiklerini anlamakta akıl kifayetsiz kalır. Bir oyun
sahnesi olan dünyamızın garip işleri.
Çocukluğum
sözkonusu iken yalnızca dedemi ve ineklerimizi düşünmeyi seviyorum. Bir de
durmadan kanayan burnumu sildiğim mendilimi: olmadık yerde kan süzülürdü
burnumdan. Bu yüzden de hep mendil taşırdım yanımda. Öyle ipekli filan değil, alelade,
fabrika işi pamuklu bir mendil. Onu, yaşadığımın bir ispatı gibi saklıyorum
hâlâ. İneklerin otlayışını izlerken ne denli rahatladığımı düşünüyorum sonra.
Elimden eksik olmayan sığırtmaç sopama yaslanır, ineğimin ‘doygun’ adımlarına
ağır ağır eşlik ederdim. Sabah okul, öğleden sonra inek otlatma... Bazen
dedemle çıkardık inekleri otlatmaya. Bana, sen git arkadaşlarınla oyna derdi ama
ısrarla dedemin yanında kalırdım. Yaz-kış omzundan düşmeyen ceketini yere serip
namaz kılışını izlerdim. Hep mütebessimdi. Aklımda kalan tek sözü yok.
Tebessümü ve ilkeli hayatıydı onu zihnime kazıyan. Bir kez olsun televizyon
izlemedi mesela. Anlamlı ya da değil, ‘aptal kutusu’na karşıydı ve ölene kadar
(2006) ona sırtını döndü: arada bir, yanımıza gelirdi, biz televizyona
bakınırken o sırtını ekrana, yüzünü ise bize dönüp gülümserdi. Bu fevkalade
şiirsel sahneye kayıtsız kalamaz, televizyonu bırakıp dedemi izlerdim. Onun
bizi izlemesini izlerdim... Akşam olmadan dönerdi eve. Onu görür görmez
mutfaktan küçük bir su kovasını kapar, evimizin yakınındaki çeşmeye koşardım.
Buz gibi suyu taşana değin doldurup, dedemin tabiriyle, ‘serin bir su’ ile
karşıladığım için her seferinde 2500 liralık bozukluğu cebime indirirdim...
Son 12 yılı
ağır bir parkinson hastalığı ile geçti. Çoğu zaman olduğu yerden ayağa
kalkamıyordu artık. Her gün, birkaç kez nineme yardıma gidiyordum, dedemin
kolundan tutuyordum, o da bana tutunup doğruluyordu... Onu kaybettiğimde 18
yaşımdaydım. Henüz her şeyin başında olduğum bir yaşta. Hiçbir şeyim yokken ve
ne olacağım belirsizken. Onun benden hiç ümit kesmediğini biliyorum ama dedeme
kendi paramı kazandığımı, başkasından yardım almadan ayakta durabildiğimi, iyi
bir meslek edindiğimi ya da bir arabamın filan olduğunu gösteremediğim için
üzülürüm bazen. Henüz bir evim yok. Dedem evini kendi yapmıştı. Kendi derken,
kendi elleriyle... Dedemin torunu isem ben de başarabilirim bunu. O olsa, sen
daha güzelini yaparsın oğlum derdi... Belki cennette buluşuruz senle, Bawheci.
Sana yakın durmak, seni izlemek isterim yine.
Hayatımı
anlatacağım diye çıktım yola ama fark ettim ki daha çocukluktan çıkamamışım. 20'li
yaşlarıma kadar çocukluğumdan miras bir rüyayı düzensiz aralıklarla görüp
durdum: evimizin, yerden yüksekliği yetişkin bir insan boyundaki balkonundan
aşağı düşüyor ama yere varmıyordum bir türlü. Bir yürek çarpıntısıyla boyuna yere
doğru süzülüyordum. Bu kadar uzun değildi, dibe vuracaksam da vurayım artık
diye düşünerek geçen rüyanın sonu belirsiz bitiyordu. Yerle gök arasında bir
yerde bırakıyordu beni... Benliğim, bu belirsiz hâlden ızdırap duyuyordu artık.
Sonra bir gün Vergilius'un dizelerini okudum: Düşmem gerekiyorsa/ gökten
düşmeyi tercih ederim. Bunu okuduktan sonra keyiflendim, rüyamı
sevdim. Ve, düzensiz aralıklarla gelen, belirsizlikle biten rüyamı yeniden
görmeyi bekledim. Ama bir daha göremedim o rüyayı. Bir başka şairden
öğrenmiştim, dünyadan çıkabilmenin yolunun rüyalar olduğunu. Ben bunu
amaçlamazken, zaten çıkıp dururmuşum bu dünyadan. Bana acı vereni istediğimde,
tam o anda, çakılıp durmuşum yere. Şimdi, yazdıkça unuttuğum bu yerde, unuttukça
sevdiğim dünyadayım. Yazıyorum ve düşünüyorum yine. İlkbahar, gelmek üzere.
22. Hafta
23 Şubat, Cuma
P.S.
Sondan bir önceki hafta bu. Sıkılmak
şöyle dursun, alıştım, sevdim de günce tutmayı ama yapacak başka yazı-çizi
işlerim var. Başka sulara açılmak niyetindeyim... Önümüzdeki hafta ‘hayat
hikâyemi’ anlatıp kapatıcam bu faslı. Hayatıma dair ne anlatacağımı bilmiyorum
şu an. Anlatmaya değer ne olduğunu da. Tristram Shandy gibi daldan dala atlarım
herhalde ve güzelliğe anlam katan her şeyde olduğu gibi, tadında bırakmış
olurum. Haftaya, son kez görüşelim, 23. haftada bitirelim.
*
Wim Wenders'in Perfect Days'ini (2023) izledim. Entelektüel yönetmenler Japonya'ya
gidince bir başka güzelleşiyor. Bu film bir kitap olsaydı Abbas Kiarostami'nin Like Someone in Love'ının (2012) yanına
konurdu. Tabii Abbas ustanın da bir kitap yazmış olduğunu varsayarak söylüyorum.
Aynı ruhun filmleri ikisi de: temiz, mutlu, aydınlık ve dingin... Filmi Ahmet
Güntan’a da attım, bekliyormuş zaten, link istedi verdim. Neden bilmiyorum, Lou
Reed bana hep Güntan’ı hatırlatır. Sabah, daha güneş bile doğmamışken göğe
bakıp yüzü gülen, ağaçları, şarkıları ve kitapları dost edinmiş yalnız bir
adamın, yalnızlığı ‘seçmiş’ Bay Hiyarama’nın hikâyesini çok sevdim. Bir
şekilde, ben yaşadıkça, benimle yaşayacak bir film.
22 Şubat,
Perşembe
Faruk Nafiz Çamlıbel'ın apartmanı
varmış. Daire değil, koca apartman. İyi bir mimara yaptırılmış, boğaz manzaralı
güzel bir ev. (Bunu yazarken aklıma garibim Behçet Necatigil geldi. Aynı zaman,
aynı uğraş, belki farksız kaygılar ama bambaşka hayatlar. Necatigil’in, önemli
eserlerinden “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nün ilk baskılarında, hatta
ölümünden sonra bile Nâzım Hikmet maddesini bulamazsınız, ekmek derdiyle, korkuyla
geçen ‘şairane’ bir hayat. Ne diyebilirsin ki. Türkçe memurdur.) Arada şöyle
tuhaf bir düşünce belirir zihnimde: 'son modelinden' Mercedes'i olan bir şair
görsem ne düşünürdüm acaba? Cevap da veremem buna. Bugün önemli bir şairimizin
koca bir apartman sahibi olduğunu öğrendim. Helal olsun, saygım arttı. O son
model Mercedes’iyle gezen şair de ben olurum inşallah. Mercedes’ten iyi şiir
var m’ola?
*
Enis Batur PEN şiir ödülünü almış.
Alsın, hakkıdır. PEN Türkiye arada bir, kafalarına göre dağıtır böyle ödüller.
Şimdiki başkanı Zeynep Oral. Zeynep hanım çok önemli, uluslararası tanınırlığı
olan biridir. Ben bu ödülü sıradan bir şiir ödülü olarak değil, Enis Batur’un aslında
Nobel’e de aday gösterildiğini muştulayan bir haber olarak okumayı tercih
ettim. Nobel komitesinin –genellikle– PEN’lerden, yazar örgütlerinden öneri
aldığını biliyoruz. Sürpriz yapmayı sevdiklerini de biliyoruz! Kim derdi ki bir
Mo Yan, Svetlana Aleksiyeviç ya da Abdulrazak Gurnah alacak bu ödülü. Nobel’in
konjonktürel bir tarafı da olmuştur hep ama arada bir es’ler verir ve gerçek
edebiyatçıları da ödüllendirmeyi bilir... Tahminlerim genelde tutmaz ama bu kez
içime doğdu diyebilirim. (İçime doğan şeylerde de çokça yanılırım ama kez...)
21 Şubat,
Çarşamba
Erden Kıral’ın Hakkâri'de Bir Mevsim'ini (1983) izledim. Kabahat o eski 'çamur'
gibi kopyada değilmiş, fevkalade vasat bir iş. Genco Erkal filmin en öne çıkan
isimlerinden ama bana göre en yorucu, en olmamış tarafını teşkil ediyor. Gerçek
bir tiyatrocu belki, öyle deniyor, gel gör ki sinema bunca sıkleti çekmez!
Bakışları ve tavrı o denli teatral ki ona bakmaktan filmi seyr’eyleyemiyor
insan... 12 Eylül'ün vahşi, dil-kültür-insan düşmanı zihniyetinin etkisi değil
sorun. Estetik, her şeyi aşmakla yükümlüdür. Çünkü aşabilir, bu bilinir. Küçük
bir örnek olsun diye: İran'da da sansürün haddi hududu yok, 50 yıldır sürüyor
hatta, ama çıkan ürünler de ortada. Jean-Luc Nancy’ye “Filmin Apaçıklığı”nı
yazdıran gücü düşünmek, anlamak lazım.
Neyse... Bu hikâye (ki, Türk
edebiyatının en muhteşem metinlerinden biridir bana göre, tam anlamıyla bir
şiir-romandır) yeniden filme alınmayı hak ediyor ama sanat dünyamız hâlâ eski
kafayla hareket ediyor: ne Edgü ne entelektüeller razı olmaz buna. Teklif dahi
edilemez böyle şeyler! Peki bu haliyle olmuş mu bu film? Kendini sınırlamış,
sınırlarını aşamamış bir iş, “hey lo-lo-lo” ile “hay le-le-le” arasında sıkışıp
kalır, kalmış da. Sorsan ‘vefa’ derler, söz söyletmezler, çünkü dürüst
değiller. Kampların insanı hepsi. Hakikatin sahibi yok, Hakkâri’nin nasıl
olsun...
20 Şubat, Salı
Sarah Kane'i ne çok sevdiğimden
bahsetmiş miydim? Ölüm yıldönümü bugün. Ayakkabı bağcıkları ile birlikte...
Toplu oyunlarını geçen yıl okudum ve kalbime yakın bir yere, şiir kitaplığına koydum.
Şiirdi çünkü bütün yazdıkları. Kim aksini iddia edebilir?
Kane üzerine uzunca, deneysel bir
şiirim var zaten, oyunları üzerine de bir şeyler yazmak istedim ama o kadar
sert ve hakikiydi ki her şey, ya sahteliğe prim verecek ya da hakikatin bedeli
ile yüzleşecektim. (Bunu yalnızca oyunları okuyanlar anlar, burada abartı yok.)
Yapamadım ama hâlâ masamda duruyor birkaç not, fotoğraf, şiir... ve aklımda o
bön soru: böyle bir yazar, bir daha gelir mi?
19 Şubat,
Pazartesi
Leyla, Margit Schreiner okuyor şu
ara. Onun okurluğuna her zaman imrenmişimdir. Bunca hızlı okuyup nasıl böyle
derinleşebildiğini aklım almıyor. Ben çok yavaş okuyan biriyim. Buna mukabil
her işimde aceleciyim. Nice iyi şeyi tez canlılığım yüzünden heba etmişimdir.
Pişmanlık duymadığım tek işim yok şu hayatta... Leyla'nın okurluğu şu yönüyle
de beni ilgilendiriyor: her şeyi, bütün ayrıntılarıyla bana anlatır!
İzlemediğim nice filmi ya da diziyi ve okumadığım nice kitabı müthiş bir
anlatıcıdan dinlediğim için 'bilirim'. Bir gün Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'sunu
okudu. Upuzun bir tren yolculuğunda... Benim 'taç' kitaplarımdan biri olarak
kabul ettiğim, iki kez okuduğum Pedro Paramo hakkında teoloji ve felsefe
bilgisini de kullanarak öyle yorumlar, çıkarımlar yaptı ki romana dair aslında
çok az şeyi fark ettiğimi, bildiğimi gördüm. Hâlâ, en iyi sohbetimiz sayıyorum
bunu. Çok ısrar ettim bir Pedro Paramo yazısı için. Başta olumlu yaklaştı ama
sonraları bıktırdım galiba. Olmadı, yazmak istemedi. Belki bu aceleciliğim
yüzünden, Heidegger'in deyişiyle "düşünmeyi bilen" bir felsefeciden
mahrum kalıyor güzel Türkçemiz... Benim şansım O, onun şanssızlığı benim sanki.
18 Şubat, Pazar
Karl Krolow'dan (1915 - 1999):
"Gece bir keten kuşunun derisi
kadar hafifti.
Tarttı onu elinin ayasında
ve sesinin ardından gitti." (Ses)
"Her sarı biliyor
bir limonun hikâyesini." (Renkler)
"Gözün akında şimdi
farkediliyor şiir yeteneği.
Karanlık adamlar, yorulmuş,
uyuyorlar ayakta." (Akşam)
"Kayıkçısı olmayan gölet
yaşıyor balıklarıyla." (Gözden
Kaçan)
"İlkbahar
koparılmış çiçeklerden oluşur.
Özgürlük
güneşte bir gezintiden."
(Sanatın Özgürlüğü)
Derken, bir şeylerin yerli yerine
oturmadığı intibaına kapıldım. Çevirmen Hilmi Tezgör bir yerde "traş"
demiş (Fark), bir başka yerde
"yanyana" (İçine Konulduğun
Deri). Yine bir şiirde geçen "Almancada ölüm/ erkek
cinsiyetinindir." dizelerine anlam veremedim. Cinsiyetinindir ne demek
yahu? Erkek demek bir cinsiyeti ifade etmiyor mu zaten, olmadı 'eril' dersin.
Ya da düpedüz: "Almanca'da ölüm erkektir". Çocuklar için hazırlanmış
bir alıştırma kitabında bile olmaz böylesi. Bir de şiir çevirmeye
girişiliyor... Ama en fenası şurada (Sanatın
Özgürlüğü):
"Mayıs bir kuştur
bir sokak faresinin,
ağızında taşıdığı."
Hadi çevirmenin aklı karışmış,
aklında tuttuğu ‘kedi’ bir anda ‘fare’ oluvermiş diyelim. Peki editör? O ne iş
yapar, ne işe yarar? Sözkonusu editör de Birhan Keskin bu arada.
Bu dizeleri 'okumuş' herhangi biri,
bu ifadede bir terslik olduğunu görürdü. Yığınla hata olan kitabı daha fazla
okumak istemedim. Karl Krolow Haziran 99'da ölmüş. "Dünyanın
İşaretleri" ise Temmuz 99'da çıkmış ve çevirmen Hilmi Tezgör, Büchner
ödüllü bir şairi bir defa daha öldürmüş desem yeri. Şöyle bir bakındım diğer
işlerine, 25 yıldır filan şiir ya da başka şey çevirmemiş neyse ki. Ülkemizde
yayıncılığın hangi 'temeller' üzerinde yükseldiğini anlamak adına ibretlik bir
örnekti. Böylesi zırvalık dolu işler çoğu zaman daha öğretici oluyor, ayrı konu:
‘olması gereken’in belli bir tarifi yok ama neyin ‘olmaması gerektiği’ni
bilmek daha önemli.
17 Şubat,
Cumartesi
Kitap mezatına gittim bugün. Aslıhan
Pasaj’daki Gezegen Sahaf mezatlarını arıyor gözüm ama nafile. (O bile artık
aynı yerde değil.) Taşrada süreğen olan tek şey, şairin deyişiyle, ölüm
dirim hazırlıkları... Sıkıldığım bir gündü, mezat sonunda mekândan ayrılmayıp
aldıkları kitaplar, kentteki kültür faaliyetlerini konuşan bir grubun sohbetine
katıldım. 5-6 kişilik grupta bir arkadaşım vardı, yanına iliştim hemen. Biri, özellikle
domine etti konuşmayı, nedense benim sohbete girmeme müsaade etmiyordu.
Tanıyordu çünkü beni. Ben sohbete girince ona konuşacak bir şey kalmazdı. Acıdım
ve Yusuf Atılgan'ın "insanları yalan söylerken dinlemeyi severim"
deyişindekine benzer duygularla, daha bir dikkatle dinledim, o anlattıkça
şaşırmış numarası yapıp durdum. Ben böyle yaptıkça kızardı, tedirgin oldu, her
şeyi birbirine kattı, okumadığı metinler hakkında atıp tutmaya başladı...
Geçmiş vakit, yine böyle bir gün,
Tomris Uyar'ın Otuzların Kadını'ndan bahsedilirken "evet evet, otuz
yaşında olmak çok özel" filan demişti biri. Oysa bir yaşı değil, dönemi
ifade ediyordu öyküdeki otuzlar... Okur-yazar tayfa içinde bir tipoloji var ki,
her tür zemin ve zamanda aynı refleksi gösteriyor: çoğunlukla acıklı bir
kendini pazarlama.
Yalnız ayrıldım mekândan, sonra
birkaç sahaf gezdim. Her anlamda nasipsiz bir gündü. Mezattan aldığım iki
kitaptan başka bir şey yoktu elimde. Onları da sırf boş çıkmamak, katkı sunmuş
olmak için aldım zaten. Güzel bir kitap edinemediğim, işe yarar bir şeyler
öğrenmediğim ya da Leyla ile uzun bir sohbet, karşılıklı birer filtre kahve
içemediğim ginleri ziyan sayıyorum.
Amaçsız, müstağni olmayan bir ruh
haliyle yürüyüp ne yemek yiyeceğim konusunda da kararsız kalmıştım ki bir
arkadaşım aradı, akşam beraber yemek yiyelim, sonrasında da takılırız dedi.
Takıldık takılmasına ama pek de keyif aldığım bir gün olmadı. Öyle ki, bu
bıkkın, hiçbir şey öğrenemediğim, şu günce için düştüğüm notlar dışında
hayatıma yönelik bir katkı sunamadığım günün ağırlığı ile birkaç haftasonunu
evde geçireceğim konusunda kararlılık hissettim sadece.
21. Hafta
16 Şubat, Cuma
Bir siyasi toto yapalım: Taylor Swift 2029 ya da 34'te
Amerika başkanlığına oynayacak. Daha doğrusu, oynatılacak. Bu tantana, Kosinski’nin Bir Yerde’sini hatırlatıyor bana. Ayrıca, bir ‘gösteri
imparatorluğu’ olan Amerika’ya pek yakışır. Ukrayna’ya musallat olan soytarı, bön
cesaretiyle bir ülkeyi yok oluş noktasına getirdi. Bakarsın bildiğimiz anlamda
Amerika da bu sayede tarihin çöplüğüne süpürülür. Tabii böyle bir sonda acı
çekenin yalnızca Amerika olmayacağı açık. Dilerim kısa ve acısız olsun. Swift
şarkıları gibi yavan. (Bunu yazdıktan sonra, şarkılarına haksızlık mı ediyorum
acaba diye birkaç şarkısına kulak vereyim dedim, aman Allah’ım, az bile
söylemişim, ‘popüler kültür’ün bile haz verir bir yanı var diye bilirdim ben,
bu ‘tonal gürültü’ çıldırtır insanı. İyisi mi Tindersticks, Stuart Staples dinlemeye devam edeyim ben.)
15 Şubat, Perşembe
Bundan böyle bu blog dışında hiçbir yer için yazı yazmamaya karar verdim.
Matbu dergilerde yazı yayımlamama yönündeki kararımı Kuyudaki Koro adında bir dergi için yazdığım Thomas Hardy yazısından
sonra almıştım. İsabet, benim yazının yayımlandığı sayı, sanırım 9. sayıydı,
derginin de kapanış sayısı olmuştu. Yıl 2014... On yıl sonra bir karar daha.
(On yılda bir tersle düz oluyor sanki insanın dünyası.) Burası dışındaki
dijital mecralara da paydos. Özel bir sebebi yok. Anlamsız geliyor sadece...
Her şeyin, bütün ilişkilerin, etkileşimlerin sahteleştiği, karton göründüğü bir
atmosferde, değilmiş gibi davranmak istemiyorum artık. Günce sonrasında, yalnızca
kitap odaklı üretimlere ağırlık vermek istiyorum. Neden bilmiyorum, bu aralar
çok öfkeliyim.
14 Şubat, Çarşamba
Bir arkadaşım neden günce tuttuğumu sordu. Yıllar sonra biyografimi yazacak
kişilere yardımcı olmak için, diyemedim tabii, ben de bilmiyorum deyip
geçiştirdim. Ama şunu söyleyebilirim: Kendimi kat etmek için yazıyorum –Henri
Michaux. Belki de şöyle sormalıydı: neden [kamuya] açık bir günce?
1789 'devrimi', tarihin sırtına büyük bir insan enkazı yükledi. Devrimin
yedikleri Danton ya da Chamfort'tan ibaret değildi. Büchner de bir kurbanıdır
devrimin, Novalis de. Novalis, o her daim genç, uzun saçlarıyla yakışıklı büyük
ruhun Mahrem Güncesi'ni okurken, onun kadar olmasa da derin düşüncelere
kapıldım. O mahrem kaldı ama tarih onu faş etti. Ben faş olmak ister gibiyim,
bütün bu bilinme arzusuna rağmen diyorum kendime, tarihin örtüsü altındayım.
Tanrısal bir boyut ya da kılıf taşısa bile, insan sözkonusu iken bu isteği küçümsemedim
mi hep? Her neyse, Novalis gibi, karar deyip geçeyim.
"Ayrıca şunu da fark ediyorum ki, benim yazgım,
bu dünyada ulaşmamak hiçbir şeye; tam tomurcuklanırken yaşam, marufta –ve de kendimde– en güzel
şeyi keşfetmeye henüz başlamışken, ayrılmak her şeyden. Kendimi yeni keşfediyor
ve bunun tadını çıkarıyorum; işte tam da bu yüzden gitmeliyim."
Novalis, 26 Mayıs 1796
(Mahrem Günce, s. 41, Çev. Mehmet Barış Albayrak)
13 Şubat, Salı
Erzincan İliç'te bir maden faciası daha yaşandı. Bu türden felaketler bir
Türkiye klasiğine dönüştü artık... Okul yıllarında bir arkadaşımız burada staj
yapmıştı, çok imrenmiştim. Sonra ona da kısmet olmadı bu madende çalışmak ama,
bilen bilir, yabancı ya da yabancı ortaklı bir şirkette çalışmak her beyaz
yakalı Türk’ün hayalidir! Görünen o ki, onlar da artık bizim gibi, hatta bizden
de beter... Sonraları böylesi bir yerde çalıştım. Cezayirli bir arkadaş vardı,
45 yaşında filandı o zaman. Belçika merkezli bir firmadaydı ve 6 dil biliyordu.
Bir defasında, dünyanın her yerinde, 20’den fazla ülkede çalıştım Milât,
demişti ve yakasını silkerek, “Turk business
berbat berbat” diye eklemişti. Bu konuşmanın üzerinden 10 yıl geçti. Şimdi
daha berbat. Yarın, kim bilir, berbat berbat...
12 Şubat, Pazartesi
Bülent Erkmen tasarımı bir kitabım olsun isterdim. Çok uzun zamandır bu
arzudayım ama kader ya da koşullar bana bu imkânı vermeyecek gibi. Oysa Bülent
Bey hâlen yaşıyor. Ömrü uzun olsun...
Yalnızca kitap değil, bir tasarımcı/sanatçı
olarak sevdiğim, takip ettiğim biridir Erkmen. BEK’in sitesine arada bir girip
bakarım, ‘son işler’i görmek ve yeniden hayran olmak için.
Vaktiyle (2017 olmalı) bir sertifika programına katılmıştım. Hoca, eğitim
sonrası verdiği ödevde üç özgün tasarım nesnesi hakkında kısa bir ‘rapor’
yazmamızı talep etmişti. Yazdığım raporlardan biri Erkmen’in John Cage için
yaptığı bir sergi afişiydi (John'
Cage" sergi afişi, Bülent Erkmen, 2012.) Bir hafta sonra ödevden kaç
almışım diye girip bakayım dedim, hoca sıfır vermiş. Gerekçeye de intihal filan
yazmış. Biraz da eğlenerek, sert bir mail yazmıştım. İddianız buysa ispat edin
o zaman nereden arakladığımı yazmıştım. Cevap gelmedi ama günsonunda notum
değişmişti: 95.
İşte, John Cage afişi hakkında yazdığım ‘rapor’:
20. Yüzyıl deneysel/kuramsal
müziğinin en önemli ismi John Cage adına Amerika’da açılacak bir sergi için
Bülent Erkmen’den bir afiş hazırlanması istenmiş. Erkmen, tasarım süreci
içerisinde Cage’in kült eseri 4’33’’ (4 dakika 33 saniye, 1952) üzerinden bir
afiş hazırlamaktan yana koymuş tavrını. İşbu eser 4 dakika 33 saniye boyunca
süren ‘notasız bir müzik’ eseridir. Müzisyen piyanonun başına geçer, nota
defterini açar ve kronometrenin düğmesine basmasıyla eserin icrası başlar. İlk
bakışta 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir sesin olmadığı intibaına kapılırız.
Oysa bir müzik/ses vardır ama bu ses, alıştığımız üzere müzik aletinden değil
‘çevre’den gelir. Cage, 4’33’’ eserinde ‘dış sesin’ bestesini yapmıştır:
öksürenler, boğazını temizleyenler, sırıtıp gülenler… Bülent Erkmen’in afiş
tasarımındaki büyük boşluk işte bu eserden hareketle ortaya konmuş bir
yorumdur. Buruşukluk ise dışarının sesine bir göndermedir. Bunun için matbaa
çalışanlarından yardım aldığını da ekleyeyim. Tek talimat: buruşukluk merkezden
dışarıya doğru yapılacak. Tıpkı sesin, ağzımızdan çıkarken yumuşayıp dağılması
gibi… Benim için bir ‘arzu nesnesi’nden farksız olan bu eserin matbaa
çalışanları için de eğlenceli bir mesaiye karşılık geldiğini tahmin etmek güç değil.
11 Şubat, Pazar
Füruzan... Parasız Yatılı'nın yayımlandığı Şubat 1971'den 53 yıl sonra,
yine bir Şubat günü ayrıldı aramızdan. Ölüm haberini okuyunca, Parasız
Yatılı'da kızını sınava uğurlayan annenin yağmurun altında gülümseyerek
bekleyişi geldi gözümün önüne... Açtım, yeniden okudum öyküyü.
—Bu
okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da
öğrendin mi?
—
Öyle ya, yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
—
Öyleyse ben burayı kazanırım.
Uzun ömrü boyunca hep güzel kalmayı başardı, sadece bu da değil, yoksul ve
garip bir halkın güzelliğinin peşinden gitmeyi amaç edindi, bunu da başardı.
Bir tür Narodnikti diyebiliriz onun için. Hiç slogan atmamış bir Narodnik.
Daha ilk kitabıyla bir edebiyat olayına dönüşmüştü (Fethi Naci). Böylesi
çok azdır bizde. Bir ölçüde Latife Tekin de böyledir. Ya da daha eskilerden,
Garip şairleri. Günümüz edebiyat iklimi her şeyi biricikleştirdiği için tek ve
büyük bir şeyin etrafında toplanmak gittikçe zorlaşıyor. Füruzan’ı bir devrin son
temsilcilerinden biri sayabiliriz. Başkasını da düşünen, ‘görev ahlakı’yla
yaşamış saygın bir kuşağın son temsilcilerinden biri... Güzelliği büyüten ruhu,
Rabb’in rahmetiyle kuşansın.
10 Şubat, Cumartesi
Türkiye üzerine düşünecek, burada yaşamanın ne anlama geldiğini çözmek arzusundaki
birinin Vedat Milor'un dedesinin öğüdünü aklında tutması gerekir diye
düşünüyorum: Dedesi, tanımadığın insanlarla din ve siyaset konuşma demiş
Milor'a. Sosyal medya denen personası değişken baloda fikir beyan etmek kadar
hem anlamsız hem tehlikeli bir şey daha yok. Her şey, aleyhinize delil olarak
kullamak için kurgulanmış bir sorgu odası görünümünde. Değişmeye, dönüşmeye
imkân yok, makul olmakta direten birine yer yok. Hangi maskeyle boy verdiyseniz
onu korumak zorundasınız –bedelini de göze alarak elbette. Dünya bu kadar katılığı
kaldırır mı şüpheli...
Katılık dediğim an, yıllar öncesine gitti zihnim. Murat Erşen, bir
yazışmamızdan sonra "ilk fırsatta
Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'unun son paragrafını oku Milât" demişti, gülerek. Belki 10
yıl geçti, yeni okudum. Sanırım yukarıdakine benzer düşünceler savurduğum bir
akşam, her zamanki nezaket dolu hinliği ile şurayı okumamı salık vermişti:
" Eğer genç insanlar “absürd bir ortamda büyüdüklerini”
hissediyorsa, içinde büyüyebilecekleri anlamlı ya da onurlu bir yaşam göremiyorlarsa,
sıkıntının kaynağı “çağdaş toplumun ruh hali değildir.” Sorunun kaynağı “bu ruh
halinin kendini yeterince gerçekleştirememesidir.” "
Doğrudur. Belki değil, büyük ihtimalle böyle. Ama şunu da bil ki sevgili
Murat, son paragrafta geçmiyor bu cümleler, sondan bir önceki paragrafta. Son
paragraf şöyle başlıyor: "Ya yarından sonrası?"
Bakarsın yarından sonra benim gibiler haklı çıkar. Berman'ın bile
buharlaşıp havaya karıştığı bir gündür belki yarın...
20. Hafta
9 Şubat, Cuma
İnsanın kendi kuşağından iyi bir şairi okuması büyük keyif. Bâtınî Siyah’ın şairi Murat Saldıray ile
aynı yıl doğmuşuz, 1988'de. Yüzyıl arifesinde doğmak berbat bir duygu.
Büyüklerimiz, bizim kuşağa ne çocuk ne büyük gibi davrandı. Herkesin kafasının
karışık olduğu bir dönemdi 90'lar. Biz, özellikle de '88 doğumlular, kayıp bir
nesiliz. 1902 doğumlular gibi talihsiziz. Bütün dönüşümler bizim üzerimizde
test edildi. Hâlâ büyümedik, zaten büyük olduğumuz zannıyla geçti
ilkgençliğimiz... Kendi kuşağımızın zencileriyiz biz. Bir kere değil, iki kere
zenciyiz üstelik: son sayı için yeltendiğinde, yeşil zeminde duran iki siyah 8;
tanıdık bir yüzün gözlerini hatırlatan.
Zannediyorum Murat Saldıray şiirindeki öfkeli sesin ve karamsarlık tonu
yüksek şiirlerin bir sebebi de bu: '88 acısı. Aşağıya şiirlerinden birkaç parça
bıraktım. Kendiniz karar verin, bu kadarıyla karar vermek mümkünse tabii.
Kitapta "kesif bir gül kokusu" var. Güller, her yere saçılı. Kalpten
dizeler, bir yaz gününü özler halde. (Benim de çok sevdiğim, kullandığım bir
tema bu.)
Bir de eleştirim var. Arkadaşı olsam, bu kadar çok 'eski kelime' kullanma
derdim. 40'larda yazmış bir şairi okuduğunu sanıyor insan. Ve son bir şey:
kitaptaki William Hazlitt alıntıntısının bu blogdan yani benden alındığını fark
ettim. Benim küçük iz'lerim olur, bir çeşit mühür! Bunda bir sakınca yok ama ilk
kez olmuyor böyle şeyler. Ballar balını da bulmadık ama, kovanım yağma.
*
kalbim aka aka kuruyan
bir yıldız gibi topladı karanlığını
artık yalnızlığını kınayacak
bir ruh aramaktan vazgeç...
*
O sen misin ölümün akıl almaz
rengi? seni de kırdığı gün
dalında sonbahar...
uzaklar
ve yolların hıncı,
birikir yolcunun yüzünde;
işte ben yine bu hüzünde
matemsiz ve kıyıcı
bir ağırlanış gibiyim...
*
Bir gül değilse ne gölgeler
bende kanayan şiiri?
*
gördüm, gözlerindi
iki iri siyah gül gibi açılan
ve ağlamak için
kendi kıyıcı güzelliklerinden başka
bir bahanesi olmayan...
*
zamanın saydam kabuğuna
sürterek alnımı
ve yüzümde çentikler açan
saatleri geçerek
bekliyorum, yazların
kanımla aydınlanacak sunağında...
*
Ölümcül, bâtıni ve siyah bedenim...
Beni bir gömü
gibi bulmuş ve unutmuştur orada...
*
...Diotima,
bana gerçeği söyle, bir gölge, bir şiir
değilse aşkın yarım kalmışlığı, nedir?
Ve ben yolların devamında ne buldum?
Murat Saldıray, Bâtınî Siyah,
Ötüken Neşriyat, 2021.
8 Şubat, Perşembe
The Holdovers’ı (2023) izledik Leyla ile. Kırk
yılın başı güzel bir film seçtin deyip kızdırdım ama bu kez sahiden turnayı
gözünden vurdu. Bayıldım bu filme. X'e
iyice büyüterek yazayım bir şeyler belki en hit
tweetim olur dedim ama nafile, benim yazgımda 15 dakikalık şöhrete bile müssade
yok. Şöyle yazdım: Thomas Bernhard,
"abartmadan hiçbir şey anlatılamaz" demişti. The Holdovers'ın (2023)
abartıya ihtiyacı yok, tek kelimeyle muhteşem bir film. Tek eksiği, bir kez
izlememenin yeterli gelemeyecek olması :)
70 fav aldı. Kitabım çıktığında
70 satar mı acaba? Kan bağını hariç tutunca beni tanıyan 70 kişi bulamazsınız. Çünkü
Murathan Mungan’ın sözlerini filmden evvel biliyordum: “Kimdi giden, kimdi kalan/ Aslında giden değil/ Kalandır terkeden”. İnsanın
kendi sözünü şarkı olarak işitmesi muhteşem bir şey olmalı, ayrıca. Şiirin
özünde bir parça da melodi yok mudur zaten?.. Filmden bahsediyordum, yine geldim
şiire. Film, işin bahanesi, her aşkınlık beni şiirin sahiline sürükler. Ve
evet, abartmadan hiçbir şey anlatılamaz.
7 şubat, Çarşamba
50 yaşında ölenlere yönelik bir takıntım var. 50 yaş, demiştim bir vakit,
ne yaşlı, ne genç. Bulabildiğim isimler içinde sevdiklerim, 50 yaşında ölmüş
olmalarıyla ayrıca yakınlık duyduklarım şunlardı: Carson McCullers, Glenn
Gould, Paul Celan ve Sami Baydar. ‘İç hastalıkları uzmanı’, Prof. Osman
Müftüoğlu “50. Yaş Neden Önemli?” başlıklı bir yazısında şöyle veciz bir söz
sarfetmişti: “Her yaş önemlidir ama
ellinci yaş en ayrıcalıklısı ve en mühimidir. Çünkü, ‘ömrün gölge çizgisi”
gibidir. Sonrasında çok şey değişir...”
Ömrün gölge çizgisi. Ne kadar güzel bir benzetme değil
mi? Şiirin sizi kim aracılığıyla ve nasıl yakalayacağını bilemezsiniz... İnşallah
ben ve Leyla uzun yaşarız, sağlıkla nice kitaplarımız olur. Sözümüz uzar yine
böyle, nefesimiz gür olur ve günü geldiğinde, mutlu ölürüz, cenneti hak ederiz. Dualarımı
şöyle bitiririm: Allah’ım senin gücün her
şeye yeter.
6 Şubat, Salı
Kahramanmaraş depremlerinin yıldönümü bugün. Korkunç bir yıkım, unutması
güç bir acı. Yine de biliyorum, bu da unutulacak. Hem de daha çabuk.
Kültürümüz, unutuşu erdem sayan bir kültürdür. Bunun faziletlerini yok sayıyor
değilim ama görebildiğim kadarıyla ısrarla sürdürdüğü tek erdem de bu. Daha
şimdiden, deprem üzerine yapılan yayınlar izlenmedi, konuşmalara kayıtsız
kalındı. Unutmayı seçen bir toplumdan, hatırlamasını bekleyemezsiniz. Olur da
hatırlamaya çalıştığında, uydurur ancak, başkasının yalanlarını göğsüne siper
eder. Böyle gelmiş, böyle gider. Anadolu: yıkıldıkça yeniden ve yeniden. İki el
atalar sözü ile bitireyim, çünkü her dem hakiki, her vakit derindir onlar: ateş düştüğü yeri yakar – ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.
5 Şubat, Pazartesi
Fred Hersch dinliyorum şu ara. Müziğinin müthiş bir aurası var. İncelikli tarzı,
‘kulak vermeyi’ yetersiz kılıyor. Sahiden ‘dinlemek’ gerekiyor, o küçük
boşluklardan sızabilmek için. Çok değerli kültür insanı, müzisyen Nevzat Yılmaz
sayesinde tanıştım Hersch ile. Modern caz müziğinin Bach'ı, diyordu Nevzat Bey.
Tanıl Bora'dan öğrendiğim Keith Jarret'tan sonraki en özel keşiflerimden
biri sayıyorum bunu. Keith Jarret’ın –bilhassa– konser kayıtları içinde
sürüklendiğim bir dönemde Nanni Moretti'nin Caro
Diario'su (1993) ve o meşhur Pasolini sahnesini izlemiştim. Yol boyunca
bize eşlik eden Jarret parçası ile Pasolini'nin hikâyesi birleşince, son
sahnede gözyaşlarım kendini koyvermişti. Bakalım, Hersch'ün bendeki
hikâyesi nereye evrilecek, başka kimleri dahil edecek bu hikâyeye ve umulur ki,
gözyaşı döktürecek...
4 Şubat, Pazar
Ludovico Ariosto'nun (1474-1533) Çılgın
Orlando'sunu okuyorum. Henüz 1. cildi yayımlanan kitapta 17 kanto mevcut.
Toplam 46 kantoluk (38736 dize!) bu destan-şiirin 3 ciltte tamamlanacağını düşünüyorum.
İlk kez 1516'da 40 kanto ile yayımlanan kitap XVI. yüzyılda 154 baskı yapmış.
Ayrıca halkın anlayacağı dilde 38, Lehçe 18, Fransızca 20, İspanyolca 20 ve
İngilizce 1 baskı daha. Gördüğü ilgiyi düşününce sahiden de çılgın zamanlarmış
demek geldi içimden. Bir de şu soruyu bilen birine sormak isterdim: o yıllarda
basımlar kaç adetti acaba?
Bütün bunlar bir yana, kitaptan zerre keyif almadım. Necdet Adabağ'ın uzun
yıllara yayıldığını söylediği tatsız-tuzsuz çevirisinin de etkisi olabilir.
Sevmedim. Arkaik bir anlatı. İlginç ama şiirsellikten uzak bir rönesans metni.
Böyle bir şey var sahiden de; rönesansın plastik sanatlarda gösterdiği
'inkişafı' yazıda göremiyoruz. Michelangelo'nun da şiirlerini okumuştum.
Hevesle başladığım okuma,hayalkırıklığı ile sonlanmıştı. Büyük sanatçının aslî
uğraşındaki ihtişamın kırıntılarını bulurdunuz ancak o şiirlerde. Maalesef,
böyle: hayat, çılgın heveslerimizin ‘yılgın bir hoşgörü’ye kurban gittiği
anlardan ibaret!
3 Şubat, Cumartesi
Shiva Baby (2020) filmini izledim. Vasatlık ötesi bir Amerikan zırvasıydı ama başka bir şeyi
düşündürdü bana: Almanya Yahudilerini. Tarihte, sonradan dahil olduğu kültüre
bu denli entegre olmuş bir örnek var mı emin değilim. Heine’ydi sanırım
"Kalbim, Alman ruhunun bir haritasıdır" demişti, ya da bunun gibi bir
şey, aklımda kaldığı kadarıyla artık... Heine’nin, başka gerekçelerle birlikte
uğruna dinini değiştirip Protestanlığa geçtiği dil/kültür, bir yüz yıl bile
geçmeden insanları yakacaktı. Öncesinde, Berlin'de başlayan (1933) kitap yakma
barbarlığında ise ateşe ilk atılan kitaplar arasındaydı Heine'nin kitapları. İlk
dönem eserlerinden Almansor’da (1823),
Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun
kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda
insanlar da yakılır.”
Neden anlatıyorum bunları peki ben? Neden anlattığım yeterince açık değil
mi? Amerika denen vahşi yapının günü geldiğinde neye evrileceğini kimse
kestiremez. Hele de dünyanın jandarması olma işlevini yerine getiremez olunca
ve içine kapandığında... İçine kapanan bir Amerika'nın vahşet kıvılcımlarının
arayacağı günah keçisi, salonun ortasındaki pembe fil misali apaçıktır: Amerika
Yahudileri.
19. Hafta
2 Şubat, Cuma
X'te bir video
gördüm. Nobel'i aldıktan sonra İsveç televizyonu Samuel Beckett ile bir
röportaj yapmak istiyor. Beckett kabul ediyor ama bir şart koşuyor: hiç soru
sorulmayacak, tamamen sessizlik. (1969)
Beckett için
20. yüzyılın en büyük sanatçısı denebilir. Bir nevi insan terbiyecisi. En küçük
jesti bile insanı "Siz düşünmez misiniz?"e çağıran bir
altmetin içerir. Pessoa'dan el alıp söylersem, O, "İçinde büyük gemiler
olan limanlar" gibidir, "ayrılan ve dönmeyi düşünmeyen
gemiler..."
Ya da kendi
sözleriyle: "Böylece, bir gece ya da bir gün, kafası elleri
üstünde, masasına oturmuş, kalktığını ve gittiğini gördü kendisinin." (Çev.
Ahmet Soysal)
1 Şubat,
Perşembe
Dionys
Mascolo'nun Aşk Üstüne’sinden:
’’[K]endini
tamamen vermek bazı tabiatlara zor gelir. Adeta delilikle burun buruna gelmeyi
kabullenmek gibidir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden
savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır.’’ (Çev.
Atakan Karakış, MonoKL, 2012. s. 50)
Bu da Anatole
France'ın Kırmızı Zambak'ından, çok seviyorum bu bölümü:
“Aşk da
sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de
sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın,
tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı
bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar
ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine
gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”
31 Ocak,
Çarşamba
Ah Muhsin
Ünlü, " 'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum " demişti.
Aklımda kalmış. Bu tamlamadan daha bıçkını Zeki Demirkubuz'un 2012'de sarf
ettiği şu sözlerdir bana kalırsa:
“Bu ülkeye ve
bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını
biliyor, artık bundan acı duymuyorum.”
O kadar
inanıyorum ki bu söze, bir kağıda yazıp 'usulüne göre' katlamak ve muska yapıp
boynuma asmak geliyor içimden. Hiç unutmayayım, 'bu ülke' ve 'bu hayat' için
asla acı duymayayım diye.
Tanpınar ise "Türkiye
evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Demişti.
Bilinmeli ki 'bu hayat' yalnızca 'bir hayat'tır ve kıymeti bilinerek, kimseye
zarar vermeden, bildiğin gibi yaşanacaksa anlamlıdır. O güzelim kamyon arkası
yazılarından biriyle bitirmek daha iyi: TEKRARI YOK YAŞAYABİLDİĞİN KADARSIN.
30 Ocak, Salı
Geçmişten
gelen arkadaşlıklar… Başa bela bir durum bu. Karşılıklı değişimin zamanla
arkadaşlığın zeminini de değiştirmesi beklenir. Toyluğun zemini alüvyal
zeminler gibi oynaktır, sulu sepken, kaygan ve güvenilmezdir. Oysa olgunluk
çağı Babil'i düşler, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ama hafıza kaybı göze
alınmıştır zaten... Aslolan ortaklaşarak dönüşmektir. Değişmeni, dönüşmeni
kabullenmeyen arkadaştan daha can sıkıcı çok az şey var şu hayatta. Her yaşın
arkadaşlığının başka olduğunu unutmadan ve bazılarının ‘o yaşta’ kalması gerektiğini
bilerek yaşamalı.
29 Ocak,
Pazartesi
Ziya Osman
Saba'nın ölüm yıldönümüymüş bugün. Edebiyatımızın ender iyi kalpli
insanlarındandır Saba. Çok yaşamaz böyleleri, 47 yaşında göçmüş o da. Şiirleri
güzeldir. Benim şiddete olan meyyalim -vallahi dertten- bu şiirlerle gönül bağı
kurmama engel olmuştu belki de. "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi"
daha özel bir eserdi bana göre. Şiirinden daha güçlüdür. Garip ama buradaki
öykülerin zihnime yerleşmesi bir başka yazarın, Özel Arabul'un Foto Bahar
adlı oyunu ile olmuştu. Bir sahafta bulup okumuştum. Oyun, hiçbir gönderme
olmadığı halde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne götürmüştü beni. Çok güzeldi... Bir de Necati
Cumalı'nın Bir Sabah Gülerek Uyan'ı vardı böyle. Yine Ziya Osman'a
dönmüştüm okurken...
İyi insanlar
böyledir, kalbe dokunup da çıkan ses eskimez, dinmez. Hep diridir ve her zaman
bize yol gösterir. Çoğu zaman aksine gitsek bile.
28 Ocak, Pazar
Leyla ile
Erciyes'e gittik. Bayılıyor Erciyes'e! Bir insan neden dağ sever anlamıyorum...
Giyindik, kuşandık. Teleferiğe binmekti niyetimiz, o çılgın trafiği atlatıp
güzel bir park yeri bulduktan sonra her şey tamam zannettik ama teleferikteki
insan sırasının araç trafiğinden beter olduğunu görünce vazgeçtik. Uzun uzun
yürüdük karlı yollarda. İnsan kalabalığı bunaltıcıydı ama uzaktan bakınca
gözümün önünde Lowry tabloları belirdi. Bir farkla: işçi sınıfı fabrikaya doğru
yürümüyordu, her sınıftan insan yamaca doğru tırmanıp kendini aşağı bırakma,
mutlu olma, anı biriktirme ve heyecan derdindeydi. Haymarket'ten bu yana insan
daha az çalışıyordu ama her nasılsa vakti daha azdı.
Karlı
patikanın sonunda Radisson Blu denen otele girdik. Yemeklerine filan bir
bakalım diye. Ortamda her tipten insan vardı. Aklı başında her insanın temel
meselesinin sınıf bilinci'ni taşımak olduğu fikri iyice pekişti zihnimde.
Derken mahluta
çorbam geldi. İlk defa tattım, güzelmiş. İki kaşık da canım karıcığımın
balkabağı çorbasından aldım. Tatlı çorba işi bana göre değilmiş. İki çorba
parası ödeyip sınıf bilincimi fulledikten sonra evimize döndük. Evde yemeğimiz,
huzurumuz ve sevgimiz vardı.
27 Ocak,
Cumartesi
İlker Çatak'ın
Öğretmenler Odası (2024) filmini izledim. Almanya'nın Oscar adayı imiş. Bir
göçmen ailesi mensubundan, bir başka göçmeninin hikâyesi. Bu kez Polonyalı bir
öğretmen... Son dönem Alman sinemasının başat teması bu. Göçmenlik ve Almanya
bir araya geldiğinde kaçınılmaz bir hava siniyor tüm hikâyelere: tedirginlik.
Almanya'da göçmen olmak korkuyu da beraberinde getiriyor. Alman olmayan hiç
kimsenin garantisi yok çünkü! Bu konuda çok daha sıkı bir film izlemiştim:
Visar Morina'nın Yabancı'sı (2020). Kosovalı bir mühendisin bitmeyen, haklı
endişesini ‘takip ediyorduk’.
Yine, aynı
temadan dem vuran Alpgiray M. Uğurlu'nun Açık Kapılar Ardında (2023) filmini
izledim. Yine bir mühendis, bu kez bir tutunma hikâyesi izliyoruz. Ülkesindeki
politik atmosferden bunalıp Almanya'ya sığınan zavallı bir kadının hikâyesi.
Kendi ülkesindeki 'seçkin' konumunu bırakıp Almanya'ya 'sığınıyor' ama Alman
emlak şirketi kefil bulmadan kendisine evi kiralamayacağını söyleyince ne
yapacağını bilemiyor. Diğer gurbetçi arkadaşları da kendisine arka çıkmaya pek
hevesli olmayınca o sözü hatırlamadan edemiyor insan: hemşeri hemşeriyi
gurbette... Orta metraj, yarı-sanatlı bir belgesel havasındaydı film. Her şey
yüzeysel bir tonda işlenmişti ama son yıllarda ülkeden kaçan 'şımarık beyinler’in
hikâyesinin daha çok işlenmesi gerektiğini düşündürttü bana. Bu anlamda tatlı
bir adım olmuş.
18. Hafta
26 Ocak, Cuma
İzlandalı
yönetmen Hlynur Pálmason’un Godland’ını (2022) izledim. Kendini davasına adamış
insanların hikâyesi her zaman ilgimi çekmiştir. Filmde, 19. yüzyıl başlarında
Danimarka’dan çıkıp pagan İzlandalılar arasında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla
bir kilise inşa etmeye giden toy bir sofunun hikâyesi anlatılıyor. İzlanda’nın
muhteşem olduğu ölçüde çetin coğrafyasında din ile doğanın, dua ile karın/soğuğun
çatışmasını izliyoruz. Bu çok katmanlı, çok sayıda farklı ‘okumaya’ imkân
tanıyan filmden bana kalan şeylerden biri de ‘ruhban sınıfı’na güven olmayacağı
idi: her şeyi Tanrı için yapar görünseler bile onların da bizler gibi zaafları
olan birer insan olduğunu unutmamak lazım. Bu zaaflar uzun yıllar bastırılmış
olduğu için tahrip gücü de yüksek oluyor. Çevresinde topladıklarını nereye doğru
sürükleyeceklerini Tanrı’dan başkası bilemez.
Her şey bir
yana, İzlanda sineması denince aklıma gelen o fevkalade şiirsel Evrenin
Melekleri (2000) filmi ve çok sevdiğim başrol oyuncusu Ingvar Eggert
Sigurðsson’u izlemek büyük keyifti.
Adanmışların
hikâyeleri Hıristiyan misyonerlerinden ibaret değil ayrıca. Keşke ilk hadis
derleyicilerinin de filmleri çekilebilse. Bir gün çekilecektir ama bunun yalnız
ve güzel çölümüz olan Türkiye’mizden çık(a)mayacağı çok açık. Gazzali’nin
hikâyesini bile o yermeye doyamadıkları Batılılar yapmadı mı? Bu hikâye, böyle
gelmiş, böyle gidiyor maalesef.
25 Ocak,
Perşembe
Nietzsche'nin
"Ey istem" diyen, Varlığı göreve çağıran bir nidası vardır ki ilk
okuyuşumdan bu yana kulağımda bir çınlamadır gider. Şöyle diyordu, Deccal'in
en sonuna ekli bir şiirinde:
"Ey
istem, her zorluğun dönüm noktası, sen b e n i m zorunluğum! Esirge
beni bir büyük yengi için!"
Ey istem!..
İradenin, bilincin zaafları altında hırpalanan insan! Farkında bile değil çoğu,
ama dünya, en küçük nezaketsizlikte ya da daha fenası, yok saymada, güneşte
geceye gömülenlerle dolu. Utancın, mahcubiyetin ağırlığı herkes için aynı değil.
Bunu bilmemek isterdim, unutmak isterdim. Tek bir dizenin gücüyle içine
gömülmenin ne olduğunu da.
Ey istem!.. İnsan,
hazırlıksız yakalanandır. Evinden uzakta, güneşe ve merhamete muhtaç olandır.
El içindedir ve hamurunda utanç vardır. Kendisini bekleyen yazgıya doğru koşar;
bütün benliği ile geriye dönmek isterken.
"Ey
istemim benim, sen her zorluğun mucizesi, zorunluğum benim!
Koru beni
bütün küçük yengilerden!
Sen yazısı
ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki!
Koru ve esirge
beni bir büyük yazgı için!"
(Çeviren: Oruç
Aruoba)
24 Ocak,
Çarşamba
Leyla'nın
Kardeşleri'ni (2022)
sonunda izledim. Kahredici bir 'doğu hikâyesi'. Bu, şu demek: kadının yok
sayıldığı bir hikâye. Çünkü ‘Doğu’ derken kadın aklının, benliğinin, ruhunun
yok sayıldığı bir yeri tarif ediyoruz, aynı zamanda. Batı ile Doğu’nun ayrımını
ortaya koyacağımız zaman işe buradan başlamalı. Bugün bile temel çatışma budur
bana kalırsa. Batı, ‘Doğu’ dediği şeyin kadını alımlama biçimini tiksinç buluyor.
Batılılaşan kafa da öyle. Oysa Leyla’nın, Leylaların -erkek- kardeşlerinin böyle bir derdi yok. Bir
şeyleri yanlış yaptıklarını akıllarına bile getirmiyorlar ya da işlerine gelmiyor. En azından şimdilik.
23 Ocak, Salı
“... 1944
Mayısı'na dek Taşkent'te yaşadım. Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı
askerlere şiirler okudum. Taşkent'te ilk defa yakıcı sıcağı, ağaç gölgesini,
suyun sesini öğrendim. Ayrıca insan iyiliğini de öğrendim. Taşkent'te çok defa
ve ağır hastalandım. (...) Beni öteden beri çeviri ilgilendiriyordu. Savaş
sonrası yılları çok çeviri yaptım, şimdi de yapıyorum. 1962 yılında
'Kahramansız Düzyazı'yı bitirdim. Geçen sene Roma ve Sicilya'da bulundum. 1965
baharında Shakespeare'in ülkesine gittim, Atlantik ve Britanya gökyüzünü
gördüm, eski arkadaşlarla görüştüm ve yenileriyle tanıştım. Bir daha Paris'e
gittim. Şiir yazmaya hiç ara vermedim. Bana göre onlar zamanla ve halkımın yeni
yaşantısıyla bir bağ kuruyor. Bu yıllarda yaşadığım için şanslıyım.”
—Anna Ahmatova
(Çeviren:
Hande Özer, “Dünya Şiir Mitosları”, Gendaş-Kültür Yay.)
Ahmatova'nın
kendisini anlattığı bu alıntıda geçen "Öbür şairler gibi ben de
hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum" cümlesini ilk
okuduğumdan beri unutmadım. Şiirin yaraları iyileştiren bir şey olduğunu,
bunu okumadan önce de bilirdim ama söylemeye cesaret edememiştim hiç.
Ahmatova'yı bilen bir okur olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.
22 Ocak,
Pazartesi
Bugün Sezai
Karakoç'un doğum günü. (Hayatı boyunca bir kez olsun doğum günü kutlanmış mıdır
acaba?) Okul günlerinde bir okuma grubuna katılmıştım. Karakoç'un 'düşünce'
odaklı 10 kitabı peş peşe okunacaktı: Çıkış Yolu, Diriliş Neslinin Amentüsü,
Yitik Cennet, Günlük Yazılar... Bana göre bir iş değilse bile, "okuma,
okumadır" deyip dahil oldum. Orada, büyük şairimizin ne denli zayıf, sığ
bir düşünür olduğunu gözlemleme imkânı buldum. (Bu, bir yanıyla da
şaşırtmamıştı çünkü genelde böyle oluyor, bir noktadan sonra şiiri kendisine ya
da okura yeterli görmeyenler hayat karşısında madara oluyorlar. Örnek çok.)
Misal, Diriliş Neslinin Amentüsü'nde bir müslüman şehri/hayatı tasavvur
eder Karakoç. Öyle tuhaf bir hayattır ki bu, kadın yoktur içinde! Yalnızca bir
cümlede, "kadınlar da..." diyerek geçer, gider. Esasen kadın
kadar erkek de yoktur denebilir, çünkü insansız, insanı yok sayan, neye hizmet
ettiği, kime seslendiği belirsiz, boş bir tahayyüldür söz konusu olan... (Bir
tek Yitik Cennet'i, o da belli ölçüde ayrı tutabiliriz bu konuda. Yazılmış
şeylerden öte, şairane tavır yüzünden.)
Bütün bir
ömrüne yayılmış asosyal, yabanıl kişiliği ile çevresindeki insanları yalnızca
şiirine hürmeten tutabilmiş birinden söz ediyorum. Öte yandan ömrünün son 40
yılını şiirsiz geçirdiğini unutmamalı. Kurusa da hâlâ yaşayan ağaçlar gibiydi.
Düpedüz ‘parti siyaseti’ yaptı bu şiirsiz geçen yıllarında ama bir başkasının
fikrini dinlemeye tahammül edemeyen kişiliği ile beraber mitingler de
düzenlediği Diriliş Partisi zamanla, yalnızca kendi yüksek fikirlerini serdettiği
özel bir kulübe dönüştü. Diyalogsuz bir siyasetti onun siyaseti... Sözlerim
sert gibi duruyor olsa bile kendisini çok severdim, hâlâ seviyorum. Dünyaya
tamah etmeyişi ve onun köpeği olmuşlara asla yüz vermeyişi ile her daim saygın
biri olarak kalacak zihnimde. Bu anlamda bir kutup noktası gibiydi Sezai
Karakoç. Özellikle ilk dönem şiirlerindeki saf, kristalize lirizmi ile hep
kalbimde yaşayacak. İyi ki doğdunuz, yaşadınız ve yazdınız Sezai Bey!
Şair Ali Asker
Barut'un yıllar önce okuduğum bir yazısında karşıma çıkan ve hiç unutmadığım
bir anısı ile bitirmek istiyorum: Barut, Sezai Karakoç’un bürosuna gitmiş.
Kapıyı Sezai Bey açmış, içeride başka kimse yokmuş. Büyük şairi karşısında
görünce, daha kapıdayken, “Beni buraya Hz. Ali ve Cemal Süreya sevgisi
getirdi” demiş! Sezai Bey başta pek anlam verememişse de içeri buyur etmiş
hemen. Sonra karşılıklı susmuşlar. En çok da bu susuşlarda anlatılacak şeyler
vardır ya, hikâye burada bitiyor, en azından benim aklımda kaldığı kadarı
burada bitiyor ama işbu satırları okuyan zihinlerde devam edecek nasılsa.
21 Ocak, Pazar
Sigaranın çoğu
kötülüğünün yanında, demokratik bir tarafı olduğunu söylemek lazım. Belki de
tek demokrat nesne, bütün kötü şöhretine rağmen... Şöyle ki: yıllar evvel ilk
defa uçağa bindiğimde biraz ‘içeride’ vakit geçirmem gerekti. Havaalanlarının gofretten
simide, yemekten emanet bölümüne kadar her şeyde çok pahalı yerler olduğunu
biliyordum. Derken Sabiha Gökçen ya da Atatürk içinde, emin değilim şimdi
hangisiydi, bir marketten sigara almam gerekti. Normal fiyatının 3-4 katına
razıydım, paramı hazırladım, ne kadar dediğimde söylenen fiyatın 'dışarı' ile
aynı olmasına çok şaşırmıştım. Ne yani, şu havaalanı (ya da limanı) denen ortam,
bir tek sigaraya mı güç yetirememişti? Suya bile fahiş fiyat çeken zihniyetin
insancıklarıydı bunlar! Galiba öyle. Ama halen böyle mi bilmiyorum. Uzundur
‘uçmuyorum’. Ayaklarımın, biraz da teker üstünde mukimim.
Unutmadan:
Türk matbuatının en özel dergisi saydığım FOL’un ilk sayısı Enis Batur
editörlüğünde çıkmıştı ve içinde çok sayıda tiryakinin ‘tütün’ üzerine yazısı
vardı. Murat Belge’nin Virginia tütünü için düzdüğü övgüler halen aklımdadır.
Tabii o eski dâvûdî sesini neyin bu hale getirdiğini de anlıyor insan. Sigara
bu, serde demokratlık var, zararda kimseyi ayırt etmiyor. Öte yandan sigara,
günü gelince bırakmak için içilir! Leyla’ya sözüm var zaten, belki de 2024’te
bırakırım. O’nun inayetiyle.
20 Ocak,
Cumartesi
Cem Yavuz
çevirisi Lenz'i edindim. Öykü şöyle başlıyor: "Ocağın yirmisinde Lenz
dağlardan geçiyordu." Kadere bak, bugün 20 Ocak! Ey edebiyat, beni
daha ne kadar şaşırtacaksın, başka hangi numaralarınla ayartacaksın zihnimi.
Çoktan teslim olmuşken hem de.
Birkaç cümle
ancak okudum ama kitap hakkında yazma yönünde bir muradım var, bakalım, kısmet
bu işler!
17. Hafta
19 Ocak, Cuma
Bir yörük, Alper Gezeravcı
Türkiye’yi temsilen ‘uzaya gidiyor’ bu gece. Böyle bir görev için seçilebilecek
en doğru kişiymiş gibi geldi bana. Çok sempatik ve oturaklı birine benziyor. Tarih bu adı sitayişle yazacak, bir Türkiye ve bir Türkçe olduğu müddetçe adı hep yaşayacak. Öte yandan, çocuklar
için ezberlenecek bir isim daha! Ama bu kez zoraki değil, şevkle, gülümseyerek
ve göğe bakarak.
M. Milât Özçelik
[22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]
~ B İ T T İ ~
23. Hafta & 24. Hafta
Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.
Bir özel hastanede doğmuşum. Yaşımı ve Elazığ’ın koşullarını düşününce ilginç buluyorum bunu. “Özel Hayat Hastanesi” diye bir yer. Aynı hastane, aynı yerde mukim değilse bile artık, varlığını sürdürüyor. Kimbilir kaçıncı sahibidir şimdilerde... "İsmet nine" dememin tembihlendiği bir ebem vardı. Belki de doğum öncesi-sonrası yaptığı yardımlardandır. Ya da doğum sırasında oradaydı, bilemiyorum. İyi bir kadındı. Ölene kadar nine dedim, saygıda kusur etmedim, bayramlarda ziyaretine gittim. Türkçe bilmezdi. Kürt'tü.
Beş kardeşiz, en büyükleri benim. 'En büyük' olmayı hiç sevmedim: abi yok, abla yok... Abi neyse de, bir ablam olsun isterdim. Ablası olanların hayatın sıkılı yumrukları karşısında daha güçlü durdukları yönündeki yargımı 15 yaşımdan beri koruyorum. Annem tek çocuk olduğu, babamın kardeşleri ise köyde yaşadığı için, mesafeden kaynaklı kuzensiz geçen bir çocukluğum oldu. Akraba mefhumum zayıftır. Hiçbir zaman yalnız hissetmedim kendimi. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Yalnızlığı arzulayan bir çocuk oldum hep. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olabilir... Yalnızlığı sevdim. Kendimle geçen bir çocukluktu benimki. Hep içime doğru dal budak salan bir yalnızlıkla büyüdüm. Büyümeyi sevdim. Her yaşımda kıyının ötesine geçme arzusu taşıdım. Bütün miskinliğime rağmen.
Benim ve diğer dört kardeşimin adı, doğum tarihleri ile birlikte evdeki en eski Kur’an’ın sonunda yer alan bir boş sayfada yazılıydı. Bunun simgeselliğini hep sevmişimdir. Çocukken sık sık ‘misafir odası’ndaki Kur’an’ın yanına varırdım. Yeşil renkte bir el örgüsü kılıf içinde muhafaza edilirdi. Saygıyla kılıfından çıkarır, üç kez öpüp alnıma götürürdüm ve arka kapak içinde yer alan yazıya bakar dururdum.
Çocukluğumun geçtiği mahalle ilginç bir yerdi. Orayı Rulfo’nun Comala’sına benzetirim hep ve oldum olası kendi Comala’mı yazma arzusu duyarım. Comala’dan daha vahşi daha yobaz ve neredeyse 'patafizik' bir mekândı. Bir köy değildi ama herkes köylüydü. Zazaca konuşuluyordu. Kadınların çoğunun Türkçe bilmediğini hatırlayabiliyorum. Hemen herkes birbirinin uzak-yakın akrabasıydı mahallede. Herkes aynı uzak köyden yakın bir vakitte şehre ‘inmişti’. Şehir merkezine yakın eski bir Ermeni yerleşkesiydi bu yer. Türküsü bile vardır, Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna... Mahalledekiler hakkında hiçbir şey söylemek gelmiyor içimden. Arkadaşlarım hakkında da. Bazılarıyla zamanla karşılaştık. Aynı dünyadan olup, bunca ayrı düşmek beni şaşırtıyor. Yoldan sapan ben olmuşum nedense. Böyle şeylerin dinamiklerini anlamakta akıl kifayetsiz kalır. Bir oyun sahnesi olan dünyamızın garip işleri.
Çocukluğum sözkonusu iken yalnızca dedemi ve ineklerimizi düşünmeyi seviyorum. Bir de durmadan kanayan burnumu sildiğim mendilimi: olmadık yerde kan süzülürdü burnumdan. Bu yüzden de hep mendil taşırdım yanımda. Öyle ipekli filan değil, alelade, fabrika işi pamuklu bir mendil. Onu, yaşadığımın bir ispatı gibi saklıyorum hâlâ. İneklerin otlayışını izlerken ne denli rahatladığımı düşünüyorum sonra. Elimden eksik olmayan sığırtmaç sopama yaslanır, ineğimin ‘doygun’ adımlarına ağır ağır eşlik ederdim. Sabah okul, öğleden sonra inek otlatma... Bazen dedemle çıkardık inekleri otlatmaya. Bana, sen git arkadaşlarınla oyna derdi ama ısrarla dedemin yanında kalırdım. Yaz-kış omzundan düşmeyen ceketini yere serip namaz kılışını izlerdim. Hep mütebessimdi. Aklımda kalan tek sözü yok. Tebessümü ve ilkeli hayatıydı onu zihnime kazıyan. Bir kez olsun televizyon izlemedi mesela. Anlamlı ya da değil, ‘aptal kutusu’na karşıydı ve ölene kadar (2006) ona sırtını döndü: arada bir, yanımıza gelirdi, biz televizyona bakınırken o sırtını ekrana, yüzünü ise bize dönüp gülümserdi. Bu fevkalade şiirsel sahneye kayıtsız kalamaz, televizyonu bırakıp dedemi izlerdim. Onun bizi izlemesini izlerdim... Akşam olmadan dönerdi eve. Onu görür görmez mutfaktan küçük bir su kovasını kapar, evimizin yakınındaki çeşmeye koşardım. Buz gibi suyu taşana değin doldurup, dedemin tabiriyle, ‘serin bir su’ ile karşıladığım için her seferinde 2500 liralık bozukluğu cebime indirirdim...
Son 12 yılı ağır bir parkinson hastalığı ile geçti. Çoğu zaman olduğu yerden ayağa kalkamıyordu artık. Her gün, birkaç kez nineme yardıma gidiyordum, dedemin kolundan tutuyordum, o da bana tutunup doğruluyordu... Onu kaybettiğimde 18 yaşımdaydım. Henüz her şeyin başında olduğum bir yaşta. Hiçbir şeyim yokken ve ne olacağım belirsizken. Onun benden hiç ümit kesmediğini biliyorum ama dedeme kendi paramı kazandığımı, başkasından yardım almadan ayakta durabildiğimi, iyi bir meslek edindiğimi ya da bir arabamın filan olduğunu gösteremediğim için üzülürüm bazen. Henüz bir evim yok. Dedem evini kendi yapmıştı. Kendi derken, kendi elleriyle... Dedemin torunu isem ben de başarabilirim bunu. O olsa, sen daha güzelini yaparsın oğlum derdi... Belki cennette buluşuruz senle, Bawheci. Sana yakın durmak, seni izlemek isterim yine.
Hayatımı anlatacağım diye çıktım yola ama fark ettim ki daha çocukluktan çıkamamışım. 20'li yaşlarıma kadar çocukluğumdan miras bir rüyayı düzensiz aralıklarla görüp durdum: evimizin, yerden yüksekliği yetişkin bir insan boyundaki balkonundan aşağı düşüyor ama yere varmıyordum bir türlü. Bir yürek çarpıntısıyla boyuna yere doğru süzülüyordum. Bu kadar uzun değildi, dibe vuracaksam da vurayım artık diye düşünerek geçen rüyanın sonu belirsiz bitiyordu. Yerle gök arasında bir yerde bırakıyordu beni... Benliğim, bu belirsiz hâlden ızdırap duyuyordu artık. Sonra bir gün Vergilius'un dizelerini okudum: Düşmem gerekiyorsa/ gökten düşmeyi tercih ederim. Bunu okuduktan sonra keyiflendim, rüyamı sevdim. Ve, düzensiz aralıklarla gelen, belirsizlikle biten rüyamı yeniden görmeyi bekledim. Ama bir daha göremedim o rüyayı. Bir başka şairden öğrenmiştim, dünyadan çıkabilmenin yolunun rüyalar olduğunu. Ben bunu amaçlamazken, zaten çıkıp dururmuşum bu dünyadan. Bana acı vereni istediğimde, tam o anda, çakılıp durmuşum yere. Şimdi, yazdıkça unuttuğum bu yerde, unuttukça sevdiğim dünyadayım. Yazıyorum ve düşünüyorum yine. İlkbahar, gelmek üzere.
22. Hafta[22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]
~ B İ T T İ ~
23. Hafta & 24. Hafta
Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.
Bir özel hastanede doğmuşum. Yaşımı ve Elazığ’ın koşullarını düşününce ilginç buluyorum bunu. “Özel Hayat Hastanesi” diye bir yer. Aynı hastane, aynı yerde mukim değilse bile artık, varlığını sürdürüyor. Kimbilir kaçıncı sahibidir şimdilerde... "İsmet nine" dememin tembihlendiği bir ebem vardı. Belki de doğum öncesi-sonrası yaptığı yardımlardandır. Ya da doğum sırasında oradaydı, bilemiyorum. İyi bir kadındı. Ölene kadar nine dedim, saygıda kusur etmedim, bayramlarda ziyaretine gittim. Türkçe bilmezdi. Kürt'tü.
Beş kardeşiz, en büyükleri benim. 'En büyük' olmayı hiç sevmedim: abi yok, abla yok... Abi neyse de, bir ablam olsun isterdim. Ablası olanların hayatın sıkılı yumrukları karşısında daha güçlü durdukları yönündeki yargımı 15 yaşımdan beri koruyorum. Annem tek çocuk olduğu, babamın kardeşleri ise köyde yaşadığı için, mesafeden kaynaklı kuzensiz geçen bir çocukluğum oldu. Akraba mefhumum zayıftır. Hiçbir zaman yalnız hissetmedim kendimi. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Yalnızlığı arzulayan bir çocuk oldum hep. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olabilir... Yalnızlığı sevdim. Kendimle geçen bir çocukluktu benimki. Hep içime doğru dal budak salan bir yalnızlıkla büyüdüm. Büyümeyi sevdim. Her yaşımda kıyının ötesine geçme arzusu taşıdım. Bütün miskinliğime rağmen.
Benim ve diğer dört kardeşimin adı, doğum tarihleri ile birlikte evdeki en eski Kur’an’ın sonunda yer alan bir boş sayfada yazılıydı. Bunun simgeselliğini hep sevmişimdir. Çocukken sık sık ‘misafir odası’ndaki Kur’an’ın yanına varırdım. Yeşil renkte bir el örgüsü kılıf içinde muhafaza edilirdi. Saygıyla kılıfından çıkarır, üç kez öpüp alnıma götürürdüm ve arka kapak içinde yer alan yazıya bakar dururdum.
Çocukluğumun geçtiği mahalle ilginç bir yerdi. Orayı Rulfo’nun Comala’sına benzetirim hep ve oldum olası kendi Comala’mı yazma arzusu duyarım. Comala’dan daha vahşi daha yobaz ve neredeyse 'patafizik' bir mekândı. Bir köy değildi ama herkes köylüydü. Zazaca konuşuluyordu. Kadınların çoğunun Türkçe bilmediğini hatırlayabiliyorum. Hemen herkes birbirinin uzak-yakın akrabasıydı mahallede. Herkes aynı uzak köyden yakın bir vakitte şehre ‘inmişti’. Şehir merkezine yakın eski bir Ermeni yerleşkesiydi bu yer. Türküsü bile vardır, Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna... Mahalledekiler hakkında hiçbir şey söylemek gelmiyor içimden. Arkadaşlarım hakkında da. Bazılarıyla zamanla karşılaştık. Aynı dünyadan olup, bunca ayrı düşmek beni şaşırtıyor. Yoldan sapan ben olmuşum nedense. Böyle şeylerin dinamiklerini anlamakta akıl kifayetsiz kalır. Bir oyun sahnesi olan dünyamızın garip işleri.
Çocukluğum sözkonusu iken yalnızca dedemi ve ineklerimizi düşünmeyi seviyorum. Bir de durmadan kanayan burnumu sildiğim mendilimi: olmadık yerde kan süzülürdü burnumdan. Bu yüzden de hep mendil taşırdım yanımda. Öyle ipekli filan değil, alelade, fabrika işi pamuklu bir mendil. Onu, yaşadığımın bir ispatı gibi saklıyorum hâlâ. İneklerin otlayışını izlerken ne denli rahatladığımı düşünüyorum sonra. Elimden eksik olmayan sığırtmaç sopama yaslanır, ineğimin ‘doygun’ adımlarına ağır ağır eşlik ederdim. Sabah okul, öğleden sonra inek otlatma... Bazen dedemle çıkardık inekleri otlatmaya. Bana, sen git arkadaşlarınla oyna derdi ama ısrarla dedemin yanında kalırdım. Yaz-kış omzundan düşmeyen ceketini yere serip namaz kılışını izlerdim. Hep mütebessimdi. Aklımda kalan tek sözü yok. Tebessümü ve ilkeli hayatıydı onu zihnime kazıyan. Bir kez olsun televizyon izlemedi mesela. Anlamlı ya da değil, ‘aptal kutusu’na karşıydı ve ölene kadar (2006) ona sırtını döndü: arada bir, yanımıza gelirdi, biz televizyona bakınırken o sırtını ekrana, yüzünü ise bize dönüp gülümserdi. Bu fevkalade şiirsel sahneye kayıtsız kalamaz, televizyonu bırakıp dedemi izlerdim. Onun bizi izlemesini izlerdim... Akşam olmadan dönerdi eve. Onu görür görmez mutfaktan küçük bir su kovasını kapar, evimizin yakınındaki çeşmeye koşardım. Buz gibi suyu taşana değin doldurup, dedemin tabiriyle, ‘serin bir su’ ile karşıladığım için her seferinde 2500 liralık bozukluğu cebime indirirdim...
Son 12 yılı ağır bir parkinson hastalığı ile geçti. Çoğu zaman olduğu yerden ayağa kalkamıyordu artık. Her gün, birkaç kez nineme yardıma gidiyordum, dedemin kolundan tutuyordum, o da bana tutunup doğruluyordu... Onu kaybettiğimde 18 yaşımdaydım. Henüz her şeyin başında olduğum bir yaşta. Hiçbir şeyim yokken ve ne olacağım belirsizken. Onun benden hiç ümit kesmediğini biliyorum ama dedeme kendi paramı kazandığımı, başkasından yardım almadan ayakta durabildiğimi, iyi bir meslek edindiğimi ya da bir arabamın filan olduğunu gösteremediğim için üzülürüm bazen. Henüz bir evim yok. Dedem evini kendi yapmıştı. Kendi derken, kendi elleriyle... Dedemin torunu isem ben de başarabilirim bunu. O olsa, sen daha güzelini yaparsın oğlum derdi... Belki cennette buluşuruz senle, Bawheci. Sana yakın durmak, seni izlemek isterim yine.
Hayatımı anlatacağım diye çıktım yola ama fark ettim ki daha çocukluktan çıkamamışım. 20'li yaşlarıma kadar çocukluğumdan miras bir rüyayı düzensiz aralıklarla görüp durdum: evimizin, yerden yüksekliği yetişkin bir insan boyundaki balkonundan aşağı düşüyor ama yere varmıyordum bir türlü. Bir yürek çarpıntısıyla boyuna yere doğru süzülüyordum. Bu kadar uzun değildi, dibe vuracaksam da vurayım artık diye düşünerek geçen rüyanın sonu belirsiz bitiyordu. Yerle gök arasında bir yerde bırakıyordu beni... Benliğim, bu belirsiz hâlden ızdırap duyuyordu artık. Sonra bir gün Vergilius'un dizelerini okudum: Düşmem gerekiyorsa/ gökten düşmeyi tercih ederim. Bunu okuduktan sonra keyiflendim, rüyamı sevdim. Ve, düzensiz aralıklarla gelen, belirsizlikle biten rüyamı yeniden görmeyi bekledim. Ama bir daha göremedim o rüyayı. Bir başka şairden öğrenmiştim, dünyadan çıkabilmenin yolunun rüyalar olduğunu. Ben bunu amaçlamazken, zaten çıkıp dururmuşum bu dünyadan. Bana acı vereni istediğimde, tam o anda, çakılıp durmuşum yere. Şimdi, yazdıkça unuttuğum bu yerde, unuttukça sevdiğim dünyadayım. Yazıyorum ve düşünüyorum yine. İlkbahar, gelmek üzere.
23 Şubat, Cuma
P.S.
*
Wim Wenders'in Perfect Days'ini (2023) izledim. Entelektüel yönetmenler Japonya'ya gidince bir başka güzelleşiyor. Bu film bir kitap olsaydı Abbas Kiarostami'nin Like Someone in Love'ının (2012) yanına konurdu. Tabii Abbas ustanın da bir kitap yazmış olduğunu varsayarak söylüyorum. Aynı ruhun filmleri ikisi de: temiz, mutlu, aydınlık ve dingin... Filmi Ahmet Güntan’a da attım, bekliyormuş zaten, link istedi verdim. Neden bilmiyorum, Lou Reed bana hep Güntan’ı hatırlatır. Sabah, daha güneş bile doğmamışken göğe bakıp yüzü gülen, ağaçları, şarkıları ve kitapları dost edinmiş yalnız bir adamın, yalnızlığı ‘seçmiş’ Bay Hiyarama’nın hikâyesini çok sevdim. Bir şekilde, ben yaşadıkça, benimle yaşayacak bir film.
22 Şubat, Perşembe
Faruk Nafiz Çamlıbel'ın apartmanı varmış. Daire değil, koca apartman. İyi bir mimara yaptırılmış, boğaz manzaralı güzel bir ev. (Bunu yazarken aklıma garibim Behçet Necatigil geldi. Aynı zaman, aynı uğraş, belki farksız kaygılar ama bambaşka hayatlar. Necatigil’in, önemli eserlerinden “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nün ilk baskılarında, hatta ölümünden sonra bile Nâzım Hikmet maddesini bulamazsınız, ekmek derdiyle, korkuyla geçen ‘şairane’ bir hayat. Ne diyebilirsin ki. Türkçe memurdur.) Arada şöyle tuhaf bir düşünce belirir zihnimde: 'son modelinden' Mercedes'i olan bir şair görsem ne düşünürdüm acaba? Cevap da veremem buna. Bugün önemli bir şairimizin koca bir apartman sahibi olduğunu öğrendim. Helal olsun, saygım arttı. O son model Mercedes’iyle gezen şair de ben olurum inşallah. Mercedes’ten iyi şiir var m’ola?
*
Enis Batur PEN şiir ödülünü almış. Alsın, hakkıdır. PEN Türkiye arada bir, kafalarına göre dağıtır böyle ödüller. Şimdiki başkanı Zeynep Oral. Zeynep hanım çok önemli, uluslararası tanınırlığı olan biridir. Ben bu ödülü sıradan bir şiir ödülü olarak değil, Enis Batur’un aslında Nobel’e de aday gösterildiğini muştulayan bir haber olarak okumayı tercih ettim. Nobel komitesinin –genellikle– PEN’lerden, yazar örgütlerinden öneri aldığını biliyoruz. Sürpriz yapmayı sevdiklerini de biliyoruz! Kim derdi ki bir Mo Yan, Svetlana Aleksiyeviç ya da Abdulrazak Gurnah alacak bu ödülü. Nobel’in konjonktürel bir tarafı da olmuştur hep ama arada bir es’ler verir ve gerçek edebiyatçıları da ödüllendirmeyi bilir... Tahminlerim genelde tutmaz ama bu kez içime doğdu diyebilirim. (İçime doğan şeylerde de çokça yanılırım ama kez...)
21 Şubat, Çarşamba
Erden Kıral’ın Hakkâri'de Bir Mevsim'ini (1983) izledim. Kabahat o eski 'çamur' gibi kopyada değilmiş, fevkalade vasat bir iş. Genco Erkal filmin en öne çıkan isimlerinden ama bana göre en yorucu, en olmamış tarafını teşkil ediyor. Gerçek bir tiyatrocu belki, öyle deniyor, gel gör ki sinema bunca sıkleti çekmez! Bakışları ve tavrı o denli teatral ki ona bakmaktan filmi seyr’eyleyemiyor insan... 12 Eylül'ün vahşi, dil-kültür-insan düşmanı zihniyetinin etkisi değil sorun. Estetik, her şeyi aşmakla yükümlüdür. Çünkü aşabilir, bu bilinir. Küçük bir örnek olsun diye: İran'da da sansürün haddi hududu yok, 50 yıldır sürüyor hatta, ama çıkan ürünler de ortada. Jean-Luc Nancy’ye “Filmin Apaçıklığı”nı yazdıran gücü düşünmek, anlamak lazım.
Neyse... Bu hikâye (ki, Türk edebiyatının en muhteşem metinlerinden biridir bana göre, tam anlamıyla bir şiir-romandır) yeniden filme alınmayı hak ediyor ama sanat dünyamız hâlâ eski kafayla hareket ediyor: ne Edgü ne entelektüeller razı olmaz buna. Teklif dahi edilemez böyle şeyler! Peki bu haliyle olmuş mu bu film? Kendini sınırlamış, sınırlarını aşamamış bir iş, “hey lo-lo-lo” ile “hay le-le-le” arasında sıkışıp kalır, kalmış da. Sorsan ‘vefa’ derler, söz söyletmezler, çünkü dürüst değiller. Kampların insanı hepsi. Hakikatin sahibi yok, Hakkâri’nin nasıl olsun...
20 Şubat, Salı
Sarah Kane'i ne çok sevdiğimden bahsetmiş miydim? Ölüm yıldönümü bugün. Ayakkabı bağcıkları ile birlikte... Toplu oyunlarını geçen yıl okudum ve kalbime yakın bir yere, şiir kitaplığına koydum. Şiirdi çünkü bütün yazdıkları. Kim aksini iddia edebilir?
Kane üzerine uzunca, deneysel bir şiirim var zaten, oyunları üzerine de bir şeyler yazmak istedim ama o kadar sert ve hakikiydi ki her şey, ya sahteliğe prim verecek ya da hakikatin bedeli ile yüzleşecektim. (Bunu yalnızca oyunları okuyanlar anlar, burada abartı yok.) Yapamadım ama hâlâ masamda duruyor birkaç not, fotoğraf, şiir... ve aklımda o bön soru: böyle bir yazar, bir daha gelir mi?
19 Şubat, Pazartesi
Leyla, Margit Schreiner okuyor şu ara. Onun okurluğuna her zaman imrenmişimdir. Bunca hızlı okuyup nasıl böyle derinleşebildiğini aklım almıyor. Ben çok yavaş okuyan biriyim. Buna mukabil her işimde aceleciyim. Nice iyi şeyi tez canlılığım yüzünden heba etmişimdir. Pişmanlık duymadığım tek işim yok şu hayatta... Leyla'nın okurluğu şu yönüyle de beni ilgilendiriyor: her şeyi, bütün ayrıntılarıyla bana anlatır! İzlemediğim nice filmi ya da diziyi ve okumadığım nice kitabı müthiş bir anlatıcıdan dinlediğim için 'bilirim'. Bir gün Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'sunu okudu. Upuzun bir tren yolculuğunda... Benim 'taç' kitaplarımdan biri olarak kabul ettiğim, iki kez okuduğum Pedro Paramo hakkında teoloji ve felsefe bilgisini de kullanarak öyle yorumlar, çıkarımlar yaptı ki romana dair aslında çok az şeyi fark ettiğimi, bildiğimi gördüm. Hâlâ, en iyi sohbetimiz sayıyorum bunu. Çok ısrar ettim bir Pedro Paramo yazısı için. Başta olumlu yaklaştı ama sonraları bıktırdım galiba. Olmadı, yazmak istemedi. Belki bu aceleciliğim yüzünden, Heidegger'in deyişiyle "düşünmeyi bilen" bir felsefeciden mahrum kalıyor güzel Türkçemiz... Benim şansım O, onun şanssızlığı benim sanki.
18 Şubat, Pazar
Karl Krolow'dan (1915 - 1999):
"Gece bir keten kuşunun derisi kadar hafifti.
Tarttı onu elinin ayasında
ve sesinin ardından gitti." (Ses)
"Her sarı biliyor
bir limonun hikâyesini." (Renkler)
"Gözün akında şimdi
farkediliyor şiir yeteneği.
Karanlık adamlar, yorulmuş,
uyuyorlar ayakta." (Akşam)
"Kayıkçısı olmayan gölet
yaşıyor balıklarıyla." (Gözden Kaçan)
"İlkbahar
koparılmış çiçeklerden oluşur.
Özgürlük
güneşte bir gezintiden." (Sanatın Özgürlüğü)
Derken, bir şeylerin yerli yerine oturmadığı intibaına kapıldım. Çevirmen Hilmi Tezgör bir yerde "traş" demiş (Fark), bir başka yerde "yanyana" (İçine Konulduğun Deri). Yine bir şiirde geçen "Almancada ölüm/ erkek cinsiyetinindir." dizelerine anlam veremedim. Cinsiyetinindir ne demek yahu? Erkek demek bir cinsiyeti ifade etmiyor mu zaten, olmadı 'eril' dersin. Ya da düpedüz: "Almanca'da ölüm erkektir". Çocuklar için hazırlanmış bir alıştırma kitabında bile olmaz böylesi. Bir de şiir çevirmeye girişiliyor... Ama en fenası şurada (Sanatın Özgürlüğü):
"Mayıs bir kuştur
bir sokak faresinin,
ağızında taşıdığı."
Hadi çevirmenin aklı karışmış, aklında tuttuğu ‘kedi’ bir anda ‘fare’ oluvermiş diyelim. Peki editör? O ne iş yapar, ne işe yarar? Sözkonusu editör de Birhan Keskin bu arada.
Bu dizeleri 'okumuş' herhangi biri, bu ifadede bir terslik olduğunu görürdü. Yığınla hata olan kitabı daha fazla okumak istemedim. Karl Krolow Haziran 99'da ölmüş. "Dünyanın İşaretleri" ise Temmuz 99'da çıkmış ve çevirmen Hilmi Tezgör, Büchner ödüllü bir şairi bir defa daha öldürmüş desem yeri. Şöyle bir bakındım diğer işlerine, 25 yıldır filan şiir ya da başka şey çevirmemiş neyse ki. Ülkemizde yayıncılığın hangi 'temeller' üzerinde yükseldiğini anlamak adına ibretlik bir örnekti. Böylesi zırvalık dolu işler çoğu zaman daha öğretici oluyor, ayrı konu: ‘olması gereken’in belli bir tarifi yok ama neyin ‘olmaması gerektiği’ni bilmek daha önemli.
17 Şubat, Cumartesi
Kitap mezatına gittim bugün. Aslıhan Pasaj’daki Gezegen Sahaf mezatlarını arıyor gözüm ama nafile. (O bile artık aynı yerde değil.) Taşrada süreğen olan tek şey, şairin deyişiyle, ölüm dirim hazırlıkları... Sıkıldığım bir gündü, mezat sonunda mekândan ayrılmayıp aldıkları kitaplar, kentteki kültür faaliyetlerini konuşan bir grubun sohbetine katıldım. 5-6 kişilik grupta bir arkadaşım vardı, yanına iliştim hemen. Biri, özellikle domine etti konuşmayı, nedense benim sohbete girmeme müsaade etmiyordu. Tanıyordu çünkü beni. Ben sohbete girince ona konuşacak bir şey kalmazdı. Acıdım ve Yusuf Atılgan'ın "insanları yalan söylerken dinlemeyi severim" deyişindekine benzer duygularla, daha bir dikkatle dinledim, o anlattıkça şaşırmış numarası yapıp durdum. Ben böyle yaptıkça kızardı, tedirgin oldu, her şeyi birbirine kattı, okumadığı metinler hakkında atıp tutmaya başladı...
Geçmiş vakit, yine böyle bir gün, Tomris Uyar'ın Otuzların Kadını'ndan bahsedilirken "evet evet, otuz yaşında olmak çok özel" filan demişti biri. Oysa bir yaşı değil, dönemi ifade ediyordu öyküdeki otuzlar... Okur-yazar tayfa içinde bir tipoloji var ki, her tür zemin ve zamanda aynı refleksi gösteriyor: çoğunlukla acıklı bir kendini pazarlama.
Yalnız ayrıldım mekândan, sonra birkaç sahaf gezdim. Her anlamda nasipsiz bir gündü. Mezattan aldığım iki kitaptan başka bir şey yoktu elimde. Onları da sırf boş çıkmamak, katkı sunmuş olmak için aldım zaten. Güzel bir kitap edinemediğim, işe yarar bir şeyler öğrenmediğim ya da Leyla ile uzun bir sohbet, karşılıklı birer filtre kahve içemediğim ginleri ziyan sayıyorum.
Amaçsız, müstağni olmayan bir ruh haliyle yürüyüp ne yemek yiyeceğim konusunda da kararsız kalmıştım ki bir arkadaşım aradı, akşam beraber yemek yiyelim, sonrasında da takılırız dedi. Takıldık takılmasına ama pek de keyif aldığım bir gün olmadı. Öyle ki, bu bıkkın, hiçbir şey öğrenemediğim, şu günce için düştüğüm notlar dışında hayatıma yönelik bir katkı sunamadığım günün ağırlığı ile birkaç haftasonunu evde geçireceğim konusunda kararlılık hissettim sadece.
21. Hafta
16 Şubat, Cuma
Bir siyasi toto yapalım: Taylor Swift 2029 ya da 34'te Amerika başkanlığına oynayacak. Daha doğrusu, oynatılacak. Bu tantana, Kosinski’nin Bir Yerde’sini hatırlatıyor bana. Ayrıca, bir ‘gösteri imparatorluğu’ olan Amerika’ya pek yakışır. Ukrayna’ya musallat olan soytarı, bön cesaretiyle bir ülkeyi yok oluş noktasına getirdi. Bakarsın bildiğimiz anlamda Amerika da bu sayede tarihin çöplüğüne süpürülür. Tabii böyle bir sonda acı çekenin yalnızca Amerika olmayacağı açık. Dilerim kısa ve acısız olsun. Swift şarkıları gibi yavan. (Bunu yazdıktan sonra, şarkılarına haksızlık mı ediyorum acaba diye birkaç şarkısına kulak vereyim dedim, aman Allah’ım, az bile söylemişim, ‘popüler kültür’ün bile haz verir bir yanı var diye bilirdim ben, bu ‘tonal gürültü’ çıldırtır insanı. İyisi mi Tindersticks, Stuart Staples dinlemeye devam edeyim ben.)
15 Şubat, Perşembe
Bundan böyle bu blog dışında hiçbir yer için yazı yazmamaya karar verdim. Matbu dergilerde yazı yayımlamama yönündeki kararımı Kuyudaki Koro adında bir dergi için yazdığım Thomas Hardy yazısından sonra almıştım. İsabet, benim yazının yayımlandığı sayı, sanırım 9. sayıydı, derginin de kapanış sayısı olmuştu. Yıl 2014... On yıl sonra bir karar daha. (On yılda bir tersle düz oluyor sanki insanın dünyası.) Burası dışındaki dijital mecralara da paydos. Özel bir sebebi yok. Anlamsız geliyor sadece... Her şeyin, bütün ilişkilerin, etkileşimlerin sahteleştiği, karton göründüğü bir atmosferde, değilmiş gibi davranmak istemiyorum artık. Günce sonrasında, yalnızca kitap odaklı üretimlere ağırlık vermek istiyorum. Neden bilmiyorum, bu aralar çok öfkeliyim.
14 Şubat, Çarşamba
Bir arkadaşım neden günce tuttuğumu sordu. Yıllar sonra biyografimi yazacak kişilere yardımcı olmak için, diyemedim tabii, ben de bilmiyorum deyip geçiştirdim. Ama şunu söyleyebilirim: Kendimi kat etmek için yazıyorum –Henri Michaux. Belki de şöyle sormalıydı: neden [kamuya] açık bir günce?
1789 'devrimi', tarihin sırtına büyük bir insan enkazı yükledi. Devrimin
yedikleri Danton ya da Chamfort'tan ibaret değildi. Büchner de bir kurbanıdır
devrimin, Novalis de. Novalis, o her daim genç, uzun saçlarıyla yakışıklı büyük
ruhun Mahrem Güncesi'ni okurken, onun kadar olmasa da derin düşüncelere
kapıldım. O mahrem kaldı ama tarih onu faş etti. Ben faş olmak ister gibiyim,
bütün bu bilinme arzusuna rağmen diyorum kendime, tarihin örtüsü altındayım.
Tanrısal bir boyut ya da kılıf taşısa bile, insan sözkonusu iken bu isteği küçümsemedim
mi hep? Her neyse, Novalis gibi, karar deyip geçeyim.
"Ayrıca şunu da fark ediyorum ki, benim yazgım,
bu dünyada ulaşmamak hiçbir şeye; tam tomurcuklanırken yaşam, marufta –ve de kendimde– en güzel
şeyi keşfetmeye henüz başlamışken, ayrılmak her şeyden. Kendimi yeni keşfediyor
ve bunun tadını çıkarıyorum; işte tam da bu yüzden gitmeliyim."
Novalis, 26 Mayıs 1796
(Mahrem Günce, s. 41, Çev. Mehmet Barış Albayrak)
13 Şubat, Salı
Erzincan İliç'te bir maden faciası daha yaşandı. Bu türden felaketler bir Türkiye klasiğine dönüştü artık... Okul yıllarında bir arkadaşımız burada staj yapmıştı, çok imrenmiştim. Sonra ona da kısmet olmadı bu madende çalışmak ama, bilen bilir, yabancı ya da yabancı ortaklı bir şirkette çalışmak her beyaz yakalı Türk’ün hayalidir! Görünen o ki, onlar da artık bizim gibi, hatta bizden de beter... Sonraları böylesi bir yerde çalıştım. Cezayirli bir arkadaş vardı, 45 yaşında filandı o zaman. Belçika merkezli bir firmadaydı ve 6 dil biliyordu. Bir defasında, dünyanın her yerinde, 20’den fazla ülkede çalıştım Milât, demişti ve yakasını silkerek, “Turk business berbat berbat” diye eklemişti. Bu konuşmanın üzerinden 10 yıl geçti. Şimdi daha berbat. Yarın, kim bilir, berbat berbat...
12 Şubat, Pazartesi
Bülent Erkmen tasarımı bir kitabım olsun isterdim. Çok uzun zamandır bu arzudayım ama kader ya da koşullar bana bu imkânı vermeyecek gibi. Oysa Bülent Bey hâlen yaşıyor. Ömrü uzun olsun...
Yalnızca kitap değil, bir tasarımcı/sanatçı olarak sevdiğim, takip ettiğim biridir Erkmen. BEK’in sitesine arada bir girip bakarım, ‘son işler’i görmek ve yeniden hayran olmak için.
Vaktiyle (2017 olmalı) bir sertifika programına katılmıştım. Hoca, eğitim sonrası verdiği ödevde üç özgün tasarım nesnesi hakkında kısa bir ‘rapor’ yazmamızı talep etmişti. Yazdığım raporlardan biri Erkmen’in John Cage için yaptığı bir sergi afişiydi (John' Cage" sergi afişi, Bülent Erkmen, 2012.) Bir hafta sonra ödevden kaç almışım diye girip bakayım dedim, hoca sıfır vermiş. Gerekçeye de intihal filan yazmış. Biraz da eğlenerek, sert bir mail yazmıştım. İddianız buysa ispat edin o zaman nereden arakladığımı yazmıştım. Cevap gelmedi ama günsonunda notum değişmişti: 95.
İşte, John Cage afişi hakkında yazdığım ‘rapor’:
20. Yüzyıl deneysel/kuramsal müziğinin en önemli ismi John Cage adına Amerika’da açılacak bir sergi için Bülent Erkmen’den bir afiş hazırlanması istenmiş. Erkmen, tasarım süreci içerisinde Cage’in kült eseri 4’33’’ (4 dakika 33 saniye, 1952) üzerinden bir afiş hazırlamaktan yana koymuş tavrını. İşbu eser 4 dakika 33 saniye boyunca süren ‘notasız bir müzik’ eseridir. Müzisyen piyanonun başına geçer, nota defterini açar ve kronometrenin düğmesine basmasıyla eserin icrası başlar. İlk bakışta 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir sesin olmadığı intibaına kapılırız. Oysa bir müzik/ses vardır ama bu ses, alıştığımız üzere müzik aletinden değil ‘çevre’den gelir. Cage, 4’33’’ eserinde ‘dış sesin’ bestesini yapmıştır: öksürenler, boğazını temizleyenler, sırıtıp gülenler… Bülent Erkmen’in afiş tasarımındaki büyük boşluk işte bu eserden hareketle ortaya konmuş bir yorumdur. Buruşukluk ise dışarının sesine bir göndermedir. Bunun için matbaa çalışanlarından yardım aldığını da ekleyeyim. Tek talimat: buruşukluk merkezden dışarıya doğru yapılacak. Tıpkı sesin, ağzımızdan çıkarken yumuşayıp dağılması gibi… Benim için bir ‘arzu nesnesi’nden farksız olan bu eserin matbaa çalışanları için de eğlenceli bir mesaiye karşılık geldiğini tahmin etmek güç değil.
11 Şubat, Pazar
Füruzan... Parasız Yatılı'nın yayımlandığı Şubat 1971'den 53 yıl sonra, yine bir Şubat günü ayrıldı aramızdan. Ölüm haberini okuyunca, Parasız Yatılı'da kızını sınava uğurlayan annenin yağmurun altında gülümseyerek bekleyişi geldi gözümün önüne... Açtım, yeniden okudum öyküyü.
—Bu
okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da
öğrendin mi?
— Öyle ya, yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
— Öyleyse ben burayı kazanırım.
Uzun ömrü boyunca hep güzel kalmayı başardı, sadece bu da değil, yoksul ve
garip bir halkın güzelliğinin peşinden gitmeyi amaç edindi, bunu da başardı.
Bir tür Narodnikti diyebiliriz onun için. Hiç slogan atmamış bir Narodnik.
Daha ilk kitabıyla bir edebiyat olayına dönüşmüştü (Fethi Naci). Böylesi
çok azdır bizde. Bir ölçüde Latife Tekin de böyledir. Ya da daha eskilerden,
Garip şairleri. Günümüz edebiyat iklimi her şeyi biricikleştirdiği için tek ve
büyük bir şeyin etrafında toplanmak gittikçe zorlaşıyor. Füruzan’ı bir devrin son
temsilcilerinden biri sayabiliriz. Başkasını da düşünen, ‘görev ahlakı’yla
yaşamış saygın bir kuşağın son temsilcilerinden biri... Güzelliği büyüten ruhu,
Rabb’in rahmetiyle kuşansın.
10 Şubat, Cumartesi
Türkiye üzerine düşünecek, burada yaşamanın ne anlama geldiğini çözmek arzusundaki birinin Vedat Milor'un dedesinin öğüdünü aklında tutması gerekir diye düşünüyorum: Dedesi, tanımadığın insanlarla din ve siyaset konuşma demiş Milor'a. Sosyal medya denen personası değişken baloda fikir beyan etmek kadar hem anlamsız hem tehlikeli bir şey daha yok. Her şey, aleyhinize delil olarak kullamak için kurgulanmış bir sorgu odası görünümünde. Değişmeye, dönüşmeye imkân yok, makul olmakta direten birine yer yok. Hangi maskeyle boy verdiyseniz onu korumak zorundasınız –bedelini de göze alarak elbette. Dünya bu kadar katılığı kaldırır mı şüpheli...
Katılık dediğim an, yıllar öncesine gitti zihnim. Murat Erşen, bir
yazışmamızdan sonra "ilk fırsatta
Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'unun son paragrafını oku Milât" demişti, gülerek. Belki 10
yıl geçti, yeni okudum. Sanırım yukarıdakine benzer düşünceler savurduğum bir
akşam, her zamanki nezaket dolu hinliği ile şurayı okumamı salık vermişti:
" Eğer genç insanlar “absürd bir ortamda büyüdüklerini” hissediyorsa, içinde büyüyebilecekleri anlamlı ya da onurlu bir yaşam göremiyorlarsa, sıkıntının kaynağı “çağdaş toplumun ruh hali değildir.” Sorunun kaynağı “bu ruh halinin kendini yeterince gerçekleştirememesidir.” "
Doğrudur. Belki değil, büyük ihtimalle böyle. Ama şunu da bil ki sevgili
Murat, son paragrafta geçmiyor bu cümleler, sondan bir önceki paragrafta. Son
paragraf şöyle başlıyor: "Ya yarından sonrası?"
Bakarsın yarından sonra benim gibiler haklı çıkar. Berman'ın bile
buharlaşıp havaya karıştığı bir gündür belki yarın...
Bir siyasi toto yapalım: Taylor Swift 2029 ya da 34'te Amerika başkanlığına oynayacak. Daha doğrusu, oynatılacak. Bu tantana, Kosinski’nin Bir Yerde’sini hatırlatıyor bana. Ayrıca, bir ‘gösteri imparatorluğu’ olan Amerika’ya pek yakışır. Ukrayna’ya musallat olan soytarı, bön cesaretiyle bir ülkeyi yok oluş noktasına getirdi. Bakarsın bildiğimiz anlamda Amerika da bu sayede tarihin çöplüğüne süpürülür. Tabii böyle bir sonda acı çekenin yalnızca Amerika olmayacağı açık. Dilerim kısa ve acısız olsun. Swift şarkıları gibi yavan. (Bunu yazdıktan sonra, şarkılarına haksızlık mı ediyorum acaba diye birkaç şarkısına kulak vereyim dedim, aman Allah’ım, az bile söylemişim, ‘popüler kültür’ün bile haz verir bir yanı var diye bilirdim ben, bu ‘tonal gürültü’ çıldırtır insanı. İyisi mi Tindersticks, Stuart Staples dinlemeye devam edeyim ben.)
Bundan böyle bu blog dışında hiçbir yer için yazı yazmamaya karar verdim. Matbu dergilerde yazı yayımlamama yönündeki kararımı Kuyudaki Koro adında bir dergi için yazdığım Thomas Hardy yazısından sonra almıştım. İsabet, benim yazının yayımlandığı sayı, sanırım 9. sayıydı, derginin de kapanış sayısı olmuştu. Yıl 2014... On yıl sonra bir karar daha. (On yılda bir tersle düz oluyor sanki insanın dünyası.) Burası dışındaki dijital mecralara da paydos. Özel bir sebebi yok. Anlamsız geliyor sadece... Her şeyin, bütün ilişkilerin, etkileşimlerin sahteleştiği, karton göründüğü bir atmosferde, değilmiş gibi davranmak istemiyorum artık. Günce sonrasında, yalnızca kitap odaklı üretimlere ağırlık vermek istiyorum. Neden bilmiyorum, bu aralar çok öfkeliyim.
Bir arkadaşım neden günce tuttuğumu sordu. Yıllar sonra biyografimi yazacak kişilere yardımcı olmak için, diyemedim tabii, ben de bilmiyorum deyip geçiştirdim. Ama şunu söyleyebilirim: Kendimi kat etmek için yazıyorum –Henri Michaux. Belki de şöyle sormalıydı: neden [kamuya] açık bir günce?
(Mahrem Günce, s. 41, Çev. Mehmet Barış Albayrak)
Erzincan İliç'te bir maden faciası daha yaşandı. Bu türden felaketler bir Türkiye klasiğine dönüştü artık... Okul yıllarında bir arkadaşımız burada staj yapmıştı, çok imrenmiştim. Sonra ona da kısmet olmadı bu madende çalışmak ama, bilen bilir, yabancı ya da yabancı ortaklı bir şirkette çalışmak her beyaz yakalı Türk’ün hayalidir! Görünen o ki, onlar da artık bizim gibi, hatta bizden de beter... Sonraları böylesi bir yerde çalıştım. Cezayirli bir arkadaş vardı, 45 yaşında filandı o zaman. Belçika merkezli bir firmadaydı ve 6 dil biliyordu. Bir defasında, dünyanın her yerinde, 20’den fazla ülkede çalıştım Milât, demişti ve yakasını silkerek, “Turk business berbat berbat” diye eklemişti. Bu konuşmanın üzerinden 10 yıl geçti. Şimdi daha berbat. Yarın, kim bilir, berbat berbat...
Bülent Erkmen tasarımı bir kitabım olsun isterdim. Çok uzun zamandır bu arzudayım ama kader ya da koşullar bana bu imkânı vermeyecek gibi. Oysa Bülent Bey hâlen yaşıyor. Ömrü uzun olsun...
Yalnızca kitap değil, bir tasarımcı/sanatçı olarak sevdiğim, takip ettiğim biridir Erkmen. BEK’in sitesine arada bir girip bakarım, ‘son işler’i görmek ve yeniden hayran olmak için.
Vaktiyle (2017 olmalı) bir sertifika programına katılmıştım. Hoca, eğitim sonrası verdiği ödevde üç özgün tasarım nesnesi hakkında kısa bir ‘rapor’ yazmamızı talep etmişti. Yazdığım raporlardan biri Erkmen’in John Cage için yaptığı bir sergi afişiydi (John' Cage" sergi afişi, Bülent Erkmen, 2012.) Bir hafta sonra ödevden kaç almışım diye girip bakayım dedim, hoca sıfır vermiş. Gerekçeye de intihal filan yazmış. Biraz da eğlenerek, sert bir mail yazmıştım. İddianız buysa ispat edin o zaman nereden arakladığımı yazmıştım. Cevap gelmedi ama günsonunda notum değişmişti: 95.
İşte, John Cage afişi hakkında yazdığım ‘rapor’:
20. Yüzyıl deneysel/kuramsal müziğinin en önemli ismi John Cage adına Amerika’da açılacak bir sergi için Bülent Erkmen’den bir afiş hazırlanması istenmiş. Erkmen, tasarım süreci içerisinde Cage’in kült eseri 4’33’’ (4 dakika 33 saniye, 1952) üzerinden bir afiş hazırlamaktan yana koymuş tavrını. İşbu eser 4 dakika 33 saniye boyunca süren ‘notasız bir müzik’ eseridir. Müzisyen piyanonun başına geçer, nota defterini açar ve kronometrenin düğmesine basmasıyla eserin icrası başlar. İlk bakışta 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir sesin olmadığı intibaına kapılırız. Oysa bir müzik/ses vardır ama bu ses, alıştığımız üzere müzik aletinden değil ‘çevre’den gelir. Cage, 4’33’’ eserinde ‘dış sesin’ bestesini yapmıştır: öksürenler, boğazını temizleyenler, sırıtıp gülenler… Bülent Erkmen’in afiş tasarımındaki büyük boşluk işte bu eserden hareketle ortaya konmuş bir yorumdur. Buruşukluk ise dışarının sesine bir göndermedir. Bunun için matbaa çalışanlarından yardım aldığını da ekleyeyim. Tek talimat: buruşukluk merkezden dışarıya doğru yapılacak. Tıpkı sesin, ağzımızdan çıkarken yumuşayıp dağılması gibi… Benim için bir ‘arzu nesnesi’nden farksız olan bu eserin matbaa çalışanları için de eğlenceli bir mesaiye karşılık geldiğini tahmin etmek güç değil.
Füruzan... Parasız Yatılı'nın yayımlandığı Şubat 1971'den 53 yıl sonra, yine bir Şubat günü ayrıldı aramızdan. Ölüm haberini okuyunca, Parasız Yatılı'da kızını sınava uğurlayan annenin yağmurun altında gülümseyerek bekleyişi geldi gözümün önüne... Açtım, yeniden okudum öyküyü.
— Öyle ya, yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
— Öyleyse ben burayı kazanırım.
Türkiye üzerine düşünecek, burada yaşamanın ne anlama geldiğini çözmek arzusundaki birinin Vedat Milor'un dedesinin öğüdünü aklında tutması gerekir diye düşünüyorum: Dedesi, tanımadığın insanlarla din ve siyaset konuşma demiş Milor'a. Sosyal medya denen personası değişken baloda fikir beyan etmek kadar hem anlamsız hem tehlikeli bir şey daha yok. Her şey, aleyhinize delil olarak kullamak için kurgulanmış bir sorgu odası görünümünde. Değişmeye, dönüşmeye imkân yok, makul olmakta direten birine yer yok. Hangi maskeyle boy verdiyseniz onu korumak zorundasınız –bedelini de göze alarak elbette. Dünya bu kadar katılığı kaldırır mı şüpheli...
" Eğer genç insanlar “absürd bir ortamda büyüdüklerini” hissediyorsa, içinde büyüyebilecekleri anlamlı ya da onurlu bir yaşam göremiyorlarsa, sıkıntının kaynağı “çağdaş toplumun ruh hali değildir.” Sorunun kaynağı “bu ruh halinin kendini yeterince gerçekleştirememesidir.” "
20. Hafta
9 Şubat, Cuma
İnsanın kendi kuşağından iyi bir şairi okuması büyük keyif. Bâtınî Siyah’ın şairi Murat Saldıray ile aynı yıl doğmuşuz, 1988'de. Yüzyıl arifesinde doğmak berbat bir duygu. Büyüklerimiz, bizim kuşağa ne çocuk ne büyük gibi davrandı. Herkesin kafasının karışık olduğu bir dönemdi 90'lar. Biz, özellikle de '88 doğumlular, kayıp bir nesiliz. 1902 doğumlular gibi talihsiziz. Bütün dönüşümler bizim üzerimizde test edildi. Hâlâ büyümedik, zaten büyük olduğumuz zannıyla geçti ilkgençliğimiz... Kendi kuşağımızın zencileriyiz biz. Bir kere değil, iki kere zenciyiz üstelik: son sayı için yeltendiğinde, yeşil zeminde duran iki siyah 8; tanıdık bir yüzün gözlerini hatırlatan.
Zannediyorum Murat Saldıray şiirindeki öfkeli sesin ve karamsarlık tonu yüksek şiirlerin bir sebebi de bu: '88 acısı. Aşağıya şiirlerinden birkaç parça bıraktım. Kendiniz karar verin, bu kadarıyla karar vermek mümkünse tabii. Kitapta "kesif bir gül kokusu" var. Güller, her yere saçılı. Kalpten dizeler, bir yaz gününü özler halde. (Benim de çok sevdiğim, kullandığım bir tema bu.)
Bir de eleştirim var. Arkadaşı olsam, bu kadar çok 'eski kelime' kullanma derdim. 40'larda yazmış bir şairi okuduğunu sanıyor insan. Ve son bir şey: kitaptaki William Hazlitt alıntıntısının bu blogdan yani benden alındığını fark ettim. Benim küçük iz'lerim olur, bir çeşit mühür! Bunda bir sakınca yok ama ilk kez olmuyor böyle şeyler. Ballar balını da bulmadık ama, kovanım yağma.
*
kalbim aka aka kuruyan
bir yıldız gibi topladı karanlığını
artık yalnızlığını kınayacak
bir ruh aramaktan vazgeç...
*
O sen misin ölümün akıl almaz
rengi? seni de kırdığı gün
dalında sonbahar...
uzaklar
ve yolların hıncı,
birikir yolcunun yüzünde;
işte ben yine bu hüzünde
matemsiz ve kıyıcı
bir ağırlanış gibiyim...
*
Bir gül değilse ne gölgeler
bende kanayan şiiri?
*
gördüm, gözlerindi
iki iri siyah gül gibi açılan
ve ağlamak için
kendi kıyıcı güzelliklerinden başka
bir bahanesi olmayan...
*
zamanın saydam kabuğuna
sürterek alnımı
ve yüzümde çentikler açan
saatleri geçerek
bekliyorum, yazların
kanımla aydınlanacak sunağında...
*
Ölümcül, bâtıni ve siyah bedenim...
Beni bir gömü
gibi bulmuş ve unutmuştur orada...
*
...Diotima,
bana gerçeği söyle, bir gölge, bir şiir
değilse aşkın yarım kalmışlığı, nedir?
Ve ben yolların devamında ne buldum?
Murat Saldıray, Bâtınî Siyah, Ötüken Neşriyat, 2021.
8 Şubat, Perşembe
The Holdovers’ı (2023) izledik Leyla ile. Kırk yılın başı güzel bir film seçtin deyip kızdırdım ama bu kez sahiden turnayı gözünden vurdu. Bayıldım bu filme. X'e iyice büyüterek yazayım bir şeyler belki en hit tweetim olur dedim ama nafile, benim yazgımda 15 dakikalık şöhrete bile müssade yok. Şöyle yazdım: Thomas Bernhard, "abartmadan hiçbir şey anlatılamaz" demişti. The Holdovers'ın (2023) abartıya ihtiyacı yok, tek kelimeyle muhteşem bir film. Tek eksiği, bir kez izlememenin yeterli gelemeyecek olması :)
7 şubat, Çarşamba
50 yaşında ölenlere yönelik bir takıntım var. 50 yaş, demiştim bir vakit, ne yaşlı, ne genç. Bulabildiğim isimler içinde sevdiklerim, 50 yaşında ölmüş olmalarıyla ayrıca yakınlık duyduklarım şunlardı: Carson McCullers, Glenn Gould, Paul Celan ve Sami Baydar. ‘İç hastalıkları uzmanı’, Prof. Osman Müftüoğlu “50. Yaş Neden Önemli?” başlıklı bir yazısında şöyle veciz bir söz sarfetmişti: “Her yaş önemlidir ama ellinci yaş en ayrıcalıklısı ve en mühimidir. Çünkü, ‘ömrün gölge çizgisi” gibidir. Sonrasında çok şey değişir...”
Ömrün gölge çizgisi. Ne kadar güzel bir benzetme değil mi? Şiirin sizi kim aracılığıyla ve nasıl yakalayacağını bilemezsiniz... İnşallah ben ve Leyla uzun yaşarız, sağlıkla nice kitaplarımız olur. Sözümüz uzar yine böyle, nefesimiz gür olur ve günü geldiğinde, mutlu ölürüz, cenneti hak ederiz. Dualarımı şöyle bitiririm: Allah’ım senin gücün her şeye yeter.
6 Şubat, Salı
Kahramanmaraş depremlerinin yıldönümü bugün. Korkunç bir yıkım, unutması güç bir acı. Yine de biliyorum, bu da unutulacak. Hem de daha çabuk. Kültürümüz, unutuşu erdem sayan bir kültürdür. Bunun faziletlerini yok sayıyor değilim ama görebildiğim kadarıyla ısrarla sürdürdüğü tek erdem de bu. Daha şimdiden, deprem üzerine yapılan yayınlar izlenmedi, konuşmalara kayıtsız kalındı. Unutmayı seçen bir toplumdan, hatırlamasını bekleyemezsiniz. Olur da hatırlamaya çalıştığında, uydurur ancak, başkasının yalanlarını göğsüne siper eder. Böyle gelmiş, böyle gider. Anadolu: yıkıldıkça yeniden ve yeniden.
İki el
atalar sözü ile bitireyim, çünkü her dem hakiki, her vakit derindir onlar: ateş düştüğü yeri yakar – ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.
5 Şubat, Pazartesi
Fred Hersch dinliyorum şu ara. Müziğinin müthiş bir aurası var. İncelikli tarzı, ‘kulak vermeyi’ yetersiz kılıyor. Sahiden ‘dinlemek’ gerekiyor, o küçük boşluklardan sızabilmek için. Çok değerli kültür insanı, müzisyen Nevzat Yılmaz sayesinde tanıştım Hersch ile. Modern caz müziğinin Bach'ı, diyordu Nevzat Bey. Tanıl Bora'dan öğrendiğim Keith Jarret'tan sonraki en özel keşiflerimden biri sayıyorum bunu. Keith Jarret’ın –bilhassa– konser kayıtları içinde sürüklendiğim bir dönemde Nanni Moretti'nin Caro Diario'su (1993) ve o meşhur Pasolini sahnesini izlemiştim. Yol boyunca bize eşlik eden Jarret parçası ile Pasolini'nin hikâyesi birleşince, son sahnede gözyaşlarım kendini koyvermişti. Bakalım, Hersch'ün bendeki hikâyesi nereye evrilecek, başka kimleri dahil edecek bu hikâyeye ve umulur ki, gözyaşı döktürecek...
4 Şubat, Pazar
Ludovico Ariosto'nun (1474-1533) Çılgın Orlando'sunu okuyorum. Henüz 1. cildi yayımlanan kitapta 17 kanto mevcut. Toplam 46 kantoluk (38736 dize!) bu destan-şiirin 3 ciltte tamamlanacağını düşünüyorum. İlk kez 1516'da 40 kanto ile yayımlanan kitap XVI. yüzyılda 154 baskı yapmış. Ayrıca halkın anlayacağı dilde 38, Lehçe 18, Fransızca 20, İspanyolca 20 ve İngilizce 1 baskı daha. Gördüğü ilgiyi düşününce sahiden de çılgın zamanlarmış demek geldi içimden. Bir de şu soruyu bilen birine sormak isterdim: o yıllarda basımlar kaç adetti acaba?
Bütün bunlar bir yana, kitaptan zerre keyif almadım. Necdet Adabağ'ın uzun yıllara yayıldığını söylediği tatsız-tuzsuz çevirisinin de etkisi olabilir. Sevmedim. Arkaik bir anlatı. İlginç ama şiirsellikten uzak bir rönesans metni. Böyle bir şey var sahiden de; rönesansın plastik sanatlarda gösterdiği 'inkişafı' yazıda göremiyoruz. Michelangelo'nun da şiirlerini okumuştum. Hevesle başladığım okuma,hayalkırıklığı ile sonlanmıştı. Büyük sanatçının aslî uğraşındaki ihtişamın kırıntılarını bulurdunuz ancak o şiirlerde. Maalesef, böyle: hayat, çılgın heveslerimizin ‘yılgın bir hoşgörü’ye kurban gittiği anlardan ibaret!
3 Şubat, Cumartesi
Shiva Baby (2020) filmini izledim. Vasatlık ötesi bir Amerikan zırvasıydı ama başka bir şeyi düşündürdü bana: Almanya Yahudilerini. Tarihte, sonradan dahil olduğu kültüre bu denli entegre olmuş bir örnek var mı emin değilim. Heine’ydi sanırım "Kalbim, Alman ruhunun bir haritasıdır" demişti, ya da bunun gibi bir şey, aklımda kaldığı kadarıyla artık... Heine’nin, başka gerekçelerle birlikte uğruna dinini değiştirip Protestanlığa geçtiği dil/kültür, bir yüz yıl bile geçmeden insanları yakacaktı. Öncesinde, Berlin'de başlayan (1933) kitap yakma barbarlığında ise ateşe ilk atılan kitaplar arasındaydı Heine'nin kitapları. İlk dönem eserlerinden Almansor’da (1823), Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır.”
Neden anlatıyorum bunları peki ben? Neden anlattığım yeterince açık değil mi? Amerika denen vahşi yapının günü geldiğinde neye evrileceğini kimse kestiremez. Hele de dünyanın jandarması olma işlevini yerine getiremez olunca ve içine kapandığında... İçine kapanan bir Amerika'nın vahşet kıvılcımlarının arayacağı günah keçisi, salonun ortasındaki pembe fil misali apaçıktır: Amerika Yahudileri.
5 Şubat, Pazartesi
Fred Hersch dinliyorum şu ara. Müziğinin müthiş bir aurası var. İncelikli tarzı, ‘kulak vermeyi’ yetersiz kılıyor. Sahiden ‘dinlemek’ gerekiyor, o küçük boşluklardan sızabilmek için. Çok değerli kültür insanı, müzisyen Nevzat Yılmaz sayesinde tanıştım Hersch ile. Modern caz müziğinin Bach'ı, diyordu Nevzat Bey. Tanıl Bora'dan öğrendiğim Keith Jarret'tan sonraki en özel keşiflerimden biri sayıyorum bunu. Keith Jarret’ın –bilhassa– konser kayıtları içinde sürüklendiğim bir dönemde Nanni Moretti'nin Caro Diario'su (1993) ve o meşhur Pasolini sahnesini izlemiştim. Yol boyunca bize eşlik eden Jarret parçası ile Pasolini'nin hikâyesi birleşince, son sahnede gözyaşlarım kendini koyvermişti. Bakalım, Hersch'ün bendeki hikâyesi nereye evrilecek, başka kimleri dahil edecek bu hikâyeye ve umulur ki, gözyaşı döktürecek...
4 Şubat, Pazar
Ludovico Ariosto'nun (1474-1533) Çılgın Orlando'sunu okuyorum. Henüz 1. cildi yayımlanan kitapta 17 kanto mevcut. Toplam 46 kantoluk (38736 dize!) bu destan-şiirin 3 ciltte tamamlanacağını düşünüyorum. İlk kez 1516'da 40 kanto ile yayımlanan kitap XVI. yüzyılda 154 baskı yapmış. Ayrıca halkın anlayacağı dilde 38, Lehçe 18, Fransızca 20, İspanyolca 20 ve İngilizce 1 baskı daha. Gördüğü ilgiyi düşününce sahiden de çılgın zamanlarmış demek geldi içimden. Bir de şu soruyu bilen birine sormak isterdim: o yıllarda basımlar kaç adetti acaba?
Bütün bunlar bir yana, kitaptan zerre keyif almadım. Necdet Adabağ'ın uzun yıllara yayıldığını söylediği tatsız-tuzsuz çevirisinin de etkisi olabilir. Sevmedim. Arkaik bir anlatı. İlginç ama şiirsellikten uzak bir rönesans metni. Böyle bir şey var sahiden de; rönesansın plastik sanatlarda gösterdiği 'inkişafı' yazıda göremiyoruz. Michelangelo'nun da şiirlerini okumuştum. Hevesle başladığım okuma,hayalkırıklığı ile sonlanmıştı. Büyük sanatçının aslî uğraşındaki ihtişamın kırıntılarını bulurdunuz ancak o şiirlerde. Maalesef, böyle: hayat, çılgın heveslerimizin ‘yılgın bir hoşgörü’ye kurban gittiği anlardan ibaret!
3 Şubat, Cumartesi
Shiva Baby (2020) filmini izledim. Vasatlık ötesi bir Amerikan zırvasıydı ama başka bir şeyi düşündürdü bana: Almanya Yahudilerini. Tarihte, sonradan dahil olduğu kültüre bu denli entegre olmuş bir örnek var mı emin değilim. Heine’ydi sanırım "Kalbim, Alman ruhunun bir haritasıdır" demişti, ya da bunun gibi bir şey, aklımda kaldığı kadarıyla artık... Heine’nin, başka gerekçelerle birlikte uğruna dinini değiştirip Protestanlığa geçtiği dil/kültür, bir yüz yıl bile geçmeden insanları yakacaktı. Öncesinde, Berlin'de başlayan (1933) kitap yakma barbarlığında ise ateşe ilk atılan kitaplar arasındaydı Heine'nin kitapları. İlk dönem eserlerinden Almansor’da (1823), Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır.”
Neden anlatıyorum bunları peki ben? Neden anlattığım yeterince açık değil mi? Amerika denen vahşi yapının günü geldiğinde neye evrileceğini kimse kestiremez. Hele de dünyanın jandarması olma işlevini yerine getiremez olunca ve içine kapandığında... İçine kapanan bir Amerika'nın vahşet kıvılcımlarının arayacağı günah keçisi, salonun ortasındaki pembe fil misali apaçıktır: Amerika Yahudileri.
19. Hafta
2 Şubat, Cuma
X'te bir video gördüm. Nobel'i aldıktan sonra İsveç televizyonu Samuel Beckett ile bir röportaj yapmak istiyor. Beckett kabul ediyor ama bir şart koşuyor: hiç soru sorulmayacak, tamamen sessizlik. (1969)
Beckett için
20. yüzyılın en büyük sanatçısı denebilir. Bir nevi insan terbiyecisi. En küçük
jesti bile insanı "Siz düşünmez misiniz?"e çağıran bir
altmetin içerir. Pessoa'dan el alıp söylersem, O, "İçinde büyük gemiler
olan limanlar" gibidir, "ayrılan ve dönmeyi düşünmeyen
gemiler..."
Ya da kendi
sözleriyle: "Böylece, bir gece ya da bir gün, kafası elleri
üstünde, masasına oturmuş, kalktığını ve gittiğini gördü kendisinin." (Çev.
Ahmet Soysal)
1 Şubat,
Perşembe
Dionys Mascolo'nun Aşk Üstüne’sinden:
’’[K]endini tamamen vermek bazı tabiatlara zor gelir. Adeta delilikle burun buruna gelmeyi kabullenmek gibidir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır.’’ (Çev. Atakan Karakış, MonoKL, 2012. s. 50)
Bu da Anatole
France'ın Kırmızı Zambak'ından, çok seviyorum bu bölümü:
“Aşk da sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın, tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”
31 Ocak,
Çarşamba
Ah Muhsin Ünlü, " 'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum " demişti. Aklımda kalmış. Bu tamlamadan daha bıçkını Zeki Demirkubuz'un 2012'de sarf ettiği şu sözlerdir bana kalırsa:
“Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum.”
O kadar inanıyorum ki bu söze, bir kağıda yazıp 'usulüne göre' katlamak ve muska yapıp boynuma asmak geliyor içimden. Hiç unutmayayım, 'bu ülke' ve 'bu hayat' için asla acı duymayayım diye.
Tanpınar ise "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Demişti. Bilinmeli ki 'bu hayat' yalnızca 'bir hayat'tır ve kıymeti bilinerek, kimseye zarar vermeden, bildiğin gibi yaşanacaksa anlamlıdır. O güzelim kamyon arkası yazılarından biriyle bitirmek daha iyi: TEKRARI YOK YAŞAYABİLDİĞİN KADARSIN.
30 Ocak, Salı
Geçmişten gelen arkadaşlıklar… Başa bela bir durum bu. Karşılıklı değişimin zamanla arkadaşlığın zeminini de değiştirmesi beklenir. Toyluğun zemini alüvyal zeminler gibi oynaktır, sulu sepken, kaygan ve güvenilmezdir. Oysa olgunluk çağı Babil'i düşler, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ama hafıza kaybı göze alınmıştır zaten... Aslolan ortaklaşarak dönüşmektir. Değişmeni, dönüşmeni kabullenmeyen arkadaştan daha can sıkıcı çok az şey var şu hayatta. Her yaşın arkadaşlığının başka olduğunu unutmadan ve bazılarının ‘o yaşta’ kalması gerektiğini bilerek yaşamalı.
29 Ocak,
Pazartesi
Ziya Osman Saba'nın ölüm yıldönümüymüş bugün. Edebiyatımızın ender iyi kalpli insanlarındandır Saba. Çok yaşamaz böyleleri, 47 yaşında göçmüş o da. Şiirleri güzeldir. Benim şiddete olan meyyalim -vallahi dertten- bu şiirlerle gönül bağı kurmama engel olmuştu belki de. "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi" daha özel bir eserdi bana göre. Şiirinden daha güçlüdür. Garip ama buradaki öykülerin zihnime yerleşmesi bir başka yazarın, Özel Arabul'un Foto Bahar adlı oyunu ile olmuştu. Bir sahafta bulup okumuştum. Oyun, hiçbir gönderme olmadığı halde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne götürmüştü beni. Çok güzeldi... Bir de Necati Cumalı'nın Bir Sabah Gülerek Uyan'ı vardı böyle. Yine Ziya Osman'a dönmüştüm okurken...
İyi insanlar böyledir, kalbe dokunup da çıkan ses eskimez, dinmez. Hep diridir ve her zaman bize yol gösterir. Çoğu zaman aksine gitsek bile.
28 Ocak, Pazar
Leyla ile Erciyes'e gittik. Bayılıyor Erciyes'e! Bir insan neden dağ sever anlamıyorum... Giyindik, kuşandık. Teleferiğe binmekti niyetimiz, o çılgın trafiği atlatıp güzel bir park yeri bulduktan sonra her şey tamam zannettik ama teleferikteki insan sırasının araç trafiğinden beter olduğunu görünce vazgeçtik. Uzun uzun yürüdük karlı yollarda. İnsan kalabalığı bunaltıcıydı ama uzaktan bakınca gözümün önünde Lowry tabloları belirdi. Bir farkla: işçi sınıfı fabrikaya doğru yürümüyordu, her sınıftan insan yamaca doğru tırmanıp kendini aşağı bırakma, mutlu olma, anı biriktirme ve heyecan derdindeydi. Haymarket'ten bu yana insan daha az çalışıyordu ama her nasılsa vakti daha azdı.
Karlı patikanın sonunda Radisson Blu denen otele girdik. Yemeklerine filan bir bakalım diye. Ortamda her tipten insan vardı. Aklı başında her insanın temel meselesinin sınıf bilinci'ni taşımak olduğu fikri iyice pekişti zihnimde.
Derken mahluta çorbam geldi. İlk defa tattım, güzelmiş. İki kaşık da canım karıcığımın balkabağı çorbasından aldım. Tatlı çorba işi bana göre değilmiş. İki çorba parası ödeyip sınıf bilincimi fulledikten sonra evimize döndük. Evde yemeğimiz, huzurumuz ve sevgimiz vardı.
27 Ocak,
Cumartesi
İlker Çatak'ın Öğretmenler Odası (2024) filmini izledim. Almanya'nın Oscar adayı imiş. Bir göçmen ailesi mensubundan, bir başka göçmeninin hikâyesi. Bu kez Polonyalı bir öğretmen... Son dönem Alman sinemasının başat teması bu. Göçmenlik ve Almanya bir araya geldiğinde kaçınılmaz bir hava siniyor tüm hikâyelere: tedirginlik. Almanya'da göçmen olmak korkuyu da beraberinde getiriyor. Alman olmayan hiç kimsenin garantisi yok çünkü! Bu konuda çok daha sıkı bir film izlemiştim: Visar Morina'nın Yabancı'sı (2020). Kosovalı bir mühendisin bitmeyen, haklı endişesini ‘takip ediyorduk’.
Yine, aynı
temadan dem vuran Alpgiray M. Uğurlu'nun Açık Kapılar Ardında (2023) filmini
izledim. Yine bir mühendis, bu kez bir tutunma hikâyesi izliyoruz. Ülkesindeki
politik atmosferden bunalıp Almanya'ya sığınan zavallı bir kadının hikâyesi.
Kendi ülkesindeki 'seçkin' konumunu bırakıp Almanya'ya 'sığınıyor' ama Alman
emlak şirketi kefil bulmadan kendisine evi kiralamayacağını söyleyince ne
yapacağını bilemiyor. Diğer gurbetçi arkadaşları da kendisine arka çıkmaya pek
hevesli olmayınca o sözü hatırlamadan edemiyor insan: hemşeri hemşeriyi
gurbette... Orta metraj, yarı-sanatlı bir belgesel havasındaydı film. Her şey
yüzeysel bir tonda işlenmişti ama son yıllarda ülkeden kaçan 'şımarık beyinler’in
hikâyesinin daha çok işlenmesi gerektiğini düşündürttü bana. Bu anlamda tatlı
bir adım olmuş.
X'te bir video gördüm. Nobel'i aldıktan sonra İsveç televizyonu Samuel Beckett ile bir röportaj yapmak istiyor. Beckett kabul ediyor ama bir şart koşuyor: hiç soru sorulmayacak, tamamen sessizlik. (1969)
Dionys Mascolo'nun Aşk Üstüne’sinden:
’’[K]endini tamamen vermek bazı tabiatlara zor gelir. Adeta delilikle burun buruna gelmeyi kabullenmek gibidir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır.’’ (Çev. Atakan Karakış, MonoKL, 2012. s. 50)
“Aşk da sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın, tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”
Ah Muhsin Ünlü, " 'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum " demişti. Aklımda kalmış. Bu tamlamadan daha bıçkını Zeki Demirkubuz'un 2012'de sarf ettiği şu sözlerdir bana kalırsa:
“Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum.”
O kadar inanıyorum ki bu söze, bir kağıda yazıp 'usulüne göre' katlamak ve muska yapıp boynuma asmak geliyor içimden. Hiç unutmayayım, 'bu ülke' ve 'bu hayat' için asla acı duymayayım diye.
Tanpınar ise "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Demişti. Bilinmeli ki 'bu hayat' yalnızca 'bir hayat'tır ve kıymeti bilinerek, kimseye zarar vermeden, bildiğin gibi yaşanacaksa anlamlıdır. O güzelim kamyon arkası yazılarından biriyle bitirmek daha iyi: TEKRARI YOK YAŞAYABİLDİĞİN KADARSIN.
Geçmişten gelen arkadaşlıklar… Başa bela bir durum bu. Karşılıklı değişimin zamanla arkadaşlığın zeminini de değiştirmesi beklenir. Toyluğun zemini alüvyal zeminler gibi oynaktır, sulu sepken, kaygan ve güvenilmezdir. Oysa olgunluk çağı Babil'i düşler, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ama hafıza kaybı göze alınmıştır zaten... Aslolan ortaklaşarak dönüşmektir. Değişmeni, dönüşmeni kabullenmeyen arkadaştan daha can sıkıcı çok az şey var şu hayatta. Her yaşın arkadaşlığının başka olduğunu unutmadan ve bazılarının ‘o yaşta’ kalması gerektiğini bilerek yaşamalı.
Ziya Osman Saba'nın ölüm yıldönümüymüş bugün. Edebiyatımızın ender iyi kalpli insanlarındandır Saba. Çok yaşamaz böyleleri, 47 yaşında göçmüş o da. Şiirleri güzeldir. Benim şiddete olan meyyalim -vallahi dertten- bu şiirlerle gönül bağı kurmama engel olmuştu belki de. "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi" daha özel bir eserdi bana göre. Şiirinden daha güçlüdür. Garip ama buradaki öykülerin zihnime yerleşmesi bir başka yazarın, Özel Arabul'un Foto Bahar adlı oyunu ile olmuştu. Bir sahafta bulup okumuştum. Oyun, hiçbir gönderme olmadığı halde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne götürmüştü beni. Çok güzeldi... Bir de Necati Cumalı'nın Bir Sabah Gülerek Uyan'ı vardı böyle. Yine Ziya Osman'a dönmüştüm okurken...
İyi insanlar böyledir, kalbe dokunup da çıkan ses eskimez, dinmez. Hep diridir ve her zaman bize yol gösterir. Çoğu zaman aksine gitsek bile.
Leyla ile Erciyes'e gittik. Bayılıyor Erciyes'e! Bir insan neden dağ sever anlamıyorum... Giyindik, kuşandık. Teleferiğe binmekti niyetimiz, o çılgın trafiği atlatıp güzel bir park yeri bulduktan sonra her şey tamam zannettik ama teleferikteki insan sırasının araç trafiğinden beter olduğunu görünce vazgeçtik. Uzun uzun yürüdük karlı yollarda. İnsan kalabalığı bunaltıcıydı ama uzaktan bakınca gözümün önünde Lowry tabloları belirdi. Bir farkla: işçi sınıfı fabrikaya doğru yürümüyordu, her sınıftan insan yamaca doğru tırmanıp kendini aşağı bırakma, mutlu olma, anı biriktirme ve heyecan derdindeydi. Haymarket'ten bu yana insan daha az çalışıyordu ama her nasılsa vakti daha azdı.
Karlı patikanın sonunda Radisson Blu denen otele girdik. Yemeklerine filan bir bakalım diye. Ortamda her tipten insan vardı. Aklı başında her insanın temel meselesinin sınıf bilinci'ni taşımak olduğu fikri iyice pekişti zihnimde.
Derken mahluta çorbam geldi. İlk defa tattım, güzelmiş. İki kaşık da canım karıcığımın balkabağı çorbasından aldım. Tatlı çorba işi bana göre değilmiş. İki çorba parası ödeyip sınıf bilincimi fulledikten sonra evimize döndük. Evde yemeğimiz, huzurumuz ve sevgimiz vardı.
İlker Çatak'ın Öğretmenler Odası (2024) filmini izledim. Almanya'nın Oscar adayı imiş. Bir göçmen ailesi mensubundan, bir başka göçmeninin hikâyesi. Bu kez Polonyalı bir öğretmen... Son dönem Alman sinemasının başat teması bu. Göçmenlik ve Almanya bir araya geldiğinde kaçınılmaz bir hava siniyor tüm hikâyelere: tedirginlik. Almanya'da göçmen olmak korkuyu da beraberinde getiriyor. Alman olmayan hiç kimsenin garantisi yok çünkü! Bu konuda çok daha sıkı bir film izlemiştim: Visar Morina'nın Yabancı'sı (2020). Kosovalı bir mühendisin bitmeyen, haklı endişesini ‘takip ediyorduk’.
18. Hafta
26 Ocak, Cuma
İzlandalı yönetmen Hlynur Pálmason’un Godland’ını (2022) izledim. Kendini davasına adamış insanların hikâyesi her zaman ilgimi çekmiştir. Filmde, 19. yüzyıl başlarında Danimarka’dan çıkıp pagan İzlandalılar arasında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla bir kilise inşa etmeye giden toy bir sofunun hikâyesi anlatılıyor. İzlanda’nın muhteşem olduğu ölçüde çetin coğrafyasında din ile doğanın, dua ile karın/soğuğun çatışmasını izliyoruz. Bu çok katmanlı, çok sayıda farklı ‘okumaya’ imkân tanıyan filmden bana kalan şeylerden biri de ‘ruhban sınıfı’na güven olmayacağı idi: her şeyi Tanrı için yapar görünseler bile onların da bizler gibi zaafları olan birer insan olduğunu unutmamak lazım. Bu zaaflar uzun yıllar bastırılmış olduğu için tahrip gücü de yüksek oluyor. Çevresinde topladıklarını nereye doğru sürükleyeceklerini Tanrı’dan başkası bilemez.
Her şey bir yana, İzlanda sineması denince aklıma gelen o fevkalade şiirsel Evrenin Melekleri (2000) filmi ve çok sevdiğim başrol oyuncusu Ingvar Eggert Sigurðsson’u izlemek büyük keyifti.
Adanmışların hikâyeleri Hıristiyan misyonerlerinden ibaret değil ayrıca. Keşke ilk hadis derleyicilerinin de filmleri çekilebilse. Bir gün çekilecektir ama bunun yalnız ve güzel çölümüz olan Türkiye’mizden çık(a)mayacağı çok açık. Gazzali’nin hikâyesini bile o yermeye doyamadıkları Batılılar yapmadı mı? Bu hikâye, böyle gelmiş, böyle gidiyor maalesef.
25 Ocak, Perşembe
Nietzsche'nin "Ey istem" diyen, Varlığı göreve çağıran bir nidası vardır ki ilk okuyuşumdan bu yana kulağımda bir çınlamadır gider. Şöyle diyordu, Deccal'in en sonuna ekli bir şiirinde:
"Ey istem, her zorluğun dönüm noktası, sen b e n i m zorunluğum! Esirge beni bir büyük yengi için!"
Ey istem!.. İradenin, bilincin zaafları altında hırpalanan insan! Farkında bile değil çoğu, ama dünya, en küçük nezaketsizlikte ya da daha fenası, yok saymada, güneşte geceye gömülenlerle dolu. Utancın, mahcubiyetin ağırlığı herkes için aynı değil. Bunu bilmemek isterdim, unutmak isterdim. Tek bir dizenin gücüyle içine gömülmenin ne olduğunu da.
Ey istem!.. İnsan, hazırlıksız yakalanandır. Evinden uzakta, güneşe ve merhamete muhtaç olandır. El içindedir ve hamurunda utanç vardır. Kendisini bekleyen yazgıya doğru koşar; bütün benliği ile geriye dönmek isterken.
"Ey istemim benim, sen her zorluğun mucizesi, zorunluğum benim!
Koru beni bütün küçük yengilerden!
Sen yazısı ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki!
Koru ve esirge beni bir büyük yazgı için!"
(Çeviren: Oruç Aruoba)
24 Ocak, Çarşamba
Leyla'nın Kardeşleri'ni (2022) sonunda izledim. Kahredici bir 'doğu hikâyesi'. Bu, şu demek: kadının yok sayıldığı bir hikâye. Çünkü ‘Doğu’ derken kadın aklının, benliğinin, ruhunun yok sayıldığı bir yeri tarif ediyoruz, aynı zamanda. Batı ile Doğu’nun ayrımını ortaya koyacağımız zaman işe buradan başlamalı. Bugün bile temel çatışma budur bana kalırsa. Batı, ‘Doğu’ dediği şeyin kadını alımlama biçimini tiksinç buluyor. Batılılaşan kafa da öyle. Oysa Leyla’nın, Leylaların -erkek- kardeşlerinin böyle bir derdi yok. Bir şeyleri yanlış yaptıklarını akıllarına bile getirmiyorlar ya da işlerine gelmiyor. En azından şimdilik.
23 Ocak, Salı
“... 1944 Mayısı'na dek Taşkent'te yaşadım. Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum. Taşkent'te ilk defa yakıcı sıcağı, ağaç gölgesini, suyun sesini öğrendim. Ayrıca insan iyiliğini de öğrendim. Taşkent'te çok defa ve ağır hastalandım. (...) Beni öteden beri çeviri ilgilendiriyordu. Savaş sonrası yılları çok çeviri yaptım, şimdi de yapıyorum. 1962 yılında 'Kahramansız Düzyazı'yı bitirdim. Geçen sene Roma ve Sicilya'da bulundum. 1965 baharında Shakespeare'in ülkesine gittim, Atlantik ve Britanya gökyüzünü gördüm, eski arkadaşlarla görüştüm ve yenileriyle tanıştım. Bir daha Paris'e gittim. Şiir yazmaya hiç ara vermedim. Bana göre onlar zamanla ve halkımın yeni yaşantısıyla bir bağ kuruyor. Bu yıllarda yaşadığım için şanslıyım.”
—Anna Ahmatova
(Çeviren: Hande Özer, “Dünya Şiir Mitosları”, Gendaş-Kültür Yay.)
Ahmatova'nın kendisini anlattığı bu alıntıda geçen "Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum" cümlesini ilk okuduğumdan beri unutmadım. Şiirin yaraları iyileştiren bir şey olduğunu, bunu okumadan önce de bilirdim ama söylemeye cesaret edememiştim hiç. Ahmatova'yı bilen bir okur olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.
22 Ocak, Pazartesi
Bugün Sezai Karakoç'un doğum günü. (Hayatı boyunca bir kez olsun doğum günü kutlanmış mıdır acaba?) Okul günlerinde bir okuma grubuna katılmıştım. Karakoç'un 'düşünce' odaklı 10 kitabı peş peşe okunacaktı: Çıkış Yolu, Diriliş Neslinin Amentüsü, Yitik Cennet, Günlük Yazılar... Bana göre bir iş değilse bile, "okuma, okumadır" deyip dahil oldum. Orada, büyük şairimizin ne denli zayıf, sığ bir düşünür olduğunu gözlemleme imkânı buldum. (Bu, bir yanıyla da şaşırtmamıştı çünkü genelde böyle oluyor, bir noktadan sonra şiiri kendisine ya da okura yeterli görmeyenler hayat karşısında madara oluyorlar. Örnek çok.) Misal, Diriliş Neslinin Amentüsü'nde bir müslüman şehri/hayatı tasavvur eder Karakoç. Öyle tuhaf bir hayattır ki bu, kadın yoktur içinde! Yalnızca bir cümlede, "kadınlar da..." diyerek geçer, gider. Esasen kadın kadar erkek de yoktur denebilir, çünkü insansız, insanı yok sayan, neye hizmet ettiği, kime seslendiği belirsiz, boş bir tahayyüldür söz konusu olan... (Bir tek Yitik Cennet'i, o da belli ölçüde ayrı tutabiliriz bu konuda. Yazılmış şeylerden öte, şairane tavır yüzünden.)
Bütün bir ömrüne yayılmış asosyal, yabanıl kişiliği ile çevresindeki insanları yalnızca şiirine hürmeten tutabilmiş birinden söz ediyorum. Öte yandan ömrünün son 40 yılını şiirsiz geçirdiğini unutmamalı. Kurusa da hâlâ yaşayan ağaçlar gibiydi. Düpedüz ‘parti siyaseti’ yaptı bu şiirsiz geçen yıllarında ama bir başkasının fikrini dinlemeye tahammül edemeyen kişiliği ile beraber mitingler de düzenlediği Diriliş Partisi zamanla, yalnızca kendi yüksek fikirlerini serdettiği özel bir kulübe dönüştü. Diyalogsuz bir siyasetti onun siyaseti... Sözlerim sert gibi duruyor olsa bile kendisini çok severdim, hâlâ seviyorum. Dünyaya tamah etmeyişi ve onun köpeği olmuşlara asla yüz vermeyişi ile her daim saygın biri olarak kalacak zihnimde. Bu anlamda bir kutup noktası gibiydi Sezai Karakoç. Özellikle ilk dönem şiirlerindeki saf, kristalize lirizmi ile hep kalbimde yaşayacak. İyi ki doğdunuz, yaşadınız ve yazdınız Sezai Bey!
Şair Ali Asker Barut'un yıllar önce okuduğum bir yazısında karşıma çıkan ve hiç unutmadığım bir anısı ile bitirmek istiyorum: Barut, Sezai Karakoç’un bürosuna gitmiş. Kapıyı Sezai Bey açmış, içeride başka kimse yokmuş. Büyük şairi karşısında görünce, daha kapıdayken, “Beni buraya Hz. Ali ve Cemal Süreya sevgisi getirdi” demiş! Sezai Bey başta pek anlam verememişse de içeri buyur etmiş hemen. Sonra karşılıklı susmuşlar. En çok da bu susuşlarda anlatılacak şeyler vardır ya, hikâye burada bitiyor, en azından benim aklımda kaldığı kadarı burada bitiyor ama işbu satırları okuyan zihinlerde devam edecek nasılsa.
21 Ocak, Pazar
Sigaranın çoğu kötülüğünün yanında, demokratik bir tarafı olduğunu söylemek lazım. Belki de tek demokrat nesne, bütün kötü şöhretine rağmen... Şöyle ki: yıllar evvel ilk defa uçağa bindiğimde biraz ‘içeride’ vakit geçirmem gerekti. Havaalanlarının gofretten simide, yemekten emanet bölümüne kadar her şeyde çok pahalı yerler olduğunu biliyordum. Derken Sabiha Gökçen ya da Atatürk içinde, emin değilim şimdi hangisiydi, bir marketten sigara almam gerekti. Normal fiyatının 3-4 katına razıydım, paramı hazırladım, ne kadar dediğimde söylenen fiyatın 'dışarı' ile aynı olmasına çok şaşırmıştım. Ne yani, şu havaalanı (ya da limanı) denen ortam, bir tek sigaraya mı güç yetirememişti? Suya bile fahiş fiyat çeken zihniyetin insancıklarıydı bunlar! Galiba öyle. Ama halen böyle mi bilmiyorum. Uzundur ‘uçmuyorum’. Ayaklarımın, biraz da teker üstünde mukimim.
Unutmadan: Türk matbuatının en özel dergisi saydığım FOL’un ilk sayısı Enis Batur editörlüğünde çıkmıştı ve içinde çok sayıda tiryakinin ‘tütün’ üzerine yazısı vardı. Murat Belge’nin Virginia tütünü için düzdüğü övgüler halen aklımdadır. Tabii o eski dâvûdî sesini neyin bu hale getirdiğini de anlıyor insan. Sigara bu, serde demokratlık var, zararda kimseyi ayırt etmiyor. Öte yandan sigara, günü gelince bırakmak için içilir! Leyla’ya sözüm var zaten, belki de 2024’te bırakırım. O’nun inayetiyle.
20 Ocak, Cumartesi
Cem Yavuz çevirisi Lenz'i edindim. Öykü şöyle başlıyor: "Ocağın yirmisinde Lenz dağlardan geçiyordu." Kadere bak, bugün 20 Ocak! Ey edebiyat, beni daha ne kadar şaşırtacaksın, başka hangi numaralarınla ayartacaksın zihnimi. Çoktan teslim olmuşken hem de.
Birkaç cümle ancak okudum ama kitap hakkında yazma yönünde bir muradım var, bakalım, kısmet bu işler!
18 Ocak, Perşembe
Eşler arası bağ, ‘dışarıya’ gösterilen karşı koyuşun gücüyle de ölçülebilir pekala. Bugün bunu öğrendim. İnsan, herhangi bir durumda ahlaki üstünlüğün kendinde olduğuna eminse, taviz vermemeli. Bu durumda eşlerin dayanışması, bağların, birlikteliğin en güzelidir… Leyla ile bugün öyle bir ‘dayanışma’ gösterdik ki, evliliğin mahiyetini ancak şimdi kavradım diyebilirim, yedinci yılımızdayken!
Eşler arası bağ, ‘dışarıya’ gösterilen karşı koyuşun gücüyle de ölçülebilir pekala. Bugün bunu öğrendim. İnsan, herhangi bir durumda ahlaki üstünlüğün kendinde olduğuna eminse, taviz vermemeli. Bu durumda eşlerin dayanışması, bağların, birlikteliğin en güzelidir… Leyla ile bugün öyle bir ‘dayanışma’ gösterdik ki, evliliğin mahiyetini ancak şimdi kavradım diyebilirim, yedinci yılımızdayken!
17 Ocak, Çarşamba
Kürşad Demirci’nin Arkeoloji
Haber’in YouTube kanalında yayımlanan “Sümerlilerin Kökeni Meselesi” başlıklı
sunumunu büyük bir keyifle izledim. İlginç de bir şey yakaladım. Hocanın “tamzara”
denen gelenekten bahsederken kullandığı görsel bizim Elazığ yöresine aitti…
Sahiden de Elazığ (aslında Harput demek daha doğru olur, Harput,) yalnızca
çevresi ile değil, tüm Anadolu/küçük Asya’dan ayrılan, ayrışan bir kültürel
zenginliğe sahiptir. Yalnızca oyunları değil, geleneksel kıyafetleri, müziği ya
da ‘sesi’ hepsinden bir parça barındırmakla birlikte, belirgin farklarla
ayrışan bir özelliktedir. Yıllar yıllar evvel Ege Üniversitesi’nden genç sayılabilecek
bir arkeoloji profesörü ile tanışmıştık. Elazığ’a bir sunum için gelmişti. Şehirdeki
etnografya müzesini gezerken kendisine Urartular’dan (M.Ö. 8.-7. yüzyıl) kalma
eserleri gösteren müze ekibine, “bunlar, formları itibariyle bana pek
Urartulara aitmiş gibi gelmiyor ama tam da şu ya da bu medeniyete aittir de
diyemiyorum açıkçası, araştırılması lazım” demiş. Kim bilir, uzun yıllardır ‘aranan’
Sümerliler’in (Sümerler değil!) en azından bir bölümü, birkaç rengi ile Elazığ’dadır,
değil başkaları, kendileri bile bunun farkında değilken yaşayıp-ölen Gakkoşlardan
başkası değildir. Araştırılması lazım!
16 Ocak, Salı
Sevgili Fırat Özeler’in
Kavur (2023) belgesel-filmini izledim. Güzel bir kıyak
yaptı ve uzun zamandır izlemeyi arzu ettiğim ama bir türlü online platformlara
düşmeyen ya da yaşadığımız şehrin vasat sinemalarına gelemeyen filmi
izleyebilmem için özel bir link yolladı. Kendisine henüz anlamlı bir dönüş
yapamadım ama film, Ömer Kavur ve ‘kendim’ hakkında bir yazı yazdım. Bakalım,
yayımlanırsa kendisi için küçük bir sürpriz olur belki. Halihazırda vefasız bir
izleyici olarak görünmeye rıza gösteriyorum, bu küçük sürpriz için! Filmi çok
sevdim. Fırat Özeler’in büyük işler yapacağına inanıyorum. İlk filmiyle buna
şahitlik edebildiğim için şanslıyım.
15 Ocak, Pazartesi
Türkçe'de müstakil
bir kitabı olmayan Alman öykücü, şair Marie Luise Kaschnitz'ten (1901–1974) bir
öykü var aşağıda. Bir antolojide görüp çok sevmiştim. Kocasını çok sevenler
için –ya da sigarasını...
Kocam Olmadan
Yaşamayı Sevmiyorum
Kocam olmadan
yaşamayı sevmiyorum, on beş yıl sonra bile ilk günkü gibi onun yokluğunu
hissediyorum. Aslında yalnız yaşamak hoşuma gidiyor, evimde dolaşmayı
seviyorum, avluya ya da karşıdaki kavak ağaçlarına bakıyorum, sessizlik beni
heyecanlandırıyor. Korkuyorum sessizlikten, radyomun sesini açan düğmeyi
çeviriyorum, reklamları bile dinliyorum, aslında dinliyorum sayılmaz sadece
duyuyorum. Birinin doğrudan benimle konuşması gerekmiyor, ama seslere ihtiyacım
var, evimi yabancı seslerle dolduruyorum, o zaman daha iyi çalışabiliyorum ve
üşümüyorum da. Çok fazla arkadaşım olduğu için insanlar benim hoşsohbet biri
olduğumu düşünüyor, ama aslında ben bir münzeviyim, insanların arasında
olmaktan hoşlanıyorum ama sonunda beraber olduğum insanlardan ayrılmayı da seviyorum.
Pek sık telefon kullanmam, ama telefonsuz kalmak düşüncesi çok ürkütücü bir
şey, bağlantısız kalmak, iyi akşamlar, iyi geceler diyememek. Tek başıma açık
havada olmayı seviyorum, yanımda, yanımda biri yokken tiyatroya gitmek ise beni
üzüyor, hele tek başına bir film izlemek hüzünlerin en büyüğü benim için. Bana
televizyondaki spikerler iyi geceler diyor, yayın sona erdiğinde onların
ekrandan kaybolmaları hoşuma gidiyor, karanlıkta tek kalmayı seviyorum.
Karanlık odada olmak güzel, sokak lambasından gelen birazcık ışık yetiyor bana
ve de sigara, o küçük yaşam kıvılcımı.
(Çev.: Özden
Saatçi-Karadana)
14 Ocak, Pazar
Kieslowski’nin
Dekalog’larını çok severim, çok önemserim. 2022’de yeniden izledim. Hatta
uzunca bir şiir yazdım filmlerden hareketle: Melek Noktası. Şiir gibi bu
göndermem de kimsenin ilgisini çekmedi, fark eden olmadı. Haiku yazdığım
zannedildi… Neyse, tüm Dekalog’ları ayrı ayrı severim ama Aşk üzerine olan Dekalog Altı ve Öldürme üzerine olan Beş’in yeri, hemen her sinemasever için
birkaç adım öndedir diye düşünüyorum. Aşk ve ölüm ya da düğün ve cenaze;
hayatın en önemli kavşaklarıdır bunlar... Öyle ki, 10 filmlik Dekalog’lardan
yalnızca bu iki filmin uzun versiyonlarını çekmiştir Kieslowski. Her ikisinde
de uzun versiyon ile Dekalog’daki kısa versiyon arasında belirgin farlar
vardır. Ölüm üzerine olan Beş’te bir
sahne vardır ki, hiç unutmam:
Jacek
lokantada kahvesini içip pasta yer.
Doymaz,
yanıbaşındaki artıklara da dadanır.
Dibinde
azbiraz kalmış Fanta’dan bir fırt çeker.
Kirli
bulaşıkların arasından bir bıçak alır.
Çantasındaki
ipi iyice eline dolarken lokantanın dışında iki çocuğun oyalandığını, işyerinin
camına keçeli kalemlerle bir şeyler karalayıp eğlenmeye çalıştıklarını görür.
Elindeki
ipi çantaya koyar.
Bitirdiği
kahvenin kaşığını fincana daldırır ve dibe çöken kahveden aldığı artığı
artistik bir hareketle çocukların olduğu cama fırlatır.
Çocuklar
sevinir, gülüşürler.
Jacek
de onlara gülümser, solgun yüzüyle...
Birkaç
saniye sonra çocuklar gider.
Jacek,
yüzünde o esrik gülümsemesiyle yine yapayalnız kalır.
Birazdan
hiç tanımadığı bir insanı öldürmek üzere dışarı çıkacaktır.
13 Ocak, Cumartesi
Çevbir'in Fahri Öz
çevirisi Walt Whitman şiirleri üzerine düzenlediği online toplantıya
katıldım. 50 kişi filan vardı. Şaşırtıcı bir sayı, öncesinde sorulsa, katılımcı
sayısı 20'yi geçmez derdim. Neyse... Moderatörler zayıftı doğrusu. Doğru düzgün
bir şey soramadılar. Ben chat'ten hep merak ettiğim şu soruyu sordum:
Memet Fuat, Whitman
ve şiiri üzerine yazdığı yazıda uzunca bir bölümü Whitman'ın cinsel kimliğine
yönelik iddialara ayırır ve onun şiirinde kadın kadar erkeği de aynı 'şevkle'
övmesinin, cinsel tercihine değil "insan sevgisi"ne işaret ettiğini söylüyordu.
Siz ne söylersiniz bu konuda?
Cevap, Fahri Bey
için tartışmaya açık olmayacak kadar açıktı, evet, Whitman ibneydi.
Diğer sorum ise şuydu:
4. cilt de yayımlandıktan sonra Çimen Yaprakları'nı tek ciltte görebilecek
miyiz? Evet, varmış öyle bir düşünce. Olması gerekir çünkü.
16. Hafta
12 Ocak,
Cuma
Önder
Esmer'in Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat
Kutlar (2023) belgeselini izledim. Çok beğendim, incelikli bir
işti.
Onat Kutlar
benim için önemli biri. İshak'ı o 'çalkantılı' 20'li yaşlarımda
okumuştum. (20-22 arası, bir baş dönmesidir.) Kutlar'ın 23'ünde yayımladığı
kitabın başrolündeki 'dede', birkaç yıl önce, 18 yaşımdayken kaybettiğim
dedemin acısının henüz taze olduğu günlerimde beni çepeçevre sarmıştı. İshak'ın
sesi, aynı tazeliği ile zihnimdedir... Türk edebiyatının bu en özel, bana göre
'kurucu metin'lerinden birinin bir de akrabası olduğunu düşünüyorum: 1967
tarihli Hastalar ve Işıklar. Rasim Özdenören'in 1959 tarihli
-ödüllü- İshak'tan etkilendiği açık ama bunu oldukça yetkin bir dil ile,
etkilenme ebdişesi duymadan yapabilmiştir. İlginç olan, İshak'taki
doğulu/Binbir Gece Masalları'nı andıran efsunlu sese karşın, Hastalar ve
Işıklar'daki batılı/varoluşçu Fransız sesin hakimiyetidir. Oysa yazarların
kişiliklerine bakıldığında beklenen tersidir, değil mi? Üstelik Antep-Maraş
komşu iller. Çocukluklarında neredeyse aynî havayı solumuş iki yazardan
bahsedince iş daha bir ilginçleşiyor. İşte, edebiyatın, sanatın güzelliği böyle
ayrıntılarda saklıdır.
Onat
Kutlar'ın sinema sevgisi, başkaca büyük eserler ortaya koyabilecek bir yazardan
mahrum bıraktı bizi. Yine de, Önder Esmer'in filmi sayesinde fark ettim ki,
Sinematek macerası, bir o kadar değerli insanın yetişmesine vesile olmuş.
Kişiliğine şahitlik etmesem bile edebî ve 'sinematografik mirası' ile her zaman
dünyamızda kalacak, sevgiyle anacağımız biri Onat Kutlar. Ondan geriye, güzel
hatırası kaldı.
11 Ocak,
Perşembe
"Kitap içindeyken herkes için okunabilir
ama kendi kendisi için çözülemez olmak mıdır acaba, yazmak? (Jabés bunu bize
hemen hemen söylememiş midir?)"
[Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, Monokl Kitap.]
10 Ocak,
Çarşamba
Leyla ile
beraber-karşılıklı okuduğumuz kitaplar az değil. Daha çok o okur, ben dinlerim. (Çünkü ben
çok yavaş okuyorum ve sürekli metin-içi düşünme molaları veriyorum!) Georges
Rodenbach'ın Ölü Brugge'si (böyle
okunuyor, evet) de onlardan biriydi. Kitaptaki şu sözü aklına kazımış, bir şekilde sırasının geldiğini düşünüyor ve temrin eder gibi yineliyor: "İnanç
dehşete düştüğünde çoğu kez kendini ironiyle ifade eder." (Yort Kitap,
sy. 44)
Ben böyle
derin sözleri zihnimde yeterince iyi kavramsallaştıramıyorum, daha çok, bana
bir şeyleri hatırlattığında aklımda yer ediniyor sözler, resimler, jestler vs. Bu
cümleyi elbette severim ama Bunuel'in Nazarín
(1959) filmini hatırlattığı için severim, mesela.
Ölü Brugge,
kent, aşk/ınlık ve ölüm üzerine okuduğum en güzel metinlerdendi. Son sayfalara
doğru, Manguel'ci bir tavırla, 'kitabı şiir bölümüne mi koysam?' diye
düşünmüştüm ki Selim İleri'nin Sonsöz'de Mallarmé'nin kitap hakkında
"şiir-roman" dediğini okuyup mutlu olduğumu hatırlıyorum.
Mallarmé her
zaman, çok haklıdır!
Yine de Ölü
Brugge'yi Gabriele D'Annunzio'nun dizeleriyle aklıma kazıdım, bence bu dizeler,
anlatının ruhu ile çok yakışıyorlar –fırsatım olsaydı da Roza Hakmen’e söyleyebilseydim
bunu:
"Yalnızca hiç ölmeyen güzeldir, ve yalnızca
Bizim için hiç ölmeyen, bizimle ölen."
9 Ocak, Salı
Süreyya
Berfe öldü. Rahmet olsun... Şiiriyle 'benim' şairlerimden biri olmadı hiç. Yine
de, bir şairin ‘gidişinin’ ne demek olduğunu bilenlerden biriyim.
Aksiyoner
bir kuşağın mensubuydu Berfe. Gözü kara, yumruğu sıkılı, en azından yazıp
söyledikleri ile böyleydiler. Bir kısmı bununlaimtihan da edildi. Onun hapse
girip girmediklerini bilmiyorum. ‘Halkın Dostları’ bir şekilde yırtmıştır.
Ayrıca, ‘Narodnikler’ demek istiyorum, onlar kadar boşa kulaç atmış,
geçmişinden pişmanlık duymuş insan azdır kültür tarihimizde. Gençliklerini bir ‘hiç’
için harcadılar, bunun hıncıyla belki, savrulmaları da büyük oldu... Berfe,
olduğu gibi kaldı denebilir yine de, bildiği gibi yaşadı, pek değişmedi. '40
kuşağı şairlerinden Arif Damar'a benzetiyorum onu. Yazdı, yaşadı ve öldü.
Bavulun
bu kadar
ağır olacağını bilseydim
ayrılmazdım
8 Ocak,
Pazartesi
Yunanlar ve Romalılar dünyanın dört evresini altın,
gümüş, bronz ve demir çağları diye sıralarken Thomas Love Peacock bu
sıralamayı şiirin dünyasına başka türlü uyarlar.
Peacock’a göre, evren gibi
şiirin de dört evresi vardır, fakat daha farklı bir sıralama ile: ilki demir
çağı, ikinci sırada altın çağ, üçte gümüş ve son olarak da tunç.
İlk çağ olan demir çağı, kaba saba ozanların,
yazılı edebiyat henüz yokken, kabile şeflerini sömürmek için kullandıkları
şarkımsı şeylerin üretildiği çağdır.
Altın devrin tek bahis konusu Homeros'tur.
Gümüş çağda ise medenî insanın şiiri iki türde eser vermektedir: taklidî ya
da özgün. Taklidî şiire örnek olarak Vergilius'un eserlerini gösterir ve özgün
şiirlerin de hiciv ve mizah içeren eserler olduğunu söyler, ki, zikrettiği
dönem (İsa’dan önce birinci yüzyıl) için hiciv ve mizahın şiire konu olması
eskiye nazaran yeni bir soluktur.
Dördüncü dönem olarak nitelediği tunç devrinde ise
düşüncelerin, olayların, hislerin etraflıca ortaya konduğu şiirlerin
yazıldığını düşünmektedir.
Yine Peacock'a göre, insanlık medeniyet denilen şeye ulaştıkça şiire olan
ihtiyaçları azaldığından şairlerin üzerinde bulunan 'görev', devlet adamları ve
filozoflara geçmektedir.
İnsanın medeniyete ulaştığını varsaydığı dönemi tunç devri olarak niteleyen
Peacock, şairi de medenileşmiş toplumun yarı-barbar insanı olarak görmektedir.
[İşbu düşünceleri süzdüğüm kaynak: Şiirin
Bir Savunması, Percy Bysshe Shelley, Çev. (ve Akt.) Bünyamin Kasap, Şule
Yay., 2011]
Bir başka
gün, ‘Türk Şiirinin Evreleri’ni yazayım, kendimce!
7 Ocak,
Pazar
Türkiye'de
benim bildiğim, gördüğüm iki 'kültüralist' belediye var: İstanbul-Zeytinburnu Belediyesi ve
Bursa-Nilüfer Belediyesi. İkisini de uzaktan, takdirle takip ediyorum. Benim de
içinde bulunduğumu zannettiğim, kültürel çabaya değer veren, dikkat eden küçük
ama seçkin bir zümre için büyük işler yapıyorlar. Kitap ve dergi yayınları,
sempozyumlar, özgün kütüphaneler... Kapıları sanatçılara, akademisyenlere ve okurlara
her daim açık olan bu iki kurumun bozulmaması, çaba, emek ve birikimlerinin
akamete uğramaması için dua ediyorum desem yeri. Bir şekilde gücü elinde
bulunduranlar bilmeli ki, o koca binalar bile değil, geriye yalnızca bunlar,
kültüre yönelik işleri kalır. İbret için, Shelley’nin Ozymandias’ını okusunlar!
Nilüfer ve Zeytinburnu benzeri ‘asıl iş’i
ihmal etmeyen, unutmayan belediyelerimizin sayısı artmalı.
6 Ocak,
Cumartesi
Suriyeli
doktor arkadaşım Ahmet'le buluştuk. Blablacar sayesinde tanışmıştık. Uzun uzun
savaşa dair konuştuk. İyice kızışan IŞID barbarlığı sonrası Halep'ten Lübnan'a
nasıl tek başına kaçtığını, oradan deniz yoluyla Hatay'a ve sonrasında
Gaziantep'e gelişini dinledim. Geride bıraktıklarına rağmen, bir felaket
içinden kendini kurtarabilmiş, bir şekilde yeni bir hayat kurabilmiş, kurmaya
çalışan insanlara büyük saygım var... Böylesi bir insandan, karşılıklı
dertleşirken son 2 yılımı teslim almış 'kişisel bir kriz'den bahsettiğimde,
henüz taşları yerli yerine oturtamadığı Türkçesi ile gayet yalın, veciz bir
şekilde bana söylediği şey karşısında irkildim: Sen, dedi Ahmet, savaş görmedin
ama bu savaş! Bir an anlayamadım, yaşadığım şeyi en az 5 kişiye anlatmışımdır.
Herkes hak verdi ama hiçkimse böyle tasvir etmedi, edemedi. Belki de
Türkçelerinin fazlaca gelişkin olmasıydı buna sebep ya da diğergamlıklarının
zayıflığı, bilemiyorum. Korkunç bir yıkımı ardında bırakmış birinden duyduğum
bu söz, benim bile kendi başıma geleni anlamakta güçlük çektiğimi düşündürdü.
(Eskiden olsa ağlardım, oysa, vardım baktım demir kapı sürgülü. Nece gül
varsa derdiğim kararmış, dikenleriyle başbaşa kaldığım bir çölde buldum
kendimi... Bu günce için tasarladığım bir 'sayı' var, çok kalmadı, son hafta
anlatmak istiyorum bütün olup biteni. Apaçık bir yürekle.)
Ahmet'le
güzel şeylerden de konuştuk elbette. Kendisi gibi doktor bir arkadaşından
bahsetti. Çok kıskanç bir eşi varmış. Okul yıllarında sevgili olmuşlar ve
eşinin plastik cerrahiye olan ilgisini törpülemiş, söz almış. Estetik yapmaya
gelen kadınlar filan... Alttan girip üstten çıkmış ve eşini Genel Cerrah olmaya
ikna etmiş. Şimdilerde ise çok pişmanmış, neden Ürolog olsun istemedim diye! Bu
fıkra gibi hikâyeden sonra bir kahkaha patlattım.
Muallaka
şairlerlerinden de konuştuk, ona İmruülkays (İmruul-Kays) sevgimden bahsettim,
bana , Nizar Kabbani ile cevap verdi! Bir de Fairuz... Biz Araplar dedi,
özellikle Suriyeliler, güne Fairuz dinleyerek başlarız! Şaşırdım ve neden diye
sordum, çünkü çok güzel dedi! Araçta Nassam Aleyna el Hawa'yı açtım,
birkaç kez dinledik. Fairuz'u ilk kez dinlemiyorum ama sesindeki neşe-hüzün
dengesini belki de ilk kez bu akşam, Ahmet'in hikâyesinin de yardımıyla fark
edebildim ancak.
Bu güzel
günü sıkı bir yemek ve küçük bir şehir turu ile tamamladık. Aklımda savaş, en
çok da kendi savaşımla...
Eşyalarının
develere yüklendiği o ayrılık sabahı
Devedikenlerinin
yanında acıkarpuz doğramış gibiydi gözümün yaşı
Etrafımı
sardı binekleri üzerindeki dostlarım ve şöyle dediler:
Kederden
helak etme kendini, sabırdır en güzeli
Benim şifam
doyasıya ağlamaktadır a dostlar
Ama bilirim
ki ağlamak da geri getirmeyecek kaybolan izleri
(İmruul-Kays,
Çev. Mehmet Hakkı Suçin)
15. Hafta 5 Ocak, CumaFreud'un Sanat ve Sanatçılar Üzerine (YKY, Çev. Kâmuran
Şipal, 2014) kitabına göz atarken, edebî olanın biricikliği ve ışığının
dosdoğru göğe yükselmesi ile ortaya çıkan ihtişamlı aydınlık karşısında hiçbir
zaman ciddiye alamadığım psikanaliz 'ilmi' için, pekala, "soyut
hafiyecilik" de denebileceğine kanaat getirdim. Heykeller, piyesler,
romanlar ya da şiirler ve tabii ki sanatçıları (ve pek tabii, hiç şaşmaz, çocuklukları) üzerine sonu gelmeyen
savlar, soru işaretleri ve ünlem arayışları denizinde, hakkıyla itiraz
edilemeyeceği gibi akla sığınılarak iman edilebilmemin de mümkün gözükmediği
büyük bir laf salatasıdır psikanaliz... Tanpınar'ın "psikanaliz
çıktığından beri hemen herkes hastadır" sözündeki 'kalın' ironi,
oyun içindeki oyunu faş eder niteliktedir. Psikanaliz değil, psikanalizciler önemlidir. Onların içinde de en çok Carl
Gustav Jung. O, –tıpkı Claude Lévi-Strauss gibi– kendi hikâyesinin peşinden
giderken, rüyaları yoldaki işaretler olarak kabul etmiş, hüzün ve düşünceyi
kendi ‘büyük romanı’ içindeki diyaloglara yedirmiştir. Jung'un dehasının biricikliğidir
onu edebiyata dahil ettiren ve psikanalizcilerle bir anılsa bile onlardan
ayrıştıran. Freud'u, bu yolu açan yetenekleri sınırlı bir zannatkâr olarak
anmak en doğrusu. Bütün 20. yüzyıl onun bir sayıklama nöbetinden daha değerli
olmayan sözleri etrafında çok enerji tüketti, boşa konuştu. Sadece ve sadece
eğlendi. ‘Hoş’ ve boş vakitler geçirdi... Onun, maddeciliğin zirve yaptığı bir
çağda 'işe' rüyaları karıştırdığı, dolayısıyla metafiziğe bir kapı araladığını
söyleyenler olmuştur. Buna bir dönem ben de inandım ama entelektüellerin
onlarca yıl (tüm dünyada!) neler yazdıklarına, meseleleri hangi boyutta ele
aldıklarına baktığınızda, niyet böyle olsa bile (ki, pek tabii değildi,)
böylesi bir işlevden ziyadesiyle uzak olduğu gördüm... Uzun sözün kısası, koca
bir 20. yüzyıl Freud için cömertçe harcandı, bundan sonra ancak komedi için
işlevsel bir malzemedir. Oysa 21. yüzyıl, Jung'un 'romanının' daha iyi anlaşılacağı,
saygın bir aralık olacak. Hiç değilse bu yönüyle saygın. Ve umalım ki yalnızca ‘kendiyle
savaş’ halinde. "Yazarın yadsımasının bu kadarla sınırlı
kalmaması pek olasıdır. (...) Doğrusu ben olasılık dışı görmüyorum bunu;
gerçekten böyleyse, o zaman iki durum söz konusudur: Ya biz yazarının tümüyle
habersiz olduğu bazı eğilimleri masum bir sanat yapıtının içerisine
yerleştirerek gerçek anlamda karikatürden farksız bir yorum kotarıp koyduk
ortaya, dolayısıyla insanın aradığı ve kendi içinde yaşattığı şeyi bir yapıtta
ne denli kolay bulabileceğini bir kez daha kanıtlamış olduk. Edebiyat tarihinde
alabildiğine ilginç örneklerini bulabileceğimiz bir tutumdur bu. Böyle bir
açıklamaya katılıp katılamayacağına her okuyucunun kendisi karar verebilir. (...)" (s.328)
4 Ocak, PerşembeMetin Karabaşoğlu çok güzel bir şey yazmış X’te, çok sevdim, imzamı atacak kadar benimsedim... İnsanından
ağacına, hayvanından toprağına; tarihte ve tarihe karışacak olanda, maruz bıraktığı
bütün hoyratlıklara rağmen sevdiğimiz, tutkuyla bağlı olduğumuz ülkemizin bir
gün hak ettiği seviyeye erişmesi için çaba sarf etmeye, insan olmaya, insan
kalmaya ve hakk olandan yana taraf olmaya devam. Dertleneceğini
zannettiklerimizin zerrece umurlarında olmadığını bilerek: çok uzunca bir zamandır kendime
söylediğim bir gerçeği ifşa etmiş olayım:gerçek şu ki, herkes için hak,
hukuk, adalet, hakkâniyet isteyen; köle de, efendi de olmaksızın eşit
vatandaşlar olarak yaşamalıyız diye düşünen insanlar olarak bu ülkede biz ancak
azınlığız.hem de yüzdelik olarak tekli
rakamlara sığacak kadar küçük bir azınlık.bu ülkenin kâhir ekseriyetinin
demokrasi diye, adalet diye, hak ve hukuk diye, hakkaniyet ve ehliyet diye bir
derdi yok.sağcısı solcusu, dindarı seküleri,
dinlisi dinsizi ile kâhir ekseriyetin zihni otoriter kodlarla çalışıyor.bizim gibiler bugüne kadar hep
azınlık idik, bundan sonra da sanırım hep azınlık olacağız.dünyaya değen bir kuyrukluyıldızın
tozlarının zihin ve vicdan açılmasına yol açması gibi harikulâde bir olay
gerçekleşmedikçe, bu durumun değişeceğini ümit etmek için bir sebep varsa da
ben göremiyorum.buna rağmen herkes için ve her hal
ve şartta adalet, hak, hukuk demeye devam edeceğiz ama.birilerinden takdir beklediğimiz
için değil; bilakis başımıza bela almak anlamına da gelse, doğrusu bu olduğu
için…hesap gününe olan imanımızdan;
hakikate, insana ve kendimize olan saygımızdan; vicdanımız ancak böyle huzur
bulduğu için…altmış yaşına geldim, sağlı-sollu,
dinli-dinsiz otoriter kafalar yüzünden, hayat, hukuk, hürriyet, adalet ve
hakkâniyet konusunda bir güven hissi duyamadan yaşadım bu ülkede. bu bizim
büyük derdimiz...ama biz de onlara benzemedik ve
inşaallah asla benzemeyeceğiz. bu da onlara, ders olamıyorsa dert olsun... 3 Ocak, ÇarşambaAhmak ıslatan yağmur kıvamında seyreden enflasyon yüzünden daha az görür
olduk ama eski bir takıntı ya da alışkanlıkla, sahaftan bile alsam, fiyat
etiketini söküyorum kitaptan. Fiyat etiketinin kitaba ait bir şey olmadığını
düşündüğümden belki de. Anlamlı bir gerekçesi yok. Kitaplara dair başkaca takıntılarım: satır altlarını çizerim ama yalnızca
kurşun kalemle, bastırmadan. Başkaca kalem kullananlardan nefret ederim... Şiir
kitaplarına ise asla dokunmam. Bir şiirin birtakım yerlerini kurcalayan, kalemle
işaretleyenleri görünce küçümserim. Böyle bir(inin) kitabı(nı) sahaftan bile
satın almam. Hâlâ, bazen, son sayfasına vardığım bir kitaba dair –yine kurşunkalemle–
bir iki cümle yazar, tarih atarım. Sürekli şehir değiştiren biri olduğum için
ve hemen her ânım kitapla dolu olduğundan bulunduğum şehri ve adımı da yazarım.
Arada bir, bu kitap yıllar sonra, hangi koşullarda hangi yabancı elin merakını
cezbedecek acaba diye geçer içimden. Kitaplar/mız –yalnızca– bize ait değil.
2 Ocak, SalıJohn Berger'ın "Görünüre Dair..." (Metis, 2014)
kitabını okurken 17. yüzyıl Polonya'sında yaşamış bir tıp doktoru, din bilgini
ve şair olan Silesius'tan bahsettiğini gördüm ve durdum. Okuduğum şu nefis
dizelerden sonra biraz araştırma ve düşünme ihtiyacı hissettim: "Senin etten kemikten gözünü seyreden gülBöylece çiçek açtı sonsuzdaki Tanrı'da" Tam adıyla, Angelus Silesius'tan bahsediyordu Berger, model ve ressam
arasındaki işbirliğinin ontolojik temellerini izaha çalışırken. Oysa,
Silesius'un adı, kanlı-canlı, somut ve tarihsel bir bilgeyi değil, bir Paul
Klee imgesini çağırıyordu bende. Bilirdim de, görülenin olduğu yerde, bir de
görenin olduğunu 'idrak' ettim böylece. Ve bir şey bana sesleniyorsa, dedim,
benim de ona seslenmem gerekir: ey gül, o gün geldiğinde, beni de al
bahçene.
1 Ocak, PazartesiYeni yıla şiirle başlayalım:Filistin'de oturuyor, ışıkta dönüşüm ve göç
meyvesi veren ağaçlar, pencerelerdir dalları kulak
verdik boyutlarına onlarla birlikte okuduk destanların yıldızını kemik ve kelle
yuvarlıyor askerler ve hâkimler bir
düş nasıl uzanıyorsa öyle güvendeler: Tehcir ediliyorlar, sürükleniyorlar
labirente...(Adonis, İşte
Budur Benim Adım, Çev. Mehmet Hakkı Suçin) Kalbim bu yıl da Filistinlilerle. En iyi dileklerim onlar için. Ve en kötü
sözlerim, onlara ‘sürüklendikleri labirentlerde’ yaşatılanlar için, yaşatanlar
için.
31 Aralık, PazarBir yılbaşı anısı –ya da şöyle demeli, çocukluğumun bütün yılbaşı'larının
anısı: karanlık bir oda, hepimiz oradayız: dedenin elinde 1000'lik tespih,
anneanne erbanesini göğe uzatmış, baba, anne ve 5 torun. Ben en büyükleriyim
çocukların. Maestro nineme tâbi olmakta güçlük çekmiyorum hiç,
yine de olan bitenin pek tabii bir durum olmadığının farkında, boyuna
bizimkileri süzüyorum... Her yılbaşı gecesi, bence ve bir başka deyişle
'yılsonu', bir tür ‘şabat’ ayinine dönüşüyordu evde: vakit ikindiyi bulmadan
televizyonun, radyonun fişi çekiliyor, akşam ezanı ve yemekten sonra da ışıklar
kapalı vaziyette ilahiler, kasideler okunup sesli zikir çekiliyordu. Ninem, gâh
Türkî gâh Zazakî, dil ve müzik birikimini cansiperâne seriyordu geceye. O gece
öyle geçmeliydi çünkü bütün gavurlar
aksini yapmaktaydı... Babamın, dindar biri olduğu halde olup biteni pek de
ciddiye almadığını fark ederdim, yine de biz çocuklarının bu taassup denizinden
nasibimizi almamız için sessiz kalırdı. Arada bir gülerdi, biz de öyle ama
ninem ciddiyetle sürdürürdüğü şefliği karşısında derhal toparlardık kendimizi...
Çok daha erken uyumak zorunda olmak ve televizyonu katiyen açmamak en zoruydu.
Dayanmalıydık, çünkü bu bizim duruşumuzdu. Dünyadaki hiçkimse farkında olmasa
bile, dünyaya karşı çıkan, kafa tutan bir duruştu. Dedem zaten, tüm hayatı
boyunca sırtını döndü televizyona. Kaldı mı böyle ‘yılsonu’ geceleri, böyle
inandığı gibi yaşayan ilkeli insanlar? Sanmam. Her şeye rağmen güzel günlerdi,
çocukluğumdu. Müşfikti dünya ve ayaklarımızın altında idi. Ona tapmadık hiç,
yüz bile vermedik. Sonra büyüdüm. Yılbaşı ya da yılsonu, hâlâ önemsiz şeyler benim için. Uzun
zamandır en iyi bildiğim şeyi yapıyor, o gece, sevdiğim şairleri okuyorum.* Bu
kez onu da yapmadım. Leyla bir film seçti, izledik. Kestane kebap, çerez filan
vardı yanında, afiyetle yedik. Sonra, biz farkında bile değilken hükmünü
sürdürdü gece. Derken, “bir roman daha bitti,” Balzac'ın dediği gibi.** *Kehanet doğru bu arada, yıllar geçiyor ve ben yılbaşı gecesinde yaptığım
şeyden midir, nedir, boyuna şiir okuyorum, şairleri savunuyorum.**Balzac her zaman haklı çıkmıştır.
30 Aralık, CumartesiHiçbir şey serin ve pusuda bekleyen kaygılardan uzak bir cumartesinin
tadına erişemez. Bu tadı bilen bilir, bilmeyen ne bilsin zaten... Ey Rab, bana –eşimle
beraber– dünyanın güzelliğini yaşamak için vakit tanı, bizi o sonsuz
cumartesilerine layık kıl."Ah, göğe uzatıyorum bir cumartesiyi" 14. Hafta
29 Aralık, CumaAgota Kristof’tan:Öncelikle
yazmak gerekir, elbette. Sonra da yazmaya devam etmek. Kimsenin umurunda
değilken bile. Kimsenin asla umurunda olmayacağı duygusuna kapılırken bile.
Yazılmış kâğıtlar çekmecelerde birikirken ve diğerleri yazılırken unutulurken
bile. Bir alıntı daha:Büyük Rus
baleti muhalif Rudolf Nureyev şöyle anlatır: “Stalin öldüğü gün dışarı çıktım,
kırlara gittim. Olağandışı bir şeyler olmasını, doğanın bu faciaya bir tepki
vermesini bekledim. Hiçbir şey olmadı. Ne yer sarsıldı ne bir işaret geldi.”(Okumaz Yazmaz’dan, Çev. Feyza Zaim, Can Yayınları.)
28 Aralık, PerşembeZeki Demirkubuz - Nuri Bilge Ceylan gerilimi sönmüş, eski bir ateş
zannedilirken, Ceylan'ın günlüğünde geçen bir bölümün haber olması ile
harlandı, büyüdü ve tam anlamıyla bir soğuk savaşa dönüştü... Her iki ismi de
çok seviyorum, çok değerli buluyorum. Türkiye’nin bir ruhu varsa, bu iki ismin
de yapbozun kilit parçaları olduğunu unutmamak lazım. Yine de bir şeyler daha söylenmeli, burada kalmamalı: bu tartışmayı alelade
bir ağız dalaşı olarak görmek yanlış olur. Yalan, iftira, hırsızlık gibi ağır
isnatlar söz konusu. Nuri Bilge aşağılık olan ben değilim dedi. Zeki
ise, dişini sıkıp oturmaya devam et. Eskiden olsa, iki onurlu insan
arasındaki nihai sözleşme olarak kabul edebileceğimiz bir düelloya
dönüşebilecek bu atışma, sıkışmış bir gaz bulutu gibi patlama emareleri
göstermeye başladı. Nasıl süreceği şimdilik muamma. Bu belirsizlik ister sürsün
ister başka şeye dönüşsün, uzunca bir süre avamın dilinden düşmeyecekleri
apaçık bir gerçek. Neydi, ne oldu, bu sürtüşme nereye varır bilmiyorum ama şunu söyleme
ihtiyacı hissediyorum: hor görü ile biten bir arkadaşlıktan daha yaralayıcı ve
tahrip edici bir şey yoktur… ve Borges, (belki edebiyat burada bize yardım edebilir!) Kum Kitabı'ndaki öykülerin birinde şöyle diyordu: Fermin Eguren, ödlekliğine tanık olduğum için beni asla bağışlamadı.
27 Aralık, ÇarşambaGeçenlerde, Proust'tan ilham almış bir başka ankette karşıma çıkan "En
nefret ettiğiniz tarihi figür..." sorusunda takılı kaldı zihnim. Bu
bir Yahudi için Hitler iken bir Filistinli için tüm Siyonist Yahudiler
olabiliyor. Ya da bir Ermeni için Enver/Talât iken bir Çerkes için Çarlık
Rusya'sı... Yani ‘tarihsel’ olana nefret, yine tarihsel köklerimizle yakından ilişkili.
Tarihin sayfalarında gömülü ya da gözü açık gitmiş ne varsa, yarım kalmış
hikâyelerin, kaçırılmış fırsatların verdiği tüm acılar birilerini hatırlatır
mutlaka… Sevgi de bundan farksız değil. Ben bütün bunlardan kendimi soyutlayarak düşünmek istiyorum...
Düşünüyorum... Hâlâ düşünüyorum. Hitler diyesim geliyor çünkü kitapları yaktı.
Ona bakarsan Cengiz Han da kitap yaktı, hem de daha çok yaktı, diye hizaya
çekiyorum zihnimi. Dolayısıyla başka biri olmalı. Düşünüyorum... Galiba Stalin.
Gerçi Hitler'i deviren oydu, buna itirazım yok ama hayatını kararttığı onca
yazar, özellikle de Mandelştam için Stalin diyesim geliyorum. Özellikle yazar
düşmanı vahşiliğin vücut bulmuş halidir Stalin. Ama bir şeyler eksik, bütün
kalbimle tasdik edemiyorum bu yargıyı. Çünkü Hegelci bir tasavvur ile
baktığımda, köklerimin tarih-dışı olduğunu biliyorum. O kadar muazzam unutmuşuz
ki, dünyaya dair hiçbir şey hatırlamıyor, bilmiyoruz. Unut(a)mayanlara bakıp
duruyoruz.: böbürlenenler bir yanda, ağlayanlar bir yanda.
26 Aralık, SalıCheck Up yaptım. Yıllardır düşüremediğim, beni psikolojik
olarak yıpratan bir kolesterol sorunum var. Ekmeği uzun zamandır hayatımdan
çıkardım sayılır, çok tatlı yemem zaten. Geriye kalıyor genetik miras ve bir
türlü baş edemediğim stres. Tüp tüp kan alındı, idrar zımbırtısı, kalp
grafileri, röntgen… 12 saatlik açlık sonrası gittim bu kez. Her şeyi kitaba
uydurdum, sigara da içmedim. Yine de deli gibi stresli ve moralsizdim. Kendimi
strese sokmak için bahane arıyorum resmen. Tetkikler bittikten sonra kantine indim. Bir su bir de çay aldım. Suyu iki
dikişte bitirdim, çayı sigaraya katık ettim ve Leyla’dan öğrendiğim bir
Dağlarca şiirini temrin ettim:Hastayım ama ne kadar güzelGidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri. Sonuçlarda bir değişiklik yok. Kolesterol seviyem ne yapsam da değişmiyor.
Sigarayı bırakmam lazımmış ama. Doktorun dediğine göre duman, ciğerlerde
kendini belli etmeye başlamış. Gelecek yıl bu zamanlar, dumansız bir hava
sahasında yazılarımı yazmayı, şiirlerimi ve şairlerimi düşünmeyi umuyorum.
Arkadaş'tan:(...)kadere inansaydımsana inanırdımDüşürmem sigaramın ucundaki külü ben
25 Aralık, PazartesiBenim gözümde okumak, paralel evrende kendine ait bir yuva inşa etmekten
farksız. Çoklu evrende her okura yetecek yer var. Herkes kendi tasavvuru
ölçüsünde inşa eder evini. Sevdiği biçimde, istediği cepheye dönük ve katmanlar
halinde... Ev dediğimiz yapının malzemesi ise okuduklarımızdır. Ne okursak,
oyuz. Çok okumuş biri sayılmam. Yine de iyi bir ‘eleyici’ sayarım kendimi. Bu
sayede sevip bağrıma bastığım çok sayıda yazarım oldu. Başkaca yazarlardan,
sanat erbaplarından ya da hayatı sanatkârane yaşayan isimsiz kahramanlardan topladıklarımla,
bir çeşit kovalent bağlar kurdum hepsiyle. Bunların içinde de en çok Robert
Walser'i sevdim. 67 yıl önce bugün, o uzun yürüyüşlerinden birini daha yaptı ve
bir daha dönmedi dünyamıza. Zaten hiçbir zaman ait olmadığı dünyamıza… Bana Jakob von Gunten'i okutan neydi, hatırlamıyorum şimdi. Hesse,
Canetti ya da Kafka'nın övgü dolu sözleri belki. Ama bunların yeterli olmadığı
çok sayıda örnek sıralayabilirim. Vakti gelmiş bir buluşmaydı belki de. Robert Walser, benim biricik ustam... Ona dair bir şeyler yazmak istiyorum uzun
zamandır. Yazma korkum gün geçtikçe azalıyor. Bu günü, çekincesini duyduğum
bütün vehimleri kıracağım bir ilk –büyük– adım kabul edip uzunca bir şeyler
yazacaktım ama fark ettim ki hâlâ zamanı değil. Ve daha önemlisi, yeri burası
değil. Birkaç taslak var masamda ona dair. Bakalım yazmak kısmet olacak mı... Şu kadarını söylemeliyim: Walser demek, yürümek demek! Yürümenin ilmini
yaptı o ve onun dünyadaki yürüyüşü, aslında dünyaya doğru yürümekti. Kendisini
yadsımış bir dünyaya... Evinden, odasından, kalemlerinden ve kibrit
kutularından uzaklaşması, hayata doğru bir açılımdı. Şairane bir tempoyla. Küçük bir anekdot: gençlik günlerinde şiir yazarmış Walser. Bu yıllarında neden
girdiği hemen her işten birkaç ayın sonunda ayrıldığını soran Carl Seelig’e
şöyle diyor: “İki efendiye aynı anda
hizmet edilemez.” Walser’e olan sevgimin şifrelerinden biri, onun bir başka yazar için sarf ettiği
şu sözde saklı: “Hiçbir yazar
mükemmellikle mükellef değildir. Yazarları tüm insani ve tuhaf yanlarıyla
sevmek gerekir!”
24 Aralık, PazarŞair hemşerim Cihat Duman'ın, her zamanki muhteşem ironisiyle söylediği bir
sözü hiç unutmuyorum: "Siz çok güçlü oldunuz, Allah'ı bize verin." Birileri Allah'ı kendi safında zannedebilir. Tıpkı, ahlaki üstünlüğün daima
kendinde, klanında olduğunu zannetmek yanılgısında olduğu gibi. Askerlikteki,
astın üstüne özenmesinin meşru, astına özenmesinin ise suç sayılması durumuna
benzetiyorum bunu. (Hani mantık yoktu?) Öte yandan, Allah'ı bir parti üyesi,
bir hizipçi zannedenler, böyleymiş gibi hareket edenler de az değil. Biri
"Allah" deyince yahut ‘daha fenası’, peygamberden bahsedince kim
bilir kimi düşünüyor da hemen bir 'kitle'nin mensubu sayıyorlar söyleyeni. Bu
türden bir zihin karmaşasının çoğaldığını gözlemliyorum. Biraz ferah olmak lazım. Zor, biliyorum. Mümkünse ironiye sığınmalı. Mümkün
değilse zorlamalı! Başka da çare yok sanki: tarihin üzerimize boca ettiği
korkular, yenilgiler ve öç duygusu başka türlü aşılamaz. En azından benim,
ironiden ya da ‘makaraya almak’tan başka bir çözümüm yok… Bir umut evimize,
kalbimize dönebiliriz belki bu sayede. Mabel'in o nefis Tuzla Buz
şarkısı bu konuda bize yardımcı olabilir diye düşünüyorum: Kalbin senin miGöğün mü, yerin mi...Kalbin senindiGöğündü, yerindiOr'da çekişen canYine sana delildi
23 Aralık, CumartesiYine Halil Tekiner. Hoca ile 12 gibi buluştuk. Birer kahve içtik, yürüdük,
balık yedik... Mütevazı kitaplığımın sevdiğim nesnelerinden birini, Primo
Levi'nin Periyodik Cetvel'ini hediye ettim. O ihtişamlı Sağlık Bilimleri
Koleksiyonu/ Kütüphanesinde göremediğim başkaca kitaplardan bahsettim ve
çekinerek de olsa 24 kitaplık bir listeyi paylaştım kendisiyle. Dediğine göre,
geçen bunca zaman içinde koleksiyonuna ilgi duyup görüş beyan eden üçüncü
kişiymişim. (Türkiye kültür hayatının nasıl bir çöl olduğunu anlayalı uzun bir
zaman olduğu için bu duruma pek şaşırmadım.) İlk ve bence en önemli katkı,
böyle bir koleksiyonun kataloglanmasının tavsiye edilmesi olmuş. Bir doktora
öğrencisi ise ihtiyaç duyduğu Osmanlıca bir eseri rica etmiş hocadan. Bir de
ben. Edebiyat, tarih, bilim, müzik ve daha bir sürü şeyden dem vurduğumuz, 6
koca saate yayılan çok güzel bir gündü. Hocayla, bilhassa yürürken, piyano
bestelerini dinlerken sezdiğim Brahms havasının yerinde bir sezgi olduğunu fark
ettim... Konuşmamızın son dakikalarında, belki konuşmaktan, düşünmekten ve
benim gibi geveze birini dinlemekten yorgun düştüğü için, Süheyl Ünver'in kızı
Gülbün Mesara ile buluşmalarından bahsetti ve beni hiç şaşırtmayan, bilakis,
bazı taşların yerli yerine oturmasını sağlayan 20 yıl öncesine ait o anısından:
Gülbün Hanım, yirmili yaşlarının başındaki Halil Tekiner'i kahvaltıya davet
etmiş ve özel bir kol saati hediye etmiş, "Al bakalım, geleceğin Süheyl
Ünver'i" diyerek. Evet, bence de öyle, Halil Tekiner, günümüzün
Süheyl Ünver'idir. Gün sonunda bana Tanpınar'ın Huzur'unu (Eleştirel Basım, Dergâh)
hediye etti Halil Hoca. Doğrusu, kitabın özel bir edisyon olmasından bağımsız
söylüyorum, daha güzel bir hediye olamazdı. Huzur'da, "Istırap günlük
ekmeğimizdir" der Tanpınar. Oysa bugün, 'ıstırap'tan eser yoktu.
İnsanın insana yaşattığı bütün acılara rağmen, dünyanın güzelliğiydi bizi bir
araya getiren.
13.
Hafta 22
Aralık, CumaAşağıda
bir şiirim var. (Sonunda bunu da yaptım!) Halihazırda, son yazdığım şiirdir.
(Böyle derken biraz korkuyorum, son olmasın inşallah.) Benim 'izlenimci'
dediğim bir şiir bu. Bunu belirtme ihtiyacı hissediyorum çünkü bazıları
öykülemeci, anlatımcı filan diyor. (Resim tarihinden, plastik sanatların
edebiyata etkisinden bihaber insanların lafları.) Bu tarz-ı şiiri severim,
"şi'r-i kadim" dediğimiz şey de böyledir ama yazar olarak bu üslupta
şiir yazmayı terk edeli belki bin yıl oluyor. (Belki daha da eski.) Anlam
veremediğim bir duygu, köklerinden kavrayıp yakalıyor insanı... Kadim olan içre,
eski ustalarla bir ses kardeşliği için. Ukde Ve
o kitapları bağrına basan genç adamyaş
aldıkça uzaklaştı incelik denizindenen
gizil dizeleri bile yakalardı gözleriyledüzgün
bir kitaplığım olsa keşke derken Üçer
beşer elden çıktı hepsidergilerini
bana yolladıkitaplarını
daha yakın olanlarabitmişti
avarelik günleriparasız
sayılmazdı amadaha
çok kazanmalıydıev
kurup çocuk da yapmalınarrativ
böyle değil miydi? Unuttum
adını ama biliyorum adım gibiiçinde
bir ukde olarak kalacak hepbir
şair olarak başladığı hayatıvarsıl
bir emekli adama tercih etmekbir
şekilde aklına gelip duracak buyine
de verdiği karardan eminbekleyecek
o da herkes gibi ölümüaklında
kalan birkaç dizeyle belki M. Milât Özçelik[06.12.23]
21
Aralık, Perşembe"Talebe
hazır olduğunda, ustası belirir."Californication,
S4:E1. 20
Aralık, ÇarşambaÖyle
zannedilir ama değil: şairlerin çoğu iyi insanlar değil. İyi bir insan
olmadığını bildiğim, anladığım ya da bir şekilde fark ettiğim halde sırf şiiri
iyi diye saygı duyduğum insanlar az değil. Hem iyi insan hem iyi şair ise çok
ama çok az. (Olur da rastlarsan birine —çavdarlar arasında ya da başka yerde,—
dünyanın hoyratlığı karşısında nasıl darmadağın olduğunu göreceksin: kalbi
incelikler uğruna ezilmiş, beli bükülmüş, gözleriyle yalnızca çok uzakları
seçebilen, o hem şair hem iyi olanın...) "Ve
kim başarır" demişti Hölderlin, "kalbini güzel sınırlar içinde
tutmayı, tüm dünya ona yumruklarıyla vururken?" (Kaan H. Ökten çevirisi) 19
Aralık, SalıBir
türlü çözemediğim, beni aşan bir muamma: Orhan Veli’nin hayattayken yayımladığı
son şiir kitabı olan Karşı'nın (1949) kapağında kullandığı fotoğraf
hangi sanatçının, fotoğrafçının ya da nereden alınmış olabilir, nasıl?.. Mesela
Karşı'dan önceki kitabı olan Yenisi'de kapak resminin Bedri Rahmi
Eyüboğlu'na, yazının ise Agop Arad'a ait olduğunu biliyoruz. Karşı'nın
kapağında kullanılan yazı, ressam Ferit Apa'nın (1901-2006). Peki fotoğraf?
Kimin bu fotoğraf? (Kimin derken, hangi fotoğrafçının demek istiyorum.) Bu
soru aklıma ilk takıldığında uzun uzadıya Man Ray fotoğraflarını kat etmiştim.
Bana onun işlerini hatırlatıyordu çünkü. Şimdi bu cümleleri yazmadan önce bir
kez de Google görsellerde arattım resmi, orijinali ya da iz süreceğim bir
benzerini bulabilirim umuduyla, ama yok, çıkmıyor bir şey... Vaktiyle bir
arkadaşıma bahsetmiştim bu durumdan ve Orhan Veli uzmanı M. Şeref Özsoy'a
sormuştu benim için. Şeref beyin bana aktarılan cevabı "Avrupa'da çıkan bir dergide görmüştür herhalde" olmuştu. Ben
Orhan Veli başlıklı şiirinde söylediği "Bir de sevgilim
vardır pek muteber/ İsmini söyleyemem/ Edebiyat tarihçisi bulsun"
dizelerinde saklı sevgili bulunalı uzun zaman oluyor, mektup ve fotoğraftarına
kadar... Kimse bu ülkede edebiyat tarihçisi yok diyemez! Belki de Orhan Veli,
Karşı'daki fotoğrafın kime ait olduğunu bulmayı sanat tarihçilerine havale
etmiştir! O etmediyse, ben. Kaplumbağa
Terbiyeci'sinin 'bile' gizemi çözüldü, Edhem Eldem resmin 'soykütüğü'ne ulaştı
ama Türk şiirinin en büyük zirvelerinden Orhan Veli'nin son kitabına dair –bence–
önemli ve belki de sonuçları ile şaire dair yeni öznel bilgiler sunabilecek bir
araştırma konusunun hâlâ sahibi yok. "Rüzgar
tersine esiyor. Niçin?Eski
günler geri mi gelecek?Kımıldıyor
kozasında böcekBildiği
hayata doğmak için."
18
Aralık, PazartesiLafı
uzatmak fazilet sayılıyor, sanılıyor. Sohbette bir ölçüde makul karşılanır belki
ama yazıda karşılaşınca, "öööyyle yazmışın be kardeşim" hissi
uyandırıyor bende, "ne biliyorsan, ne duymuşsan, dökmüşsün
ortaya". Soran olursa, şu kadar sayfalık yazı döşendim diyecek(ler)
herhalde. Yazdın da ne yazdın, ne söyledin, öööyyle döndürüp durmuşsun
kepçeyi, boş kazanda.
17
Aralık, PazarSelf-servis
ile ilk karşılaşmamda, 'yeni bir icat'la karşılaşmış ihtiyarlar gibi çok
yadırgamıştım. Bu da ne'ydi, yok artık'tı!.. Dahası, hizmeti self-servis olan
yerlere gitmemeye çalışıyordum. Gel zaman git zaman, "neyse ki
boşları biz almıyoruz" diyerek kendimi teselli ediyorum şimdi.
Kapitalizmin dönüştürücü gücü karşısında, ‘pes’ ediyorum.
16
Aralık, CumartesiHalil
Tekiner ile tanıştık. Eczacılık Tarihi ve Etik profesörü, Dünya Eczacılık
Tarihi Birliği başkanı. Onun
da ilk kez katıldığı bir kitap mezatında... Lafa kendisi, beni öğretmene
benzeterek girdi. (Sık sık öğretmenlere benzetiliyorum ve nedense pek
hoşlanmıyorum bu durumdan...) 38 yaşında profesör olmuş, 4-5 doğu-batı
enstrümanını ustalıkla çalabilen, çok sayıda piyono eseri bestelemiş, Andante’de
klasik müzik yazıları yazan, alanında TÜBA ödüllü, tam anlamıyla bir modern
zaman hezârfeni... Sağlık Bilimleri alanındaki koleksiyonu 5500 kitaba
yaklaşmış durumda. Bunu muntazaman bir işçilikle kataloglayıp ihtişamlı bir iş
koymuş ortaya. Böyleyken, kendisi için Türkiye’nin sayılı hatta alanındaki en
özgün, önde gelen koleksiyonerlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bütün
bunları sonradan, kendi araştırmamla öğrendim. Büyük bir tevazu ile konuyu kendinde
tutmuyordu... Bir gün, o ihtişamlı kütüphanesini de görmeyi umuyorum. Belki o
zaman, yine yazarım.
Kocam Olmadan
Yaşamayı Sevmiyorum
Kocam olmadan
yaşamayı sevmiyorum, on beş yıl sonra bile ilk günkü gibi onun yokluğunu
hissediyorum. Aslında yalnız yaşamak hoşuma gidiyor, evimde dolaşmayı
seviyorum, avluya ya da karşıdaki kavak ağaçlarına bakıyorum, sessizlik beni
heyecanlandırıyor. Korkuyorum sessizlikten, radyomun sesini açan düğmeyi
çeviriyorum, reklamları bile dinliyorum, aslında dinliyorum sayılmaz sadece
duyuyorum. Birinin doğrudan benimle konuşması gerekmiyor, ama seslere ihtiyacım
var, evimi yabancı seslerle dolduruyorum, o zaman daha iyi çalışabiliyorum ve
üşümüyorum da. Çok fazla arkadaşım olduğu için insanlar benim hoşsohbet biri
olduğumu düşünüyor, ama aslında ben bir münzeviyim, insanların arasında
olmaktan hoşlanıyorum ama sonunda beraber olduğum insanlardan ayrılmayı da seviyorum.
Pek sık telefon kullanmam, ama telefonsuz kalmak düşüncesi çok ürkütücü bir
şey, bağlantısız kalmak, iyi akşamlar, iyi geceler diyememek. Tek başıma açık
havada olmayı seviyorum, yanımda, yanımda biri yokken tiyatroya gitmek ise beni
üzüyor, hele tek başına bir film izlemek hüzünlerin en büyüğü benim için. Bana
televizyondaki spikerler iyi geceler diyor, yayın sona erdiğinde onların
ekrandan kaybolmaları hoşuma gidiyor, karanlıkta tek kalmayı seviyorum.
Karanlık odada olmak güzel, sokak lambasından gelen birazcık ışık yetiyor bana
ve de sigara, o küçük yaşam kıvılcımı.
(Çev.: Özden
Saatçi-Karadana)
14 Ocak, Pazar
Kieslowski’nin
Dekalog’larını çok severim, çok önemserim. 2022’de yeniden izledim. Hatta
uzunca bir şiir yazdım filmlerden hareketle: Melek Noktası. Şiir gibi bu
göndermem de kimsenin ilgisini çekmedi, fark eden olmadı. Haiku yazdığım
zannedildi… Neyse, tüm Dekalog’ları ayrı ayrı severim ama Aşk üzerine olan Dekalog Altı ve Öldürme üzerine olan Beş’in yeri, hemen her sinemasever için
birkaç adım öndedir diye düşünüyorum. Aşk ve ölüm ya da düğün ve cenaze;
hayatın en önemli kavşaklarıdır bunlar... Öyle ki, 10 filmlik Dekalog’lardan
yalnızca bu iki filmin uzun versiyonlarını çekmiştir Kieslowski. Her ikisinde
de uzun versiyon ile Dekalog’daki kısa versiyon arasında belirgin farlar
vardır. Ölüm üzerine olan Beş’te bir
sahne vardır ki, hiç unutmam:
Jacek
lokantada kahvesini içip pasta yer.
Doymaz,
yanıbaşındaki artıklara da dadanır.
Dibinde
azbiraz kalmış Fanta’dan bir fırt çeker.
Kirli
bulaşıkların arasından bir bıçak alır.
Çantasındaki
ipi iyice eline dolarken lokantanın dışında iki çocuğun oyalandığını, işyerinin
camına keçeli kalemlerle bir şeyler karalayıp eğlenmeye çalıştıklarını görür.
Elindeki
ipi çantaya koyar.
Bitirdiği
kahvenin kaşığını fincana daldırır ve dibe çöken kahveden aldığı artığı
artistik bir hareketle çocukların olduğu cama fırlatır.
Çocuklar
sevinir, gülüşürler.
Jacek
de onlara gülümser, solgun yüzüyle...
Birkaç
saniye sonra çocuklar gider.
Jacek,
yüzünde o esrik gülümsemesiyle yine yapayalnız kalır.
Birazdan
hiç tanımadığı bir insanı öldürmek üzere dışarı çıkacaktır.
13 Ocak, Cumartesi
Çevbir'in Fahri Öz
çevirisi Walt Whitman şiirleri üzerine düzenlediği online toplantıya
katıldım. 50 kişi filan vardı. Şaşırtıcı bir sayı, öncesinde sorulsa, katılımcı
sayısı 20'yi geçmez derdim. Neyse... Moderatörler zayıftı doğrusu. Doğru düzgün
bir şey soramadılar. Ben chat'ten hep merak ettiğim şu soruyu sordum:
Memet Fuat, Whitman
ve şiiri üzerine yazdığı yazıda uzunca bir bölümü Whitman'ın cinsel kimliğine
yönelik iddialara ayırır ve onun şiirinde kadın kadar erkeği de aynı 'şevkle'
övmesinin, cinsel tercihine değil "insan sevgisi"ne işaret ettiğini söylüyordu.
Siz ne söylersiniz bu konuda?
Cevap, Fahri Bey
için tartışmaya açık olmayacak kadar açıktı, evet, Whitman ibneydi.
Diğer sorum ise şuydu:
4. cilt de yayımlandıktan sonra Çimen Yaprakları'nı tek ciltte görebilecek
miyiz? Evet, varmış öyle bir düşünce. Olması gerekir çünkü.
16. Hafta
12 Ocak, Cuma
Önder Esmer'in Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar (2023) belgeselini izledim. Çok beğendim, incelikli bir işti.
Onat Kutlar benim için önemli biri. İshak'ı o 'çalkantılı' 20'li yaşlarımda okumuştum. (20-22 arası, bir baş dönmesidir.) Kutlar'ın 23'ünde yayımladığı kitabın başrolündeki 'dede', birkaç yıl önce, 18 yaşımdayken kaybettiğim dedemin acısının henüz taze olduğu günlerimde beni çepeçevre sarmıştı. İshak'ın sesi, aynı tazeliği ile zihnimdedir... Türk edebiyatının bu en özel, bana göre 'kurucu metin'lerinden birinin bir de akrabası olduğunu düşünüyorum: 1967 tarihli Hastalar ve Işıklar. Rasim Özdenören'in 1959 tarihli -ödüllü- İshak'tan etkilendiği açık ama bunu oldukça yetkin bir dil ile, etkilenme ebdişesi duymadan yapabilmiştir. İlginç olan, İshak'taki doğulu/Binbir Gece Masalları'nı andıran efsunlu sese karşın, Hastalar ve Işıklar'daki batılı/varoluşçu Fransız sesin hakimiyetidir. Oysa yazarların kişiliklerine bakıldığında beklenen tersidir, değil mi? Üstelik Antep-Maraş komşu iller. Çocukluklarında neredeyse aynî havayı solumuş iki yazardan bahsedince iş daha bir ilginçleşiyor. İşte, edebiyatın, sanatın güzelliği böyle ayrıntılarda saklıdır.
Onat Kutlar'ın sinema sevgisi, başkaca büyük eserler ortaya koyabilecek bir yazardan mahrum bıraktı bizi. Yine de, Önder Esmer'in filmi sayesinde fark ettim ki, Sinematek macerası, bir o kadar değerli insanın yetişmesine vesile olmuş. Kişiliğine şahitlik etmesem bile edebî ve 'sinematografik mirası' ile her zaman dünyamızda kalacak, sevgiyle anacağımız biri Onat Kutlar. Ondan geriye, güzel hatırası kaldı.
11 Ocak, Perşembe
"Kitap içindeyken herkes için okunabilir ama kendi kendisi için çözülemez olmak mıdır acaba, yazmak? (Jabés bunu bize hemen hemen söylememiş midir?)"
[Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, Monokl Kitap.]
10 Ocak, Çarşamba
Leyla ile beraber-karşılıklı okuduğumuz kitaplar az değil. Daha çok o okur, ben dinlerim. (Çünkü ben çok yavaş okuyorum ve sürekli metin-içi düşünme molaları veriyorum!) Georges Rodenbach'ın Ölü Brugge'si (böyle okunuyor, evet) de onlardan biriydi. Kitaptaki şu sözü aklına kazımış, bir şekilde sırasının geldiğini düşünüyor ve temrin eder gibi yineliyor: "İnanç dehşete düştüğünde çoğu kez kendini ironiyle ifade eder." (Yort Kitap, sy. 44)
Ben böyle derin sözleri zihnimde yeterince iyi kavramsallaştıramıyorum, daha çok, bana bir şeyleri hatırlattığında aklımda yer ediniyor sözler, resimler, jestler vs. Bu cümleyi elbette severim ama Bunuel'in Nazarín (1959) filmini hatırlattığı için severim, mesela.
Ölü Brugge, kent, aşk/ınlık ve ölüm üzerine okuduğum en güzel metinlerdendi. Son sayfalara doğru, Manguel'ci bir tavırla, 'kitabı şiir bölümüne mi koysam?' diye düşünmüştüm ki Selim İleri'nin Sonsöz'de Mallarmé'nin kitap hakkında "şiir-roman" dediğini okuyup mutlu olduğumu hatırlıyorum.
Mallarmé her zaman, çok haklıdır!
Yine de Ölü Brugge'yi Gabriele D'Annunzio'nun dizeleriyle aklıma kazıdım, bence bu dizeler, anlatının ruhu ile çok yakışıyorlar –fırsatım olsaydı da Roza Hakmen’e söyleyebilseydim bunu:
"Yalnızca hiç ölmeyen güzeldir, ve yalnızca
Bizim için hiç ölmeyen, bizimle ölen."
9 Ocak, Salı
Süreyya Berfe öldü. Rahmet olsun... Şiiriyle 'benim' şairlerimden biri olmadı hiç. Yine de, bir şairin ‘gidişinin’ ne demek olduğunu bilenlerden biriyim.
Aksiyoner bir kuşağın mensubuydu Berfe. Gözü kara, yumruğu sıkılı, en azından yazıp söyledikleri ile böyleydiler. Bir kısmı bununlaimtihan da edildi. Onun hapse girip girmediklerini bilmiyorum. ‘Halkın Dostları’ bir şekilde yırtmıştır. Ayrıca, ‘Narodnikler’ demek istiyorum, onlar kadar boşa kulaç atmış, geçmişinden pişmanlık duymuş insan azdır kültür tarihimizde. Gençliklerini bir ‘hiç’ için harcadılar, bunun hıncıyla belki, savrulmaları da büyük oldu... Berfe, olduğu gibi kaldı denebilir yine de, bildiği gibi yaşadı, pek değişmedi. '40 kuşağı şairlerinden Arif Damar'a benzetiyorum onu. Yazdı, yaşadı ve öldü.
Bavulun
bu kadar ağır olacağını bilseydim
ayrılmazdım
8 Ocak, Pazartesi
Yunanlar ve Romalılar dünyanın dört evresini altın, gümüş, bronz ve demir çağları diye sıralarken Thomas Love Peacock bu sıralamayı şiirin dünyasına başka türlü uyarlar.
Peacock’a göre, evren gibi şiirin de dört evresi vardır, fakat daha farklı bir sıralama ile: ilki demir çağı, ikinci sırada altın çağ, üçte gümüş ve son olarak da tunç.
İlk çağ olan demir çağı, kaba saba ozanların, yazılı edebiyat henüz yokken, kabile şeflerini sömürmek için kullandıkları şarkımsı şeylerin üretildiği çağdır.
Altın devrin tek bahis konusu Homeros'tur.
Dördüncü dönem olarak nitelediği tunç devrinde ise düşüncelerin, olayların, hislerin etraflıca ortaya konduğu şiirlerin yazıldığını düşünmektedir.
Yine Peacock'a göre, insanlık medeniyet denilen şeye ulaştıkça şiire olan ihtiyaçları azaldığından şairlerin üzerinde bulunan 'görev', devlet adamları ve filozoflara geçmektedir.
İnsanın medeniyete ulaştığını varsaydığı dönemi tunç devri olarak niteleyen Peacock, şairi de medenileşmiş toplumun yarı-barbar insanı olarak görmektedir.
[İşbu düşünceleri süzdüğüm kaynak: Şiirin Bir Savunması, Percy Bysshe Shelley, Çev. (ve Akt.) Bünyamin Kasap, Şule Yay., 2011]
Bir başka gün, ‘Türk Şiirinin Evreleri’ni yazayım, kendimce!
7 Ocak, Pazar
Türkiye'de benim bildiğim, gördüğüm iki 'kültüralist' belediye var: İstanbul-Zeytinburnu Belediyesi ve Bursa-Nilüfer Belediyesi. İkisini de uzaktan, takdirle takip ediyorum. Benim de içinde bulunduğumu zannettiğim, kültürel çabaya değer veren, dikkat eden küçük ama seçkin bir zümre için büyük işler yapıyorlar. Kitap ve dergi yayınları, sempozyumlar, özgün kütüphaneler... Kapıları sanatçılara, akademisyenlere ve okurlara her daim açık olan bu iki kurumun bozulmaması, çaba, emek ve birikimlerinin akamete uğramaması için dua ediyorum desem yeri. Bir şekilde gücü elinde bulunduranlar bilmeli ki, o koca binalar bile değil, geriye yalnızca bunlar, kültüre yönelik işleri kalır. İbret için, Shelley’nin Ozymandias’ını okusunlar!
Nilüfer ve Zeytinburnu benzeri ‘asıl iş’i
ihmal etmeyen, unutmayan belediyelerimizin sayısı artmalı.
6 Ocak, Cumartesi
Suriyeli doktor arkadaşım Ahmet'le buluştuk. Blablacar sayesinde tanışmıştık. Uzun uzun savaşa dair konuştuk. İyice kızışan IŞID barbarlığı sonrası Halep'ten Lübnan'a nasıl tek başına kaçtığını, oradan deniz yoluyla Hatay'a ve sonrasında Gaziantep'e gelişini dinledim. Geride bıraktıklarına rağmen, bir felaket içinden kendini kurtarabilmiş, bir şekilde yeni bir hayat kurabilmiş, kurmaya çalışan insanlara büyük saygım var... Böylesi bir insandan, karşılıklı dertleşirken son 2 yılımı teslim almış 'kişisel bir kriz'den bahsettiğimde, henüz taşları yerli yerine oturtamadığı Türkçesi ile gayet yalın, veciz bir şekilde bana söylediği şey karşısında irkildim: Sen, dedi Ahmet, savaş görmedin ama bu savaş! Bir an anlayamadım, yaşadığım şeyi en az 5 kişiye anlatmışımdır. Herkes hak verdi ama hiçkimse böyle tasvir etmedi, edemedi. Belki de Türkçelerinin fazlaca gelişkin olmasıydı buna sebep ya da diğergamlıklarının zayıflığı, bilemiyorum. Korkunç bir yıkımı ardında bırakmış birinden duyduğum bu söz, benim bile kendi başıma geleni anlamakta güçlük çektiğimi düşündürdü. (Eskiden olsa ağlardım, oysa, vardım baktım demir kapı sürgülü. Nece gül varsa derdiğim kararmış, dikenleriyle başbaşa kaldığım bir çölde buldum kendimi... Bu günce için tasarladığım bir 'sayı' var, çok kalmadı, son hafta anlatmak istiyorum bütün olup biteni. Apaçık bir yürekle.)
Ahmet'le güzel şeylerden de konuştuk elbette. Kendisi gibi doktor bir arkadaşından bahsetti. Çok kıskanç bir eşi varmış. Okul yıllarında sevgili olmuşlar ve eşinin plastik cerrahiye olan ilgisini törpülemiş, söz almış. Estetik yapmaya gelen kadınlar filan... Alttan girip üstten çıkmış ve eşini Genel Cerrah olmaya ikna etmiş. Şimdilerde ise çok pişmanmış, neden Ürolog olsun istemedim diye! Bu fıkra gibi hikâyeden sonra bir kahkaha patlattım.
Muallaka şairlerlerinden de konuştuk, ona İmruülkays (İmruul-Kays) sevgimden bahsettim, bana , Nizar Kabbani ile cevap verdi! Bir de Fairuz... Biz Araplar dedi, özellikle Suriyeliler, güne Fairuz dinleyerek başlarız! Şaşırdım ve neden diye sordum, çünkü çok güzel dedi! Araçta Nassam Aleyna el Hawa'yı açtım, birkaç kez dinledik. Fairuz'u ilk kez dinlemiyorum ama sesindeki neşe-hüzün dengesini belki de ilk kez bu akşam, Ahmet'in hikâyesinin de yardımıyla fark edebildim ancak.
Bu güzel günü sıkı bir yemek ve küçük bir şehir turu ile tamamladık. Aklımda savaş, en çok da kendi savaşımla...
Eşyalarının develere yüklendiği o ayrılık sabahı
Devedikenlerinin yanında acıkarpuz doğramış gibiydi gözümün yaşı
Etrafımı sardı binekleri üzerindeki dostlarım ve şöyle dediler:
Kederden helak etme kendini, sabırdır en güzeli
Benim şifam doyasıya ağlamaktadır a dostlar
Ama bilirim ki ağlamak da geri getirmeyecek kaybolan izleri
(İmruul-Kays, Çev. Mehmet Hakkı Suçin)
6 Ocak, Cumartesi
Suriyeli doktor arkadaşım Ahmet'le buluştuk. Blablacar sayesinde tanışmıştık. Uzun uzun savaşa dair konuştuk. İyice kızışan IŞID barbarlığı sonrası Halep'ten Lübnan'a nasıl tek başına kaçtığını, oradan deniz yoluyla Hatay'a ve sonrasında Gaziantep'e gelişini dinledim. Geride bıraktıklarına rağmen, bir felaket içinden kendini kurtarabilmiş, bir şekilde yeni bir hayat kurabilmiş, kurmaya çalışan insanlara büyük saygım var... Böylesi bir insandan, karşılıklı dertleşirken son 2 yılımı teslim almış 'kişisel bir kriz'den bahsettiğimde, henüz taşları yerli yerine oturtamadığı Türkçesi ile gayet yalın, veciz bir şekilde bana söylediği şey karşısında irkildim: Sen, dedi Ahmet, savaş görmedin ama bu savaş! Bir an anlayamadım, yaşadığım şeyi en az 5 kişiye anlatmışımdır. Herkes hak verdi ama hiçkimse böyle tasvir etmedi, edemedi. Belki de Türkçelerinin fazlaca gelişkin olmasıydı buna sebep ya da diğergamlıklarının zayıflığı, bilemiyorum. Korkunç bir yıkımı ardında bırakmış birinden duyduğum bu söz, benim bile kendi başıma geleni anlamakta güçlük çektiğimi düşündürdü. (Eskiden olsa ağlardım, oysa, vardım baktım demir kapı sürgülü. Nece gül varsa derdiğim kararmış, dikenleriyle başbaşa kaldığım bir çölde buldum kendimi... Bu günce için tasarladığım bir 'sayı' var, çok kalmadı, son hafta anlatmak istiyorum bütün olup biteni. Apaçık bir yürekle.)
Ahmet'le güzel şeylerden de konuştuk elbette. Kendisi gibi doktor bir arkadaşından bahsetti. Çok kıskanç bir eşi varmış. Okul yıllarında sevgili olmuşlar ve eşinin plastik cerrahiye olan ilgisini törpülemiş, söz almış. Estetik yapmaya gelen kadınlar filan... Alttan girip üstten çıkmış ve eşini Genel Cerrah olmaya ikna etmiş. Şimdilerde ise çok pişmanmış, neden Ürolog olsun istemedim diye! Bu fıkra gibi hikâyeden sonra bir kahkaha patlattım.
Muallaka şairlerlerinden de konuştuk, ona İmruülkays (İmruul-Kays) sevgimden bahsettim, bana , Nizar Kabbani ile cevap verdi! Bir de Fairuz... Biz Araplar dedi, özellikle Suriyeliler, güne Fairuz dinleyerek başlarız! Şaşırdım ve neden diye sordum, çünkü çok güzel dedi! Araçta Nassam Aleyna el Hawa'yı açtım, birkaç kez dinledik. Fairuz'u ilk kez dinlemiyorum ama sesindeki neşe-hüzün dengesini belki de ilk kez bu akşam, Ahmet'in hikâyesinin de yardımıyla fark edebildim ancak.
Bu güzel günü sıkı bir yemek ve küçük bir şehir turu ile tamamladık. Aklımda savaş, en çok da kendi savaşımla...
Eşyalarının develere yüklendiği o ayrılık sabahı
Devedikenlerinin yanında acıkarpuz doğramış gibiydi gözümün yaşı
Etrafımı sardı binekleri üzerindeki dostlarım ve şöyle dediler:
Kederden helak etme kendini, sabırdır en güzeli
Benim şifam doyasıya ağlamaktadır a dostlar
Ama bilirim ki ağlamak da geri getirmeyecek kaybolan izleri
(İmruul-Kays, Çev. Mehmet Hakkı Suçin)
15. Hafta
5 Ocak, Cuma
Freud'un Sanat ve Sanatçılar Üzerine (YKY, Çev. Kâmuran
Şipal, 2014) kitabına göz atarken, edebî olanın biricikliği ve ışığının
dosdoğru göğe yükselmesi ile ortaya çıkan ihtişamlı aydınlık karşısında hiçbir
zaman ciddiye alamadığım psikanaliz 'ilmi' için, pekala, "soyut
hafiyecilik" de denebileceğine kanaat getirdim. Heykeller, piyesler,
romanlar ya da şiirler ve tabii ki sanatçıları (ve pek tabii, hiç şaşmaz, çocuklukları) üzerine sonu gelmeyen
savlar, soru işaretleri ve ünlem arayışları denizinde, hakkıyla itiraz
edilemeyeceği gibi akla sığınılarak iman edilebilmemin de mümkün gözükmediği
büyük bir laf salatasıdır psikanaliz... Tanpınar'ın "psikanaliz
çıktığından beri hemen herkes hastadır" sözündeki 'kalın' ironi,
oyun içindeki oyunu faş eder niteliktedir.
Psikanaliz değil, psikanalizciler önemlidir. Onların içinde de en çok Carl
Gustav Jung. O, –tıpkı Claude Lévi-Strauss gibi– kendi hikâyesinin peşinden
giderken, rüyaları yoldaki işaretler olarak kabul etmiş, hüzün ve düşünceyi
kendi ‘büyük romanı’ içindeki diyaloglara yedirmiştir. Jung'un dehasının biricikliğidir
onu edebiyata dahil ettiren ve psikanalizcilerle bir anılsa bile onlardan
ayrıştıran. Freud'u, bu yolu açan yetenekleri sınırlı bir zannatkâr olarak
anmak en doğrusu. Bütün 20. yüzyıl onun bir sayıklama nöbetinden daha değerli
olmayan sözleri etrafında çok enerji tüketti, boşa konuştu. Sadece ve sadece
eğlendi. ‘Hoş’ ve boş vakitler geçirdi... Onun, maddeciliğin zirve yaptığı bir
çağda 'işe' rüyaları karıştırdığı, dolayısıyla metafiziğe bir kapı araladığını
söyleyenler olmuştur. Buna bir dönem ben de inandım ama entelektüellerin
onlarca yıl (tüm dünyada!) neler yazdıklarına, meseleleri hangi boyutta ele
aldıklarına baktığınızda, niyet böyle olsa bile (ki, pek tabii değildi,)
böylesi bir işlevden ziyadesiyle uzak olduğu gördüm... Uzun sözün kısası, koca
bir 20. yüzyıl Freud için cömertçe harcandı, bundan sonra ancak komedi için
işlevsel bir malzemedir. Oysa 21. yüzyıl, Jung'un 'romanının' daha iyi anlaşılacağı,
saygın bir aralık olacak. Hiç değilse bu yönüyle saygın. Ve umalım ki yalnızca ‘kendiyle
savaş’ halinde.
"Yazarın yadsımasının bu kadarla sınırlı
kalmaması pek olasıdır. (...) Doğrusu ben olasılık dışı görmüyorum bunu;
gerçekten böyleyse, o zaman iki durum söz konusudur: Ya biz yazarının tümüyle
habersiz olduğu bazı eğilimleri masum bir sanat yapıtının içerisine
yerleştirerek gerçek anlamda karikatürden farksız bir yorum kotarıp koyduk
ortaya, dolayısıyla insanın aradığı ve kendi içinde yaşattığı şeyi bir yapıtta
ne denli kolay bulabileceğini bir kez daha kanıtlamış olduk. Edebiyat tarihinde
alabildiğine ilginç örneklerini bulabileceğimiz bir tutumdur bu. Böyle bir
açıklamaya katılıp katılamayacağına her okuyucunun kendisi karar verebilir. (...)" (s.328)
4 Ocak, Perşembe
Metin Karabaşoğlu çok güzel bir şey yazmış X’te, çok sevdim, imzamı atacak kadar benimsedim... İnsanından
ağacına, hayvanından toprağına; tarihte ve tarihe karışacak olanda, maruz bıraktığı
bütün hoyratlıklara rağmen sevdiğimiz, tutkuyla bağlı olduğumuz ülkemizin bir
gün hak ettiği seviyeye erişmesi için çaba sarf etmeye, insan olmaya, insan
kalmaya ve hakk olandan yana taraf olmaya devam. Dertleneceğini
zannettiklerimizin zerrece umurlarında olmadığını bilerek:
çok uzunca bir zamandır kendime
söylediğim bir gerçeği ifşa etmiş olayım:
gerçek şu ki, herkes için hak,
hukuk, adalet, hakkâniyet isteyen; köle de, efendi de olmaksızın eşit
vatandaşlar olarak yaşamalıyız diye düşünen insanlar olarak bu ülkede biz ancak
azınlığız.
hem de yüzdelik olarak tekli
rakamlara sığacak kadar küçük bir azınlık.
bu ülkenin kâhir ekseriyetinin
demokrasi diye, adalet diye, hak ve hukuk diye, hakkaniyet ve ehliyet diye bir
derdi yok.
sağcısı solcusu, dindarı seküleri,
dinlisi dinsizi ile kâhir ekseriyetin zihni otoriter kodlarla çalışıyor.
bizim gibiler bugüne kadar hep
azınlık idik, bundan sonra da sanırım hep azınlık olacağız.
dünyaya değen bir kuyrukluyıldızın
tozlarının zihin ve vicdan açılmasına yol açması gibi harikulâde bir olay
gerçekleşmedikçe, bu durumun değişeceğini ümit etmek için bir sebep varsa da
ben göremiyorum.
buna rağmen herkes için ve her hal
ve şartta adalet, hak, hukuk demeye devam edeceğiz ama.
birilerinden takdir beklediğimiz
için değil; bilakis başımıza bela almak anlamına da gelse, doğrusu bu olduğu
için…
hesap gününe olan imanımızdan;
hakikate, insana ve kendimize olan saygımızdan; vicdanımız ancak böyle huzur
bulduğu için…
altmış yaşına geldim, sağlı-sollu,
dinli-dinsiz otoriter kafalar yüzünden, hayat, hukuk, hürriyet, adalet ve
hakkâniyet konusunda bir güven hissi duyamadan yaşadım bu ülkede. bu bizim
büyük derdimiz...
ama biz de onlara benzemedik ve
inşaallah asla benzemeyeceğiz. bu da onlara, ders olamıyorsa dert olsun...
3 Ocak, Çarşamba
Ahmak ıslatan yağmur kıvamında seyreden enflasyon yüzünden daha az görür
olduk ama eski bir takıntı ya da alışkanlıkla, sahaftan bile alsam, fiyat
etiketini söküyorum kitaptan. Fiyat etiketinin kitaba ait bir şey olmadığını
düşündüğümden belki de. Anlamlı bir gerekçesi yok.
Kitaplara dair başkaca takıntılarım: satır altlarını çizerim ama yalnızca
kurşun kalemle, bastırmadan. Başkaca kalem kullananlardan nefret ederim... Şiir
kitaplarına ise asla dokunmam. Bir şiirin birtakım yerlerini kurcalayan, kalemle
işaretleyenleri görünce küçümserim. Böyle bir(inin) kitabı(nı) sahaftan bile
satın almam. Hâlâ, bazen, son sayfasına vardığım bir kitaba dair –yine kurşunkalemle–
bir iki cümle yazar, tarih atarım. Sürekli şehir değiştiren biri olduğum için
ve hemen her ânım kitapla dolu olduğundan bulunduğum şehri ve adımı da yazarım.
Arada bir, bu kitap yıllar sonra, hangi koşullarda hangi yabancı elin merakını
cezbedecek acaba diye geçer içimden. Kitaplar/mız –yalnızca– bize ait değil.
2 Ocak, Salı
John Berger'ın "Görünüre Dair..." (Metis, 2014)
kitabını okurken 17. yüzyıl Polonya'sında yaşamış bir tıp doktoru, din bilgini
ve şair olan Silesius'tan bahsettiğini gördüm ve durdum. Okuduğum şu nefis
dizelerden sonra biraz araştırma ve düşünme ihtiyacı hissettim:
"Senin etten kemikten gözünü seyreden gül
Böylece çiçek açtı sonsuzdaki Tanrı'da"
Tam adıyla, Angelus Silesius'tan bahsediyordu Berger, model ve ressam
arasındaki işbirliğinin ontolojik temellerini izaha çalışırken. Oysa,
Silesius'un adı, kanlı-canlı, somut ve tarihsel bir bilgeyi değil, bir Paul
Klee imgesini çağırıyordu bende. Bilirdim de, görülenin olduğu yerde, bir de
görenin olduğunu 'idrak' ettim böylece. Ve bir şey bana sesleniyorsa, dedim,
benim de ona seslenmem gerekir: ey gül, o gün geldiğinde, beni de al
bahçene.
1 Ocak, Pazartesi
Yeni yıla şiirle başlayalım:
Filistin'de oturuyor, ışıkta dönüşüm ve göç
meyvesi veren ağaçlar, pencerelerdir dalları kulak
verdik boyutlarına onlarla birlikte okuduk destanların yıldızını kemik ve kelle
yuvarlıyor askerler ve hâkimler bir
düş nasıl uzanıyorsa öyle güvendeler: Tehcir ediliyorlar, sürükleniyorlar
labirente...
(Adonis, İşte
Budur Benim Adım, Çev. Mehmet Hakkı Suçin)
Kalbim bu yıl da Filistinlilerle. En iyi dileklerim onlar için. Ve en kötü
sözlerim, onlara ‘sürüklendikleri labirentlerde’ yaşatılanlar için, yaşatanlar
için.
31 Aralık, Pazar
Bir yılbaşı anısı –ya da şöyle demeli, çocukluğumun bütün yılbaşı'larının
anısı: karanlık bir oda, hepimiz oradayız: dedenin elinde 1000'lik tespih,
anneanne erbanesini göğe uzatmış, baba, anne ve 5 torun. Ben en büyükleriyim
çocukların. Maestro nineme tâbi olmakta güçlük çekmiyorum hiç,
yine de olan bitenin pek tabii bir durum olmadığının farkında, boyuna
bizimkileri süzüyorum... Her yılbaşı gecesi, bence ve bir başka deyişle
'yılsonu', bir tür ‘şabat’ ayinine dönüşüyordu evde: vakit ikindiyi bulmadan
televizyonun, radyonun fişi çekiliyor, akşam ezanı ve yemekten sonra da ışıklar
kapalı vaziyette ilahiler, kasideler okunup sesli zikir çekiliyordu. Ninem, gâh
Türkî gâh Zazakî, dil ve müzik birikimini cansiperâne seriyordu geceye. O gece
öyle geçmeliydi çünkü bütün gavurlar
aksini yapmaktaydı... Babamın, dindar biri olduğu halde olup biteni pek de
ciddiye almadığını fark ederdim, yine de biz çocuklarının bu taassup denizinden
nasibimizi almamız için sessiz kalırdı. Arada bir gülerdi, biz de öyle ama
ninem ciddiyetle sürdürürdüğü şefliği karşısında derhal toparlardık kendimizi...
Çok daha erken uyumak zorunda olmak ve televizyonu katiyen açmamak en zoruydu.
Dayanmalıydık, çünkü bu bizim duruşumuzdu. Dünyadaki hiçkimse farkında olmasa
bile, dünyaya karşı çıkan, kafa tutan bir duruştu. Dedem zaten, tüm hayatı
boyunca sırtını döndü televizyona. Kaldı mı böyle ‘yılsonu’ geceleri, böyle
inandığı gibi yaşayan ilkeli insanlar? Sanmam. Her şeye rağmen güzel günlerdi,
çocukluğumdu. Müşfikti dünya ve ayaklarımızın altında idi. Ona tapmadık hiç,
yüz bile vermedik.
Sonra büyüdüm. Yılbaşı ya da yılsonu, hâlâ önemsiz şeyler benim için. Uzun
zamandır en iyi bildiğim şeyi yapıyor, o gece, sevdiğim şairleri okuyorum.* Bu
kez onu da yapmadım. Leyla bir film seçti, izledik. Kestane kebap, çerez filan
vardı yanında, afiyetle yedik. Sonra, biz farkında bile değilken hükmünü
sürdürdü gece. Derken, “bir roman daha bitti,” Balzac'ın dediği gibi.**
*Kehanet doğru bu arada, yıllar geçiyor ve ben yılbaşı gecesinde yaptığım
şeyden midir, nedir, boyuna şiir okuyorum, şairleri savunuyorum.
**Balzac her zaman haklı çıkmıştır.
30 Aralık, Cumartesi
Hiçbir şey serin ve pusuda bekleyen kaygılardan uzak bir cumartesinin
tadına erişemez. Bu tadı bilen bilir, bilmeyen ne bilsin zaten... Ey Rab, bana –eşimle
beraber– dünyanın güzelliğini yaşamak için vakit tanı, bizi o sonsuz
cumartesilerine layık kıl.
"Ah, göğe uzatıyorum bir cumartesiyi"
29 Aralık, Cuma
Agota Kristof’tan:
Öncelikle
yazmak gerekir, elbette. Sonra da yazmaya devam etmek. Kimsenin umurunda
değilken bile. Kimsenin asla umurunda olmayacağı duygusuna kapılırken bile.
Yazılmış kâğıtlar çekmecelerde birikirken ve diğerleri yazılırken unutulurken
bile.
Bir alıntı daha:
Büyük Rus
baleti muhalif Rudolf Nureyev şöyle anlatır: “Stalin öldüğü gün dışarı çıktım,
kırlara gittim. Olağandışı bir şeyler olmasını, doğanın bu faciaya bir tepki
vermesini bekledim. Hiçbir şey olmadı. Ne yer sarsıldı ne bir işaret geldi.”
(Okumaz Yazmaz’dan, Çev. Feyza Zaim, Can Yayınları.)
28 Aralık, Perşembe
Zeki Demirkubuz - Nuri Bilge Ceylan gerilimi sönmüş, eski bir ateş
zannedilirken, Ceylan'ın günlüğünde geçen bir bölümün haber olması ile
harlandı, büyüdü ve tam anlamıyla bir soğuk savaşa dönüştü... Her iki ismi de
çok seviyorum, çok değerli buluyorum. Türkiye’nin bir ruhu varsa, bu iki ismin
de yapbozun kilit parçaları olduğunu unutmamak lazım.
Yine de bir şeyler daha söylenmeli, burada kalmamalı: bu tartışmayı alelade
bir ağız dalaşı olarak görmek yanlış olur. Yalan, iftira, hırsızlık gibi ağır
isnatlar söz konusu. Nuri Bilge aşağılık olan ben değilim dedi. Zeki
ise, dişini sıkıp oturmaya devam et. Eskiden olsa, iki onurlu insan
arasındaki nihai sözleşme olarak kabul edebileceğimiz bir düelloya
dönüşebilecek bu atışma, sıkışmış bir gaz bulutu gibi patlama emareleri
göstermeye başladı. Nasıl süreceği şimdilik muamma. Bu belirsizlik ister sürsün
ister başka şeye dönüşsün, uzunca bir süre avamın dilinden düşmeyecekleri
apaçık bir gerçek.
Neydi, ne oldu, bu sürtüşme nereye varır bilmiyorum ama şunu söyleme
ihtiyacı hissediyorum: hor görü ile biten bir arkadaşlıktan daha yaralayıcı ve
tahrip edici bir şey yoktur… ve Borges, (belki edebiyat burada bize yardım edebilir!) Kum Kitabı'ndaki öykülerin birinde şöyle diyordu: Fermin Eguren, ödlekliğine tanık olduğum için beni asla bağışlamadı.
27 Aralık, Çarşamba
Geçenlerde, Proust'tan ilham almış bir başka ankette karşıma çıkan "En
nefret ettiğiniz tarihi figür..." sorusunda takılı kaldı zihnim. Bu
bir Yahudi için Hitler iken bir Filistinli için tüm Siyonist Yahudiler
olabiliyor. Ya da bir Ermeni için Enver/Talât iken bir Çerkes için Çarlık
Rusya'sı... Yani ‘tarihsel’ olana nefret, yine tarihsel köklerimizle yakından ilişkili.
Tarihin sayfalarında gömülü ya da gözü açık gitmiş ne varsa, yarım kalmış
hikâyelerin, kaçırılmış fırsatların verdiği tüm acılar birilerini hatırlatır
mutlaka… Sevgi de bundan farksız değil.
Ben bütün bunlardan kendimi soyutlayarak düşünmek istiyorum...
Düşünüyorum... Hâlâ düşünüyorum. Hitler diyesim geliyor çünkü kitapları yaktı.
Ona bakarsan Cengiz Han da kitap yaktı, hem de daha çok yaktı, diye hizaya
çekiyorum zihnimi. Dolayısıyla başka biri olmalı. Düşünüyorum... Galiba Stalin.
Gerçi Hitler'i deviren oydu, buna itirazım yok ama hayatını kararttığı onca
yazar, özellikle de Mandelştam için Stalin diyesim geliyorum. Özellikle yazar
düşmanı vahşiliğin vücut bulmuş halidir Stalin. Ama bir şeyler eksik, bütün
kalbimle tasdik edemiyorum bu yargıyı. Çünkü Hegelci bir tasavvur ile
baktığımda, köklerimin tarih-dışı olduğunu biliyorum. O kadar muazzam unutmuşuz
ki, dünyaya dair hiçbir şey hatırlamıyor, bilmiyoruz. Unut(a)mayanlara bakıp
duruyoruz.: böbürlenenler bir yanda, ağlayanlar bir yanda.
26 Aralık, Salı
Check Up yaptım. Yıllardır düşüremediğim, beni psikolojik
olarak yıpratan bir kolesterol sorunum var. Ekmeği uzun zamandır hayatımdan
çıkardım sayılır, çok tatlı yemem zaten. Geriye kalıyor genetik miras ve bir
türlü baş edemediğim stres. Tüp tüp kan alındı, idrar zımbırtısı, kalp
grafileri, röntgen… 12 saatlik açlık sonrası gittim bu kez. Her şeyi kitaba
uydurdum, sigara da içmedim. Yine de deli gibi stresli ve moralsizdim. Kendimi
strese sokmak için bahane arıyorum resmen.
Tetkikler bittikten sonra kantine indim. Bir su bir de çay aldım. Suyu iki
dikişte bitirdim, çayı sigaraya katık ettim ve Leyla’dan öğrendiğim bir
Dağlarca şiirini temrin ettim:
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
Sonuçlarda bir değişiklik yok. Kolesterol seviyem ne yapsam da değişmiyor.
Sigarayı bırakmam lazımmış ama. Doktorun dediğine göre duman, ciğerlerde
kendini belli etmeye başlamış. Gelecek yıl bu zamanlar, dumansız bir hava
sahasında yazılarımı yazmayı, şiirlerimi ve şairlerimi düşünmeyi umuyorum.
25 Aralık, Pazartesi
Benim gözümde okumak, paralel evrende kendine ait bir yuva inşa etmekten
farksız. Çoklu evrende her okura yetecek yer var. Herkes kendi tasavvuru
ölçüsünde inşa eder evini. Sevdiği biçimde, istediği cepheye dönük ve katmanlar
halinde... Ev dediğimiz yapının malzemesi ise okuduklarımızdır. Ne okursak,
oyuz.
Çok okumuş biri sayılmam. Yine de iyi bir ‘eleyici’ sayarım kendimi. Bu
sayede sevip bağrıma bastığım çok sayıda yazarım oldu. Başkaca yazarlardan,
sanat erbaplarından ya da hayatı sanatkârane yaşayan isimsiz kahramanlardan topladıklarımla,
bir çeşit kovalent bağlar kurdum hepsiyle. Bunların içinde de en çok Robert
Walser'i sevdim. 67 yıl önce bugün, o uzun yürüyüşlerinden birini daha yaptı ve
bir daha dönmedi dünyamıza. Zaten hiçbir zaman ait olmadığı dünyamıza…
Bana Jakob von Gunten'i okutan neydi, hatırlamıyorum şimdi. Hesse,
Canetti ya da Kafka'nın övgü dolu sözleri belki. Ama bunların yeterli olmadığı
çok sayıda örnek sıralayabilirim. Vakti gelmiş bir buluşmaydı belki de.
Robert Walser, benim biricik ustam... Ona dair bir şeyler yazmak istiyorum uzun
zamandır. Yazma korkum gün geçtikçe azalıyor. Bu günü, çekincesini duyduğum
bütün vehimleri kıracağım bir ilk –büyük– adım kabul edip uzunca bir şeyler
yazacaktım ama fark ettim ki hâlâ zamanı değil. Ve daha önemlisi, yeri burası
değil. Birkaç taslak var masamda ona dair. Bakalım yazmak kısmet olacak mı...
Şu kadarını söylemeliyim: Walser demek, yürümek demek! Yürümenin ilmini
yaptı o ve onun dünyadaki yürüyüşü, aslında dünyaya doğru yürümekti. Kendisini
yadsımış bir dünyaya... Evinden, odasından, kalemlerinden ve kibrit
kutularından uzaklaşması, hayata doğru bir açılımdı. Şairane bir tempoyla.
Küçük bir anekdot: gençlik günlerinde şiir yazarmış Walser. Bu yıllarında neden
girdiği hemen her işten birkaç ayın sonunda ayrıldığını soran Carl Seelig’e
şöyle diyor: “İki efendiye aynı anda
hizmet edilemez.”
Walser’e olan sevgimin şifrelerinden biri, onun bir başka yazar için sarf ettiği
şu sözde saklı: “Hiçbir yazar
mükemmellikle mükellef değildir. Yazarları tüm insani ve tuhaf yanlarıyla
sevmek gerekir!”
24 Aralık, Pazar
Şair hemşerim Cihat Duman'ın, her zamanki muhteşem ironisiyle söylediği bir
sözü hiç unutmuyorum: "Siz çok güçlü oldunuz, Allah'ı bize verin."
Birileri Allah'ı kendi safında zannedebilir. Tıpkı, ahlaki üstünlüğün daima
kendinde, klanında olduğunu zannetmek yanılgısında olduğu gibi. Askerlikteki,
astın üstüne özenmesinin meşru, astına özenmesinin ise suç sayılması durumuna
benzetiyorum bunu. (Hani mantık yoktu?) Öte yandan, Allah'ı bir parti üyesi,
bir hizipçi zannedenler, böyleymiş gibi hareket edenler de az değil. Biri
"Allah" deyince yahut ‘daha fenası’, peygamberden bahsedince kim
bilir kimi düşünüyor da hemen bir 'kitle'nin mensubu sayıyorlar söyleyeni. Bu
türden bir zihin karmaşasının çoğaldığını gözlemliyorum.
Biraz ferah olmak lazım. Zor, biliyorum. Mümkünse ironiye sığınmalı. Mümkün
değilse zorlamalı! Başka da çare yok sanki: tarihin üzerimize boca ettiği
korkular, yenilgiler ve öç duygusu başka türlü aşılamaz. En azından benim,
ironiden ya da ‘makaraya almak’tan başka bir çözümüm yok… Bir umut evimize,
kalbimize dönebiliriz belki bu sayede. Mabel'in o nefis Tuzla Buz
şarkısı bu konuda bize yardımcı olabilir diye düşünüyorum:
Kalbin senin mi
Göğün mü, yerin mi
...
Kalbin senindi
Göğündü, yerindi
Or'da çekişen can
Yine sana delildi
23 Aralık, Cumartesi
Yine Halil Tekiner. Hoca ile 12 gibi buluştuk. Birer kahve içtik, yürüdük,
balık yedik... Mütevazı kitaplığımın sevdiğim nesnelerinden birini, Primo
Levi'nin Periyodik Cetvel'ini hediye ettim. O ihtişamlı Sağlık Bilimleri
Koleksiyonu/ Kütüphanesinde göremediğim başkaca kitaplardan bahsettim ve
çekinerek de olsa 24 kitaplık bir listeyi paylaştım kendisiyle. Dediğine göre,
geçen bunca zaman içinde koleksiyonuna ilgi duyup görüş beyan eden üçüncü
kişiymişim. (Türkiye kültür hayatının nasıl bir çöl olduğunu anlayalı uzun bir
zaman olduğu için bu duruma pek şaşırmadım.) İlk ve bence en önemli katkı,
böyle bir koleksiyonun kataloglanmasının tavsiye edilmesi olmuş. Bir doktora
öğrencisi ise ihtiyaç duyduğu Osmanlıca bir eseri rica etmiş hocadan. Bir de
ben.
Edebiyat, tarih, bilim, müzik ve daha bir sürü şeyden dem vurduğumuz, 6
koca saate yayılan çok güzel bir gündü. Hocayla, bilhassa yürürken, piyano
bestelerini dinlerken sezdiğim Brahms havasının yerinde bir sezgi olduğunu fark
ettim... Konuşmamızın son dakikalarında, belki konuşmaktan, düşünmekten ve
benim gibi geveze birini dinlemekten yorgun düştüğü için, Süheyl Ünver'in kızı
Gülbün Mesara ile buluşmalarından bahsetti ve beni hiç şaşırtmayan, bilakis,
bazı taşların yerli yerine oturmasını sağlayan 20 yıl öncesine ait o anısından:
Gülbün Hanım, yirmili yaşlarının başındaki Halil Tekiner'i kahvaltıya davet
etmiş ve özel bir kol saati hediye etmiş, "Al bakalım, geleceğin Süheyl
Ünver'i" diyerek. Evet, bence de öyle, Halil Tekiner, günümüzün
Süheyl Ünver'idir.
Gün sonunda bana Tanpınar'ın Huzur'unu (Eleştirel Basım, Dergâh)
hediye etti Halil Hoca. Doğrusu, kitabın özel bir edisyon olmasından bağımsız
söylüyorum, daha güzel bir hediye olamazdı. Huzur'da, "Istırap günlük
ekmeğimizdir" der Tanpınar. Oysa bugün, 'ıstırap'tan eser yoktu.
İnsanın insana yaşattığı bütün acılara rağmen, dünyanın güzelliğiydi bizi bir
araya getiren.
12. Hafta 15 Aralık, CumaSosyal medyanın kendini oyalama
seçeneklerinin sonu gelmiyor. Çaldığı zamana rağmen çok eğlenceli. Şimdi de
şöyle denmeye başlanmış: “Bu hesabın
sahibi bir albüm olsaydı...” Nereye varacak bu benzetmeler ağı? Bir tarihi
kişilik olsaydı, bir nesne olsaydı, bir hayvan olsaydı... Yine de cevap vermek
istiyorum, çünkü müthiş kişisel. Kendi’n üzerine düşünmek, çakırkeyif bir tat
bırakıyor zihinde. Bir albüm olsaydım, Ezginin Günlüğü’nün
Seni Düşünmek (1985) albümü olurdum.
Bir şarkı ol dense, yine orada, Bilinmeyen
Ülke olurdum. “Beni bu yiğit
delikanlıyı/ Gençliğin ateşi sürükledi sana/ Bir de başımdaki şarap dumanları”.
14 Aralık, PerşembeDivan’da okuduğum şu Turgut Uyar dizesi hiç aklımdan
çıkmaz: “çünkü ben ey derim ve severim ey
demeyi bilenleri”. Garip buluyorum bunu ama galiba ben de seviyorum “ey”
diyenleri, “ey” demeyi bilenleri. Öyle herkes diyemez, ey! Bunun bir bilgisi,
bir büyük görgüsü var. Geçen ay 160. Kilometre’nin internet
sayfasında bir şiirim yayımlandı: Kristal.
Bu başlıkta bir şiirim olsun istemişimdir hep. Bununla da sınırlı değil, bir “Kristal Şiirleri Antolojisi” yapmak
arzusundayım. Yıllardır düşünüp duruyorum ve aktif olmamakla birlikte Kristal başlıklı şiirleri bir kenara not
ediyorum. Vaktiyle, ortada henüz hiçbir şey yokken bir “Önsözler Kitabı” yapmak, derlemek istemiştim. İşte, bazıları
söyler, bazıları yapar: çok şey çıktı geçen yıllar içinde ama hiçbiri benim
düşündüğüme benzemiyor, en azından henüz... Şimdi bu iki fikrime ek, yeni bir
projem daha var: Ey Şiirleri! Şöyle
kapağında koca bir ünlem işareti ile!.. Ey diyen, diyebilen, bunu bilen
şairlerin ey’li şiirlerini derlemek istiyorum. Rimbaud’dan Uyar’a kadar, bütün
ey’leyenler. Henüz yayımlanmamış bir şiirimde
şöyle eylemişim:Ey istembeni gizlediğindefterlerdevar et yeniden
13 Aralık, ÇarşambaTam da, yeni mevzuata ilişkin bir
sunuma katılıp Çevre Mühendisliği’nin ‘hayata atılacak’ bir genç için iyi bir
seçim olabileceğini düşünürken, Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümünde olduğumuzu fark
ettim. Üstelik, dün elime ulaşan kitap kargomun içinde gecikmiş bir misafirim
vardı: Eylembilim. Bir şekilde,
okumanın kısmet olmadığı bir Oğuz Atay kitabı. Bir de Mustafa İnan var ama onu okumaya hâlâ üşeniyorum. Bütün
saygınlığına rağmen, bir mühendisin hayatından daha sıkıcı bir şey
düşünemiyorum. Oğuz Atay sevgisi, ilgisi, merakı
sürüyor ama yaş ortalaması hayli düştü! 2007’de Mimar Sinan Üniversitesi’nde
yapılan sempozyum edebiyat tarihimizin en önemli ‘olay’larından biridir bence. Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum (Handan
İnci & Elif Türker, İletişim Yayınları, 2009) adlı kitapta toplanmış
konuşmalar okunmadan Oğuz Atay fenomeninin anlaşılamayacağını düşünüyorum.
Büyük bir kırılma olarak kabul edebileceğimiz 50’lerden günümüze değin,
“Türkiye’nin ruhu”na değmiş, bilincinde ya da bedeninde yaralar açmış, unuttuğu
ya da etrafında dönüp durmaktan asla bıkmadığı ne varsa, bir şekilde, ama bir
şekilde orada dile geldiğini gördüm ben. Okumasını bilen gözler için edebiyat,
asla yalnızca edebiyat olmamıştır... Düzenleyicileri arasında değil, adı
sempozyumun başlığında geçse bile, hayalini kurduğu ‘büyük projesi’nin ‘final’
bölümü olarak düşünüyorum ben bu sempozyumu. Ne konuşuldu, kimler konuştu,
kimlere söz hakkı verilmedi, nasıl konuşuldu, nasıl bir kitle tarafından
dinlendi, kimler ve neden günah çıkardı, nasıl gülündü, nasıl ağlandı ise,
hepsi birden Türkiye’nin ruhunun büyükçe bir resmiydi. Ben Oğuz Atay’ı düşündüğümde, okul
penceresinden –öğrenci ya da hoca, fark etmez– uzun uzun ‘dışarı’ bakan,
‘kafası başka yerde’ denen türde biri canlanıyor zihnimde. Zarif, düşünceli ve
hüzünlü bir adam. Varlığı ile başka, bedeniyle başka bir yerde olan biri...
Zannedilenin aksine, mühendisliğin Oğuz Atay’a çok vakit kaybettirdiğini
düşünüyorum ben. Ama yapacak bir şey yok, Türkiye’nin koşulları, hasta bir
çocuğun kalp grafisini andırır çizgisi ile, yazar olmak isteyen gençlerini
mühendis olmaya mecbur kılmaya devam ediyor... Yahya Kemal’den bu yana nersimiz
büyüdü, birkaç münferit örnek dışında hâlâ bir resmimiz yok belki ama nesirsiz
bir millet değiliz artık ve bunu, mühendis yazarlara borçluyuz! Bu günün güncesine son noktayı
koymadan önce, Eylembilim’in ilk
cümlesi nasıl başlıyor diye baktım, yüzümdeki ciddiyet dağıldı, uzun uzun
gülümsedim: “Bir insan –özellikle benim
gibi bir insan– ne zaman yazmaya başlar?” İyi ki yaşadın sevgili Oğuz.
12 Aralık, SalıMarina Tsvetayeva’nın Annem ve Müzik kitabını dinledim. Leyla okudu, ben dinledim.
Evlenmeden önce ona şiirler okurum sanıyordum ama iş farklı gelişti, o okuyor
ben dinliyorum. Bazen de yazıyorum, işte böyle... Geçen yıl bu zamanlar çok
hastaydım, ameliyat olmuştum. Bir ay dışarı çıkamadım. Ağrılarımın dayanılmaz
olduğu bir gün, bana Montale’nin Xenia’sını
okusun istemiştim. Savaş zamanı yaralı askerler için şiirler okuyan Anna
Ahmatova gibi... Sonraki gün Lowell okuttum, sonra Bishop. Kalple yazılmış dizeler,
kalpten-kalbe uzanıyordu, şifa bulsun diye vücut. Savaşmaktan yorulmuşken. 160. Kilometre Yayınları güzel iş
çıkarmış yine (Çev. Mustafa Kemal Yılmaz). Vahşi Sovyet rejimine kurban giden
bir başka sanatçı, şair olan Marina Tsavateyeva’nın “genç bir müzisyen” olarak
portresini okuyoruz bu kitapta. Şairin annesiyle geçen ‘disiplinli güzel
günler’ine dair bir anı, anlatı: “Annem
bizi müziğe boğmuştu. (...) Annem bizi sel gibi basmıştı.” (s. 27)
11 Aralık,
PazartesiŞöyle hoş bir paylaşım dönüyor şu
ara X’te: “Bu hesabın sahibi bir film olsaydı...”Ben de düşündüm. İlk elden, Bela
Tarr’ın Karhozat’ıdır (1988) diye
geçti aklımdam ama daha uzun boylu düşününce emin oldum: La Maman et la Putain, Jean Eustache, 1973.
10 Aralık,
Pazarİçinden, burayı sevmiyorum
dediğin an beliren, peki neresi? sorusu. Anlamlı bir cevap da
yoksa, ne yapmalı? Yeni Hayat’taki 'genç adam', nereye gittiğine bakmadan
otobüslere, minibüslere binip durmuştu. Sıradan olanın akışında, Anadolu'nun
il, ilçe, kasaba hatta köylerine doğru şiirsel bir anlam
arayışıydı onunki. Bazan, 'vardığı' yerden başka bir yere
gidebilmek için gerekli aracı bulması günler sürüyordu... Varılacak bir yer
varsa o da 'şiirsel olana'dır. Çünkü seyr, aksar gözükse bile durduğu
yerde de sürendir. Ve okumak, yolun ta kendisidir. "Onun [Kitabın]
yüzümüze vuran ışığından yola çıkmıştık ve o yolda sezgilerimizle ilerlemeye
çalışıyor, nereye gittiğimizi de tamı tamına anlamak istemiyorduk." (s.
65) Bir cevap yok. Bunu, gitmeden
anlayabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. En iyisi 'vacilando' olmak,
yolculuk fikrini sevmek yani ya da şairin dediği gibi her bahar gitmek
isterim deyip yerinde saymak! “Yerinde sayanlar,” demişti Cenap Şahabettin,
“yürüyenlerden daha çok gürültü çıkarır.” Ses’i gürültü’den ayrıştımak: işte
bütün mesele. 9 Aralık,
CumartesiPsikiyatrist Veysi Çeri'nin,
tuvalette geçirilen zamana dair paylaştığı bir veri ilgimi çekti: İngiltere’de
yapılan bir araştırmada her 3 erkekten birinin çevreden kaçınmak için tuvalette
fazladan kaldığı ve ortalama bir erkeğin 'huzur ve sessizlik' için yılda 7
saatini tuvalette “saklanarak” geçirdiği saptanmış. Ortaokul öğrencisi olduğum yaşlarda,
yaz tatillerinin büyük bölümünü çalışarak geçiriyordum. İhtiyaçtan ziyade,
tercih meselesiydi bu: ailem, 'hayatı öğrenmem için' çalışmamı istiyordu.
Hayattan bir şeyler öğrenmenin tek yolu çalışmak değil elbette, ben, iş
sayesinde hayattan nefret etmeyi öğrendim. Öğrenmenin biçimleri gibi sonuçları
da sonsuzdur çünkü... Önce öğrenir, zamanla anlar insan. Çoğu zaman da iş işten
geçtikten sonra. Erken yaşta çalışmak, sonradan fark
edeceğim üzere bir Holden Caulfield'e çevirmişti beni. Biraz daha cesur olsam, lanet
olsun deyip çekip giderdim... İşte bu dönemlerimin sığınaklarından biri de
tuvaletlerdi. İhtiyaçtan ziyade, bir 'ferahlama' meselesiydi bu! Şimdi gülüyorum
ama çıraklığından askerliğine kadar şiddet ve baskı dışında bir şey görmemiş
ustalarımın hoyratlıkları, zayıf ruhumda derin izler bırakıyordu. Tuvalete
gidip birkaç kez ağladığımı hatırlıyorum. Zayıflığıma ağlıyordum aslında,
baskıya göğüs geremiyor oluşuma... Sonraları tuvalet kesmez oldu, daha
uzun vakitlere ihtiyaç duydum ve namaza başladım! Mesai uzundu,
öğle-ikindi-akşam vakitleri için namaz molası alıp lokantanın tam karşısındaki
camiye sığınıyordum. (O yaşta birinin bunca sofu olmasının yetişkin insanların
gözünde nasıl sakil durduğu ayrı konu. Kendimi fazlaca uyanık, her şeyin
'kitaba' uygun yürüdüğü zannındaydım sadece. Asıl trajedi bu.) Yaptığımın
ahlaktan uzak bir şey olduğunun bilincindeydim. Yine de, buna rağmen, Allah'ın
bana acıdığını hissedebiliyordum. Özellikle 'ev'ine sığınmış biriyken,
yakınımda olduğunu... Bir cevap ya da ses yoktu belki. Ama O'nun beni gördüğünü
bilmek yetiyordu. Derken, zayıf benliğim teselli buluyordu ve dönüyordum işe. –Usta
beni öldürmesen e.
[11. Hafta] 8 Aralık, CumaLevinas, Bobby adını verdikleri bir köpekten bahseder.
Toplama kampındayken tellerin ardında kendilerini bekler, görür görmez hoplayıp
zıplarmış. Bütün bir ‘çevre’nin gözünde gör(e)medikleri şeyi Bobby’de
görürler: “Onun gözünde insan olduğumuza şüphe yoktu. O köpek Nazi
Almanya’sındaki son Kantçı’ydı, ilkeleri ve dürtüleri evrenselleştirmek için
gereken zihne sahip olmasa da…” (Bkz.: Nazi Almanya'sındaki Son
Kantçı, e-skop) Bugün İsrail devletini idare edenlerin ve –alenî ya da
gizli– ona omuz verenlerin, Levinas ve arkadaşlarının kaldıkları kampın
tellerinden ötede bekleyen Bobby'den daha gelişkin –ama kötücül– bir zihne
sahip oldukları açık, ama, işte, bir köpeğin bile sahip olduğu ahlaktan,
erdemden, ufuktan yoksun bir ülke... –Quo
vadis? Tarihin gazabına uğramış bir halk olan Yahudilerin,
İsrail marifetiyle yaptıkları bu zalimliğin üzerini tarih bile örtemeyecek.
Filistin halkına yazık oldu ama Yahudiler bir başka Babil Sürgünü için
azıklarını biriktirmeye baksın derim.
7 Aralık, PerşembePlatonov. Şairmiş
o meğer!Yıldızımın bir türlü
barışmadığı yazarlardan. Önce Can'ı sonra Dönüş'ü nasıl
büyük bir heyecanla okumaya başladığımı hatırlıyorum. Yayımlandığında (sonradan
öğrendik ki Tuncay Birkan'ın bir keşfiymiş) yayın ortamında hissedilir bir
sarsıntı olmuştu. Okuyanlar, ayılanlar, bayılanlar gırla... Bense, belki şimdilik
zamanı değildir diye düşünmüştüm. Yıllar sonra Erdem Erinç çevirisinden
mektuplarını da okudum (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, Metis) ama nafile,
bu defa kesindi: benim yazarım değildi Platonov. Buna rağmen Şarkı
Söyleyen Düşünceler'i (Çev. Sabri Gürses) görünce kayıtsız kalamadım ve
hemen edindim. Natama Yayınları, böylesi bir kıtlık zamanında çok güzel,
kaliteli bir kâğıt kullanmış kitapta. Bir şiir kitabında bunu görmek beni
sevindirdi. Şiire yakışan budur zaten... Kitaba dair
aklımda kalan en önemli detay bu açıkçası. Gerisi, vasat bir köylü yazarın,
şanslı gününüzdeyseniz birkaç tatlı dize bulabileceğiniz pastoral şiirleri.
Pastoral, ama aynı zamanda makinalaşmak isteyen şiirler, trrrrum
trrrrum trak tiki tak! Yersenkirchen! Türkçeye
kazandırılması iyi olmuş yine de. Aksi durumda, eminim birkaç salak çıkar, “neden
hâlâ çevrilmedi bu kitap, bir türlü anlayamıyorum” derdi. Sovyetlerin dümeni
eline almasından sonraki Rus edebiyatı, Calvino’nun da dikkat çektiği üzere, o
büyük yazar ırmağını kurutan, bıçak gibi kesen bir görünüm sunuyor. Bu yüzden
de iyi edebî ürün bulma çabası, Büyük Biraderlerin o ihtişamlı ‘vahşet sergisi’nin
gölgesinde kalıyor maalesef… İçim daraldı, daha fazla yazamıyorum: Rus
sosyalizminin kültür insanlarına yaşattıklarını affedemiyorum hiç.
6 Aralık, Çarşamba1950’ler başında doğmuş ve iyi okullarda okumuş bir
kuşak var ki farklı kültürel atmosferde olsalar da özel bir dönemin insanı
oldukları belli. Hepsi dümeni edebiyata kırmış. Bana ilginç gelen bir
karşılaştırma:Robert'te
Şavkar Altınel, Roni Margulies, İrvin Cemil Schick, Ali Günvar.Galatasaray'da
Ferhan Şensoy, Engin Ardıç, İzzet Yasar, Nedim Gürsel.Savaş sonrası kuşağının bizdeki verimi için küçük bir
örnek.
5 Aralık, SalıBugün öğle yemeğini yalnız yedim.
İki yakın arkadaşım da izinde. Başka bir gruba katılmak da gelmedi içimden.
Bilerek biraz geç gittim ve dört kişilik masada tek başıma yedim yemeğimi.
Sonra yine yalnız, bir saat kadar yürüdüm. Hep yalnız olmaz, insan delirir ama
arada bir ihtiyaç duyuyorum buna. Seviyorum yalnızlığı. Bazı duyguların verili
geldiği benim için tartışma götürmez bir gerçek. Yalnızlık bana sevdirilmiş
sanki. Zaman ise en büyük tutkum. (Eskiden kavgalıydım zamanla, dertlerimin
birincisiydi, zamanla uzlaştık,
çaresiz.) Hölderlin’in, insanın bu dünyada şairane mukîm oluşunu hatırlatması,
ancak zamanla mümkün. O yüzden de bu mukîmliğin en veciz sözlerini İtiraflar’ında Augustinus söyledi. Hüzün
verici sesiyle… Rab, belki bir gün, kendisine doğru
tırmanacağım ve sımsıkı örülmüş iplere benzer, içi güzellik dolu dizeler bahşeder
bana da. Cürmüm ile geldim sana deyip
duranların yanında, olgun birkaç dünya yemişi olsun diye ellerimde.
4 Aralık, PazartesiCem Yavuz’un Hür Tractatus’unu okudum. Hâlâ
zihnimde dönen kimi bölümlerine karşın kitap, bitti. Çok güçlü bir
yazar Cem Yavuz: felsefe, tasavvuf, tarih, siyasa, edebiyat... Görece küçük,
ama hepsiyle tıka basa dolu, dallı budaklı bir metindi okuduğum. Böylesi ‘çiğ’
bir zamanda, bu türden ‘yüksek’ ülküleri anlatmayı, hatırlatmayı, kopan bağları
tamire çağırmayı dert edinecek insan az bulunur. Bunu, biraz da Mudanya’da annesiyle
geçen yarı-münzevi hayatına bağlıyorum. İstanbul cehenneminde aynı düşünceleri
savunsa bile bunu bir kitaba nakşetmeyi ister miydi emin değilim? Sayfalar ilerledikçe, olur a, belki bir yazı da yazarım
kitaba dair diye zihnimden geçti ve aklıma gelen yazı başlıklarını ilgili
sayfalara not aldım. Konuşan Resmin Şiiri, ilk başlıktı.
Sonra, Kalbi Bulan Resmin Şiiri dedim. Ve sonunda, şunda karar
kıldım: Hür Tractatus: Daimi Öz’ün Seyri. (Ama sonra bir
parantez açtım ve şöyle dedim, Poe’dan hareketle: Donanmış Ruhun Seyri.)
Doğrusu, Cem Yavuz’un sunduğu şiir ontolojisi bunların hepsiydi. Başlık yazması
kolay tabii, hakkını verebilir miydim, zor. Kitapta, ısrarla şiirin/vizyonun ‘evrenselliğine’ işaret
ediyor Cem Yavuz. En anti-gelenekçi zannedilen Schönberg’in bile Bach ile
kurduğu bağı örneklendirerek. Ve daha kimler, kimler üzerinden: İbn Arabi,
Spinoza, Galip Dede, W. Blake, Milton, Goethe, Rilke, R. Browning, Erol
Akyavaş, Turner ve tabii ki Celan... Kitaba dair ilk yorumum şu olmuştu: “Cem
Yavuz'un Hür Tractatus'unu okudum –arada bir Ars Moriendi’ye dönerek... Çok
dilli, şiirsel, 'tevâcüd' odaklı bir felsefe metniydi demek, görüneni faş
etmekten fazlası değil. Benim daha ilginç bulduğum, aynı zamanda 'çok yazarlı'
bir libretto metnini andırmasıydı diyebilirim.” Böyle zengin bir metni
büyük bir ‘koro’ya benzettim ben, o yüzden libretto benzetmesini yaptım. Hür
Tractatus’u, Cem Yavuz’un “şiir yazma kılavuzu” olarak da
okumak mümkün. Ne mutlu, başka şiirlerde “Tanrı’nın sesi”ni anıştıran
kıvılcımları görebilenlere. Ve ne mutlu, kendi sesiyle buna ulaşmaya,
söylenegelen bu ‘evrensel şarkı’ya ortak olmaya çalışanlara. Keşke bilebilseydim onlar, biliyorlar mıacaba hangi kalbin iyesi olduklarını?(İbn Arabi, Tercüman’ül
Eşvak)
3 Aralık, PazarSabah, anlam veremediğim bir vücut yorgunluğu ve bezgin
bir ruh haliyle uyandım. Hastalık başlangıcı gibi de durmuyordu. Kahvaltıyı
geciktirdim. Ne yapacağımı bilemeyince, Leyla’nın da telkiniyle sonunda dışarı
çıkmaya karar verdim. EspressoLab'da bir filtre kahve içtim ve Cem Yavuz'un
yeni kitabı Hür Tractatus'tan (Everest Yay.) 70 sayfa okudum. Sonra
40 dakika kadar tempolu yürüdüm: kulağımdaki Tindersticks şarkıları
eşliğinde... Saat 18 gibi yemeğe geçtim ve o insanlık dışı şeyi yaptım:
lahmacunun içine adanayı dürüp yedim –çorba eşliğinde!
2 Aralık, Cumartesiİsrail'in Gazze'ye yönelik soykırımı devam ediyor. Batı
ülkelerindeki dürüst ve vicdanlı insanlar bunu dile getirdikleri an işlerinden
oluyorlar, itibar linçine uğruyorlar... Bu gözü dönmüş gaddarlık bütün
şiddetiyle sürgit devam ederken Holokost'ta yaşamını yitiren insanları
düşünmeden edemiyorum. Mesela Max Jacob'u. Fransız yazar André Billy, Jacob
üzerine bir yazısına şöyle başlıyordu: “Niçin ilkin gözlerinden söze başlamayayım?
Fotoğraflarda doğru dürüst bir fikir edinilmiyor o güzelim gözlerden; böylesi
ancak bir İsrailoğlunda bulunabilirdi: doğulu ve hüzün dolu bir güzellik; ne ki
bu da, eninde sonunda onları bir sınıfa sokmak demek; oysa, benim ne olduğunu
kestiremediğim, benzersiz bir şey vardı onlarda; kim bilir, belki de
yapılarındaki maddeden ileri geliyordu bu. (...) ama eğer, bütün bu gözler
arasında, en çok hangisini beğeniyorsun diye sorulmuş olsaydı, Max'ınkiler
derdim herhalde.” (Sahici
Mucizeler, Broy Yayınevi) Max Jacob’un gözleri böyledir, buna şüphem yok. Ama
Filistinliler DAHA böyledir. Çünkü bu yıkım, kıyım, sürgün, gasp, linç; ne
dersek diyelim, 75 yıldır sürüyor. İsrail, bütün gayrimeşruluğuna rağmen
durmuyor, hiçbir makul zeminde buluşmak istemiyor. Bunca güzel göze kıyan bir
‘yapı’, gün göremez.
[10. Hafta]
12. Hafta
15 Aralık, Cuma
Sosyal medyanın kendini oyalama
seçeneklerinin sonu gelmiyor. Çaldığı zamana rağmen çok eğlenceli. Şimdi de
şöyle denmeye başlanmış: “Bu hesabın
sahibi bir albüm olsaydı...” Nereye varacak bu benzetmeler ağı? Bir tarihi
kişilik olsaydı, bir nesne olsaydı, bir hayvan olsaydı... Yine de cevap vermek
istiyorum, çünkü müthiş kişisel. Kendi’n üzerine düşünmek, çakırkeyif bir tat
bırakıyor zihinde.
Bir albüm olsaydım, Ezginin Günlüğü’nün
Seni Düşünmek (1985) albümü olurdum.
Bir şarkı ol dense, yine orada, Bilinmeyen
Ülke olurdum. “Beni bu yiğit
delikanlıyı/ Gençliğin ateşi sürükledi sana/ Bir de başımdaki şarap dumanları”.
14 Aralık, Perşembe
Divan’da okuduğum şu Turgut Uyar dizesi hiç aklımdan
çıkmaz: “çünkü ben ey derim ve severim ey
demeyi bilenleri”. Garip buluyorum bunu ama galiba ben de seviyorum “ey”
diyenleri, “ey” demeyi bilenleri. Öyle herkes diyemez, ey! Bunun bir bilgisi,
bir büyük görgüsü var.
Geçen ay 160. Kilometre’nin internet
sayfasında bir şiirim yayımlandı: Kristal.
Bu başlıkta bir şiirim olsun istemişimdir hep. Bununla da sınırlı değil, bir “Kristal Şiirleri Antolojisi” yapmak
arzusundayım. Yıllardır düşünüp duruyorum ve aktif olmamakla birlikte Kristal başlıklı şiirleri bir kenara not
ediyorum. Vaktiyle, ortada henüz hiçbir şey yokken bir “Önsözler Kitabı” yapmak, derlemek istemiştim. İşte, bazıları
söyler, bazıları yapar: çok şey çıktı geçen yıllar içinde ama hiçbiri benim
düşündüğüme benzemiyor, en azından henüz...
Şimdi bu iki fikrime ek, yeni bir
projem daha var: Ey Şiirleri! Şöyle
kapağında koca bir ünlem işareti ile!.. Ey diyen, diyebilen, bunu bilen
şairlerin ey’li şiirlerini derlemek istiyorum. Rimbaud’dan Uyar’a kadar, bütün
ey’leyenler.
Henüz yayımlanmamış bir şiirimde
şöyle eylemişim:
Ey istem
beni gizlediğin
defterlerde
var et yeniden
13 Aralık, Çarşamba
Tam da, yeni mevzuata ilişkin bir
sunuma katılıp Çevre Mühendisliği’nin ‘hayata atılacak’ bir genç için iyi bir
seçim olabileceğini düşünürken, Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümünde olduğumuzu fark
ettim. Üstelik, dün elime ulaşan kitap kargomun içinde gecikmiş bir misafirim
vardı: Eylembilim. Bir şekilde,
okumanın kısmet olmadığı bir Oğuz Atay kitabı. Bir de Mustafa İnan var ama onu okumaya hâlâ üşeniyorum. Bütün
saygınlığına rağmen, bir mühendisin hayatından daha sıkıcı bir şey
düşünemiyorum.
Oğuz Atay sevgisi, ilgisi, merakı
sürüyor ama yaş ortalaması hayli düştü! 2007’de Mimar Sinan Üniversitesi’nde
yapılan sempozyum edebiyat tarihimizin en önemli ‘olay’larından biridir bence. Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum (Handan
İnci & Elif Türker, İletişim Yayınları, 2009) adlı kitapta toplanmış
konuşmalar okunmadan Oğuz Atay fenomeninin anlaşılamayacağını düşünüyorum.
Büyük bir kırılma olarak kabul edebileceğimiz 50’lerden günümüze değin,
“Türkiye’nin ruhu”na değmiş, bilincinde ya da bedeninde yaralar açmış, unuttuğu
ya da etrafında dönüp durmaktan asla bıkmadığı ne varsa, bir şekilde, ama bir
şekilde orada dile geldiğini gördüm ben. Okumasını bilen gözler için edebiyat,
asla yalnızca edebiyat olmamıştır... Düzenleyicileri arasında değil, adı
sempozyumun başlığında geçse bile, hayalini kurduğu ‘büyük projesi’nin ‘final’
bölümü olarak düşünüyorum ben bu sempozyumu. Ne konuşuldu, kimler konuştu,
kimlere söz hakkı verilmedi, nasıl konuşuldu, nasıl bir kitle tarafından
dinlendi, kimler ve neden günah çıkardı, nasıl gülündü, nasıl ağlandı ise,
hepsi birden Türkiye’nin ruhunun büyükçe bir resmiydi.
Ben Oğuz Atay’ı düşündüğümde, okul
penceresinden –öğrenci ya da hoca, fark etmez– uzun uzun ‘dışarı’ bakan,
‘kafası başka yerde’ denen türde biri canlanıyor zihnimde. Zarif, düşünceli ve
hüzünlü bir adam. Varlığı ile başka, bedeniyle başka bir yerde olan biri...
Zannedilenin aksine, mühendisliğin Oğuz Atay’a çok vakit kaybettirdiğini
düşünüyorum ben. Ama yapacak bir şey yok, Türkiye’nin koşulları, hasta bir
çocuğun kalp grafisini andırır çizgisi ile, yazar olmak isteyen gençlerini
mühendis olmaya mecbur kılmaya devam ediyor... Yahya Kemal’den bu yana nersimiz
büyüdü, birkaç münferit örnek dışında hâlâ bir resmimiz yok belki ama nesirsiz
bir millet değiliz artık ve bunu, mühendis yazarlara borçluyuz!
Bu günün güncesine son noktayı
koymadan önce, Eylembilim’in ilk
cümlesi nasıl başlıyor diye baktım, yüzümdeki ciddiyet dağıldı, uzun uzun
gülümsedim: “Bir insan –özellikle benim
gibi bir insan– ne zaman yazmaya başlar?”
İyi ki yaşadın sevgili Oğuz.
12 Aralık, Salı
Marina Tsvetayeva’nın Annem ve Müzik kitabını dinledim. Leyla okudu, ben dinledim.
Evlenmeden önce ona şiirler okurum sanıyordum ama iş farklı gelişti, o okuyor
ben dinliyorum. Bazen de yazıyorum, işte böyle... Geçen yıl bu zamanlar çok
hastaydım, ameliyat olmuştum. Bir ay dışarı çıkamadım. Ağrılarımın dayanılmaz
olduğu bir gün, bana Montale’nin Xenia’sını
okusun istemiştim. Savaş zamanı yaralı askerler için şiirler okuyan Anna
Ahmatova gibi... Sonraki gün Lowell okuttum, sonra Bishop.
Kalple yazılmış dizeler,
kalpten-kalbe uzanıyordu, şifa bulsun diye vücut. Savaşmaktan yorulmuşken.
160. Kilometre Yayınları güzel iş
çıkarmış yine (Çev. Mustafa Kemal Yılmaz). Vahşi Sovyet rejimine kurban giden
bir başka sanatçı, şair olan Marina Tsavateyeva’nın “genç bir müzisyen” olarak
portresini okuyoruz bu kitapta. Şairin annesiyle geçen ‘disiplinli güzel
günler’ine dair bir anı, anlatı: “Annem
bizi müziğe boğmuştu. (...) Annem bizi sel gibi basmıştı.” (s. 27)
11 Aralık,
Pazartesi
Şöyle hoş bir paylaşım dönüyor şu
ara X’te: “Bu hesabın sahibi bir film olsaydı...”
Ben de düşündüm. İlk elden, Bela
Tarr’ın Karhozat’ıdır (1988) diye
geçti aklımdam ama daha uzun boylu düşününce emin oldum: La Maman et la Putain, Jean Eustache, 1973.
10 Aralık,
Pazar
İçinden, burayı sevmiyorum
dediğin an beliren, peki neresi? sorusu. Anlamlı bir cevap da
yoksa, ne yapmalı?
Yeni Hayat’taki 'genç adam', nereye gittiğine bakmadan
otobüslere, minibüslere binip durmuştu. Sıradan olanın akışında, Anadolu'nun
il, ilçe, kasaba hatta köylerine doğru şiirsel bir anlam
arayışıydı onunki. Bazan, 'vardığı' yerden başka bir yere
gidebilmek için gerekli aracı bulması günler sürüyordu... Varılacak bir yer
varsa o da 'şiirsel olana'dır. Çünkü seyr, aksar gözükse bile durduğu
yerde de sürendir. Ve okumak, yolun ta kendisidir. "Onun [Kitabın]
yüzümüze vuran ışığından yola çıkmıştık ve o yolda sezgilerimizle ilerlemeye
çalışıyor, nereye gittiğimizi de tamı tamına anlamak istemiyorduk." (s.
65)
Bir cevap yok. Bunu, gitmeden
anlayabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. En iyisi 'vacilando' olmak,
yolculuk fikrini sevmek yani ya da şairin dediği gibi her bahar gitmek
isterim deyip yerinde saymak! “Yerinde sayanlar,” demişti Cenap Şahabettin,
“yürüyenlerden daha çok gürültü çıkarır.”
Ses’i gürültü’den ayrıştımak: işte
bütün mesele.
9 Aralık,
Cumartesi
Psikiyatrist Veysi Çeri'nin,
tuvalette geçirilen zamana dair paylaştığı bir veri ilgimi çekti: İngiltere’de
yapılan bir araştırmada her 3 erkekten birinin çevreden kaçınmak için tuvalette
fazladan kaldığı ve ortalama bir erkeğin 'huzur ve sessizlik' için yılda 7
saatini tuvalette “saklanarak” geçirdiği saptanmış.
Ortaokul öğrencisi olduğum yaşlarda,
yaz tatillerinin büyük bölümünü çalışarak geçiriyordum. İhtiyaçtan ziyade,
tercih meselesiydi bu: ailem, 'hayatı öğrenmem için' çalışmamı istiyordu.
Hayattan bir şeyler öğrenmenin tek yolu çalışmak değil elbette, ben, iş
sayesinde hayattan nefret etmeyi öğrendim. Öğrenmenin biçimleri gibi sonuçları
da sonsuzdur çünkü... Önce öğrenir, zamanla anlar insan. Çoğu zaman da iş işten
geçtikten sonra.
Erken yaşta çalışmak, sonradan fark
edeceğim üzere bir Holden Caulfield'e çevirmişti beni. Biraz daha cesur olsam, lanet
olsun deyip çekip giderdim... İşte bu dönemlerimin sığınaklarından biri de
tuvaletlerdi. İhtiyaçtan ziyade, bir 'ferahlama' meselesiydi bu! Şimdi gülüyorum
ama çıraklığından askerliğine kadar şiddet ve baskı dışında bir şey görmemiş
ustalarımın hoyratlıkları, zayıf ruhumda derin izler bırakıyordu. Tuvalete
gidip birkaç kez ağladığımı hatırlıyorum. Zayıflığıma ağlıyordum aslında,
baskıya göğüs geremiyor oluşuma...
Sonraları tuvalet kesmez oldu, daha
uzun vakitlere ihtiyaç duydum ve namaza başladım! Mesai uzundu,
öğle-ikindi-akşam vakitleri için namaz molası alıp lokantanın tam karşısındaki
camiye sığınıyordum. (O yaşta birinin bunca sofu olmasının yetişkin insanların
gözünde nasıl sakil durduğu ayrı konu. Kendimi fazlaca uyanık, her şeyin
'kitaba' uygun yürüdüğü zannındaydım sadece. Asıl trajedi bu.) Yaptığımın
ahlaktan uzak bir şey olduğunun bilincindeydim. Yine de, buna rağmen, Allah'ın
bana acıdığını hissedebiliyordum. Özellikle 'ev'ine sığınmış biriyken,
yakınımda olduğunu... Bir cevap ya da ses yoktu belki. Ama O'nun beni gördüğünü
bilmek yetiyordu. Derken, zayıf benliğim teselli buluyordu ve dönüyordum işe. –Usta
beni öldürmesen e.
[11. Hafta]
8 Aralık, Cuma
Levinas, Bobby adını verdikleri bir köpekten bahseder.
Toplama kampındayken tellerin ardında kendilerini bekler, görür görmez hoplayıp
zıplarmış. Bütün bir ‘çevre’nin gözünde gör(e)medikleri şeyi Bobby’de
görürler: “Onun gözünde insan olduğumuza şüphe yoktu. O köpek Nazi
Almanya’sındaki son Kantçı’ydı, ilkeleri ve dürtüleri evrenselleştirmek için
gereken zihne sahip olmasa da…” (Bkz.: Nazi Almanya'sındaki Son
Kantçı, e-skop)
Bugün İsrail devletini idare edenlerin ve –alenî ya da
gizli– ona omuz verenlerin, Levinas ve arkadaşlarının kaldıkları kampın
tellerinden ötede bekleyen Bobby'den daha gelişkin –ama kötücül– bir zihne
sahip oldukları açık, ama, işte, bir köpeğin bile sahip olduğu ahlaktan,
erdemden, ufuktan yoksun bir ülke... –Quo
vadis?
Tarihin gazabına uğramış bir halk olan Yahudilerin,
İsrail marifetiyle yaptıkları bu zalimliğin üzerini tarih bile örtemeyecek.
Filistin halkına yazık oldu ama Yahudiler bir başka Babil Sürgünü için
azıklarını biriktirmeye baksın derim.
7 Aralık, Perşembe
Platonov. Şairmiş
o meğer!
Yıldızımın bir türlü
barışmadığı yazarlardan. Önce Can'ı sonra Dönüş'ü nasıl
büyük bir heyecanla okumaya başladığımı hatırlıyorum. Yayımlandığında (sonradan
öğrendik ki Tuncay Birkan'ın bir keşfiymiş) yayın ortamında hissedilir bir
sarsıntı olmuştu. Okuyanlar, ayılanlar, bayılanlar gırla... Bense, belki şimdilik
zamanı değildir diye düşünmüştüm. Yıllar sonra Erdem Erinç çevirisinden
mektuplarını da okudum (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, Metis) ama nafile,
bu defa kesindi: benim yazarım değildi Platonov. Buna rağmen Şarkı
Söyleyen Düşünceler'i (Çev. Sabri Gürses) görünce kayıtsız kalamadım ve
hemen edindim. Natama Yayınları, böylesi bir kıtlık zamanında çok güzel,
kaliteli bir kâğıt kullanmış kitapta. Bir şiir kitabında bunu görmek beni
sevindirdi. Şiire yakışan budur zaten...
Kitaba dair
aklımda kalan en önemli detay bu açıkçası. Gerisi, vasat bir köylü yazarın,
şanslı gününüzdeyseniz birkaç tatlı dize bulabileceğiniz pastoral şiirleri.
Pastoral, ama aynı zamanda makinalaşmak isteyen şiirler, trrrrum
trrrrum trak tiki tak! Yersenkirchen!
Türkçeye
kazandırılması iyi olmuş yine de. Aksi durumda, eminim birkaç salak çıkar, “neden
hâlâ çevrilmedi bu kitap, bir türlü anlayamıyorum” derdi. Sovyetlerin dümeni
eline almasından sonraki Rus edebiyatı, Calvino’nun da dikkat çektiği üzere, o
büyük yazar ırmağını kurutan, bıçak gibi kesen bir görünüm sunuyor. Bu yüzden
de iyi edebî ürün bulma çabası, Büyük Biraderlerin o ihtişamlı ‘vahşet sergisi’nin
gölgesinde kalıyor maalesef… İçim daraldı, daha fazla yazamıyorum: Rus
sosyalizminin kültür insanlarına yaşattıklarını affedemiyorum hiç.
6 Aralık, Çarşamba
1950’ler başında doğmuş ve iyi okullarda okumuş bir
kuşak var ki farklı kültürel atmosferde olsalar da özel bir dönemin insanı
oldukları belli. Hepsi dümeni edebiyata kırmış. Bana ilginç gelen bir
karşılaştırma:
Robert'te
Şavkar Altınel, Roni Margulies, İrvin Cemil Schick, Ali Günvar.
Galatasaray'da
Ferhan Şensoy, Engin Ardıç, İzzet Yasar, Nedim Gürsel.
Savaş sonrası kuşağının bizdeki verimi için küçük bir
örnek.
5 Aralık, Salı
Bugün öğle yemeğini yalnız yedim.
İki yakın arkadaşım da izinde. Başka bir gruba katılmak da gelmedi içimden.
Bilerek biraz geç gittim ve dört kişilik masada tek başıma yedim yemeğimi.
Sonra yine yalnız, bir saat kadar yürüdüm. Hep yalnız olmaz, insan delirir ama
arada bir ihtiyaç duyuyorum buna. Seviyorum yalnızlığı. Bazı duyguların verili
geldiği benim için tartışma götürmez bir gerçek. Yalnızlık bana sevdirilmiş
sanki. Zaman ise en büyük tutkum. (Eskiden kavgalıydım zamanla, dertlerimin
birincisiydi, zamanla uzlaştık,
çaresiz.) Hölderlin’in, insanın bu dünyada şairane mukîm oluşunu hatırlatması,
ancak zamanla mümkün. O yüzden de bu mukîmliğin en veciz sözlerini İtiraflar’ında Augustinus söyledi. Hüzün
verici sesiyle…
Rab, belki bir gün, kendisine doğru
tırmanacağım ve sımsıkı örülmüş iplere benzer, içi güzellik dolu dizeler bahşeder
bana da. Cürmüm ile geldim sana deyip
duranların yanında, olgun birkaç dünya yemişi olsun diye ellerimde.
4 Aralık, Pazartesi
Cem Yavuz’un Hür Tractatus’unu okudum. Hâlâ
zihnimde dönen kimi bölümlerine karşın kitap, bitti. Çok güçlü bir
yazar Cem Yavuz: felsefe, tasavvuf, tarih, siyasa, edebiyat... Görece küçük,
ama hepsiyle tıka basa dolu, dallı budaklı bir metindi okuduğum. Böylesi ‘çiğ’
bir zamanda, bu türden ‘yüksek’ ülküleri anlatmayı, hatırlatmayı, kopan bağları
tamire çağırmayı dert edinecek insan az bulunur. Bunu, biraz da Mudanya’da annesiyle
geçen yarı-münzevi hayatına bağlıyorum. İstanbul cehenneminde aynı düşünceleri
savunsa bile bunu bir kitaba nakşetmeyi ister miydi emin değilim?
Sayfalar ilerledikçe, olur a, belki bir yazı da yazarım
kitaba dair diye zihnimden geçti ve aklıma gelen yazı başlıklarını ilgili
sayfalara not aldım. Konuşan Resmin Şiiri, ilk başlıktı.
Sonra, Kalbi Bulan Resmin Şiiri dedim. Ve sonunda, şunda karar
kıldım: Hür Tractatus: Daimi Öz’ün Seyri. (Ama sonra bir
parantez açtım ve şöyle dedim, Poe’dan hareketle: Donanmış Ruhun Seyri.)
Doğrusu, Cem Yavuz’un sunduğu şiir ontolojisi bunların hepsiydi. Başlık yazması
kolay tabii, hakkını verebilir miydim, zor.
Kitapta, ısrarla şiirin/vizyonun ‘evrenselliğine’ işaret
ediyor Cem Yavuz. En anti-gelenekçi zannedilen Schönberg’in bile Bach ile
kurduğu bağı örneklendirerek. Ve daha kimler, kimler üzerinden: İbn Arabi,
Spinoza, Galip Dede, W. Blake, Milton, Goethe, Rilke, R. Browning, Erol
Akyavaş, Turner ve tabii ki Celan...
Kitaba dair ilk yorumum şu olmuştu: “Cem
Yavuz'un Hür Tractatus'unu okudum –arada bir Ars Moriendi’ye dönerek... Çok
dilli, şiirsel, 'tevâcüd' odaklı bir felsefe metniydi demek, görüneni faş
etmekten fazlası değil. Benim daha ilginç bulduğum, aynı zamanda 'çok yazarlı'
bir libretto metnini andırmasıydı diyebilirim.” Böyle zengin bir metni
büyük bir ‘koro’ya benzettim ben, o yüzden libretto benzetmesini yaptım. Hür
Tractatus’u, Cem Yavuz’un “şiir yazma kılavuzu” olarak da
okumak mümkün.
Ne mutlu, başka şiirlerde “Tanrı’nın sesi”ni anıştıran
kıvılcımları görebilenlere. Ve ne mutlu, kendi sesiyle buna ulaşmaya,
söylenegelen bu ‘evrensel şarkı’ya ortak olmaya çalışanlara.
Keşke bilebilseydim onlar, biliyorlar mı
acaba hangi kalbin iyesi olduklarını?
(İbn Arabi, Tercüman’ül
Eşvak)
3 Aralık, Pazar
Sabah, anlam veremediğim bir vücut yorgunluğu ve bezgin
bir ruh haliyle uyandım. Hastalık başlangıcı gibi de durmuyordu. Kahvaltıyı
geciktirdim. Ne yapacağımı bilemeyince, Leyla’nın da telkiniyle sonunda dışarı
çıkmaya karar verdim. EspressoLab'da bir filtre kahve içtim ve Cem Yavuz'un
yeni kitabı Hür Tractatus'tan (Everest Yay.) 70 sayfa okudum. Sonra
40 dakika kadar tempolu yürüdüm: kulağımdaki Tindersticks şarkıları
eşliğinde... Saat 18 gibi yemeğe geçtim ve o insanlık dışı şeyi yaptım:
lahmacunun içine adanayı dürüp yedim –çorba eşliğinde!
2 Aralık, Cumartesi
İsrail'in Gazze'ye yönelik soykırımı devam ediyor. Batı
ülkelerindeki dürüst ve vicdanlı insanlar bunu dile getirdikleri an işlerinden
oluyorlar, itibar linçine uğruyorlar... Bu gözü dönmüş gaddarlık bütün
şiddetiyle sürgit devam ederken Holokost'ta yaşamını yitiren insanları
düşünmeden edemiyorum. Mesela Max Jacob'u. Fransız yazar André Billy, Jacob
üzerine bir yazısına şöyle başlıyordu:
“Niçin ilkin gözlerinden söze başlamayayım?
Fotoğraflarda doğru dürüst bir fikir edinilmiyor o güzelim gözlerden; böylesi
ancak bir İsrailoğlunda bulunabilirdi: doğulu ve hüzün dolu bir güzellik; ne ki
bu da, eninde sonunda onları bir sınıfa sokmak demek; oysa, benim ne olduğunu
kestiremediğim, benzersiz bir şey vardı onlarda; kim bilir, belki de
yapılarındaki maddeden ileri geliyordu bu. (...) ama eğer, bütün bu gözler
arasında, en çok hangisini beğeniyorsun diye sorulmuş olsaydı, Max'ınkiler
derdim herhalde.” (Sahici
Mucizeler, Broy Yayınevi)
Max Jacob’un gözleri böyledir, buna şüphem yok. Ama
Filistinliler DAHA böyledir. Çünkü bu yıkım, kıyım, sürgün, gasp, linç; ne
dersek diyelim, 75 yıldır sürüyor. İsrail, bütün gayrimeşruluğuna rağmen
durmuyor, hiçbir makul zeminde buluşmak istemiyor. Bunca güzel göze kıyan bir
‘yapı’, gün göremez.
1 Aralık, CumaNotlarıma bakınırken bir ekslibris siparişi için
aldığım notu buldum: “İnek otlatan bir
çocuk. Elinde ince bir sopa var. İneğinin yanıbaşında büyükçe bir taşın üstüne
kurulmuş, otlayan ineği izliyor.” Hâlâ bir ekslibrisim yok çünkü hiçbir
zaman tam olarak emin olamıyorum –bu, belki de mümkün değildir zaten. Zor
beğenen biri ve bu konuda yeterince yetenekli olduğuna inandığım kişilerle
karşılaşmamış olmamın da bunda etkisi olabilir. Özel olarak bir işini çok çok
beğendiğim bir ekslibris sanatçısından aldığım Euro ‘bazlı’ uçuk fiyattan sonra
–ama daha çok, yazışmalarımız sırasında imlâ bilmiyor olmasını yadırgadığım
için– hâlâ ekslibrisi olmayan bir okurum. Bu ara o kadar çok ‘nazara geldiğimizi’ düşünüyorum
ki, Leyla ile ortak kullanacağımız nazar biçimli, ikimizin adını da içeren bir
ekslibris mi yaptırsam, hatta kendim yapsam diyorum. Sırf nazara inanıyoruz
diye bu kadar hırpalanmak âdil mi? Ey yakındaki göz, nazar etme artık, n’olur?
30 Kasım, PerşembeÖzgün insanları seviyorum. Tabii, özgün olmak yetmez,
çok daha önemli bir kriter var birine saygı duymam için: dünya malına tamah
etmeyecek, mevkiyi-makamı umursamayacak, doğru olduğuna inandığı fikirlerini
cesurca her platformda savunacak. Böyle birini, başkasına bile-isteye zarar
vermediği sürece, kim olursa olsun her yerde savunur, onu sevdiğimi ve saygı
duyduğumu söylerim. Yalçın Küçük de böyle biri benim için. Bu çok açık. İlkgençliğimde karşıma
çıkan yayınlar onu deli, meczup, ruh hastası, terör sevdalısı biri olarak
tasvir ediyordu. Oysa hakikat öyle değil. 60 senelik entelektüel yolculuğuna
bakınca bir aksiyon adamı, maceracı bir roman kahramanı ve gözü kara bir
kalemşor görüyorum ben. Her söylediğine îman ediyor değilim ama Yalçın hocayı çok
seviyorum, yazıp söylediklerine değer veriyor, dikkate alıyorum. Mesela,
polisiye okumam derdim, sevmiyorum çünkü. Bir videosunda “ne biliyorsam
Sherlock Holmes’tan öğrendim” demişti hoca. Hatta derslerinde de okuturmuş
Doyle’un kitabını. Böylesine özgün ve cesur birini yetiştiren
koşullara öykünmeden edemiyor insan. “Ben bana
‘deli’ denmesinden çok hoşlanırım. Bana, ‘deli çocuk’ denmesinden daha çok
hoşlanırım. Çocukluğumdan beri okuduğum en büyük kitaplardan biri Erasmus’un
‘Deliliğe Methiyesi’dir. Bu çok açık... Başkalarının kurallarıyla bilge
olmaktansa, kendi kurallarımla, kendi aklımla deli olmayı tercih ederim.” Bugün 3 ciltlik Sherlock Holmes’larım geldi
(Everest’in açıklamalı notlar, ciltli-şömizli-şamua kâğıda bastığı şahane
edisyonuyla). Bu kitaplar ve Sherlock Holmes, diğer pek çok şeyin yanında, bana
hep Yalçın hocayı hatırlatacak. Ahmet Güntan’ın deyişiyle, “Türkiye’de özgün
düşüncenin kalesi” olan o cesur adamı.
29 Kasım, ÇarşambaBesim Dellaloğlu şöyle yazmış, X'te: “Bir üroloğa beyin
ameliyatı olmazsınız, ama bir jeologdan felsefe dinlemeyi pek seversiniz.” Severiz
çünkü pek güzel anlatıyor. 100
senedir belagati ile öne çıkmış, toplumun önüne büyük bir soru işareti bırakmış
kaç felsefecisi var memleketin. Besim hocanın her zamanki ürkekliği ile îma ettiği
Celâl Şengör’ün küçük bir insan olduğu tartışma götürmez bir konu ama büyük
bilim insanı, merak canavarı ve çılgın bir okur olduğu bir gerçek. Ayrıca Besim hoca, “hezârfen”liğin bittiğini mi ilan
ediyor? Böyle insanlar hemen her çağda vardı, tabiatı gereği az sayıda ama hep
vardılar. Benimki de iş; sosyal bilimcilerin, bir insanın birden fazla
disiplinde yetkin olabileceğini anlamasını beklemek de bir başka saflık. Sözümü esirgemeyeceğim: Celal Şengör hezârfendir. Hâlâ
bir felsefeciden, sosyolog ya da teologdan “Akıl,
Bilim, Deprem, İnsan” (Cogito, Sayı 20, Ek) ile eşdeğer bir metinle
karşılaşmadım.
28 Kasım, SalıSinan Ulakcı aradı. Şair. Şairlerin dostu. Sıkı
bibliyofil... Engin Ardıç hakkında yazdığım yazı için tebriklerini iletti,
sağolsun. Meğer Ardıç Kuşu’nu da
tanırmış. 2014-15 civarında, bir dönem tanışık olmuşlar. Ardıç’a çoğu kitabını
imzalatmış. Ulakcı’nın çalıştığı yere haftada bir 10 dakika için bile olsa
uğruyormuş. Son yıllarındaki derin yalnızlığını tahmin edebiliyorum. Konuştukça
duygulandım ve Sinan’ı bizzat tanıdığı onca yazar/şair içinde, ilk kez
kıskandım. Ne kalem kaldı ne mürekkep. Sararmış sayfalarda kalan
adın, kâğıdın solan aydınlığı içinde hareleniyor usta.
27 Kasım, PazartesiYaşıtlarımla konuşmayı hiç sevmedim. Ya cahil, ya
kibirliydiler. Daha sarih söylemeli: cahil ve
kibirliydiler. İş-güç dışındaki zaruretler haricinde kimseyi bırakmadım ben de
çevremde. Son yıllarda, etrafımdaki nice arkadaş kılıklı ahmağın, beni, o
zavallı benlikleri için sağlıklı bir atıştırmalık olarak gördükleri zannına
kapıldım. Bunu hep düşünürdüm de, filmdeki gibi, “olsun, arkadaşlar iyidir” der
geçerdim. Zamanla başka zihinlere ait boş vakitler, benim o dipsiz hoşgörüm ve
anlayışım ile doldurulur oldu. Sonra bir şeyler daha oldu. Bu kez bana oldu.
Malum oldu ve büyük bir siktir çektim, hayatımın siktirini çektim! Bir anda
oldu. Nazarín’in ananası eline alışı gibi... İşbirliğine yatkın bir konformist
tavrıyla, işe yaramayan herkesin üstüne sifonu çektim ben de. Ses daha
dinmeden, kapıyı da çarptım, çıktım. Geçmişe dair, gün geçtikçe büyüyen, en sert sorularla
kendimi sınasam bile dinmeyen bir nefret büyüyüp duruyor içimde. O ‘ananas’ın
ne olduğu, ayrı bahis, ona da geleceğiz.
26 Kasım, PazarEski berberime döndüm. Allah kahretsin, neredeyse 5
yıl sonra... Berber milleti ile 2 yılda bir arayı açmak lazım. F. abisiz geçen 5 yılda iki farklı
berber daha eskittim. Neredeydin demedi hiç, bu konularda açık fikirli bir
insandır. Daha önce de kaçamaklarım olmuştu, sâdık bir müşteri olmadığımı
bilir... O da beni özlemiş olacak ki saçımı yıkarken uzun uzun ovdu kafamı, parmak
uçlarını ‘eyicene’ bastırdı, ne ğadar sinir ucum var ise gevşedi, çıta
parmağını kulaklarımda gezdizdi. (Bir an, korktum, elini burnuma götürse ve
‘sümkür’ dese n’pardım? Neyse ki olmadı böyle bir şey.) Muamelenin böylesini
özlüyor insan. Ah be F. abi, hep
böyle olsaydın, cıvımasaydın yani, bırakır mı insan hiç kafasını yabancı ellere...
Fön yaparken saçlarımın dalgalanışını memnuniyetle izledi. Bir o yana yatırdı,
bir bu yana. Hatta bir aralık, yukarı dikiverdi! Hiç sevmem. Nasıl istediğimi
bal gibi biliyordu, bundan kelli “sıhhatler olsun” diyene kadar sesimi etmedim.
Omuzlarımın üstünü nazikçe silkelerken “eline sağlık” dedim, gayet memnun.
İkimiz de tebessüm ederek bakıyorduk aynadaki yansılarımıza. Evet, yeniden
başlıyorduk.
25 Kasım, CumartesiHasan Aksakal ve Yalçın Armağan. Bu iki ismin aynı
cümlede anıldığı oldu mu hiç? Ben başlıyorum. Hem Hasan hoca hem Yalçın hocayla
Bibliyofil Konuşması yaptık. Ne mutlu
bana... Konuşmalar'daki kaygılarımdan biri de ‘yarının büyük âlimleri’ ile bir
hatıram olsun, hayatlarının erken bir döneminde kitaplarlarla kurdukları bağa
ilişkin bir ‘im’ taşısın arzusuydu. Oysa ne yarını, her ikisi de, daha
şimdiden, yaşadığımız günlerin parlak anları için birer yıldız zaten. Hasan Aksakal ile 18. yüzyıl romantizminden başlayıp
19. yüzyıl sonlarına kadar süren ‘ruh aydınlığı’ hakkında konuşmak, birkaç
küçük soru sormak ve hocamın romantiklerin o ulu düşlerinden şevkle bahsedişini
dinlemek isterdim. Kuzuyu yaratandan,
kuzgunla söyleşene kadar... Bu ‘arada’
yazanlar kadar konuşmaya değer çok az şey var dünyada? Yalçın Armağan ile 20. yüzyıl başından başlamalı
konuşmaya, sürrealistlerden, hatta 1902 doğumlulardan!.. Nasılsa dönüp dolaşıp Lautréamont’a
ve oradan Ece Ayhan’a gelir laf. Ne olduysa, bu iki isim arasındaki akışkan
zamanda oldu zaten. Bir sarkaç gibi tereddüt etmeden, kunt bir edebiyat sezgisi
ile konuşan Yalçın hocayı dikkatle dinlemek dışında başka ne gelir elden... Ah bir ‘organizeci’ sesimi duysa da bu iki güzel
insanı bir söyleşide buluştursa. Aralarından akan saydam su için bir köprü
kurulsa. Ve kimse de soru sormasa: herkes evine, kendi kanatsızlığı ile dönse,
kendi şairini görmek için düşünde.
[9. Hafta] 24 Kasım, CumaŞiir, bugüne dair bir şey değil.
Paul Celan’ın deyişiyle “şişedeki mesaj”dır. 160. Kilometre, yeni dizisi "Şair Anlatıları" ile şair
odaklı düzyazı metinlerine de yer vermeye başladı. Yapmadığı şey değildi ama
bunu bir diziye dönüştürmek ve rastgele değil, derli toplu bir bakışla yapmak
arasında ciddi fark var. İyi yaptılar, çünkü iyiler, çok değerliler: onları ve
özel olarak Ömer Şişman ile Burak Fidan'ı (FidanVŞişman), Ferlinghetti etrafında
toplanan Beatniklere benzetiyorum. 160. Km. ve Edebi Şeyler/Raskol'un Baltası bir nevi 50'li
yılların City Light'ıdır. Türkçenin –beğenin,
beğenmeyin– sesi gür çıkan nice şairinin yolunun bir zamanlar buradan geçtiği
vakti geldiğinde daha net görülecek. Ayrıca tarihi, Ece'nin deyişiyle,
'düzünden okumayı' bilen küçük ve seçkin bir azınlığın bildiğidir ki, sonunda
geriye yalnızca kitaplar, şiirler ve şairler kalır. Pindaros ya da Vergilius,
John Donne ya da Nef’î nasıl kaldıysa öyle. Ve çağdaşlarına ait nice isim ve
nesne nasıl kalmadıysa, yine öyle. Çoğu, Ozymandias kadar bile şanslı değil! 23 Kasım, PerşembeTanpınar'la ilgili aklıma gelen bir
şeyi netleştirmek adına günlüğüne bakmam gerekti. Ulaşmak istediğim bilgiyi
edinemedim ama uzun uzun başka şeylere bakındım. Özel bir ruhun kalemine
yansıyan her şeyde büyük bir anlam bulmak mümkün... Bir kitabının kapağından bahsediyordu,
yayıncısı kendisine göstermiş, beğenmediği halde sesini etmemiş. Hatta şöyle: "Kitap
kapağını getirdi Nuri. Güzel değil. Daha ziyade cıgara paketine benziyor.
Utandım, söyleyemedim."(Günlüklerin Işığında Tanpınar'la
Başbaşa, s. 212) Kapak meselesi bizim gibi ülkelerde
yazarın yaralarından biridir. Tasarımın tali bulunduğu, tasarımcıların asla emeklerinin
karşılığını alamadığı bir yerde, bilhassa... Bir kitabım olsaydı, kapağını
Akan Kor yapsın isterdim. En sevdiğim kitap kapağının, Sır Kâtibi'nin tasarımcısı... Yazarın seveceği, benimsediği bir
kapakla karşılaşması çoğu zaman bir lütuftur. Büyük şanstır. Herkese kısmet
olmaz.
22 Kasım, ÇarşambaSami'yi (Baydar) ne çok seven
varmış. Ben Çiçek Dünyalar'ı okul kütüphanesinin raflarında keşfedip 'çarpıldığımda' geniş çevremde onu okumuş kimseyle karşılaşmamıştım. Şimdilerde,
ölümünün üzerinden 11 yıl geçmişken, Türkiye'deki şiir kamusunu belki 20 kat aşan bir
okur kitlesine seslendiğini fark ediyorum. Bu şaşırtıcı değil, ölüler daha iyi
şiir yazar çünkü!.. Sami diriyken de çok iyi şairdi. Her anlamda çarpıcıydı.
Birer ateş, özlem ve kahır parçasıydı dizeleri. Hayatımın bütün kavşaklarını,
gaza basışlarını, U dönüşlerini, duvara çarpışlarımı onun dizeleri ile serdedip
kendi Updike ve Ben'imi yazmak arzusu duyduğum çok oldu. Hâlâ Sami'nin müze-evini ziyaret
edemedim ama. Güncemin süreğenliği içinde bir aralığı, bu ziyarete hasretmek
istiyorum. Belki de bu günce, sırf bu ziyaret için tutulmuştur. Çünkü bunu çok
uzun zamandır düşünüyorum ve hep, bu yolculuğu başından sonuna, kendim için,
içimden geldiği gibi yazmalıyım diye düşünüyordum. Farkında olmadan bir ahit vermiş olmalıyım ki sonunda 'günlere' sıkıştım kaldım. Ama onu bu kadar çok seven okuru varken, nasıl baş
başa kalabileceğiz? 21 Kasım, SalıEkler aldım, 5 tane. Benim Proust
kekim eklerdir. Çocukluğun keyif verici maddelerinden...
Hastalandığımızda alınırdı en çok. Sonra kendim de aldım ama tadı her geçen gün
değişiyordu. Benim madlen'im, yedikçe beni çocukluğumdan uzaklaştıran, ama yine
de bir şekilde onu çağrıştıran, yine ona sürükleyen bir şey. İyi ama Proust, neden
hiç bahsetmez kardeşinden? Özel olarak birinden? 20 Kasım, PazartesiYoutube'a bakınırken Ceza'nın
Holocaust şarkısına denk geldim. Şahane bir canlı performanstı
dinlediğim. Hemen sonrasında en sevdiğim eserini açtım: Med
Cezir. Çok özlemişim bu sözleri –aynı hızda– söylemeye ya da söylemeye
çalışmaya diyelim. Ceza'yı büyük ve öncü bir sanatçı sayıyorum. Kendi
kulvarında bir dev! Benim kuşağım için çok özel biri. Yerli Plaka (2006) çıktığında cebimdeki
üç-beş liradan verip kasetini almıştım. Bugün bir kitabı hangi heyecanla
alıyorsam, muhtemelen daha büyük bir kalp çarpıntısıyla... Evde bir-iki gün
ancak dinledim, sonra ara tara tırım tırıs yok. Anneme
soruyorum, bilmiyorum diyor, numara yaptığı belli. Sonra anladım ki babam kırıp
çöpe atmış kaseti. Kırmış ve çöpe atmış. Alt tarafı bir şarkı kasetiydi... Bazı ebeveynler böyledir.
Çocuklarının büyümesine müsaade etmez, onların da bir iradesinin olduğu fikrine
tahammül edemezler. Bugün, bu türden çiğlikler
için hayıflanmıyorum artık. Şarkılarım, kitaplarım gibi kararlarım, hatalarım
da yalnızca benimle, bana ait. Med Cezir'den:Kelebeğin ömrüne bedel bi' geleceğin Getirecek hatırası nedir ki? Bilemedim Vay haline elekte elenenin 19 Kasım, PazarNefret ediyorum pazar günlerinden. Elim kolum
bağlanıyor, hakkını vererek hiçbir şey yapamıyorum. Uzun uzun kitaplığa baktım,
yeni bir maceraya cesaret edemedim! Böyle zamanlarda müziğe sığınırım. Nobelist
besteci Bob Dylan’ın Blood on the Tracks’ını (1975) dinledim. İçindeki çoğu şarkıyı
bilsem de ilk defa baştan sona kat ettim albümü. Dylan’ın yaşadığı, güzel ve
anlamlı bir hayat dedim sonunda. Saygın ve acıdan uzak... You're a Big Girl Now’daki gibi “kısa ve tatlı” bir konuşma geçti
aramızda. Şöyle sordum: hâlâ sigara içiyor musun üstat? 18 Kasım CumartesiLeyla ile parkta yürürken, en azından bizim için,
kayıtsız kalınamayacak derecede ilginç bir ağacın yanından geçtiğimizi fark
ettik. Tanıtıcı tabelada “Mabet Ağacı” yazan ve yaprakları, kanadı açık bir
kelebeği andıran bu ağacı daha önce de duymuştum ama tabitan sunduğu engin
bilgi ve görüntüler okyanusu içinde zihnimden neredeyse silinip gitmiş...
Sonbaharın bile yapraklarındaki yeşilliği bozmasına ‘inatla’ direnen bu ağacı, Darwin,
“yaşayan fosil” olarak tanımlamıştı. Botanik adıyla “Ginkgo Biloba” bugün yaşayan hiçbir
yakın türü ya da benzeri olmayan, tümüyle kendine özgü bir ağaç. Çevresel
koşullar ağırlaştığında ya da herhangi bir saldırı olduğunda yüzeyde kök ve
tomurcuk oluşturabiliyor olmaları, Mabet Ağacı’nı günümüze ulaştıran
özelliklerinden biri. Örneğin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atılan atom
bombasından iki yıl sonra kavrulmuş gövdelerinden yeni filizler veren 6 ginkgo
ağacı olduğu gözlenmiş. Yaşı 70’e yaklaşırken, hafızasını güçlü tutmak
amacıyla her gün Heidelberg Şatosu’nun bahçesinde çıktığı yürüyüş sırasında
buradaki Mabet Ağacı’ndan bir yaprak yermiş Goethe. Doğu-Batı Divanı’nda, ömrünün son demlerinde tutunduğu bir aşk için
yazdığı “Gingko Biloba” şiirini, ağacın bir yaprağını da yanına iliştirip
sevdiği kadına yollar:Şu ağacın
yaprağı,Tadımlık,
gizli bir mânâ verir,Bilgeyi
işte böyle sevindirir.(Çev. Senail Özkan) Bu güzelliği incitme pahasına, bir yaprağını kopardım.
Daha yaşlı olsam, Goethe gibi yerdim bir tanecik ama eve kadar yanımda getirdim
ve Jay Parini’nin “Şiir Neden Önemlidir?” kitabının içinde koydum. Yumruklarını,
kalbimizi ‘güzel sınırlar’ içinde tutmaya çalışırken bize doğru sıkmış bir
dünyanın hoyratlığı karşısında, bir ‘tutamak’ olsun diye. Çünkü şiir de bir
nevi Mabet Ağacı’dır. Vülgerin taşı ona değmez; bir rüya, bir izzet hep yanıbaşındadır.
[8. Hafta]
1 Aralık, Cuma
Notlarıma bakınırken bir ekslibris siparişi için
aldığım notu buldum: “İnek otlatan bir
çocuk. Elinde ince bir sopa var. İneğinin yanıbaşında büyükçe bir taşın üstüne
kurulmuş, otlayan ineği izliyor.” Hâlâ bir ekslibrisim yok çünkü hiçbir
zaman tam olarak emin olamıyorum –bu, belki de mümkün değildir zaten. Zor
beğenen biri ve bu konuda yeterince yetenekli olduğuna inandığım kişilerle
karşılaşmamış olmamın da bunda etkisi olabilir. Özel olarak bir işini çok çok
beğendiğim bir ekslibris sanatçısından aldığım Euro ‘bazlı’ uçuk fiyattan sonra
–ama daha çok, yazışmalarımız sırasında imlâ bilmiyor olmasını yadırgadığım
için– hâlâ ekslibrisi olmayan bir okurum.
Bu ara o kadar çok ‘nazara geldiğimizi’ düşünüyorum
ki, Leyla ile ortak kullanacağımız nazar biçimli, ikimizin adını da içeren bir
ekslibris mi yaptırsam, hatta kendim yapsam diyorum. Sırf nazara inanıyoruz
diye bu kadar hırpalanmak âdil mi? Ey yakındaki göz, nazar etme artık, n’olur?
30 Kasım, Perşembe
Özgün insanları seviyorum. Tabii, özgün olmak yetmez,
çok daha önemli bir kriter var birine saygı duymam için: dünya malına tamah
etmeyecek, mevkiyi-makamı umursamayacak, doğru olduğuna inandığı fikirlerini
cesurca her platformda savunacak. Böyle birini, başkasına bile-isteye zarar
vermediği sürece, kim olursa olsun her yerde savunur, onu sevdiğimi ve saygı
duyduğumu söylerim.
Yalçın Küçük de böyle biri benim için. Bu çok açık. İlkgençliğimde karşıma
çıkan yayınlar onu deli, meczup, ruh hastası, terör sevdalısı biri olarak
tasvir ediyordu. Oysa hakikat öyle değil. 60 senelik entelektüel yolculuğuna
bakınca bir aksiyon adamı, maceracı bir roman kahramanı ve gözü kara bir
kalemşor görüyorum ben. Her söylediğine îman ediyor değilim ama Yalçın hocayı çok
seviyorum, yazıp söylediklerine değer veriyor, dikkate alıyorum. Mesela,
polisiye okumam derdim, sevmiyorum çünkü. Bir videosunda “ne biliyorsam
Sherlock Holmes’tan öğrendim” demişti hoca. Hatta derslerinde de okuturmuş
Doyle’un kitabını. Böylesine özgün ve cesur birini yetiştiren
koşullara öykünmeden edemiyor insan.
“Ben bana
‘deli’ denmesinden çok hoşlanırım. Bana, ‘deli çocuk’ denmesinden daha çok
hoşlanırım. Çocukluğumdan beri okuduğum en büyük kitaplardan biri Erasmus’un
‘Deliliğe Methiyesi’dir. Bu çok açık... Başkalarının kurallarıyla bilge
olmaktansa, kendi kurallarımla, kendi aklımla deli olmayı tercih ederim.”
Bugün 3 ciltlik Sherlock Holmes’larım geldi
(Everest’in açıklamalı notlar, ciltli-şömizli-şamua kâğıda bastığı şahane
edisyonuyla). Bu kitaplar ve Sherlock Holmes, diğer pek çok şeyin yanında, bana
hep Yalçın hocayı hatırlatacak. Ahmet Güntan’ın deyişiyle, “Türkiye’de özgün
düşüncenin kalesi” olan o cesur adamı.
29 Kasım, Çarşamba
Besim Dellaloğlu şöyle yazmış, X'te: “Bir üroloğa beyin
ameliyatı olmazsınız, ama bir jeologdan felsefe dinlemeyi pek seversiniz.” Severiz
çünkü pek güzel anlatıyor. 100
senedir belagati ile öne çıkmış, toplumun önüne büyük bir soru işareti bırakmış
kaç felsefecisi var memleketin.
Besim hocanın her zamanki ürkekliği ile îma ettiği
Celâl Şengör’ün küçük bir insan olduğu tartışma götürmez bir konu ama büyük
bilim insanı, merak canavarı ve çılgın bir okur olduğu bir gerçek.
Ayrıca Besim hoca, “hezârfen”liğin bittiğini mi ilan
ediyor? Böyle insanlar hemen her çağda vardı, tabiatı gereği az sayıda ama hep
vardılar. Benimki de iş; sosyal bilimcilerin, bir insanın birden fazla
disiplinde yetkin olabileceğini anlamasını beklemek de bir başka saflık.
Sözümü esirgemeyeceğim: Celal Şengör hezârfendir. Hâlâ
bir felsefeciden, sosyolog ya da teologdan “Akıl,
Bilim, Deprem, İnsan” (Cogito, Sayı 20, Ek) ile eşdeğer bir metinle
karşılaşmadım.
28 Kasım, Salı
Sinan Ulakcı aradı. Şair. Şairlerin dostu. Sıkı
bibliyofil... Engin Ardıç hakkında yazdığım yazı için tebriklerini iletti,
sağolsun. Meğer Ardıç Kuşu’nu da
tanırmış. 2014-15 civarında, bir dönem tanışık olmuşlar. Ardıç’a çoğu kitabını
imzalatmış. Ulakcı’nın çalıştığı yere haftada bir 10 dakika için bile olsa
uğruyormuş. Son yıllarındaki derin yalnızlığını tahmin edebiliyorum. Konuştukça
duygulandım ve Sinan’ı bizzat tanıdığı onca yazar/şair içinde, ilk kez
kıskandım.
Ne kalem kaldı ne mürekkep. Sararmış sayfalarda kalan
adın, kâğıdın solan aydınlığı içinde hareleniyor usta.
27 Kasım, Pazartesi
Yaşıtlarımla konuşmayı hiç sevmedim. Ya cahil, ya
kibirliydiler. Daha sarih söylemeli: cahil ve
kibirliydiler. İş-güç dışındaki zaruretler haricinde kimseyi bırakmadım ben de
çevremde. Son yıllarda, etrafımdaki nice arkadaş kılıklı ahmağın, beni, o
zavallı benlikleri için sağlıklı bir atıştırmalık olarak gördükleri zannına
kapıldım. Bunu hep düşünürdüm de, filmdeki gibi, “olsun, arkadaşlar iyidir” der
geçerdim. Zamanla başka zihinlere ait boş vakitler, benim o dipsiz hoşgörüm ve
anlayışım ile doldurulur oldu. Sonra bir şeyler daha oldu. Bu kez bana oldu.
Malum oldu ve büyük bir siktir çektim, hayatımın siktirini çektim! Bir anda
oldu. Nazarín’in ananası eline alışı gibi... İşbirliğine yatkın bir konformist
tavrıyla, işe yaramayan herkesin üstüne sifonu çektim ben de. Ses daha
dinmeden, kapıyı da çarptım, çıktım.
Geçmişe dair, gün geçtikçe büyüyen, en sert sorularla
kendimi sınasam bile dinmeyen bir nefret büyüyüp duruyor içimde. O ‘ananas’ın
ne olduğu, ayrı bahis, ona da geleceğiz.
26 Kasım, Pazar
Eski berberime döndüm. Allah kahretsin, neredeyse 5
yıl sonra... Berber milleti ile 2 yılda bir arayı açmak lazım. F. abisiz geçen 5 yılda iki farklı
berber daha eskittim. Neredeydin demedi hiç, bu konularda açık fikirli bir
insandır. Daha önce de kaçamaklarım olmuştu, sâdık bir müşteri olmadığımı
bilir... O da beni özlemiş olacak ki saçımı yıkarken uzun uzun ovdu kafamı, parmak
uçlarını ‘eyicene’ bastırdı, ne ğadar sinir ucum var ise gevşedi, çıta
parmağını kulaklarımda gezdizdi. (Bir an, korktum, elini burnuma götürse ve
‘sümkür’ dese n’pardım? Neyse ki olmadı böyle bir şey.) Muamelenin böylesini
özlüyor insan. Ah be F. abi, hep
böyle olsaydın, cıvımasaydın yani, bırakır mı insan hiç kafasını yabancı ellere...
Fön yaparken saçlarımın dalgalanışını memnuniyetle izledi. Bir o yana yatırdı,
bir bu yana. Hatta bir aralık, yukarı dikiverdi! Hiç sevmem. Nasıl istediğimi
bal gibi biliyordu, bundan kelli “sıhhatler olsun” diyene kadar sesimi etmedim.
Omuzlarımın üstünü nazikçe silkelerken “eline sağlık” dedim, gayet memnun.
İkimiz de tebessüm ederek bakıyorduk aynadaki yansılarımıza. Evet, yeniden
başlıyorduk.
25 Kasım, Cumartesi
Hasan Aksakal ve Yalçın Armağan. Bu iki ismin aynı
cümlede anıldığı oldu mu hiç? Ben başlıyorum. Hem Hasan hoca hem Yalçın hocayla
Bibliyofil Konuşması yaptık. Ne mutlu
bana... Konuşmalar'daki kaygılarımdan biri de ‘yarının büyük âlimleri’ ile bir
hatıram olsun, hayatlarının erken bir döneminde kitaplarlarla kurdukları bağa
ilişkin bir ‘im’ taşısın arzusuydu. Oysa ne yarını, her ikisi de, daha
şimdiden, yaşadığımız günlerin parlak anları için birer yıldız zaten.
Hasan Aksakal ile 18. yüzyıl romantizminden başlayıp
19. yüzyıl sonlarına kadar süren ‘ruh aydınlığı’ hakkında konuşmak, birkaç
küçük soru sormak ve hocamın romantiklerin o ulu düşlerinden şevkle bahsedişini
dinlemek isterdim. Kuzuyu yaratandan,
kuzgunla söyleşene kadar... Bu ‘arada’
yazanlar kadar konuşmaya değer çok az şey var dünyada?
Yalçın Armağan ile 20. yüzyıl başından başlamalı
konuşmaya, sürrealistlerden, hatta 1902 doğumlulardan!.. Nasılsa dönüp dolaşıp Lautréamont’a
ve oradan Ece Ayhan’a gelir laf. Ne olduysa, bu iki isim arasındaki akışkan
zamanda oldu zaten. Bir sarkaç gibi tereddüt etmeden, kunt bir edebiyat sezgisi
ile konuşan Yalçın hocayı dikkatle dinlemek dışında başka ne gelir elden...
Ah bir ‘organizeci’ sesimi duysa da bu iki güzel
insanı bir söyleşide buluştursa. Aralarından akan saydam su için bir köprü
kurulsa. Ve kimse de soru sormasa: herkes evine, kendi kanatsızlığı ile dönse,
kendi şairini görmek için düşünde.
[8. Hafta]
17 Kasım CumaDönüş yolu. Leyla ile
kucaklaşıp ayrılmanın kitabını yazdık. Sonbaharı ardımda bırakıp, kışa doğru
sürdüm arabamı. Yolda, aklıma üşüşen milyon tane düşünce içinde en çok Ezra’nın
Cathay’ına takılı kaldım –Zipangu’ya kadar sürmüşüm gibi uzun sürdü yolum: Batı bahçesinin çimenleri
üstünde;İncitiyorlar beni.
Yaşlanıyorum.Kiang ırmağı kıyılarından geçip
geliyorsanN’olur bana önceden haber sal,Çıkıp giderim seni karşılamaya Cho-fu-Sa’ya kadar. (Çev. Ülkü Tamer, Jaguar baskısında s. 21)
16 Kasım, PerşembeBaşkalarının Hayatı (2006) filmiyle bilinen Florian
Henckel von Donnersmarck’ın (şu ismin haşmetine bak!) 2018 tarihli Asla Gözlerini Kaçırma (Werk Ohne Autor) filmini izledim. Alman
sanatı 70 yıldır mea culpa diyerek
söze başlıyor ve kendi günahına ortak arar gibi (sua culpa –onun hatası!) Holokost'u işliyor. Yine de hiçbir
üretimin Heimrad Bäcker'nın Tutanak
(Nachschrift, 1986) adlı belgesel-şiir kitabını aşabildiğini söylemek zor.
Bäcker, “Faillerin ve mağdurların dilinden alıntı yapmak yeterli. Belgelerin
içerdiği dile bağlı kalmak yeterlidir. Belge ile dehşetin, istatistik ile
dehşetin örtüşmesi”ne dikkat çekmişti. Ama yeterli gelmiyor işte. Bernhard Schlink ise Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk
(Dost Yay., 2012) kitabında geçmişin evrenselliğine atıfta bulunarak –ve iyi
niyetli de olsa bir ortak arayışıyla– şu çarpıcı tespiti yapar: “Stalin’in ve Pol Pot’un ölüm tarlalarından
farklı olarak Yahudi Soykırımı ve Nazi Almanyası, sivil kültürün sapıklıklarıdır
ve içeriksel ve biçimsel evrenselliklerini daha da sapık bir şekilde sunarlar.
Bu nedenle Yahudi Soykırımı ve Nazi Almanyası’na ilişkin kitaplar, filmler,
tiyatro oyunları ve etkinlikler seli daha uzun süre sona ermeyecek; Almanya’da
da dünyada da...” (s. 133) Asla Gözlerini Kaçırma filmi de, işte, bu sapık sivil
kültürün etkinlikler selinden 183 dakikalık bir demet sadece. Sevmedim
demiyorum, şöyle 120 dakikasını filan atsak güzel iş bile denebilir.
15 Kasım, ÇarşambaGünboyu dinlendim. Ayak
tabanlarım ağrıyor... Nicedir edinmeye çalıştığım ve ne hoş tesadüf ki Eski
Mardin’de bir sahafta karşıma çıkan Danimarkalı sıkı şair Inger Christensen’in
Seçme Şiirler’ine (YKY, 2013) bakındım biraz ve –şimdilik– “Gizli Anlaşma”
başlıklı küçük bir şiir seçtim güncem için –Murat Alpar çevirisiyle: Körfez belirgin mavi.Utku kuşkusuz kesin.Taşlar taş.Sen uzakta.
14 Kasım, SalıEsir Şehrin İnsanları’nda Kâmil Bey, içinde beliren
boşluğu teskin etmek için bir müzeye sığınır:“Öğleye kadar idarehanede hiçbir iş görmeden dalgın dalgın oturdu. Bir
lokantada birkaç lokma yedi. Sonra Beşiktaş'a gitme saatini beklemek için,
müzeye sığındı. Avrupa'da bulunurken de, canı bir şeye sıkılsa böyle yapardı.İyi tanıdığı, çoğunu yakın dostu saydığı heykelleri uzun uzun seyre daldı.
Bu suretle çaresizliğini biraz unuttu. Müzeden çıktığı zaman yüreği temizlenmiş, güçlenmişti. Bir arabaya bindi.Hep müzedeki mermer insanları düşünerek, onların bir şey söylemeden, bir
hareket yapmadan bizi bazan nasıl kolayca teselli ettiklerine şaşarak yolu
bitirdi.” (İthaki Yay., s. 292) Böylesi, bir Kemal Tahir
romanında olur ancak! Biz Leyla ile yorgun ama mutluyduk. Hiçbir aksaklık
yaşamadan şehirdeki son günümüze yetişmiştik. Otelden ayrıldık ve kahvaltı bile
yapmadan doğruca müzelere koştuk! Arkeoloji Müzesi beklentimizin altındaydı.
Müzenin kurulu olduğu güzelim konak müzenin toplamından daha ilginç geldi.
Sabancı Kent Müzesi de farklı değildi bu durumdan ama alt katındaki Dilek
Sabancı Galerisi’ni çok sevdik. Duvarlar ve Ötesi (Walls and Beyond) başlıklı yüzden fazla duvar halısını ve bu formda yapılmış modern işleri barındıran
keyif veren bir sergiydi. Burhan Doğançay’ın Fısıldayan Duvar’ı (I, Dokuma, 1999) önünde bir fotoğrafım
oldu... Kâmil Bey gibi güçlenerek
ayrıldık müzeden ve doğruca Şahmeran’a sürdük aracı. 4 gün boyunca –kahvaltı
hariç– tüm yemeklerimizi burada yedik. Şef garson Nasuh Bey neredeyse her
yemekten bir tabak istemeye çalışırken, bir
de pilav dersek tamamdır –zaten yeter
bu kadar, diyerek bizi durdurdu! Güzel insanların çalıştığı, güzel bir
mekândı vesselam. Başladığımız gibi bitirdik ve çıkışta Beyt Şahım’dan kahve eşliğinde yiyeceğimiz kadar Süryani çöreği aldık.
Vaktiyle, yerel güçler tarafından Eski Mardin’e (ya da Esas Mardin’e!) ‘alınmayan’,
sürekli artan nüfusuyla şehrin kenarına sıkışmış Kürtlerin mûkim olduğu
Kızıltepe’yi geçtik. Bugün, eski kadar yeni Mardin’i de ‘eline almış’,
sokaklarında işittiğiniz lisandan, mekânlarında çalan müziklere kadar hâkim
kültürel unsur haline gelmiş olmasını tarihin amanvermez seyri içinde bir yere
oturtmaya çalıştım. Derken yolu bitirdik. Evdeyiz.
13 Kasım, PazartesiMor Gabriel Manastırı’nı
yeterince ‘serin’ bulmadığımız için Deyrulzafaran’a
gitme ihtiyacı duymadık. Gündüz gözüyle Eski Mardin’i gezdik. Gezilebilir ne
kadar eski yapı, kilise ve medrese varsa görmeye çalıştık. ‘Turist kafa’nın
ilgisini çekmeyen arka sokakları, hediyelik eşya satılmayan çarşılarını da. Bir
şehrin insanını, yaşayan, kalbi çarpan tarafını yani, ancak bu sayede görme
şansı buluyor insan. Şehrin ruhu, en iyi biçimiyle insanlarının çehresinde
görünür çünkü. Mardin insanı yorgun ve düşünceli göründü bana. Bütün o yapay
kalabalıkların arkasında aksayan, yürümeyen bir şeylerin olduğunu düşündüm. Mardin Ulu Camii’ni sevdim.
Anadolu’nun bütün ulu camileri güzeldir. Abartı değil, tevazudur onları özel
kılan. İhtişama ihtiyaçları yoktur. Kalple inşa edilmiştir hepsi. Gördüğüm
bütün ulu camilerde bunu hissettim. Kalpten yapılan Allah’a ulaşır. Allah’a
ulaşan, ululaşır... Avlusunda bir çeşme ve büyükçe
bir havuz bulunan Kasımiye Medresesi de çok güzeldi. Hepsi Beylikler Dönemi,
Artuklu eseri… Gâh avluya, gâh Mardin ovasına bakan demir parmaklıklara dönüp
hayat veren su ile İslam inancının bir aradalığını düşündüm. Ivan Illich’in H2O ve Unutmanın Suları (Yeni İnsan Yay.)
kitabı için yazdığı o şahane önsözü hatırladım sonra: “İslam’ın suları”
tabirini kullanıyordu Illich: İslam’ın
suları ve Osmanlı kaynaklarının ihtişamı karşısında hayretler içinde kalıp bir
çocuk gibi dilim tutuldu. Hatuniye Medresesi’nde (halk arasında
kurucusuna nispetle söylenen adıyla Sitti Radviyye) aydınlık yüzlü iki genç her
gelene yardımcı oluyor, yapıyı anlatıyorlardı. Mihrabın hemen sağında, camekân
içinde farklı bir şey olduğunu fark ettim. O tarafa doğru yöneldiğimde
anlatmaya başladı genç arkadaş. Oyuk bir kireçtaşına benzeyen şeyin Peygamber
efendimizin ayak izi olduğunu söyledi. İzin derinliğine dikkat çektiğimde ise
“vahyin ağırlığından” olduğu yönünde bir açıklama getirdi. Tepkisiz kaldım. Son
olarak, camekânın alt tarafını koklayan bazı insanların bir gül kokusu
hissettiğini ama bazılarının da bunu hissedemediğini belirtti. Yine tepkisiz
kalmayı tercih ettim... Çıkarken medresenin küçük avlusunda bir köşeye
çekildiğini ve biraz mahcup göründüğünü fark ettim. Çok teşekkür ederim
anlattığınız için diyerek selam verdim ve çıktık. Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi
de çok güzeldi, çılgınlar gibi fotoğraf çekiliyordu ziyaretçiler. O kadar güzel
bir yerde ve o kadar güzel bir ferahlık hissi veriyordu ki biz de çektik ‘netekim’...
Medreseyi yaptıran Melik Necmeddin İsa, bir vakit Emir Timur’a esir düşmüş. O
yüzden ‘zinciriye’... Kırklar (Mor Behnam) Kilisesi
de en sevdiğim yapılardan biri oldu. İçinde bir hayat barındıran benim gördüğüm
tek kiliseydi. Geniş, yeşil, ferahlık veren, uzun uzun oturma arzusu uyandıran
avlusu ya da zarif taş işçiliğinin yanında, kilise duvarlarındaki özgün
resimleriyle de sevdim Kırklar’ı. Mor Gabriel’de bile bana oldukça zayıf
gözüken tasvir sanatı örneklerinin burada fevkalade güzel, unique örneklerini görme şansı bulduğum için memnun oldum. Yine de,
Mardin’de gördüğüm bütün kiliselerdeki İsa tasvirlerinin ortak bir özelliği
vardı: Esmer İsa. (Bu gerçekti, bir Lale Müldür imgesi değildi. Lale’yi de
kapsayan bir imgeydi.) Daha ‘yukarıda’ ise Mardin
Kalesi vardı ama oldum olası boş iş gelir bana kale gezmek. Yine de Evliya’nın
Seyahatnâme’deki güzel tasvirini buraya almak isterim: “Dicle Ceziresi içinde Şatt'a iki menzil yakınlıkta bir çölistânda
göklere baş uzatmış bulutlu gökyüzü gibi dalgalı renkli yüksek bir kayanın
üzerinde Kudret eliyle yapılmış bir kaledir. Cenâb-ı Bârî işi bir kaledir ki
özelliklerini anlatmada diller kısa ve kalemler kırıktır.” Canım Evliya,
seni anlatmaya da öyle. Müze gezisini –kapalı oldukları
için– yarına, son günümüze erteliyoruz. Müzelerine gidilmeden gezilmiş bir
şehir, görülmüş sayılır mı?
12 Kasım, PazarKahvaltıdan sonra yola
koyulduk. Deyrulzafaran 2 km. tabelasını geçip Dara Antik Kenti’ne
gittik. Muhteşem bir ürkünçlüğü vardı Dara’nın. Antik kentin tam karşısında
yaşayan Ahmet abiyle sohbet etme şansım oldu. Bana, vaktiyle buraların hangi tepelerdeki
gözetleyiciler tarafından korunduğunu anlattı, eliyle işaret etti hepsini.
Eskiden ev olan bu yerlerdeki kurban merasimlerini de! Öylesine bir ses tonuyla,
“bakire kızları kurban ediyorlarmış işte”
dedi ve ekledi “birkaç gün öncesine kadar,
şu karşıdaki mağarada Ispartalı genç bir kadın bir ay boyunca tek başına kaldı.”
Ne yedi, ne içti dedim. Köylüler veriyordu işte bir şeyler dedi gülerek. Peki
ne yapıyordu, ne diye kaldı orada onca zaman dediğimde, sabah kalkıp birtakım hareketler yapıyordu işte, bundan sonrasını neşeyle,
güneşi filan selamlıyordu, akşamleyin ise
batışını... İlginç bir durum olsa da kadını görmediğime, bizden önce
ayrılmış olmasına sevindim. Dara, evet, ürkütücü bir yerdi.
‘Sabah erken kalkanın komşusunu kestiği bir çağ’dan kalan acı ve ihtişam dolu
bir mekân. Göreme ya da Zelve’ye olan benzerliğine rağmen, aynı ruhu
paylaşmıyorlar. (Farkı yaratan şey ‘taş’ mı yoksa: Kapadokya Tüf, tabiatı gereği yumuşak kaya. Dara ise
Kireçtaşı. Tortul kökenli, birikerek oluşan bir kayaç olan Kireçtaşı burada
yeterince sertleşmediği yani ‘çimentolanması’ zayıf olduğu için Tüf ile aynı
karakteri sergiliyor. Kireçtaşı çoğu zaman bu imkânı vermez. Dara’daki yapı
elemanlarının içinde sıklıkla kavkı fosilleri gördüm, Zelve’de ise böyle bir
şey gözlenemez… Özcesi, tersinir bir ilişkiye dikkat çekmeye çalışıyorum! Bir
de bu açıdan bakalım diye.) Kapadokya’da sürgün/kaçak çilecilerden kalan
dervişane bir hava varken burada yerleşik paganların dinmeyen kavgalarından
izler gördüm. Önemli bir ören yeri ama hâlâ çok işi var. Kazıların genişlemesi,
geçen binlerce yıl içinde sürekli el değiştiren (belki de yalnızca zihniyet
değiştiren), paylaşılamayan, uğruna çok kan dökülmüş bu topraklardaki hayata
dair önemli ipuçları vereceğe benziyor. Aslında niyetimiz buradan
Deyrulzafaran'a doğru sürüp şehre dönmekti ama Dara'da konumuma bakınca
Midyat'a ve Mor Gabriel Manastırı’na gitmek daha mantıklı geldi. Yola çıktık.
Nusaybin'e doğru giden yol sınıra sıfır geçiyordu. Sınırın ötesindeki köylerin
bizim taraftakilerle benzerliğini, yakınlığını görünce hüzün verici bir his kaplıyor
insanın içini. Habur, Ceylanpınar, Cizre tabelaları: akşam
haberlerinin problemli yerleri hepsi. Herhangi bir endişe taşımıyorum, güzel
bir şaşkınlıkla ilerliyoruz. Nusaybin'de de çok değerli kültür varlıkları
olduğu bildiğimiz halde –vakit darlığından– transit geçip Beyazsu üzerinden
Kafro (Elbeğendi) köyüne gidiyoruz. (Bir başka ilginçlik: tabelalarda
gördüğümüz yer adlarının çoğu iki dilliydi. Kürtçe, Arapça ya da başka bir dil.
Hâlâ tartışılan bu konunun –en azından buralarda– pekâlâ aşıldığını görmekten
memnuniyet duydum.) Ünlü pizzacının bugün kapalı olduğunu bilsek bile köyü
görmek istiyoruz. Sayısı 15’i geçmeyen kişilikli taş evlerin ve bir kilisenin
olduğu sapa bir köy. Sessiz ve donuk. Bir-iki yaşlı insan görüyoruz sadece.
Daha fazla rahatsızlık vermemek adına araçtan inmeden Midyat’a doğru devam
ediyoruz. Midyat’ı görmeden önce Mor
Gabriel’e doğru yola devam ediyoruz. 80 liralık giriş ücreti sonrası kafileler
halinde alınıyoruz içeri. Paulus adlı genç bir papazın rehberliğinde geziyoruz
manastırı. Hiç tartışmasız etkileyici bir yapı ama Kafro’daki hava gibi içime
sinmeyen bir şeyler var hep: insan. İnsan yok, insaniyetin sıcaklığından yoksunlar.
60 civarında talebe (keşiş?) varmış içeride. Hepsi bir araya gelse manastırın
en küçük avlusunu dolduramazlar. Yeterince insanın olmadığı bir yerde bu
büyüklükte bir mabet inşa etmenin ne anlamı var, demek, hiç şüphesiz haksızlık
olur. Nafile bir çaba olduğunu düşünsem de iğdiş edilmiş bir toplumun hayata
tutunma ve onu güzel kılma ısrarını saygıyla karşıladım. Midyat’ta Cihan Lokantası’na
gidiyoruz. Yemekler harika. Söylüyoruz bir şeyler. Her şey nefis, her şey akılda
kalacak cinsten –ya da çok açız! Midyat, Mardin’in değil de Madrid’in bir
ilçesi sanki! İçe ferahlık veren bir havası var. Tarihi konakların olduğu bölge
turistik bir yerden ziyade karnaval yerine benziyor. Eski ve güzel Midyat ile
yeni ve çirkin Midyat’ı birbirinden ayıran caddeyi (aynı zamanda Bizans-Pers
sınırı da denebilir burası için) ‘müşahede’ etmek güzeldi. Ülkenin gerçek
anlamda kozmopolit, hani her fırsatta söylenegelen tekerlemede olduğu gibi ‘kültür
mozaiği’ kabul edilebilecek belki de tek yeri olduğunu düşünerek ayrıldık
Midyat’tan. Çok sevdik.
11 Kasım,
CumartesiMardin'deyiz... Akşama doğru
vardık şehre. Harput gibi ya da çoğu ‘eski şehir’ gibi ‘yukarıya’ kurulmuş bir
şehir. Kıvrılıp duran bir yoldan, ağır ağır çıkılıyor. (Dedem Harput için
“Yukarı Şehir” derdi. Bütün ömrü müstakil evlerde geçmiş biriyken apartmana
taşındığında “ben kimsenin altında oturmam” diyerek 1. kata taşınmayı reddetmiş,
son kata yerleşmişti. Orada, ‘yukarıdayken’ göçtü bu dünyadan, yanı
başındaydım… Bazı şehirler, benzer bazı insanlara.) İnsan ‘daha doğu’dayken güne ve
geceye ayrı bir gözle bakıyor nedense. Yemeği Şahmeran adlı bir lokantada
yedik. Mardin'e özgü yemekler için... Hoş bir lokantaydı ama “Mardin Tabağı” ile
gelen şeylerden keyif alamadık. Her şey karbonhidrat, boğazına duruyor insanın. Lokantanın karşısında eli yüzü
düzgün bir mekân görüyoruz: Beyt Şahım. Methini işittiğimiz Süryani
çöreklerinden alıyoruz. Söyledikleri kadar varmış. Akşam gözüyle de olsa eski
Mardin’i görelim diyoruz. İlk intiba güzel. Öte yandan, çok fazla turist var. Kendimizi
nimetten sayıp kalabalığa söyleniyoruz... Trafik korkunç, ‘1. Cadde’de
kaplumbağa hızıyla ilerliyoruz. Araba için yer bulabilmek tamamen şans işi. Ama
o şans bende var: güzel bir yere çekiyorum aracı. Boylu boyunca adımlıyoruz
caddeyi. Ziyarete açık bir kiliseye denk gelince, içeri: Mor Hürmüzd Keldani Kilisesi. Keldanileri hep merak etmişimdir.
Kiliseyi gezdikten sonra kapıdaki beyefendiye birkaç soru soruyorum. Adının
Bobil (Babil’den) olduğunu öğreniyorum, genç bir rahip yardımcısı.
Mardin’de yalnızca iki Keldani ailesinin kaldığını, bir ailenin de
Diyarbakır’da olduğunu öğreniyoruz. Keldani, malûm, Süryani’nin Katolik olanına
deniyor. Bizans’tan, Roma’dan filan dem vuruyoruz azıcık. Bizden önce bir
kadıncağızın “buralarda var mı böyle
başka kilise filan” türü sorulardan bunalmış olacak ki, sohbetimiz sonrası
küçük bir tebessüm kaplıyor yüzünü. Bizim için de öyle. El sıkışıp ayrılıyoruz.
Ama sonrasında ve hâlâ aynı şeyi düşündüm durdum: Türkiye Hristiyanları ve
mabetlerine şimdi dilimin varmayacağı bir muamelede bulunuyor halk. O kadar az
kaldılar ve o kadar izole yaşamak zorundalar ki artık, ‘kitle’ler nezdindeki
ilginçliği hiçbir zaman aşamayacaklar gibi gözüküyor. Yol boyu erzak küreğinde mavi
renkli bir badem şekeri ikram ediyorlar. Mavi rengi gıda boyasından değil, bir
bitki kökünden alınıyor dendi. Araştırdığım kadarıyla Lahor isimli bir ağacın
kökünden elde ediliyormuş. Nihayetinde şeker olduğu için daha fazlası iliğimizi
çekmiyor, tattıklarımızla yetiniyoruz… Yarın için Deyrulzafaran
Manastırı ve Dara Antik Kenti’ni gezmeyi planlıyoruz. Sonra tekrar Eski Mardin,
Arkeoloji Müzesi ve Sabancı Kent Müzesi. Pazar günü planımız böyle. Her şey bir
yana, ülkenin periferisinde olmak güzel bir his.
17 Kasım Cuma
Dönüş yolu. Leyla ile
kucaklaşıp ayrılmanın kitabını yazdık. Sonbaharı ardımda bırakıp, kışa doğru
sürdüm arabamı. Yolda, aklıma üşüşen milyon tane düşünce içinde en çok Ezra’nın
Cathay’ına takılı kaldım –Zipangu’ya kadar sürmüşüm gibi uzun sürdü yolum:
Batı bahçesinin çimenleri
üstünde;
İncitiyorlar beni.
Yaşlanıyorum.
Kiang ırmağı kıyılarından geçip
geliyorsan
N’olur bana önceden haber sal,
Çıkıp giderim seni karşılamaya
Cho-fu-Sa’ya kadar.
(Çev. Ülkü Tamer, Jaguar baskısında s. 21)
16 Kasım, Perşembe
Başkalarının Hayatı (2006) filmiyle bilinen Florian
Henckel von Donnersmarck’ın (şu ismin haşmetine bak!) 2018 tarihli Asla Gözlerini Kaçırma (Werk Ohne Autor) filmini izledim. Alman
sanatı 70 yıldır mea culpa diyerek
söze başlıyor ve kendi günahına ortak arar gibi (sua culpa –onun hatası!) Holokost'u işliyor. Yine de hiçbir
üretimin Heimrad Bäcker'nın Tutanak
(Nachschrift, 1986) adlı belgesel-şiir kitabını aşabildiğini söylemek zor.
Bäcker, “Faillerin ve mağdurların dilinden alıntı yapmak yeterli. Belgelerin
içerdiği dile bağlı kalmak yeterlidir. Belge ile dehşetin, istatistik ile
dehşetin örtüşmesi”ne dikkat çekmişti. Ama yeterli gelmiyor işte.
Bernhard Schlink ise Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk
(Dost Yay., 2012) kitabında geçmişin evrenselliğine atıfta bulunarak –ve iyi
niyetli de olsa bir ortak arayışıyla– şu çarpıcı tespiti yapar: “Stalin’in ve Pol Pot’un ölüm tarlalarından
farklı olarak Yahudi Soykırımı ve Nazi Almanyası, sivil kültürün sapıklıklarıdır
ve içeriksel ve biçimsel evrenselliklerini daha da sapık bir şekilde sunarlar.
Bu nedenle Yahudi Soykırımı ve Nazi Almanyası’na ilişkin kitaplar, filmler,
tiyatro oyunları ve etkinlikler seli daha uzun süre sona ermeyecek; Almanya’da
da dünyada da...” (s. 133)
Asla Gözlerini Kaçırma filmi de, işte, bu sapık sivil
kültürün etkinlikler selinden 183 dakikalık bir demet sadece. Sevmedim
demiyorum, şöyle 120 dakikasını filan atsak güzel iş bile denebilir.
15 Kasım, Çarşamba
Günboyu dinlendim. Ayak
tabanlarım ağrıyor... Nicedir edinmeye çalıştığım ve ne hoş tesadüf ki Eski
Mardin’de bir sahafta karşıma çıkan Danimarkalı sıkı şair Inger Christensen’in
Seçme Şiirler’ine (YKY, 2013) bakındım biraz ve –şimdilik– “Gizli Anlaşma”
başlıklı küçük bir şiir seçtim güncem için –Murat Alpar çevirisiyle:
Körfez belirgin mavi.
Utku kuşkusuz kesin.
Taşlar taş.
Sen uzakta.
14 Kasım, Salı
Esir Şehrin İnsanları’nda Kâmil Bey, içinde beliren
boşluğu teskin etmek için bir müzeye sığınır:
“Öğleye kadar idarehanede hiçbir iş görmeden dalgın dalgın oturdu. Bir
lokantada birkaç lokma yedi. Sonra Beşiktaş'a gitme saatini beklemek için,
müzeye sığındı. Avrupa'da bulunurken de, canı bir şeye sıkılsa böyle yapardı.
İyi tanıdığı, çoğunu yakın dostu saydığı heykelleri uzun uzun seyre daldı.
Bu suretle çaresizliğini biraz unuttu.
Müzeden çıktığı zaman yüreği temizlenmiş, güçlenmişti. Bir arabaya bindi.
Hep müzedeki mermer insanları düşünerek, onların bir şey söylemeden, bir
hareket yapmadan bizi bazan nasıl kolayca teselli ettiklerine şaşarak yolu
bitirdi.”
(İthaki Yay., s. 292)
Böylesi, bir Kemal Tahir
romanında olur ancak! Biz Leyla ile yorgun ama mutluyduk. Hiçbir aksaklık
yaşamadan şehirdeki son günümüze yetişmiştik. Otelden ayrıldık ve kahvaltı bile
yapmadan doğruca müzelere koştuk! Arkeoloji Müzesi beklentimizin altındaydı.
Müzenin kurulu olduğu güzelim konak müzenin toplamından daha ilginç geldi.
Sabancı Kent Müzesi de farklı değildi bu durumdan ama alt katındaki Dilek
Sabancı Galerisi’ni çok sevdik. Duvarlar ve Ötesi (Walls and Beyond) başlıklı yüzden fazla duvar halısını ve bu formda yapılmış modern işleri barındıran
keyif veren bir sergiydi. Burhan Doğançay’ın Fısıldayan Duvar’ı (I, Dokuma, 1999) önünde bir fotoğrafım
oldu...
Kâmil Bey gibi güçlenerek
ayrıldık müzeden ve doğruca Şahmeran’a sürdük aracı. 4 gün boyunca –kahvaltı
hariç– tüm yemeklerimizi burada yedik. Şef garson Nasuh Bey neredeyse her
yemekten bir tabak istemeye çalışırken, bir
de pilav dersek tamamdır –zaten yeter
bu kadar, diyerek bizi durdurdu! Güzel insanların çalıştığı, güzel bir
mekândı vesselam.
Başladığımız gibi bitirdik ve çıkışta Beyt Şahım’dan kahve eşliğinde yiyeceğimiz kadar Süryani çöreği aldık.
Vaktiyle, yerel güçler tarafından Eski Mardin’e (ya da Esas Mardin’e!) ‘alınmayan’,
sürekli artan nüfusuyla şehrin kenarına sıkışmış Kürtlerin mûkim olduğu
Kızıltepe’yi geçtik. Bugün, eski kadar yeni Mardin’i de ‘eline almış’,
sokaklarında işittiğiniz lisandan, mekânlarında çalan müziklere kadar hâkim
kültürel unsur haline gelmiş olmasını tarihin amanvermez seyri içinde bir yere
oturtmaya çalıştım. Derken yolu bitirdik. Evdeyiz.
13 Kasım, Pazartesi
Mor Gabriel Manastırı’nı
yeterince ‘serin’ bulmadığımız için Deyrulzafaran’a
gitme ihtiyacı duymadık. Gündüz gözüyle Eski Mardin’i gezdik. Gezilebilir ne
kadar eski yapı, kilise ve medrese varsa görmeye çalıştık. ‘Turist kafa’nın
ilgisini çekmeyen arka sokakları, hediyelik eşya satılmayan çarşılarını da. Bir
şehrin insanını, yaşayan, kalbi çarpan tarafını yani, ancak bu sayede görme
şansı buluyor insan. Şehrin ruhu, en iyi biçimiyle insanlarının çehresinde
görünür çünkü. Mardin insanı yorgun ve düşünceli göründü bana. Bütün o yapay
kalabalıkların arkasında aksayan, yürümeyen bir şeylerin olduğunu düşündüm.
Mardin Ulu Camii’ni sevdim.
Anadolu’nun bütün ulu camileri güzeldir. Abartı değil, tevazudur onları özel
kılan. İhtişama ihtiyaçları yoktur. Kalple inşa edilmiştir hepsi. Gördüğüm
bütün ulu camilerde bunu hissettim. Kalpten yapılan Allah’a ulaşır. Allah’a
ulaşan, ululaşır...
Avlusunda bir çeşme ve büyükçe
bir havuz bulunan Kasımiye Medresesi de çok güzeldi. Hepsi Beylikler Dönemi,
Artuklu eseri… Gâh avluya, gâh Mardin ovasına bakan demir parmaklıklara dönüp
hayat veren su ile İslam inancının bir aradalığını düşündüm. Ivan Illich’in H2O ve Unutmanın Suları (Yeni İnsan Yay.)
kitabı için yazdığı o şahane önsözü hatırladım sonra: “İslam’ın suları”
tabirini kullanıyordu Illich: İslam’ın
suları ve Osmanlı kaynaklarının ihtişamı karşısında hayretler içinde kalıp bir
çocuk gibi dilim tutuldu.
Hatuniye Medresesi’nde (halk arasında
kurucusuna nispetle söylenen adıyla Sitti Radviyye) aydınlık yüzlü iki genç her
gelene yardımcı oluyor, yapıyı anlatıyorlardı. Mihrabın hemen sağında, camekân
içinde farklı bir şey olduğunu fark ettim. O tarafa doğru yöneldiğimde
anlatmaya başladı genç arkadaş. Oyuk bir kireçtaşına benzeyen şeyin Peygamber
efendimizin ayak izi olduğunu söyledi. İzin derinliğine dikkat çektiğimde ise
“vahyin ağırlığından” olduğu yönünde bir açıklama getirdi. Tepkisiz kaldım. Son
olarak, camekânın alt tarafını koklayan bazı insanların bir gül kokusu
hissettiğini ama bazılarının da bunu hissedemediğini belirtti. Yine tepkisiz
kalmayı tercih ettim... Çıkarken medresenin küçük avlusunda bir köşeye
çekildiğini ve biraz mahcup göründüğünü fark ettim. Çok teşekkür ederim
anlattığınız için diyerek selam verdim ve çıktık.
Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi
de çok güzeldi, çılgınlar gibi fotoğraf çekiliyordu ziyaretçiler. O kadar güzel
bir yerde ve o kadar güzel bir ferahlık hissi veriyordu ki biz de çektik ‘netekim’...
Medreseyi yaptıran Melik Necmeddin İsa, bir vakit Emir Timur’a esir düşmüş. O
yüzden ‘zinciriye’...
Kırklar (Mor Behnam) Kilisesi
de en sevdiğim yapılardan biri oldu. İçinde bir hayat barındıran benim gördüğüm
tek kiliseydi. Geniş, yeşil, ferahlık veren, uzun uzun oturma arzusu uyandıran
avlusu ya da zarif taş işçiliğinin yanında, kilise duvarlarındaki özgün
resimleriyle de sevdim Kırklar’ı. Mor Gabriel’de bile bana oldukça zayıf
gözüken tasvir sanatı örneklerinin burada fevkalade güzel, unique örneklerini görme şansı bulduğum için memnun oldum. Yine de,
Mardin’de gördüğüm bütün kiliselerdeki İsa tasvirlerinin ortak bir özelliği
vardı: Esmer İsa. (Bu gerçekti, bir Lale Müldür imgesi değildi. Lale’yi de
kapsayan bir imgeydi.)
Daha ‘yukarıda’ ise Mardin
Kalesi vardı ama oldum olası boş iş gelir bana kale gezmek. Yine de Evliya’nın
Seyahatnâme’deki güzel tasvirini buraya almak isterim: “Dicle Ceziresi içinde Şatt'a iki menzil yakınlıkta bir çölistânda
göklere baş uzatmış bulutlu gökyüzü gibi dalgalı renkli yüksek bir kayanın
üzerinde Kudret eliyle yapılmış bir kaledir. Cenâb-ı Bârî işi bir kaledir ki
özelliklerini anlatmada diller kısa ve kalemler kırıktır.” Canım Evliya,
seni anlatmaya da öyle.
Müze gezisini –kapalı oldukları
için– yarına, son günümüze erteliyoruz. Müzelerine gidilmeden gezilmiş bir
şehir, görülmüş sayılır mı?
12 Kasım, Pazar
Kahvaltıdan sonra yola
koyulduk. Deyrulzafaran 2 km. tabelasını geçip Dara Antik Kenti’ne
gittik. Muhteşem bir ürkünçlüğü vardı Dara’nın. Antik kentin tam karşısında
yaşayan Ahmet abiyle sohbet etme şansım oldu. Bana, vaktiyle buraların hangi tepelerdeki
gözetleyiciler tarafından korunduğunu anlattı, eliyle işaret etti hepsini.
Eskiden ev olan bu yerlerdeki kurban merasimlerini de! Öylesine bir ses tonuyla,
“bakire kızları kurban ediyorlarmış işte”
dedi ve ekledi “birkaç gün öncesine kadar,
şu karşıdaki mağarada Ispartalı genç bir kadın bir ay boyunca tek başına kaldı.”
Ne yedi, ne içti dedim. Köylüler veriyordu işte bir şeyler dedi gülerek. Peki
ne yapıyordu, ne diye kaldı orada onca zaman dediğimde, sabah kalkıp birtakım hareketler yapıyordu işte, bundan sonrasını neşeyle,
güneşi filan selamlıyordu, akşamleyin ise
batışını... İlginç bir durum olsa da kadını görmediğime, bizden önce
ayrılmış olmasına sevindim.
Dara, evet, ürkütücü bir yerdi.
‘Sabah erken kalkanın komşusunu kestiği bir çağ’dan kalan acı ve ihtişam dolu
bir mekân. Göreme ya da Zelve’ye olan benzerliğine rağmen, aynı ruhu
paylaşmıyorlar. (Farkı yaratan şey ‘taş’ mı yoksa: Kapadokya Tüf, tabiatı gereği yumuşak kaya. Dara ise
Kireçtaşı. Tortul kökenli, birikerek oluşan bir kayaç olan Kireçtaşı burada
yeterince sertleşmediği yani ‘çimentolanması’ zayıf olduğu için Tüf ile aynı
karakteri sergiliyor. Kireçtaşı çoğu zaman bu imkânı vermez. Dara’daki yapı
elemanlarının içinde sıklıkla kavkı fosilleri gördüm, Zelve’de ise böyle bir
şey gözlenemez… Özcesi, tersinir bir ilişkiye dikkat çekmeye çalışıyorum! Bir
de bu açıdan bakalım diye.) Kapadokya’da sürgün/kaçak çilecilerden kalan
dervişane bir hava varken burada yerleşik paganların dinmeyen kavgalarından
izler gördüm. Önemli bir ören yeri ama hâlâ çok işi var. Kazıların genişlemesi,
geçen binlerce yıl içinde sürekli el değiştiren (belki de yalnızca zihniyet
değiştiren), paylaşılamayan, uğruna çok kan dökülmüş bu topraklardaki hayata
dair önemli ipuçları vereceğe benziyor.
Aslında niyetimiz buradan
Deyrulzafaran'a doğru sürüp şehre dönmekti ama Dara'da konumuma bakınca
Midyat'a ve Mor Gabriel Manastırı’na gitmek daha mantıklı geldi. Yola çıktık.
Nusaybin'e doğru giden yol sınıra sıfır geçiyordu. Sınırın ötesindeki köylerin
bizim taraftakilerle benzerliğini, yakınlığını görünce hüzün verici bir his kaplıyor
insanın içini.
Habur, Ceylanpınar, Cizre tabelaları: akşam
haberlerinin problemli yerleri hepsi. Herhangi bir endişe taşımıyorum, güzel
bir şaşkınlıkla ilerliyoruz. Nusaybin'de de çok değerli kültür varlıkları
olduğu bildiğimiz halde –vakit darlığından– transit geçip Beyazsu üzerinden
Kafro (Elbeğendi) köyüne gidiyoruz. (Bir başka ilginçlik: tabelalarda
gördüğümüz yer adlarının çoğu iki dilliydi. Kürtçe, Arapça ya da başka bir dil.
Hâlâ tartışılan bu konunun –en azından buralarda– pekâlâ aşıldığını görmekten
memnuniyet duydum.) Ünlü pizzacının bugün kapalı olduğunu bilsek bile köyü
görmek istiyoruz. Sayısı 15’i geçmeyen kişilikli taş evlerin ve bir kilisenin
olduğu sapa bir köy. Sessiz ve donuk. Bir-iki yaşlı insan görüyoruz sadece.
Daha fazla rahatsızlık vermemek adına araçtan inmeden Midyat’a doğru devam
ediyoruz.
Midyat’ı görmeden önce Mor
Gabriel’e doğru yola devam ediyoruz. 80 liralık giriş ücreti sonrası kafileler
halinde alınıyoruz içeri. Paulus adlı genç bir papazın rehberliğinde geziyoruz
manastırı. Hiç tartışmasız etkileyici bir yapı ama Kafro’daki hava gibi içime
sinmeyen bir şeyler var hep: insan. İnsan yok, insaniyetin sıcaklığından yoksunlar.
60 civarında talebe (keşiş?) varmış içeride. Hepsi bir araya gelse manastırın
en küçük avlusunu dolduramazlar. Yeterince insanın olmadığı bir yerde bu
büyüklükte bir mabet inşa etmenin ne anlamı var, demek, hiç şüphesiz haksızlık
olur. Nafile bir çaba olduğunu düşünsem de iğdiş edilmiş bir toplumun hayata
tutunma ve onu güzel kılma ısrarını saygıyla karşıladım.
Midyat’ta Cihan Lokantası’na
gidiyoruz. Yemekler harika. Söylüyoruz bir şeyler. Her şey nefis, her şey akılda
kalacak cinsten –ya da çok açız! Midyat, Mardin’in değil de Madrid’in bir
ilçesi sanki! İçe ferahlık veren bir havası var. Tarihi konakların olduğu bölge
turistik bir yerden ziyade karnaval yerine benziyor. Eski ve güzel Midyat ile
yeni ve çirkin Midyat’ı birbirinden ayıran caddeyi (aynı zamanda Bizans-Pers
sınırı da denebilir burası için) ‘müşahede’ etmek güzeldi. Ülkenin gerçek
anlamda kozmopolit, hani her fırsatta söylenegelen tekerlemede olduğu gibi ‘kültür
mozaiği’ kabul edilebilecek belki de tek yeri olduğunu düşünerek ayrıldık
Midyat’tan. Çok sevdik.
11 Kasım,
Cumartesi
Mardin'deyiz... Akşama doğru
vardık şehre. Harput gibi ya da çoğu ‘eski şehir’ gibi ‘yukarıya’ kurulmuş bir
şehir. Kıvrılıp duran bir yoldan, ağır ağır çıkılıyor. (Dedem Harput için
“Yukarı Şehir” derdi. Bütün ömrü müstakil evlerde geçmiş biriyken apartmana
taşındığında “ben kimsenin altında oturmam” diyerek 1. kata taşınmayı reddetmiş,
son kata yerleşmişti. Orada, ‘yukarıdayken’ göçtü bu dünyadan, yanı
başındaydım… Bazı şehirler, benzer bazı insanlara.)
İnsan ‘daha doğu’dayken güne ve
geceye ayrı bir gözle bakıyor nedense. Yemeği Şahmeran adlı bir lokantada
yedik. Mardin'e özgü yemekler için... Hoş bir lokantaydı ama “Mardin Tabağı” ile
gelen şeylerden keyif alamadık. Her şey karbonhidrat, boğazına duruyor insanın.
Lokantanın karşısında eli yüzü
düzgün bir mekân görüyoruz: Beyt Şahım. Methini işittiğimiz Süryani
çöreklerinden alıyoruz. Söyledikleri kadar varmış.
Akşam gözüyle de olsa eski
Mardin’i görelim diyoruz. İlk intiba güzel. Öte yandan, çok fazla turist var. Kendimizi
nimetten sayıp kalabalığa söyleniyoruz... Trafik korkunç, ‘1. Cadde’de
kaplumbağa hızıyla ilerliyoruz. Araba için yer bulabilmek tamamen şans işi. Ama
o şans bende var: güzel bir yere çekiyorum aracı. Boylu boyunca adımlıyoruz
caddeyi. Ziyarete açık bir kiliseye denk gelince, içeri: Mor Hürmüzd Keldani Kilisesi. Keldanileri hep merak etmişimdir.
Kiliseyi gezdikten sonra kapıdaki beyefendiye birkaç soru soruyorum. Adının
Bobil (Babil’den) olduğunu öğreniyorum, genç bir rahip yardımcısı.
Mardin’de yalnızca iki Keldani ailesinin kaldığını, bir ailenin de
Diyarbakır’da olduğunu öğreniyoruz. Keldani, malûm, Süryani’nin Katolik olanına
deniyor. Bizans’tan, Roma’dan filan dem vuruyoruz azıcık. Bizden önce bir
kadıncağızın “buralarda var mı böyle
başka kilise filan” türü sorulardan bunalmış olacak ki, sohbetimiz sonrası
küçük bir tebessüm kaplıyor yüzünü. Bizim için de öyle. El sıkışıp ayrılıyoruz.
Ama sonrasında ve hâlâ aynı şeyi düşündüm durdum: Türkiye Hristiyanları ve
mabetlerine şimdi dilimin varmayacağı bir muamelede bulunuyor halk. O kadar az
kaldılar ve o kadar izole yaşamak zorundalar ki artık, ‘kitle’ler nezdindeki
ilginçliği hiçbir zaman aşamayacaklar gibi gözüküyor.
Yol boyu erzak küreğinde mavi
renkli bir badem şekeri ikram ediyorlar. Mavi rengi gıda boyasından değil, bir
bitki kökünden alınıyor dendi. Araştırdığım kadarıyla Lahor isimli bir ağacın
kökünden elde ediliyormuş. Nihayetinde şeker olduğu için daha fazlası iliğimizi
çekmiyor, tattıklarımızla yetiniyoruz…
Yarın için Deyrulzafaran
Manastırı ve Dara Antik Kenti’ni gezmeyi planlıyoruz. Sonra tekrar Eski Mardin,
Arkeoloji Müzesi ve Sabancı Kent Müzesi. Pazar günü planımız böyle. Her şey bir
yana, ülkenin periferisinde olmak güzel bir his.
[7.
Hafta]
10 Kasım, Cuma
Bu yılki 10 Kasım anmasında da sirenler çaldı, İstiklal Marşı okundu. Bir
'değer', yargılayıcı gözleriyle ceberut bir okul müdürü, konformist memurlar
olmadan da pekâlâ hakkıyla anılabiliyormuş. Törenin bitiminde bir an, yaşı 60
civarında olan bir meslektaşıma takıldı gözüm, A. Hanıma. Başını kalabalığın
aksine çevirmiş, kimseye belli etmeden gözyaşlarını sildiğini gördüm. Bir ‘okul
travması’nı sürdürüyor, sirenler çalınca hâlâ bir parça korku ve endişe
yaşıyorum ben. Bu duygu durumundayken A. Hanımın gözyaşlarını görmek beni çok
etkiledi. Doğduğu topraklardan, ailesinden uzakta ve yalnız bir insan olduğunu
biliyorum. Geçen bunca yıla rağmen ardından gözyaşı dökülebilen bir insana
duyulan karşılıksız sevgi ve minnetin mahiyeti hakkında düşündüm bütün gün.
9 Kasım, Perşembe
Yarın yola çıkıyorum. Çantamı topladım. Planda bir değişiklik olmazsa
Mardin ve çevresini gezicez Leyla’yla. Aklımda Cevat Çapan’ın meşhur şiiri.
Böyle bir yolculuk olmasını ümit ediyorum:
Ne güzel yolculuktu, aklımdan çıkmaz
//
Güzel yolculuklara çıktık birlikte,
Yakan ve ışıtan ateşten söz ettik
8 Kasım, Çarşamba
Amiri Baraka'yı okudum: Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu (Çev. Özge Özbek
Akıman, Ketebe, 2023). Muhteşem bir şair ve bir o kadar kıyak bir insanmış.
Çevirmenin sunduğu seçki sayesinde Baraka'nın aktivizm ile sanatının ne denli
iç içe geçtiğini, hayatının köşe taşları kabul edebileceğimiz kavşakları, yol
ayrımlarını görmek mümkün. Ayrıca, genelde tersi olur ama Amiri Baraka'nın yaş
aldıkça sanatında büyüdüğünü apaçık görebildim. Caz ve Blues'u şiirine ne denli
sıkı sıkıya yedirdiğini de... O olağanüstü, beni yeniden ve yeniden şiirin en
yüce insan eylemi olduğuna îman ettiren "Birileri Amerika’yı Havaya
Uçurdu" (Somebody Blew Up America) şiiri, bunun kristalize olmuş göstergelerinden
biriydi. Bir noktadan sonra ayağa kalktım ve şiiri yüksek sesle okumaya
başladım! (Bundan ibaret ve bununla sınırlı değil elbette, ama bu değilse nedir
şiir? —Bizi ayaklandıran, sesimizi yükselten değilse nedir şiir?)
Baraka'nın 11 Eylül saldırılarından bir yıl sonra neşrettiği bu büyük
sorgu-şiiri ile 'Amerika', edebiyatın sanık sandalyesine oturtulur. Şair bunu,
en ama ENNNNN mağduru oynadıkları, yeni zalimlikleri, işgalleri için işlevsel
bir bahane buldukları günlerde yapma cesaretini gösterir. Hemen antisemitizm
ile suçlanır —hep aynı terane.
Şiirin saksafoncu Rob Brown ile caz formunda okunduğu bir performans var ki
akıllara ziyan. (Üzgünüm Ginsberg, Uluma/Howl ile hâlâ kalbimde
ama ikinci sıradasın artık!) Tabii bütün bu sözler, benim şiire yüklediğim o
BÜYÜK anlamdan da kaynaklanıyor olabilir. Ama karar vermeden, yani Baraka gibi "Whoooo
and Whooooooooooooooooooooo!" diye beni de sorgulamadan önce ya da
sonra, bir de şu dizelere bakıverin derim:
"...Kendimi tanımak istedim, anladım ki ömürlük bir iş bu,
girdapları, dönemeçleri, dibi boylamaları ve dönüşleriyle.
//
Ama rüzgâra karışıp sonsuza dek yiten tüm yüzlerini anımsadığında,
anlarsın ki başından beri kendin olma özlemindeymişsin.
Kendini tanımayı ve sevmeyi istermişsin."
(Oda Müziği’nden, s. 83.)
7 Kasım, Salı
Sıkıcı ve her anlamda verimsiz bir gündü. İki yazı okudum sadece. Onlar da
kelek çıktı. Eve geldiğimde yorgun hissediyordum: boşluğun yorgunluğu. 40
dakika kadar uyumuşum. Uyandım ve kalkıp makarna yaptım, dışarı çıkmak gelmedi
içimden. Zaten yavan bir şey makarna, onun bile hakkını veremedim, daha da
yavanlaştı —boşluk büyüyor. Her Allah'ın günü en az iki öğün bir şeyler
yemek zorunda olmayı, insanın en büyük trajedisi sayıyorum...
Makarnanın suyu ısınırken Camus üzerine bir yayın dinledim. Prof. Nedret
Öztokat Kılıçeri (ne kadar zor bir isim), zihnimdeki Camus imgesini büyüttü,
bilincinde olmadığım bazı benzerliklerimiz olduğunu fark ettim. Hepsinden önce
ve en çok: güneş.
Duru yazı, açık yazı. Öğle düşüncesi. Düşüncenin öğle zamanı. Pensée de
midi: "Düşüncenin öğle zamanı gölgesiz bir zamandır. Bütün açıklığıyla
dünyayı görebilmek; doğası, rüzgârıyla... Sessizliği hissedebilmek. Bütün
bunlar güneşin alnındadır ve güneşin alnında açıklık vardır."
Zamanı gelince, düşünce meyveye durunca yani, daha uzun yazmayı umduğum yakınlıklar
var. Bir şiirimde şöyle demiştim: "hepsi / bir yaz günü olarak kalmış
aklımda". Makarnaya rağmen mutlu hissederek bitirdim günü. İyi doğdun
Camus!
6 Kasım, Pazartesi
Andy Warhol bugün yaşasa, 15 dakika yerine "15 saniye" derdi.
Demeliydi! Çünkü 70'ler için kısa sayılabilecek 15 dakika, çağımızın 7
saniyelik dikkat sınırına yenildi. Bugün kaç kişiye lütfediliyor ki 15 koca
dakika? Herkesin ünlü olması konusunda ise haklı çıktı. Herkes ‘takipçisi’
kadar ünlü. Takibe takip ünlüsü hatta. Bir zamanlar ‘boş’ olan ‘naylon’ olarak
tasvir edilirdi. Şimdi naylon bile değil, sanal ve dahi meta-sanal.
Böyle bir atmosferde, yani herkesin ‘ünlü’ olduğu bir satıhta Warhol gibi biri bile
ünlü sayılmazdı. 2000’lerle birlikte ünlülüğün de içinden geçildi. O eski büyük
şöhretlerden biri, şu an, Florida’daki malikanesinden olup bitenlere bakarken “yaşadık
ulan bu hayatı” minvalinde düşünce balonları üretiyor olabilir, kim bilir… (Her
şey bir yana, Warhol böyle bir sözü sahiden de sarfetti mi, bu da ayrı konu.)
5 Kasım, Pazar
İş arkadaşım aradı, yeni taşınacağı evde bir bataryayı değişecekmiş, yardım
etmemi, yanında durmamı filan istedi. Tam da adamıyım zaten! Bu eller kalem
tutmak, şiir yazmak için kardeşim, diyemedim tabii, olur deyip İngiliz
anahtarımla gittim. Eve varınca henüz bataryayı almadığını, sökebilir miyiz
diye kontrol ettiğini gördüm. Alttan girip üstten çıktım, bak dedim, yalnızca
banyo değil mutfak ve tuvaletteki lavaboların da bataryaları yıpranmış. İyisi
mi üç batarya, üç de gider borusu alalım, gelip takması da içinde olsun diyelim
dükkân sahibine, dedim. Aklına yattı. Öyle de yaptık.
Usta işi bitirene kadar akşam oldu. Uzun uzun konuştuk (lafa 'nerelisin'
diye girerim), anlattıkça havaya girdi, sonra Big Little Lies...
Yardımsever bir arkadaş ve hoşsohbet bir işveren [vekili] olarak güzel bir
akşam yemeğini hak etmiştim. Yemekte esas ustaya, Yusuf Atılgan'a gitti aklım,
Aylak Adam'da söylediklerini düşünüp gülümsedim: "İnsanları yalan
söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri ama olamadıkları
''kişi''yi anlatırlar."
4 Kasım, Cumartesi
Nan Goldin'in, 'sanat hâmisi' olarak nam salmış kirli Sackler Ailesine ait
ilaç şirketlerine açtığı dört yıllık savaşı, Goldin'i 'büyüten' otobiyografik
öğelere yaslanarak anlatan All the Beauty and the Bloodshed (Hayatın Tüm
Acıları ve Güzellikleri, 2022) belgesel-filmini izledim. Leyla'nın WhatsApp’tan
yolladığı linkten önce filmin varlığından bile haberdar değildim. Goldin'i
sevdiğimi bilir; filmi öğrenmiş olmaya ayrı, bunu bana haber verecek kadar beni
tanıyan bir eşim olduğu için ayrı sevindim...
Nan Goldin, en sevdiğim sanatçılardan biridir. Zihnimde Manet, Celan ya da
Bresson gibi isimlerle yan yana durur. Onun fotoğrafları kadar 'yüklü',
melankolik ve somut bir güzellik taşıyan çok az şey gördüm.
Kendisiyle ilk karşılaşmamızın hangi fotoğrafıyla olduğunu bugün gibi
hatırlıyorum: Cookie at Tin Pan Alley, NYC, 1983. Yontular arasındaki
bitkin bedeniyle, tıpkı Van Gogh'un Kargalar resmindeki gibi karanlık
bir geleceğe bakan Dorothy "Cookie" Mueller'in tablo-vâri fotoğrafını
görünce çarpılmıştım. Mueller fotoğrafta 34 yaşındadır, 6 yıl sonra, 40 yaşında
göçer 'dünyamızdan': 3 yıllık eşi Vittorio Scarpati'nin âni ölümünden 2 ay sonra…
Anthony by the sea (Brighton, England, 1979) ya
da başka fotoğrafları için de uzun uzun konuşabilirim. Ne kadar anlatsam da
nobran bir gözün beni yargıladığını hissediyorum! Hani insan ulu orta Balthus
övemez ya, onun gibi bir şey. Goldin'in dünyasıyla neden bu denli aşkın bir
ilişki, ortaklık kurduğum başka bir baharın konusu olsun —sonbahar ‘coşumculuğa’
düşman!
Şu kadarını söylemeliyim: bir gün fotoğraf albümlerinden mürekkep bir
kitaplık kurabilmeyi başarabilirsem, Nan Goldin ile üstat Fan Ho sırt sırta
verecekler; hayatın tüm acıları ve güzellikleri için.
[6.
Hafta]
3 Kasım,
Cuma
Alice
Rohrwacher'in Corpo Celeste (Göksel Beden) (2011) filmini izledim. Rohrwacher'i
bir şair sayıyorum ben. İlk uzun metrajı olan Göksel Beden'i de bu
gözle izledim. Çağımızın kalpsiz, ruhsuz, hiçbir ideali savun(a)mayan
Avrupa'sında Alice Rohrwacher gibi bir insanın varlığı beni hayrete düşürüyor.
Bu varlığın İtalya'da mûkim oluşunu ise anlamlı buluyorum.
Yücelik
arayışının teselli edici bir yanı vardır. Bunu Tarkovski'de de, Bergman'da da,
Bresson'da da ziyadesiyle bulmak mümkün. Yine de, üç 'yüce'nin de farklı
sularda gezindiğini, yüzlerini çevirdikleri Tanrı'yı bambaşka sözcüklerle
tasvir ettiklerini söylemek lazım. Alice Rohrwacher'in ismini, uzun yıllar
alternatifsiz kalmış bu 'troyka'nın yanına yazıyorum ben. 'Görmek
istediğim' Tanrı, Rohrwacher'in gördüğü ile aynı. Göksel Beden'de, o
muhteşem, insana gözyaşı döktürecek denli kristalize film Mutlu Lazzaro'nun (2018)
temellerinin atılmış olduğunu görmekten ayrıca mutlu oldum. Bu tavrın,
'geçliğin ateşi' ile harman, uzun yıllara yayılmış diri bir zihnin verimi
olduğu gördüm.
William
Hazlitt’in, bir muska gibi zihnimde taşıdığım, her okuduğumda gözlerimi
dolduracak kadar beni etkileyen sözleriyle bağlamak istiyorum: “Ne mutlu
bizzat kendi varoluşlarının rüyasında yaşayan, herşeyi kendi zihinlerinin
ışığında görenlere; ne mutlu bilgiyle değil, inanç ve umutla yürüyenlere; ne
mutlu gençliklerinin rehber yıldızı hâlâ uzaktan parlayan, içlerine dünyanın ruhu
henüz girmemiş olanlara! Onlar henüz “okçular tarafından yaralanmamış”tır,
onların ruhuna demir henüz işlememiştir. Ok sağanağının ortasında, ölümle içiçe
yaşarlar, kendilerine gelebilecek zarardan habersizdirler. (...) Dünya onları
yakalayamaz. Onlar dünyadadır ama dünyadan değillerdir; bir rüya, bir izzet hep
onların yanıbaşındadır.”
(Çev.
Armağan Ekici, Aç Yazı-5, Norgunk Yay., 2017)
2 Kasım,
Perşembe
Gözardı
edilen ve sorulmayan asıl şey şu: Osmanlı bozgunu bitti mi, devam
edebilecek mi? Cumhuriyetimizin 100. yılını devirdik ama toplumumuz içindeki
'saltanatçı damar' cumhuriyet entelektüellerini hayrete düşürmeye devam ediyor.
29 Ekim'e dair bitmeyen tartışmalardan sonra zihnim, eski bir Engin Ardıç
yazısına sürükledi beni, yeniden okudum. 2010 tarihli "Osmanlı bozgunu bitti" başlıklı yazıda şöyle diyordu
Ardıçkuşu: "Bazı şaşkınlar cumhuriyetin bittiğini ileri sürüyorlar.
Hayır, cumhuriyet asıl şimdi yerine oturuyor. Biten, yanlış yolda yürütülmüş
bir ara rejimdir. Cumhuriyetin "temel kazanımları" korunacak,
"köpüğü" alınacaktır. Bitmekte olan cumhuriyet değil, onun "bir
yorumudur"..."
Çoğunluk
sırf Engin Ardıç imzasıyla çıktığı için yazıdaki argümanlara burun bükecektir,
biliyorum. Ama Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya cezaevlerinde 12 yıl hapis yatmış
Kemal Tahir'den el alan bu yazıda acı da gelse hakiki bir şey var. Öyle ya da
böyle, konu edinilen toplumun bir parçasıyız. 100 yıllık “Tevhid-i Tedrisat”
istenen insan profilini yaratamadı. Peki çözüm ne? "Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir"
diyen William Faulkner'ın sözünden hareketle, 'geçmişimizle barışmalıyız' filan
demiyorum. Soruyu daha net soruyorum; Osmanlı bozgununu 100 senedir içinde
taşıdığı söylenen halk adına: bir Osmanoğlu'nu, tepede bir saraya mı
konduralım, yoksa yeni bir saltanat mı başlasın? Felâh bulmak için hangi kapıya
gitmeli?
Ben
saltanat istemiyorum. Bütün kalbimle karşıyım buna. Cumhuriyetimiz, aslî
iddiasına rücû etsin ve 'kimsesizlerin kimsesi' olsun, olmaya devam etsin
istiyorum. Halkın da yeni bir padişahtan ziyade, kendisini zavallı cahiller
olarak görmeyen, geçmişini, ortak geçmişimizi kucaklayan yeni bir devlet diline
ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.
1 Kasım,
Çarşamba
Eğitim
meselesi hakkında konuşuyorduk Leyla'yla (malûm, eğitim hakkında konuşmak bir
'orta sınıf' sporudur). Bir ara şöyle dedi: anlatılan onca şeyden sonra, okul
dediğimiz yerden akılda kalan sadece anılarımız. Bu cümle günlerdir zihnimde
dönüp duruyor. Kastettiği şey üniversite öncesi örgün eğitim. Kısmen
üniversiteyi de buna dâhil etmeli. Tamamen de dünya hayatını!
'Dünyada
anılara bakıyorum' diyen güzel şairimi hatırladım yine ve o muhteşem
"Çiçek Sepeti" şiirindeki dizeleri temrin ettim:
Karartın
benim olduğum bölgelerini
hayatın
nasıl
parladığını göreceksiniz
bir
yıldızın.
31 Ekim,
Salı
Jay
Parini'nin Şiir Neden Önemlidir? (çev. Güven Turan) kitabını okurken şu
cümlenin altını çizdim: "Şiirsel dili —okurun hem kulağına hem gözüne
seslenen bu son derece seçkin kinetik dil formunu—..." Durup düşünmek
için bu kadarı yeterli benim için. Okurluk serüvenim, bir körün aradığına
ulaşmak için yokladığı nesneler gibi el yordamıyla ilerledi hep ve hayatım
boyunca yapmak istediğim her şeyde bu iki konuşma çizgisi arasındaki kristalliğe
ulaşma arzusu taşıdım. Kulağa ve göze seslenen bu seçkin kinetik dil
formunu, adresimmiş gibi benimsedim.
30 Ekim,
Pazartesi
Edebiyat
tarihimizdeki en ilginç olay nedir dense, Hasan
Ali Toptaş vakası derdim. Evet, vak'a! Yazarlık kariyerinin zirvesindeyken,
kendisi de genç bir yazar olan Pelin Buzluk’un taciz iddialarını inanılmayacak
bir amatörlükle karşıladı ve 24 saat bile geçmeden yok oldu. Kendi eliyle Persona non grata ilan edildi. Toptaş o
gece, bu iddiaların konuşulduğu Twitter duvarını hiç görmese, mesela uyuyor
olsaydı ve 'eril fallik' filan diyerek söz konusu iddiayı kabul etmiş gibi
gözüken açıklamayı hiç yapmamış olsaydı, bugün hemen herkes, hemen her şeyi
unutmuştu! Toplumsal yapımız böyle maalesef. Masum ya da suçludur, bilemem.
Kimseye kefil değilim. Me Too
fırtınası ya da çılgınlığı mı desem: edebiyat ortamını verevine kesen,
intiharların yaşandığı, Şükrü Erbaş gibi iftiraya uğrayanların da olduğu o
tuhaf geceyi ve sonuçlarını düşünüyorum sadece.
Hasan
Ali Toptaş, sabah, herhalde avukatının uyarısıyla, iddiaları sert bir şekilde
reddeden, dava açacağını söyleyen bir paylaşım yaptı ama çok geçti, falliği
görmüştü! Kimse ciddiye almadı, yayıncısı tarafından kapı önüne kondu. Tam
anlamıyla bir Dead Man’di artık. Her
şey olunabilen ama rezil olunamayan bir kültürde, rezil olmayı başarmış ilk
kişiydi. O büyülü gerçekçilikler, dil ustalıkları, edebiyatın taşrası-merkezi,
şu-bu… Ne olduysa o gece oldu ve oraya gömüldü. Hâlâ orada.
29 Ekim,
Pazar
Yaşasın
Cumhuriyet!
Dücane
Cündioğlu'nun harika tespitiyle: "Kadrini
kıymetini bilenler için kutlanabilecek tek ussal bayram Cumhuriyet bayramıdır.
Cumhuriyet bu ülkenin geleceğidir."
Cumhuriyet'in
ve Atatürk'ün kıymetini bilmeli. Ama Mustafa Kemal Atatürk, bana öyle geliyor
ki Cumhuriyet’ten bile daha değerlidir, daha kıymetlidir. Naçiz vücudu değil
elbette, fikirleri, kişiliği, çizdiği ideal... Şair Nazım Payam bir gün şöyle
demişti bana: Atatürk bu milletin insanına bir şahsiyet kazandırmaya çalıştı
ama görüyorsun işte, başaramadı. Doğru, başaramadı. İsmail Kara ise her
fırsatta şöyle demiştir: İslâm’ı paranteze alarak bu ülkede hiçbir şey
yapamazsınız. Olup biten bütün bu hırgürün din temelli olduğunu itiraf etmek
lazım. Kabaca, laisizm yanlıları ile dindarlar ya da din temelli bir siyaseti
önceleyenler arasındaki ‘it dalaşı’ güzel bir istikbali ‘makûs bir talih’e
kurban ediyor. Ve maalesef, armut dibine düşüyor, nesiller-kuşaklar değişse de
sonuç değişmiyor, aynı kavga tekrar ediyor.
Ey Rab,
bu topluma unutma ve bağışlama kabiliyeti ihsan et, şüphesiz Sen her şeye gücü
yetensin!
İkinci
yüzyılımız için bir niyet beyanından ziyade, halisane bir dua daha uygun
göründü bana.
28 Ekim,
Cumartesi
McDonald's'ın
kuruluş hikâyesinin anlatıldığı The Founder (2016) filmini izledim. Gün ışığını
çokça kullanan filmleri severim ama bu Darwinist hikâye karşısında içim
karardı. Hatta, The Social Network (2010) ile bire bir aynı hikâyeyi izlediğimi
söylemeliyim. Para odaklı ‘büyük başarı hikâyeleri’ ile alçaklığın evrensel
tarihi atbaşı gidiyor maalesef. Doğrusu, büyük paraya hayır demezdim, tablo
filan alırdım ‘çıksa’, sanatçılara hâmilik etmek isterdim. Ama böylesi bir
keyif için bile büyük paranın peşine düşüp zamanımı boşa harcayamam! Bir
İspanyol atasözü okumuştum, hep aklımdadır: çalışmak,
insanın değerli vaktini boşa harcamasıdır. Bu sözün hakikiliğine
inanıyorum, ciğerdelen bir türkümüzde de söylendiği üzere, geçen gün ömürdendir.
[5. Hafta]
27 Ekim, Cuma
Kişisel hikâyemin ilk resmî tarih palavrası Türkiye'nin sınıfsız bir toplum
olduğuydu. Hayata 'atılmadan' işin iç yüzünü anlamak kolay olmuyor. Sonrasında
bu sözün, bir yanıyla doğru olduğunu fark ettim! Türkiye sınıflı bir toplum
değildi, çünkü Türkiye'de kast vardı! Öyle soyla-sopla edinilmiş bir kast
değil, bize özgü bir düzen. Ben bunu “bürokratik kast” olarak adlandırıyorum.
Bazen eğitimle, çoğunlukla iltimasla edinilmiş bir statü kurgusu. Örnekleyerek
anlatayım: bir kamu kurumunda çalışan arkadaşım geçenlerde öğlen yemeklerini
yedikleri yemekhanenin düzeninden bahsetti. İşçilere, memurlara ve idarecilere
ait üç ayrı bölüm, oda varmış. İşçiler sayıca daha fazla, sıraya giriyor ve
tepsilerle kendi yemeklerini alıyorlar, geçip boş bir yere oturuyorlar.
Memurlar direkt kendi bölümlerine geçip oturuyor, yemeklerini bir garson
getiriyormuş. İdareciler de memurlar gibi yerlerine geçip oturuyor ve
yemeklerini bir garson getiriyormuş ama memurlar ve işçilerden farklıymış
tabak-çanakları daha klas ve büyükçe ve tabii derinceymiş. Yani memura ve
işçiye bir kepçe giden çorba, idareciye bir buçuk kepçe gidiyormuş, haliyle
yemekler de öyle. Ayrıca üç grubun oturduğu masa-sandalyeler de birbirinden
farklıymış. İşçi masaları örtüsüz, cam yüzlü iken memurlardaki sıradan, makûl
örtülü bir masaymış. İdarecilerdeki ise düğün salonu masasına benziyormuş. En
komik bulduğum detay, memur ve idarecilerin lavabosu ile işçilerin kullandığı
lavabonun ayrı olmasıydı. Ellerini ayrı yerlerde yıkıyorlarmış ama nasıl
olmuşsa tuvalet tekmiş. Eğer dayanamaz ise bir idareci işçi ile aynı yere sıçma
talihsizliğini yaşayabilirmiş... ve daha neler neler. Bu küçük 'kamu'
yemekhanesi bir ölçekten başka şey değil.
Türkiye'deki sosyal tabakalaşma/kast, Türkiye'ye özgü. Bunun yalnızca
devlet içre böyle olduğu görüşü beni güldürür. Çünkü aklı başında herkes bilir
ki güzel ülkemizde devlet dışında bir şey nâmevcuttur. Ayrışma, ayrıştırma
maalesef her yerde, her şeydedir. Kamusal alan, kamusuzdur. (Bir aralık, cuma
ya da bayram namazlarında 'herkes' gibi kıbleye duran 'idarecilerin'
ızdırabından dem vurayım. O dışarı çıktıkları andaki ferahlamalarından...)
26 Ekim, Perşembe
Son yılların en sıkı çevirmenlerinden Ayberk Erkay'ın bir twitini gördüm
(artık, X'ini gördüm demek daha doğru sanırım): "Çok eskiden (mektupla
iletişim zamanları) öykülerini yayınlamak için (yayınlayamadı) çok dil döktüğüm
John Varley’nin beni adresiyle dövdüğü an". Twite iliştirdiği fotoğrafta
arkadaşının kargoyu/dosyayı "Hollywood, CA 90028" ile biten bir
yerden gönderdiğini görüntülüyoruz! Haklı olarak kendi adresini kadrajın
dışında tutmuş Erkay. Perec'yen bir tavırla, nasıl bir yerde, hangi isimde bir
cadde, sokak ya da apartmanda yaşadığı üzerine varsayımlar geliştirdim ve bu
alıştırmayı ânında kendi hikâyelerimden birine bağlayıverdim: sevgili Roni
Margulies ile bir sohbetimizde (hakikatte, ilk ve son yüz yüze sohbetimizdi),
bana evinin olduğu yerdeki cadde-sokak isimlerinden birinin taşıdığı hamasetten
rahatsızlığını dile getirdi. Ona, bu da bi' şey mi deyip o sırada yaşadığım
adresi tastamam söyledim: Mustafa Paşa Mahallesi, Fatih Sultan Mehmet
Bulvarı, Hicret Apartmanı! Güldük ve derhal değiştim konuyu. Çünkü
masadakilerden hiçbiri, köşeyazarlığının yanı sıra Roni'nin bir şair olduğundan
haberdar değildi, boyuna siyaset konuşuyorlardı. Oysa ben onunla Apollo
Yılları'nı konuşmak istiyordum, Neil Armstrong'u, Buzz Aldrin'i... ve başka
mucizeleri.
Nasreddin Hoca'yı ve Evliya Çelebi'yi çok seviyorum. Yazılı/Sözlü
tarihimizin en özgün iki figürü olarak görüyorum onları. İkisini de kendi
Türkçelerinden okumalı; günümüzün rayihasını kaybetmiş diliyle değil.
Çalışırken yaptığım kaçamaklardan biri de -döne dolaşa- Pertev Naili Boratav'ın
Nasreddin Hoca'sını okumak. Böyle bir iş, eskilerin deyişiyle; göze fer, batna
cila, topuğa derman, zihne küşayiş verir.
Bir Nasreddin Hoca fıkrası:
"Nasraddin Hoca meger bir gün
bir yerde işerneğe oturur. Tamam bir gün bir gece oturmış. Ahır bir herif
gelür, aydur: "Hey Hoca! Ne çok oturdun." demiş. Hoca ayıtdı:
"Behey yar! Bir gün bir gecedür işerin, dahı dükenmez." der. Meğer ki
öninde bir çeşme varımış, anun akduğınun şoruldusını kendü işerin
sanurımış."
Bir tane daha:
"Nasraddin Hoca meğer bir gece
düşinde kuzgunlığa varmış. Eline dokuz akça vermişler. Nasraddin Hoca (aydur)
cidd ü cehd etmiş ki: "Elbet de şol dokuz akçayı on akça eylen; yoksa
almazın." demiş. Böyle ceng ü cidal ederken uyanmış. Hocam görür ki elinde
hiç nesne yok, defi gine gözlerin yummış, dahı demiş ki: "Elimden ne
gelür? Getürün, dokuz olsun, nakıd olsun heman." demiş. - Sohbet dahı
burada tamam olmış."
24 Ekim, Salı
Berberden çıkınca şöyle bir ses belirdi içimde: iyi bir eş bulabilmekten
daha zoru, iyi bir berber bulmak.
Sonra Haller Leyla'da Lale Müldür'ün altını çizerek yazdıklarını
hatırladım: Normalde, kuaförler, asla istediğinizi yapmazlar. Tıpkı Tanrı
gibi insanı kendi suretlerinde ya da imajlarında yaratmaya çalışırlar. (s.
98)
23 Ekim, Pazartesi
Petőfi, 200 yaşında!
Şairi ilkin antolojilerden okumuş ve çok sevmiştim. 26 yıllık bir ömre
sığdırdıkları ve izi dahi bulunamadan 'kayboluşuyla' zihnimde bir şairden çok,
bir şiir imgesi olarak kaldı hep.
Şiir, Petöfi'dir!
(Yazdıklarının çoğu hamasî olsa da -bunun için kim kızabilir ona?- onun
zihnimdeki imgesine, yani bizatihi şiir oluşuna en yakın imge nedir, kimdir
diye sorulsa, Keats derim. Peki sonra? Lautréamont tabii ki. Liste uzar gider
böyle.)
Sándor Petőfi'nin 31 Temmuz 1849'da sırra kadem basmadan iki hafta önce
yazdığı Dehşetli Zaman başlıklı son şiirinden:
Hepimiz ölüp tükenir miyiz?
Yoksa kalır mı birimiz
Anlatmaya
Bu vahşi, kara
Günleri ki tüm dünya bilsin?
(Çev. Edit Tasnádi - Dursun Ayan?)
22 Ekim, Pazar
Mahalle, okul, askerlik, iş... Hiç okuyan bir arkadaşım olmadı. Denk
gelemedik. Yine bu konuda Leyla'nın kafasını ütülerken favori şairlerinden
Cevdet Karal'ın bir şiirinden dizeler okudu bana: "insanı, benzeri
anlar derler/ yalan ya da karşılaşmadım". Yoksunluğumun tesellisi
için, çok daha iyisi, harika bir eş bağışladı bana Tanrı.
21 Ekim, Cumartesi
Kolektif kitaplardan nefret ediyorum. Kolektif çeviriler hele, nasıl bir
zevzeklik, nasıl bir tabiat düşmanlığıdır öyle... 'Yazı' dediğimiz şeyin, her
ne ise vücûda gelen, O'ndan O'na yazılmış bir mektup olduğuna inanıyorum. Bazen
ben'im O. Bazen benim oluverir. Öyle isterim. Bana göre değil başka
türlüsü. Çünkü biliyorum, bir mektuba 40 kişi birden cevap vermez, veremez.
Kurt Vonnegut şöyle demişti: "Herkes bir tek kişi için yazar, ben onun
için yazıyorum." Korkunç bir tren kazasında eşini kaybeden kızkardeşi için
söyler bunu. Kocasının ölümüne dayanamayan kızkardeşi bir gün sonra ölür.
Vonnegut'ın üçü kızkardeşinin yetim kalmış çocukları olmak üzere altı çocuğu
oluyor bu olaydan sonra.
[4. Hafta]
20 Ekim, Cuma
"Gündüzlerinin rehavete sebep olan harareti ne kadar tatlı! Ve
bu gündüzler, güzel kokulu şebnem ile nemli ve bir Gürcü güzelinin gözlerine
benzer yıldızların parlaklığıyla süslenmiş ve aydınlanmış!"
Lermontov'un İblis'ini Madam Gulnar
'tercümesi'nden okurken (Büyüyen Ay Yayınları, 2018) bu cümle vesilesiyle Reha
Mağden'i hatırladım. (Şimdi de Perihan Mağden'i hatırladım! Şu hatır[lam]alar
da olmasa, telefonlar çalmasa...) Şöyle demişti: "Gürcü’ye sormuşlar,
‘Gürcü olmasaydın ne olurdun?’ diye, ‘Mahcup olurdum’ demiş." Bir millete
mensubiyet, buna yönelik memnuniyet, ırkî hezeyanlara prim vermeden ancak bu
kadar güzel ifade edilebilirdi!
Şiirini bir Kafkas masalı olarak sunmuştu Lermontov. İblis, Gürcü güzeli
Tamara'yı görünce içinde öyle bir fırtına kopar ki, Madam Gulnar'ın deyişiyle,
'tekrar salah kazanıp iyileştiği zannına kapılır’. Alıntı şöyle devam ediyor;
gündüzden aldığımı geceye veriyorum:
"Geceleri ise bin kat daha latif! Fakat tabiatın bu letafeti ne kadar
ölçüsüz olsa da, kovulmuş İblis'in çorak ruhunda kıskançlıktan başka his;
kinden, gayzdan başka bir gayret yoktu."
19 Ekim, Perşembe
Sabah 5'te uyandım. Durduk yerde, bir anda açılıverdi gözlerim.
Karanlıktı daha. Oda penceresinin gördüğü parkta ışıklar hâlâ sönmemişti. O an,
Ahmet Altan'ın Karanlıkta Sabah Kuşları denemesini hatırladım.
Yazıyı nasıl da büyük bir hayranlıkla okuduğumu düşündüm, geçen bunca yıla
rağmen unutamayışımı... Gözlerimi kapatıp uyumaya devam edebilirdim. Kalktım ve
balkona çıkıp bir sigara yaktım. Sabah kuşları hâlâ oradaydılar.
18 Ekim, Çarşamba
Zamâne sözlerinden şu 'toksik' lafını çok tuttum. Toksik arkadaşlıklar,
işler, işleyişler... Yığınla çiğliği tek kalemde anlatabilmek bir dil mucizesi
değilse nedir? Halk denen o soyut 'kütle'de bir irfan aranacaksa, ilk durak,
sözcük üretimindeki maharetidir. İster imal etsin, ister ithal.
17
Ekim, Salı
Öğlen yemeğinde bamya çıkmış bir günün
akşamında, Behlül abinin (Dündar) mail'i ile karşılaşıp mutlu oldum. Bu defa, “şiirlerin
şiiri” notuyla bir Ceyhun Atuf Kansu şiiri paylaşmış benimle: Bozkırda
Yaz Saatleri. Güzel şiirmiş.
Esip gider seher yeli, uyuyan güllerin rüzgârı,
Düşüncelerim hasat gününde böyle sapsarı
Bir edebiyatçıya ama özellikle de şaire yapılabilecek en büyük kötülük, onu bir
'ders kitabına almak' olmalı. Sırf bu yüzden ıskaladığımız, birkaç 'onaylanmış'
şiirden ibaret sandığımız şairler az değildir.
Kansu'ya, Hasan İzzettin Dinamo ile karşılık vermek istedim ama kitaplığın
karşında ne kadar göz gezdirsem de Çoban Şiirleri'ni bulamadım.
Aynı yayınevinden çıkmış Yesenin'in Lirikler'i yerli yerindeydi
ama Çoban Şiirleri yoktu. (AYÇA Yayınları [Anadolu Yazarlar,
Çevirmenler ve Araştırmacılar Yayın Üretim Kooperatifi]. YAZKO gibi, 12 Eylül
karanlığını bir araya gelerek aşmaya çalışan düşünce insanlarının bir başka
girişimi.) Sonradan anımsadım: Yesenin'i aldığım sahafta yan yanaydılar ama
bile isteye almamıştım o kitabı. Neden? Hasan, İzzettin yeterince yabancı isimler olmadığı için mi?
Üzülmek için ne çok sebep var... O günkü önyargım çoktan yitmiş olsa da,
biliyorum, bugün yerine başkalarını koydum. Bütün bunlardan habersiz, Behlül
abiye son yazdığım şiirlerden birini yolladım.
16 Ekim, Pazartesi
David Lynch'in The Straight Story (1999) filmini izledim. Hep izlemek
isterdim de vakti bu günmüş. Hoş ve boş bir Amerikan hikâyesi. [Kuzey] Amerika
Edebiyatının özünü oluşturan şey, böylesi boş hikâyelere yüklenen yoğun
anlamdan başka şey değil zaten. Bu yüzden de bir şekilde yakalıyorlar insanı...
Filmi izlemeden önce hakkında bilmediğim tek şey Walt Disney yapımı olduğuydu.
Walt Disney'den nefret ederim ama çektikleri bir film var ki,
unutmadım-aklımda: Never Cry Wolf (1983). Hikâyesinin sonunda şöyle diyordu
'kurtlarla koşan erkek' kahramanımız: En sonunda basit cevaplar yoktu.
Kahramanlar, kötü adamlar yoktu. Sadece sessizlik vardı.
Bir hikâyenin son sözleri, böyle yüreğe işleyen cinsten olunca ve bir de fagot
eşliğinde söyleniyorsa unutabilmek mümkün olmuyor! Tıpkı, Kuru Otlar Üstüne'de
(2023) Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı gibi.
15 Ekim, Pazar
Önce Gabor Mate sonra Norman Finkelstein'in Filistinlilere karşı 75
yıldır süren İsrail devlet faşizmi üzerine söylediklerini dinledim. Mate, "Yani
mesele Filistin yanlısı olup olmamak değil. Mesele adaletten, özgürlükten,
hakikatten yana olup olmamaktan ibaret." diyordu. Mate’in bu
güncel konuşmasında da değindiği üzere Filistin yanlısı tutumu yüzünden
Amerikadaki üniversitelerde kendisine kadro bulamayan Finkelstein ise birkaç
yıl öncesine ait bir videoda, ağlayarak İsrail'i savunan genç bir kadına karşı
sözünü sakınmıyordu: "...gözyaşlarıyla daha fazla sindirilmeyi ve
yıldırılmayı reddediyorum. Eğer bir parça vicdanınız olsaydı Filistinliler için
ağlardınız, İsrail için değil."
Sevan Nişanyan ise,
'yerleşimciler' denen işgalcilerin, âdeta kafese kapatılmış insanların bakış
hizasında festival düzenlemelerinin, parti yapmalarının nasıl bir gözü
dönmüşlük, ne tür bir psikopatlık olduğunu gayet sarih bir dille ifade etti. Ya
da Roger Waters, yine Filistin bayrağı açmış konserinde...
Günlerdir kimyasal
bombalar yağıyor Gazzelilerin üzerine. Yakında karadan da saldıracaklar.
İnanılmaz ama tomalarla lağım suyu sıkılıyor insanların üzerine. Ağır çekim bir
soykırım yaşanıyor, zorbalığın kitabı yeniden yazılıyor... Bu kez kimsenin ‘haberimiz
yoktu’ demeye hakkı yok. Konuyu, hâlâ, bir sekülarizm meselesine
indirgenleyenler var ülkemizde. Meseleyi Hamas militanlarının yeterince 'şık'
olmayan davranışlarından ibaret görenler...
Filistin halkı ile
empati kuramayanlara, kanser hastası bir genç kızın, yardım rica ettiği ‘bir
yetkili’ yarafından eline tutuşturulan sadakayı geri verirken ağlayarak
söylediklerini hatırlatmak istiyorum: Görüyorum ki siz hiç çaresizlği tatmamışsınız
hayatınızda.
14
Ekim, Cumartesi
Louise Glück ölmüş. Dün ölmüş, bugün
duydum. Şairlerin ölümü beni çok etkiliyor. Diyebilirim ki, en çok da böyle
zamanlarda hayatın nasıl bir şey olduğu üzerine düşünüyorum, dalıp gidiyorum
sonra... Güven Turan'a mail attım ve Glück için başsağlığı diledim. Şairle
okuru arasındaki bağın ne demek olduğunu bilirim. Sonra şiirlerini okudum,
kendimce andım bu güzel yaşamış şairi.
Çünkü yürekteki yara
Akıldaki yara demektir aynı zamanda
(Çev. Güven Turan)
[3. Hafta]
13 Ekim,
Cuma
Akşam
yemeğini Yunus Emre hocayla yedik. Sonra da EspressoLab'da kahve... Yunus hoca
Diş Hekimliği Fakültesinde çalışıyor. Çok yoğun ve boktan bir hayatı var. Bu
kadar çok çalışmak yersiz diyorum ama anlamıyor... Bir çeşit moral yemeği oldu
bizimkisi. Akışkan olmayan sohbetimizin bir yerinde, çocukken okumaktan çok
hoşlandığı Meydan Larousse ansiklopedilerinden bahsetti. Annesi, köydeki
teyzesine vermiş tüm ciltleri. Teyzesi de sayfalar soba yakmakta kullanışlı
olur diye memnuniyetle almış hepsini ve bir güzel yakmış.
Bu güzel
hikâyeye ben de bir karşılık verdim ve hocaya, beş yüz bin insanın öldüğü
Leningrad Kuşatmasında bir apartman dairesinde sıkışmış halde bekleyen Mihail
Bahtin'den söz ettim. Her gün öldürülme korkusuyla yaşayan yazarın yeterince
tütünü olsa da sarmak için kağıdı yokmuş. Yanında bulunan ve on yıldır üzerinde
çalıştığı bir müsveddeyi, sayfalarını yırtıp yırtıp sigara kağıdı yapmış. Bir
güzel içmiş.
İzleyeceğini
bilsem Smoke'u (1995) da önerirdim ama bu kadarla yetindim.
12 Ekim,
Perşembe
Kıraathane'nin YouTube hesabında Ahmet Soysal'ın Ece Ayhan sunumunu izledim. Edebiyatın
sınırlarında gezindiği konuşmalarında daha önce Artaud ve Beckett'ten
bahsetmişti. Beckett sunumu da muhteşemdi ama Ece Ayhan... Bu konuşması,
yalnızca Ece'nin değil, -Büyük- Türk Şiirinin de hakkını teslim etmiş olması
ile edebiyat tarihimiz içinde anlamlı bir yerde durması gerekir. 50, 60 ve
70'li yıllarda Türkiye'de yazılan şiirin (İkinci Yenicilerin yazdığı şiirin) o
günün dünyasında yazılmış en iyi şiir olduğunu ifade etti Ahmet Soysal. [Erhan
Altan’ın uzunca bir süredir, çok sayıda yayınevi üzerinden sürdürdüğü Avusturya Kitaplığı geliyor aklıma.
Belli başlı dillerde İkinci Yeni şiirini tanıtmak için bir İstanbul Kitaplığı (ya da ve belki de Ankara Kitaplığı?) yapılamaz mıydı?] Bu şairlerinden yapılan
çevirilerin yeterli ve yeterince iyi olmadığından dem vurdu. (Yakınlarda, İlhan
Berk'in Enis Batur'a yazdığı mektupları okudum. İsviçre'de bir kasaba
kitapçısında Rilke ile kendi kitaplarından yapılan Fransızca bir seçkiyi yan
yana görünce nasıl mutlu olduğundan bahsediyordu.)
Şiir
yazmamış (ya da yayımlamamış) bir 'şiirperver' olarak Ahmet Soysal'ı çok önemsiyorum.
Kendisine büyük saygım var... 91'de galiba; uluslararası bir şiir festivalinin
iki koordinatörü, Hilmi Yavuz ve Özdemir İnce birer kurban almışlardır: Yavuz
İsmet Özel'in, İnce ise Ece Ayhan'ın üstünü çizer. Şiirlerini okumak için
sahneye davet edilen İlhan Berk ise kendi şiiri yerine davet edilmeyen bu iki
şairin şiirini okur. Ahmet Soysal İlhan Berk’in uyarısıyla oradadır, şiirler
okunduktan sonra 'en arkadan', olanca gücüyle bağırır: aldınız mı cevabı? (Ece Ayhan'dan "Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt"ı okumuş İlhan Berk. İsmet Özel'in hangi şiirini okuduğunu da bilmek isterdim!)
Onun 'eşsiz
olanla' kurduğu yakınlık bana her zaman cesaret vermiştir. Özellikle Dağlarca
ve Ece'yi ya da Sürrealistleri ondan okumak gibisi yok. Onu okuyunca yeis
işlemiyor insana, dünya hafifliyor. Edebiyatın derin suları, şu kısa dünya
hayatımızın en güzel mekânı. Ahmet Soysal ise, "sonsuz derinliği
gören" çağdaş bir Gılgamış gibi ölümsüzlüğün peşinden giden gerçek bir
kahraman.
11 Ekim,
Çarşamba
Acun, neden
sabah erken kalkmak zorundayız, daha geç başlayalım işe demiş, Candaş Tolga'nın
yayınında. Düşüncesini, kitle iletişim araçlarının bunca yaygın olmadığı,
insanların karanlık çöktükten sonra yapacak bir şey bulamadıkları için erken
uyuyup erken uyandıklarını söyleyerek temellendiriyor. Sabahın köründe yarı ölü
işe gidenlerin dramından, kendisinin de vaktiyle bunun çilesini çektiğinden dem
vuruyor... Nietzsche'nin bir sözü geliyor aklıma: "Bana sen haklısın
diyorlar. Hayır, hayır, ben çok haklıyım." Acun, çok haklı. Çok çok haklı.
Sabah erken uyanmak çağımızın dramlarından biridir. ‘Uyumak zarunda olmak’tan
bütün hayatım boyunca nefret ettim...
Pandemi
korkusunun azıttığı bir dönemde birkaç aylığına filan yürürlükte kalan bir
uygulama oldu: işe saat 10'da gidip 4'te ayrılıyorduk. Üstelik, bir hafta
çalışıp bir haftayı evde geçirerek. Arada bir Leyla ile konuşurken lafı
açılıyor; pandemiye rağmen, hayatımızın en güzel aralığı olarak
anıyoruz o günleri. Çocuklar gibi şendik ve dinçtik.
*
Frantz Fanon'u
erken sayılabilecek bir yaşta okudum. Babamın kitaplığında satır altları çokça
çizilmiş iki kitabı vardı: Yeryüzünün
Lanetlileri ve Cezayir Bağımsızlık
Savaşının Anatomisi. O zamanlar çok sert bulmuştum yazdıklarını ve yine
aynı dönemde ilgimi çeken, hakkında bir şeyler okuduğum Gandhi'nin tavrının
daha doğru olduğuna kanaat getirmiştim. Şimdi sorulsa, ikisi de doğru tavır
derim. Fanon'un "göze göz" demekten başka çaresi mi vardı? Varsın
dünya kör olsun.
10 Ekim,
Salı
Leyla ile
telefonu kapadıktan sonra film izlerim diye düşünüyordum ama açtım, Natalie
Merchant dinlemeye başladım. Bir anda aklıma geliverdi. Hey Jack Kerouac,
Carnival... Bazen, şarkısına başlamadan önce, 'ilgili kitaptan' birkaç cümle
okuyan bu özel insanı bir vakitler çok dinlemiştim. Sonra, "Hastası
Olduğum Kadın Vokaller" gibi bir yazı hazırladığımı hatırladım, yine bu
blogda! Açıp baktım, yıl 2016.
İlk sırayı
Natalie'ye ayırmış ve şöyle demişim: Şarkı söylemek, sesten öte ve önce bir
eda işidir. Ben Merchant'ın edasında, erkeklere daha çok yakıştığı düşünülen “hayatı kaymış kırık insan” ifadesinin en
kristalize hâlini görüyorum.
İnsanın
kendisini okumasından daha şifa verici çok az şey vardır. O gün, tam orada bir
yere gömdüğü, yıllanmış, kalpten gelen o sözcüklerini bulan insan, birkaç
dakikalığına da olsa bahtiyardır.
Listemdeki
diğer isimler ise şunlarmış: Sinéad O'Connor, Sara Lov, Margo Timmins,
Despina Vandi, Norma Jenkins, Marissa Nadler, Victoria Legrand ve Jenn Wasner.
Sıkı kadro.
Bu insanları Ahmet San bile bir araya getiremezdi! Mutlaka birkaç eksik
olurdu... Geceyi, diğer isimleri dinleyerek geçirmeyi düşünüyorum. Düşüncenin
sonunda ne olur bilinmez.
9 Ekim,
Pazartesi
İnsan
utanıyor. İşgal altında bir ülkenin insanları aç susuz, gece karanlığında ölümü
düşünüyorlarken utanıyorum. Sabah erken kalkanın komşusunu boğazladığı
çağlardan bu güne, ne değişti. Tarih kötüdür...
Vahşiliğin
biçimlerinden biri: adıyla-soyadıyla yazan biri, öyle genç filan da değil,
Filistin'deki insanların Türkiye'ye sığınma ihtimalini düşünerek kendince
toplumu uyarıyor. Demografimiz bozulabilirmiş. Böyle bir çürümüşlük nasıl tarif
edilir anlatmakta zorlanıyorum.
Yıllar önce
kapitalizmi taşlayan bir çizim görmüştüm. Üç karede anlatılan yazısız bir hikâyeydi.
İlk kare: şişman, kılık kıyafeti yerinde bir adamın kolunun altında iki somun
var. Sonra: kemikleri seçilen zayıfça bir adam çaresiz ve çekingen bir şekilde
şişman adama yaklaşır. Ve son kare: şişmanın bir elinde somun, öbür elinde yoksula
doğrulmuş bir silah vardır. O bir somun, silaha gitmiştir, her açıdan daha
faziletli bir seçenek olan bölüşmeye değil... Neyse ki dünya, sonunda şişmanların
da öldüğü bir yer.
8 Ekim,
Pazar
Hitler
cehennemini yaşayan mazlum Yahudilerin 'kutsal topraklar'ına gidip yerleşmesine
izin veren İngilizler için şöyle dendiğini okumuştum: nasılsa başaramayacak ve
kendilerine önerdiğimiz Uruguay ülkesi içindeki yere râzı olacaklar...
İngilizler, onca Arap ülkesi arasında küçük ve son 3000 yıldır hiç askerlik yapmamış
bir toplumun ayakta kalamayacağından neredeyse emindi. Yine de, maruz
kaldıkları mezalimin acısını bir nebze dindirebilmek adına bu istek geri
çevrilemedi.
Başardılar.
'Onca' Arap ülkesini dize getirdiler. Kazandılar. Yehova, sabreden bir toplum
için vaadini tuttu! Çölü adam ettiler. Bulundukları coğrafya ile tamamen tezat bir
refah ülkesi kurdular. Bugün Avrupa'da yaşayan, ortasınıf, eğitimli bir
Yahudinin bile cazip bulup yerleşmeye karar vereceği bir ülke oldu İsrail.
Çağımızın en gözde bilim insanlarını, düşünürlerini yetiştiren bir ülke.
Amerikan
senatosu, vaktiyle, John D. Rockefeller'a, sahip olduğun 129 milyon doların her
kuruşuna kadar hesabını ver deyince, ilk 1 milyon dolar hariç geri kalan her
kuruşun hesabını veririm demişti. Böyledir. İsrail, hesabını veremeyeceği bir
kuruluşun hikâyesini yazıyor şu ara. Genesis'in son sayfalarındayız. Bir
zamanlar bir Filistin vardı diyeceğiz.
7 Ekim,
Cumartesi
Hamas,
İsrail'e saldırdı. Şaşılacak bir zindelikle saldırdı. Sivil, asker dinlemeden
öldürdüler. Tıpkı İsrail gibi... Savaşta hep bir ahlak aranır, bu yanıyla
sorgulanır savaş. Oysa savaşanın yanına alacağı son şeydir ahlak. Batmamak için
önce ondan kurtulur. Bir zaaftır bu, öte türlü dibi boylar. O ki, ilkelerini
kendine azık etmiş kişidir.
Yalnızca Hz.
Ali geliyor aklıma, aksi bir örnek olarak: savaşta avret yerini açan bir
müşrike karşı suratını ekşitmiş ve son darbeyi indirmeden peygamberin yanına
dönmüştü...
Savaşlar
bitmiyor, tarih hükmünü sürüyor. Olan bu.
[2. Hafta]
6 Ekim, Cuma
Edebiyat Nobel'i İskandinavya'da kalınca sonuç soğuk
karşılanıyor... (Bu espriyi X'te
yaptım önce ama tutmadı. Esprilerim tutmaz zaten. Son tutan esprimi orta ikide
dershanedeyken yapmıştım, bütün sınıf öyle bir gülmüştü ki çıkan
gümbürtüden ürkmüştüm. Hâlâ, arada bir aklıma gelir: ne dedim acaba?) Norveçli
yazar Jon Fosse'ye gitmiş ödül. Okumadım, şimdilik okuma arzusu da duymuyorum.
Yayıncısını da sevmiyorum zaten... Nobel'i biraz da yaşattığı sürprizler için
seviyorum. Her boydan yazarın alabileceği bir ödül. Fikret Doğan'ın yazısındaki
gibi, bir geri pas bile alabilir Nobel'i: “Acımasız
bir dünyada tek makul davranışın bir pas olduğunu ironik bir dille
göstermiştir.”
D. H. Lawrence, İtalya'da
Alacakaranlık adlı şahane güncesinde şöyle der: "İnsan yürüdüğünde
batıya ya da güneye gitmelidir. Kuzeye ya da doğuya gitmek kör noktaya doğru
ilerlemektir. (...) Güneye ve batıya doğru ilerlemeliyiz. Güneye ve batıya
doğru ilerlemek mutluluk vericidir."
Ödüller de öyle! Yine de, tabii, Kuzeyli dostlarımızı
sevmediğimiz anlamına gelmez bu. İlla bir süre Kuzeyde kalma niyetinde iseler,
2024 için bir Nobel toto yapıyorum ve ödül, İskoç şair Don Paterson'a verilecek
diyorum. Hani, “Kendi içime düşüyorum ve
içimdeki yıllar sayılı” diyen şair.
5 Ekim, Perşembe
Perşembe iş çıkışı Hakan Çelik'in Radyo 3'teki Tren Yolculuğu programına denk gelmek,
gelip geçen haftaların, yılların güzel bir klasiği haline geldi benim için.
Harika bir kültür insanıdır Hakan Çelik. Vasat-altı bir gastede yazıyor olması,
gazetecilik adına işe yaramaz TV programları yapıyor olması sizi yanıltmasın.
Programı, 16-17:00 arasında olduğu için iş çıkışı, son bir-iki şarkıyı
dinleyebiliyorum artık. Eski uzun, boş vakitler yok artık... Ergenlik
yıllarımdan bu yana benimle olan dostumdur Radyo 3. Tren Yolculuğu ise onun en
güzel programlarından biri.
Bu gün, bir kez daha, Manos Hacıdakis'in Athanasia'sı ile kapandı program. Ama
Hacıdakis'ten değil, Mario Frangoulis icrasını çalıyor Hakan Çelik. Benim de
dinlediklerim içinde en sevdiğim budur. Duru bir öğledeymiş gibi, durgun geçen
akşamlara sesleniyor Frangoulis. Sözleri Nikos Gkatkos'a ait şarkının en
sevdiğim bölümü şurası: "Seni sevdi tüm dünyadan krallar, şairler/ Ufacık
bir nane dalı bile bağışlamadın onlara". Aklım, Yeats'in şiirine gitmesin
de ne yapsın:
Kim bilir kimler sevdi senin o neşeli
anlarını
Vuruldular güzelliğine sahte ya da hakiki
aşkla,
Ama biri, yalnız biri buldu sendeki uçarı
ruhu
Ve tutuldu yüzünün o gidip gelen hüznüne
(Çev. Levent Yılmaz)
Bir de, "Müzikle Gelen" adlı bir programı
vardı Radyo 3'ün, bitti gitti. Kim bilir kaç kez kendimi o programın 'müzikle
gelen'i olarak düşledim, hayatımı serimleyen o beş şarkıyı düşledim. Athanasia,
kesinlikle o şarkılardan biri. Kollarımda demet demet nane dalı ile gidecektim.
4 Ekim, Çarşamba
The Hollywood Reporter adlı dergi, 21.
yüzyılın en iyi 3 dizisini şöyle sıralamış:
3. Succession (Bir labirentti!)
2. The Sopranos (Upuzun bir romandı!)
1. Mad Men (Herıld yani!)
Mad Men, tartışmasız en iyisi.
Bu diziyi büyük kılan şey, benim gözümde insanlık tarihinin en özel yıllarında
gezinerek hikâyesini kurmuş olması: 1960-70.
Öyle ki, Philip Larkin "Annus Mirabilis"i bu
yıllarda yazdı. Yazdı yazmasına ama 70'lerde yayımladı, yayımlayabildi. Sonraki
her yıl, annus horribilis.
Herkesin berbat yılı kendisine. Ama şurası kesin:
60-70 arası özeldi ve birkaç mucize yaşandı.
3 Ekim, Salı
Günler sonra götüm yere değdi. Bir yere gitmedim.
Boyuna oturdum işyerinde. Rahmetli dedem, götü yere yakın olandan korkulur
derdi. Ben uzunum ama kısa boylular yüzünden kamburlaştım. Suçu onlara
atıyorum, evet.
*
Horowitz'in doğum gününü hatırlatan, kutlayan Ahmet
Makal’ı vesile kılıp, Zubin Mehta'nın orkestra şefliğindeki Rahmaninov'un 3.
Senfonisini dinledim bugün. Beni çok etkileyen bir performans. Batı sanatının
zirvelerinden diyeceğim ama Rus sanatını Batı’ya dâhil etmek ne kadar isabetli
olur emin değilim. (Vaktiyle, Medvedev’in başkanlığı döneminde, bir imama
suikast düzenlenmişti Rusya’da. Medvedev çıkıp “biz Ortodokslar Batı’dan ziyade
Müslümanlara daha yakınız” demişti. Ortodoksların Katolik Batı’ya olan
mesafesini biliyorum ama ‘yakınlığını’ bu denli açık ifade etmesi beni
şaşırtmıştı.) Rus-Tatar bir besteci, Yahudi bir piyanist ve Hint bir şef New York'ta,
Batının kalbinde ihtişamlı bir konser veriyorlar. Yıl 1978.
Komünistler tarafından "burjuva tarzında
müzik" yaptığı gerekçesiyle ülkesinden dışlanan biriydi Rahmaninov. Neyse
ki ayrılabildi o cehennemden. Kalanların akıbeti daha kötü oldu… All-Night Vigil üzerine çok çalışmıştım.
Bundan ilhamla bir şeyler yazmaya çalıştım, devam ediyorum hatta.
Tamamlayabilmek için bir şatoya ihtiyacım var!..
*
Ben her geçen gün sekülerleşiyorum ama ruhum sofulaşma
eğiliminde. Buna anlam vermekte güçlük çekiyorum. Çelişki: hayatın ta kendisi.
Dedem böyle değildi, dosdoğruydu, gerçek bir sofuydu. Upuzun sakalları vardı.
Dualarını mırıldanışını ve tebessümünü unutmuyorum hiç.
2 Ekim, Pazartesi
Yol bitmiyor. Yol benim hayatım. Birhan Keskin'in
deyişiyle, Y'ol.
Bu defa Çiçekdağı'na gidiyorum. Git-gel 5 saatlik yol.
Kasabadan hallice ilçenin eski adının, eski derken Cumhuriyet öncesi adının
Mecidiye olduğunu cadde üstündeki Mecidiye Tütüncüsü, Mecidiye Market
isimlerinden fark ediyorum. Başka Mecidiyeler, Aziziyeler olduğu biliyorum.
Elazığ adı da benzer bir yapay evrim geçirmişti. Elaziz, Elazık olmuş sonra
birdenbire Elazığ. Bana sorulunca Harputluyum diyorum.
Her başa geçenin şantiyeye çevirip gittiği, geçim
derdinin, adalet ümidinin bitmediği canım ülkemde üzerinde durmaya değmeyecek
ayrıntılar.
1 Ekim, Pazar
Kahvaltıda semizotlu salata, yumurta ve antep peyniri
yedik. Bazen peynirden fıstık tadı geliyor. Fıstık ağacının yapraklarını yiyen
keçileri düşündükçe gülümsüyor insan. Filtre kahvemizi Espressolab'da içtik.
Ben pek anlamıyorum ama kahvesi en iyi yer burası diyor Leyla. Evde dripper ile
kendi yaptığım yumuşak içimli kahvem hepsinden güzel geliyor oysa bana.
Dönüşte üç öğrenci aldım yanıma. Biri Suriyeli. Adı
Hüseyin'di, aksanı da yoktu ama Suriyeli olduğunu mahcubiyetle belirtme
ihtiyacı hissetti. Diğer çocukların tepkisi ne olacak diye bekledim ama
kimsenin bireylerle bir derdi yok. Buna şahitlik etmek beni mutlu etti. Geçim
derdi ve gelecek kaygısı ile de olsa bir şekilde ortaklaşıyoruz...
Sonbaharı karşıladım, yazı ardımda bırakıp. Yağmur,
yol boyunca dinmedi. Bu kez 5 buçuk saat. Şoförlüğüm iyi değil.
30 Eylül, Cumartesi
Ayıntab. Antab. Antep. Gazi şehir. Seviyorum burayı,
insanlarını. Alleben'i ve onu kent boyunca kucaklayan Kavaklık Parkı'nı seviyorum.
Bey Mahallesini seviyorum. Gaziler Caddesini değil ama, katmerci Zekeriya
ustayı, şambali tatlısı satan seyyar satıcıyı, nohutçu Recep ustayı ve caddenin
sonundaki Tahmis Kahvesi'ni, özellikle burayı çok seviyorum. Yine; yeni
mekânlardan Udma Peynir Müzesi'nde kahvaltı yapmayı, Halil Usta'da lahmacun,
müdavimi olduğumuz Urfa Tike Ciğer'de canımız ne isterse onu yemeyi, Koçak'ta
ya da Zeki İnal'da baklava yemeyi, Mutfak Sanatları Merkezi'nde yuvalama yemeyi
seviyorum. Cumba'dan fıstık, Karaoğlu'ndan badem... İnsan, dünyaları yese
doyamaz burada, bu kentin sunduğu güzelliklere.
Antep’in sokaklarında yürürken, sahaflarında pazarlık
ederken, ister istemez Onat Kutlar'ı ve Ülkü Tamer'i düşündüm ama bu şehirde
onları düşündürmek bir yana, onları aklına getirecek pek bir şey bulamadım.
Belki 15-20 yıl önce böyle değildi. Kültürel atmosferi ile şimdilerde daha çok
Mehmet Barlas'ı akla getirecek bir kent görünümünde Gaziantep.
[1. Hafta]
29 Eylül, Cuma
Bir hafta geçti. Öğleden sonra 2'de izin aldım,
Leyla'mın yanındayım. 4 buçuk saat sürdü yol. Blablacar'dan 3 kişi aldım araca.
Bir memur, bir öğretmen ve bir öğrenci. Meslekler ne kadar çeşitlense de
konuşacak bir şeyi olan insanlar çok az. Sessizliğe tahammül etmek benim için
zor mesele. Havadan, sudan; suya sabuna dokunmadan öldürüyoruz zamanı.
İçanadolu'dan Güneydoğu'ya giden bir yoldu. İnsanın
içi, inceden bir ferahlık hissi ile doluyor; sevdiğine ulaşmanın yanı sıra.
*
2008 yazında, böyle bir ferahlık ihtiyacı ile
Elazığ'dan kalkan bir otobüse bindim ve Mimar Sinan'ın tiyatro sınavlarına
girmek için İstanbul'a gittim. Aileme haber vermemiştim. Nasıl olduysa
öğrenmişler, babamın telefondaki sesi kahrediciydi: "yapma, geri dön
oğlum, bize göre değil o iş". Kendimi Seda Sayan gibi hissetmiştim...
Trajedide Hamlet, komedide Kibarlık Budalası. Bir kez bile sesli
prova yapamadığım için sınavda kulağıma ulaşan sesimi yadırgadım, her şey
birbirine karıştı, başaramadım. Karşımdaki heyette yer alan hocalardan biri,
bir kadın, "nereden geliyordun oğlum" dedi merhametle bakarak. Çok
uzaktan hocam, dedim ve çıktım. O zaman fark edememiştim ama şimdi daha iyi
anlıyorum: sahnedeyiz hepimiz ve bu portakal rengi dünya, bir oyun sahnesidir.
Perdeleri hep açık.
28 Eylül, Perşembe
Birkaç
yıldır YouTube üzerinden takip ettiğim biri var: Ko Beomsuk. Ko usta. Moda
tasarımcısıyken kendi marangozhanesini kurmuş. İşlerine baktıkça, bir başka
ahşap ustasını, Antonio Stradivari'yi hatırlıyorum. Ko usta, benim için bugün
yaşayan Stradivari'dir. Sanallaştıkça sanrıları artan bir dünyada, somut
şiirler üretiyor. ‘Yapıt’larını kurarken onu izlemek beni teskin ediyor.
Elinden çıkma, hatta elinden düşme bir şeyim olsun isterdim. Katı ama
buharlaşmayacak bir tutamak.
*
Bütün peygamberleri bilirim. Kimin hangi mesleği yaptığını da. Nedense çocukken
bunu bilmeyi önemserdim. İşi neymiş, geçimini nasıl sağlıyormuş diye
düşünürdüm. Memur çocuğu olmaktan başka izah bulamıyorum bu yaptığıma. Sadece
bununla kalsa iyi, tanıştığım herkese, kısa bir süre geçtikten sonra, bir
punduna getirip, "baban ne iş yapıyo" derdim. Hâlâ da değişmedi bu huyum.
Şimdilerde daha usturuplu yapıyorum sadece. Biraz zamana yayarak... Hiç
unutmam, lisedeyken bir çocuk başka bir şubede okurken bizim sınıfa getirildi,
bizzat müdür getirdi, sınıfa takdim etti çocuğu. O gün sıra arkadaşım okulda
olmadığı için direkt benim yanıma oturmasını söyledi. Rahatsız oldum. Bozuk
attım elemana. Ders sırasında, biraz da umursamadan kimsin, nesin sorularımı
yönelttim ve asıl soruya geldim: baban ne iş yapıyo? Bir an bile duraksamadan,
"fabrikası var" deyiverdi şerefsiz. Ağzımdan çıkan ilk sözcük
"ÇÜŞ" oldu. Biraz yüksek sesle söylemişim ki hoca yüzünü bizim
tarafa, arka sıralara çevirip "ne oluyor orda" dedi. N'apiyim hocam,
ilk defa babası fabrikatör birini görüyorum, diyemedim tabii. Başımı eğip çiçek
oldum... Çocuğun adını unuttum ama lakabı aklımda: poşet. Babasının poşet
fabrikası vardı.
*
Nuh peygamber, malûm, tersane ustasıydı. Bir başka deyişle, neccar. Kısaca,
kereste işindeymiş diyebiliriz. Şimdilerde marangoz deniyor. (Ayrıca, tufan
Doğu Karadeniz 'dolaylarında' oldu. Bakın bu, bilimsel veriye dayanan güzel bir
bilgidir. Meraklısına, Nuh peygamberimizin mübarek eşkâli hakkında da fikir
verebilir!)
Neyse, bence marangozluk, çobanlıktan sonraki en şahane peygamber mesleği.
Mesela Âdem babamızın mesleği ne diye araştırırsanız 'sofi' olduğunu
göreceksiniz. Kesinlikle en kârlısı. Hatta, buna teşmil edebileceğimiz bir
kitap ismini anarak söylemeli: Hiçbir üstad böyle kâr etmemişdir.
Gerçi sofiler değil, softalar kazanır. Sofiler çilecidir, ilkeli insanlardır. Âdem
babamız da evlatları ile sınandı… Adıyamanlı dostumuz Lukianos, düzmece yalvaç
Aleksandros'un hikâyesini anlatmakla bu düşüncemizi pekiştirir.
27 Eylül, Çarşamba
Yorgunum. Bu benim en çok kullandığım kelime. Hayır, yalnızlık değil,
yorgunluk. Yorgunluk ömür boyu. Leyla'yı da bıktırdım zaten bitmeyen yorgunluğumla.
Artık o da yorgun.
*
Bu akşam da Seamus Heaney okudum. (Eskiden bir kitabı bitirmek gerektiğine
inanırdım. Şimdiyse, evet, hâlâ öyle düşünüyorum.) Günlerdir, yorgun
akşamlarımda bana eşlik ediyor. Birkaç şiir okuyup düşüncelere dalıyorum. Nasıl
da kendine güvenen, duru bir sesi var. Wordsworth'ü hatırlatıyor.
Varlığın ağırlığı. Ve şiir, olan bitenin sıkıntısındaki
Uyuşukluk. Ve benim ellili yaşlarımı bekleyişim
(Çev. Tamer Gülbek)
Beklediği kadar varmış. Tanrı ona, ellili yaşları için bir Nobel ayırmış. 56
yaşındayken. Bir şair için genç sayılabilecek bir yaşta.
Gençliğinde şiir için her şeyini verecekmiş gibi sesi gür çıkan isimlerin, orta
yaşlarındaki o uzuuuun sessizlikleri beni düşündürüyor. Ne bu, hayat şairi
terbiye mi ediyor? Edebilir mi? Sonra yaşlanıp, hey millet ben geldim edalarında dönenlere ne demeli peki? Şiir,
her şeyin başındayken ya da çoğu şeyin sonuna geldiğimizde ihtiyaç duyduğumuz
bir şey mi? Sahiden öyle mi?
Kimseye kızamıyorum ama korkuyorum, ben de mi böyle olucam? Olmayanlar var ama
onlar da üzgün duruyorlar. Öyleymiş gibi yazıyorlar. Yine de biliyorum,
Hesse'nin deyişiyle, şair olundu mu bir kez, bir daha geri dönülemez. (Anlatım
bozukluğunu, anlam bütünlüğüne kurban ettim!)
Öte yandan, doğrudur, Enis Batur’un da dediği gibi, bazı kitapları asla
bitiremeyiz. Yine de öyle isimler var ki zihnimde, adları bir mühür gibi
kuntlaşmış. Uyuşuk yaşlılık günlerimde de okumak istiyorum onları. Daima genç
kalacak gözlerimle.
26 Eylül, Salı
Ahmet Güntan'la yaptığımız bir yazışmada benim için söylediği bir şey
arada bir aklıma geliyor, gülümsüyorum: "bir zamansızlığın içinde
etrafı seyreder gibi bir halin var hep."
Aklı olan, büyük bir şairden küfür bile işitse öper alnına koyar. Benim böylesi
bir sözü (neredeyse 'tespit' diyeceğim) unutmam mümkün mü?
Birkaç yıl önce ölen genç sayılabilecek bir romancı –sonradan siyasetçi de oldu–,
imzalattığım 'ödüllü' kitabını (e bu kadar tüyo verdim, tahmin edersin),
"geniş zamanlarda buluşmak ümidiyle" notunu düşerek bana uzatmıştı.
Zaman ve seyir! Ben, herhalde, bu ikisinin kötü, kusurlu bir çıktısıyım.
Zamanla daima kötü bir ilişkim oldu. Ona bağımlı oldum hep. Beni ondan ayrı
düşürecek diye, rüya bile görmek istemiyorum. Uyumaktan nefret ediyorum, uyumak
istemiyorum, hiç istemedim. Bu da zaman(ım)la ilgili.
Çocukken inek otlatırdım. Türkçenin o güzelim kelimesi ile söylersem,
sığırtmaçtım yani. Çoğu zaman yalnız başıma olurdum. Sıkıntıdan kurtulmak için
bir çıkış yolu bulmuştum. (Hayır, rüyalar değil. Öyle olsa inekler bostana
girerdi ve bostancı inekler kadar beni de kovalardı.) Yüzümü akışkan bir
trafiğin olduğu karayoluna döner, aklımdan bir –bazen birkaç– arkadaşımı
düşünerek, "sola doğru giden 7.
araba V.'nin, sağa giden 9. araba benim" diyordum. Hangi araba daha
iyi/güzelse o kazanıyordu filan. (Hâlâ, çok uzaktan bile görsem bir arabanın
hangi markaya ait olduğunu bilirim. Arabalara ya da araba sürmeye hiç hevesim
olmadı, o ayrı.)
*
Zaman bir türlü geçmiyorsa, halen çok gençsin demektir. Böyle demişti
Mehmet Bizans. Zaman hâlâ çok hızlı geçmiyor benim için. Bir
türlü geçmeyen günler de uzakta kaldı. Şarkıdaki gibi: Tam ortasındayım yolun/ Koşunun ortasındayım. Anlayamadığım bir
şeyler var hep. Bakıyorum ama anlam veremiyorum. Lenz gibi, kafamın üzerinde mi
yürüsem, ne yapsam...
25 Eylül, Pazartesi
Bugün, çok güzel bir gündü. Mutluyum. İçimden bir şey yazmak gelmiyor.
Çetin Altan'ın meşhur numarasını çekmek niyetinde de değilim. İstesem pekâlâ
çekerim, çekmişliğim de çoktur. Ama bugün, o gün değil.
24 Eylül, Pazar
Pazar günlerini sevmiyorum. (Maupassant da sevmezdi. Yoksa sever miydi,
karıştırdım şimdi.) Yarın iş var. O güzelim cumartesilerini bile, "Allah
kahretsin yarın pazar sonuçta" diyerek heba ederim ben... Daha çocukken
babamın her sabah kalkıp işe gidiyor oluşu beni dehşete düşürürdü. Hoş, ben de
okula giderdim, okul anılarımı sevmekle birlikte bu disiplinli günler (bir başka Walseryen, Fleur Jaeggy’nin
kulaklarını çınlatayım) beni her hatırlayışımda üzecek kadar yorar. Yine de,
hiçbir şey işsizlik kadar üzücü ve yorucu olamaz. 'Bilen bilir' tabirinin en
uygun düşeceği yer burasıdır herhalde.
Şeylerin Ağırlığı'nda Marianne Fritz şöyle diyordu: Hayat bir yaradır ve bu yara kolay iyileşmez.
Yaralı, yorgun, üzgün de olsan, sarp bir dağ zirvesinde tek ayaküstünde duran
Dostoyevski kahramanı gibi hayatı bırakmamak, Walser'in deyişiyle, boyuna ona
doğru açılmak gerek. Başka bir anlamı yok hayatın.
*
2013'te Celan için yazdığım amatörce bir yazıda, "Hiç iyileşmeyecek
yaraların şairidir Celan." demiştim. (Bu cümlemi, Almanca bölümünde hocalık
yapan ve Celan üzerine kitap neşretmiş bir zat, alenen hırsızlamış. Kitabı
raftan indirip şöyle bir karıştırınca benim yazıyı okuduğu, çünkü bir vakit
takipleşiyorduk, ve bugün benim gözümde amatörce yazılmış olsa da Celan'a olan
halisane muhabbetimden etkilendiğini anladım. Bunu orda-burda duyurmak istedim
başta, ama böylesine utanmaz birinin kötülük potansiyelinden çekinip geri
durdum. Bu vasatlık afişe edilmeye bile layık değildi... Neyse, zaman geçti ve
şiir okurluğumda bana dorukları yaşatan bir metin olan Cem Yavuz'un Celan çevirisini
vesile kılıp daha iyi bir Celan yazısı yazmak nasip oldu. Çevirmeninden de
yazım için övgü aldım. Umarım o taşralı saksağan için yeni ilhamlar
bağışlayabilmişimdir. Alt tarafı bir blogger'ım nasılsa, kullansın, miri
maldır!)
Celan! Sahiden de hayat, bir yaraydı onun için. Kalbe
dokunacak bir sözün bile kendisinden esirgendiği bir hayat. Allah kimseyi böyle
üzmesin.
23 Eylül, Cumartesi
Dün Agota Kristof'un meşhur üçlemesini bitirdim: Büyük Defter ~ Kanıt ~ Üçüncü Yalan. Murat (Erşen) önermişti. Belki
10 yıl önce. Murat'ın önerilerini emir telakki ederim! Birkaç şey daha var
aklımda ondan kalan. (Mesela, Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’u.) Keşke eskisi gibi arada bir konuşabilsek
diye hayıflanıyorum...
Şok edici bir romandı. 20'li yaşlarımın başında çok gaste okuduğum için hangi
köşe yazarının roman okuyan biri olup olmadığını anlardım. Roman okumayanların
dili kupkuru olurdu. Vasat bir analiz bile romanın ruhaniliğine muhtaç oysa. Yüzlerce
teorik kitap, inceleme tek bir romanın gücüne erişemez. Roman okumayı ihmal
eden okuma edimi, kusurlu kalmaya mahkûmdur. İnsan ne yazarsa yazsın, romana
muhtaç. 'Deha' da başka türlü kavranamaz.
Kristof'un kitabındaki yerlerin hemen hepsi N. şehri, B. Köyü gibi yerler ya da
Büyük Şehir gibi ayırıcı bir isim değilken, birinin adı şöyleydi: Gül
Tepesi. Burası, işte, romancıların, roman okurunun muhitidir bana kalırsa.
Bugün yine Kristof'tan devam etmek niyetindeyim. Kitabın adı, Dün.
*
Dün'e başlamadan önce kirlileri makineye (makina?) attım. Evi sildim, süpürdüm.
Duşa girmeden önce tıraş oldum. Duştan sonra çamaşırları astım. Bornozla biraz
kitap okuyayım dedim. Dün'ün yanında Marianne Fritz'in Şeylerin Ağırlığı romanı vardı. Dün'ü bıraktım, Şeyler'e başladım.
Sıradaydı zaten ama Tuncay Birkan'ın romana dair büyük övgüsünü görünce
kayıtsız kalamadım. Hem, Walser ödülü almış bir roman, ben de bu yüzden aldım
zaten... 15 sayfa kadar okumuştum ki İsmail arayıp mangala davet etti. Tamam
dedim.
Akşam 9 buçuktu eve döndüğümde. Leyla ile konuşmayı özlemiştim. 11'e kadar
konuştuk. Sonra hasretle kapadık görüntülü aramayı.
22 Eylül, Cuma
Orta ikideyken Final Dershanesi'ne gitmiştim. (Bu dershane ilk şubesini
Elazığ'da, İstanbul Dershanesi olarak
açmıştır. Sahipleri Elazığlıdır ve Final
adıyla ülke genelinde bir markaya dönüşseler de Elazığ’daki dershanenin adını
değişmemişlerdi. Yani, aslında, İstanbul Dershanesine gitmiştim. Ya da halk
ağzıyla “İstanbul'a”.) Dergi formatında bir soru/pratik kitapçığı vardı dershanenin.
Ayda bir dağıtılan ve içinde her dersten sorular, çözümler barındıran bu
derginin son bir-iki sayfasında bulmacalar, bilmeceler filan olurdu.
Bilmecelerden biri aklıma kazındı, unutamadım. Şöyle: camilerde en ön sırada neden yaşlılar olur? Cevap: çünkü final sınavları yaklaşmıştır!
İmam tayfasını sevmediğim, vaaz diye anlattıklarına tahammül etmekte
zorlandığım için ezana yakın gidiyorum Cuma namazlarına. Haliyle son saflarda
yer buluyorum kendime. Bugün, bir anda, ön safın bir arkasında buldum kendimi.
Son bir adım kalmıştı ki kendime geldim. Camiye beraber girdiğimiz iş arkadaşım
geride kaldı. Bense yükünü boşaltmış bir kayık gibi mihraba doğru sürüklendim.
Sonra birden, olduğum yere çöktüm. Bir el, beni omuzumdan tuttu ve akışkan
bedenimi ıhtırdı.
Hutbenin konusunu anladıktan sonra kalbime döndüm ve yine o bilmeceyi
hatırladım. Bu ara çoğalan bir sesle ölümü düşünürken buluyorum kendimi.
Yaş 35. Final yakın mı, uzak mı? Ve nasıl? Kim bilebilir...
~B I G B A N G~
Yorumlar
Yorum Gönder