Ana içeriğe atla

[...] Günce


M. Milât Özçelik
[22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]

 
B İ T T İ ~
 
23. Hafta & 24. Hafta
 
Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.
 
Bir özel hastanede doğmuşum. Yaşımı ve Elazığ’ın koşullarını düşününce ilginç buluyorum bunu. “Özel Hayat Hastanesi” diye bir yer. Aynı hastane, aynı yerde mukim değilse bile artık, varlığını sürdürüyor. Kimbilir kaçıncı sahibidir şimdilerde... "İsmet nine" dememin tembihlendiği bir ebem vardı. Belki de doğum öncesi-sonrası yaptığı yardımlardandır. Ya da doğum sırasında oradaydı, bilemiyorum. İyi bir kadındı. Ölene kadar nine dedim, saygıda kusur etmedim, bayramlarda ziyaretine gittim. Türkçe bilmezdi. Kürt'tü.
 
Beş kardeşiz, en büyükleri benim. 'En büyük' olmayı hiç sevmedim: abi yok, abla yok... Abi neyse de, bir ablam olsun isterdim. Ablası olanların hayatın sıkılı yumrukları karşısında daha güçlü durdukları yönündeki yargımı 15 yaşımdan beri koruyorum. Annem tek çocuk olduğu, babamın kardeşleri ise köyde yaşadığı için, mesafeden kaynaklı kuzensiz geçen bir çocukluğum oldu. Akraba mefhumum zayıftır. Hiçbir zaman yalnız hissetmedim kendimi. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Yalnızlığı arzulayan bir çocuk oldum hep. Bunun kalabalık bir ailede büyümekle ilgisi olabilir... Yalnızlığı sevdim. Kendimle geçen bir çocukluktu benimki. Hep içime doğru dal budak salan bir yalnızlıkla büyüdüm. Büyümeyi sevdim. Her yaşımda kıyının ötesine geçme arzusu taşıdım. Bütün miskinliğime rağmen.
 
Benim ve diğer dört kardeşimin adı, doğum tarihleri ile birlikte evdeki en eski Kur’an’ın sonunda yer alan bir boş sayfada yazılıydı. Bunun simgeselliğini hep sevmişimdir. Çocukken sık sık ‘misafir odası’ndaki Kur’an’ın yanına varırdım. Yeşil renkte bir el örgüsü kılıf içinde muhafaza edilirdi. Saygıyla kılıfından çıkarır, üç kez öpüp alnıma götürürdüm ve arka kapak içinde yer alan yazıya bakar dururdum.
 
Çocukluğumun geçtiği mahalle ilginç bir yerdi. Orayı Rulfo’nun Comala’sına benzetirim hep ve oldum olası kendi Comala’mı yazma arzusu duyarım. Comala’dan daha vahşi daha yobaz ve neredeyse 'patafizik' bir mekândı. Bir köy değildi ama herkes köylüydü. Zazaca konuşuluyordu. Kadınların çoğunun Türkçe bilmediğini hatırlayabiliyorum. Hemen herkes birbirinin uzak-yakın akrabasıydı mahallede. Herkes aynı uzak köyden yakın bir vakitte şehre ‘inmişti’. Şehir merkezine yakın eski bir Ermeni yerleşkesiydi bu yer. Türküsü bile vardır, Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna... Mahalledekiler hakkında hiçbir şey söylemek gelmiyor içimden. Arkadaşlarım hakkında da. Bazılarıyla zamanla karşılaştık. Aynı dünyadan olup, bunca ayrı düşmek beni şaşırtıyor. Yoldan sapan ben olmuşum nedense. Böyle şeylerin dinamiklerini anlamakta akıl kifayetsiz kalır. Bir oyun sahnesi olan dünyamızın garip işleri.
 
Çocukluğum sözkonusu iken yalnızca dedemi ve ineklerimizi düşünmeyi seviyorum. Bir de durmadan kanayan burnumu sildiğim mendilimi: olmadık yerde kan süzülürdü burnumdan. Bu yüzden de hep mendil taşırdım yanımda. Öyle ipekli filan değil, alelade, fabrika işi pamuklu bir mendil. Onu, yaşadığımın bir ispatı gibi saklıyorum hâlâ. İneklerin otlayışını izlerken ne denli rahatladığımı düşünüyorum sonra. Elimden eksik olmayan sığırtmaç sopama yaslanır, ineğimin ‘doygun’ adımlarına ağır ağır eşlik ederdim. Sabah okul, öğleden sonra inek otlatma... Bazen dedemle çıkardık inekleri otlatmaya. Bana, sen git arkadaşlarınla oyna derdi ama ısrarla dedemin yanında kalırdım. Yaz-kış omzundan düşmeyen ceketini yere serip namaz kılışını izlerdim. Hep mütebessimdi. Aklımda kalan tek sözü yok. Tebessümü ve ilkeli hayatıydı onu zihnime kazıyan. Bir kez olsun televizyon izlemedi mesela. Anlamlı ya da değil, ‘aptal kutusu’na karşıydı ve ölene kadar (2006) ona sırtını döndü: arada bir, yanımıza gelirdi, biz televizyona bakınırken o sırtını ekrana, yüzünü ise bize dönüp gülümserdi. Bu fevkalade şiirsel sahneye kayıtsız kalamaz, televizyonu bırakıp dedemi izlerdim. Onun bizi izlemesini izlerdim... Akşam olmadan dönerdi eve. Onu görür görmez mutfaktan küçük bir su kovasını kapar, evimizin yakınındaki çeşmeye koşardım. Buz gibi suyu taşana değin doldurup, dedemin tabiriyle, ‘serin bir su’ ile karşıladığım için her seferinde 2500 liralık bozukluğu cebime indirirdim...
 
Son 12 yılı ağır bir parkinson hastalığı ile geçti. Çoğu zaman olduğu yerden ayağa kalkamıyordu artık. Her gün, birkaç kez nineme yardıma gidiyordum, dedemin kolundan tutuyordum, o da bana tutunup doğruluyordu... Onu kaybettiğimde 18 yaşımdaydım. Henüz her şeyin başında olduğum bir yaşta. Hiçbir şeyim yokken ve ne olacağım belirsizken. Onun benden hiç ümit kesmediğini biliyorum ama dedeme kendi paramı kazandığımı, başkasından yardım almadan ayakta durabildiğimi, iyi bir meslek edindiğimi ya da bir arabamın filan olduğunu gösteremediğim için üzülürüm bazen. Henüz bir evim yok. Dedem evini kendi yapmıştı. Kendi derken, kendi elleriyle... Dedemin torunu isem ben de başarabilirim bunu. O olsa, sen daha güzelini yaparsın oğlum derdi... Belki cennette buluşuruz senle, Bawheci. Sana yakın durmak, seni izlemek isterim yine.
 
Hayatımı anlatacağım diye çıktım yola ama fark ettim ki daha çocukluktan çıkamamışım. 20'li yaşlarıma kadar çocukluğumdan miras bir rüyayı düzensiz aralıklarla görüp durdum: evimizin, yerden yüksekliği yetişkin bir insan boyundaki balkonundan aşağı düşüyor ama yere varmıyordum bir türlü. Bir yürek çarpıntısıyla boyuna yere doğru süzülüyordum. Bu kadar uzun değildi, dibe vuracaksam da vurayım artık diye düşünerek geçen rüyanın sonu belirsiz bitiyordu. Yerle gök arasında bir yerde bırakıyordu beni... Benliğim, bu belirsiz hâlden ızdırap duyuyordu artık. Sonra bir gün Vergilius'un dizelerini okudum: Düşmem gerekiyorsa/ gökten düşmeyi tercih ederim. Bunu okuduktan sonra keyiflendim, rüyamı sevdim. Ve, düzensiz aralıklarla gelen, belirsizlikle biten rüyamı yeniden görmeyi bekledim. Ama bir daha göremedim o rüyayı. Bir başka şairden öğrenmiştim, dünyadan çıkabilmenin yolunun rüyalar olduğunu. Ben bunu amaçlamazken, zaten çıkıp dururmuşum bu dünyadan. Bana acı vereni istediğimde, tam o anda, çakılıp durmuşum yere. Şimdi, yazdıkça unuttuğum bu yerde, unuttukça sevdiğim dünyadayım. Yazıyorum ve düşünüyorum yine. İlkbahar, gelmek üzere.
 
22. Hafta
 
23 Şubat, Cuma
P.S.
Sondan bir önceki hafta bu. Sıkılmak şöyle dursun, alıştım, sevdim de günce tutmayı ama yapacak başka yazı-çizi işlerim var. Başka sulara açılmak niyetindeyim... Önümüzdeki hafta ‘hayat hikâyemi’ anlatıp kapatıcam bu faslı. Hayatıma dair ne anlatacağımı bilmiyorum şu an. Anlatmaya değer ne olduğunu da. Tristram Shandy gibi daldan dala atlarım herhalde ve güzelliğe anlam katan her şeyde olduğu gibi, tadında bırakmış olurum. Haftaya, son kez görüşelim, 23. haftada bitirelim.
*
Wim Wenders'in Perfect Days'ini (2023) izledim. Entelektüel yönetmenler Japonya'ya gidince bir başka güzelleşiyor. Bu film bir kitap olsaydı Abbas Kiarostami'nin Like Someone in Love'ının (2012) yanına konurdu. Tabii Abbas ustanın da bir kitap yazmış olduğunu varsayarak söylüyorum. Aynı ruhun filmleri ikisi de: temiz, mutlu, aydınlık ve dingin... Filmi Ahmet Güntan’a da attım, bekliyormuş zaten, link istedi verdim. Neden bilmiyorum, Lou Reed bana hep Güntan’ı hatırlatır. Sabah, daha güneş bile doğmamışken göğe bakıp yüzü gülen, ağaçları, şarkıları ve kitapları dost edinmiş yalnız bir adamın, yalnızlığı ‘seçmiş’ Bay Hiyarama’nın hikâyesini çok sevdim. Bir şekilde, ben yaşadıkça, benimle yaşayacak bir film.
 

 
22 Şubat, Perşembe
Faruk Nafiz Çamlıbel'ın apartmanı varmış. Daire değil, koca apartman. İyi bir mimara yaptırılmış, boğaz manzaralı güzel bir ev. (Bunu yazarken aklıma garibim Behçet Necatigil geldi. Aynı zaman, aynı uğraş, belki farksız kaygılar ama bambaşka hayatlar. Necatigil’in, önemli eserlerinden “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nün ilk baskılarında, hatta ölümünden sonra bile Nâzım Hikmet maddesini bulamazsınız, ekmek derdiyle, korkuyla geçen ‘şairane’ bir hayat. Ne diyebilirsin ki. Türkçe memurdur.) Arada şöyle tuhaf bir düşünce belirir zihnimde: 'son modelinden' Mercedes'i olan bir şair görsem ne düşünürdüm acaba? Cevap da veremem buna. Bugün önemli bir şairimizin koca bir apartman sahibi olduğunu öğrendim. Helal olsun, saygım arttı. O son model Mercedes’iyle gezen şair de ben olurum inşallah. Mercedes’ten iyi şiir var m’ola?
*
Enis Batur PEN şiir ödülünü almış. Alsın, hakkıdır. PEN Türkiye arada bir, kafalarına göre dağıtır böyle ödüller. Şimdiki başkanı Zeynep Oral. Zeynep hanım çok önemli, uluslararası tanınırlığı olan biridir. Ben bu ödülü sıradan bir şiir ödülü olarak değil, Enis Batur’un aslında Nobel’e de aday gösterildiğini muştulayan bir haber olarak okumayı tercih ettim. Nobel komitesinin –genellikle– PEN’lerden, yazar örgütlerinden öneri aldığını biliyoruz. Sürpriz yapmayı sevdiklerini de biliyoruz! Kim derdi ki bir Mo Yan, Svetlana Aleksiyeviç ya da Abdulrazak Gurnah alacak bu ödülü. Nobel’in konjonktürel bir tarafı da olmuştur hep ama arada bir es’ler verir ve gerçek edebiyatçıları da ödüllendirmeyi bilir... Tahminlerim genelde tutmaz ama bu kez içime doğdu diyebilirim. (İçime doğan şeylerde de çokça yanılırım ama kez...) 
 
21 Şubat, Çarşamba
Erden Kıral’ın Hakkâri'de Bir Mevsim'ini (1983) izledim. Kabahat o eski 'çamur' gibi kopyada değilmiş, fevkalade vasat bir iş. Genco Erkal filmin en öne çıkan isimlerinden ama bana göre en yorucu, en olmamış tarafını teşkil ediyor. Gerçek bir tiyatrocu belki, öyle deniyor, gel gör ki sinema bunca sıkleti çekmez! Bakışları ve tavrı o denli teatral ki ona bakmaktan filmi seyr’eyleyemiyor insan... 12 Eylül'ün vahşi, dil-kültür-insan düşmanı zihniyetinin etkisi değil sorun. Estetik, her şeyi aşmakla yükümlüdür. Çünkü aşabilir, bu bilinir. Küçük bir örnek olsun diye: İran'da da sansürün haddi hududu yok, 50 yıldır sürüyor hatta, ama çıkan ürünler de ortada. Jean-Luc Nancy’ye “Filmin Apaçıklığı”nı yazdıran gücü düşünmek, anlamak lazım.
 
Neyse... Bu hikâye (ki, Türk edebiyatının en muhteşem metinlerinden biridir bana göre, tam anlamıyla bir şiir-romandır) yeniden filme alınmayı hak ediyor ama sanat dünyamız hâlâ eski kafayla hareket ediyor: ne Edgü ne entelektüeller razı olmaz buna. Teklif dahi edilemez böyle şeyler! Peki bu haliyle olmuş mu bu film? Kendini sınırlamış, sınırlarını aşamamış bir iş, “hey lo-lo-lo” ile “hay le-le-le” arasında sıkışıp kalır, kalmış da. Sorsan ‘vefa’ derler, söz söyletmezler, çünkü dürüst değiller. Kampların insanı hepsi. Hakikatin sahibi yok, Hakkâri’nin nasıl olsun... 

 
20 Şubat, Salı
Sarah Kane'i ne çok sevdiğimden bahsetmiş miydim? Ölüm yıldönümü bugün. Ayakkabı bağcıkları ile birlikte... Toplu oyunlarını geçen yıl okudum ve kalbime yakın bir yere, şiir kitaplığına koydum. Şiirdi çünkü bütün yazdıkları. Kim aksini iddia edebilir?
 
Kane üzerine uzunca, deneysel bir şiirim var zaten, oyunları üzerine de bir şeyler yazmak istedim ama o kadar sert ve hakikiydi ki her şey, ya sahteliğe prim verecek ya da hakikatin bedeli ile yüzleşecektim. (Bunu yalnızca oyunları okuyanlar anlar, burada abartı yok.) Yapamadım ama hâlâ masamda duruyor birkaç not, fotoğraf, şiir... ve aklımda o bön soru: böyle bir yazar, bir daha gelir mi? 

 
19 Şubat, Pazartesi
Leyla, Margit Schreiner okuyor şu ara. Onun okurluğuna her zaman imrenmişimdir. Bunca hızlı okuyup nasıl böyle derinleşebildiğini aklım almıyor. Ben çok yavaş okuyan biriyim. Buna mukabil her işimde aceleciyim. Nice iyi şeyi tez canlılığım yüzünden heba etmişimdir. Pişmanlık duymadığım tek işim yok şu hayatta... Leyla'nın okurluğu şu yönüyle de beni ilgilendiriyor: her şeyi, bütün ayrıntılarıyla bana anlatır! İzlemediğim nice filmi ya da diziyi ve okumadığım nice kitabı müthiş bir anlatıcıdan dinlediğim için 'bilirim'. Bir gün Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'sunu okudu. Upuzun bir tren yolculuğunda... Benim 'taç' kitaplarımdan biri olarak kabul ettiğim, iki kez okuduğum Pedro Paramo hakkında teoloji ve felsefe bilgisini de kullanarak öyle yorumlar, çıkarımlar yaptı ki romana dair aslında çok az şeyi fark ettiğimi, bildiğimi gördüm. Hâlâ, en iyi sohbetimiz sayıyorum bunu. Çok ısrar ettim bir Pedro Paramo yazısı için. Başta olumlu yaklaştı ama sonraları bıktırdım galiba. Olmadı, yazmak istemedi. Belki bu aceleciliğim yüzünden, Heidegger'in deyişiyle "düşünmeyi bilen" bir felsefeciden mahrum kalıyor güzel Türkçemiz... Benim şansım O, onun şanssızlığı benim sanki. 

 
18 Şubat, Pazar
Karl Krolow'dan (1915 - 1999):
 
"Gece bir keten kuşunun derisi kadar hafifti.
Tarttı onu elinin ayasında
ve sesinin ardından gitti." (Ses)
 
"Her sarı biliyor
bir limonun hikâyesini." (Renkler)
 
"Gözün akında şimdi
farkediliyor şiir yeteneği.
Karanlık adamlar, yorulmuş,
uyuyorlar ayakta." (Akşam)
 
"Kayıkçısı olmayan gölet
yaşıyor balıklarıyla." (Gözden Kaçan)
 
"İlkbahar
koparılmış çiçeklerden oluşur.
Özgürlük
güneşte bir gezintiden." (Sanatın Özgürlüğü)
 
Derken, bir şeylerin yerli yerine oturmadığı intibaına kapıldım. Çevirmen Hilmi Tezgör bir yerde "traş" demiş (Fark), bir başka yerde "yanyana" (İçine Konulduğun Deri). Yine bir şiirde geçen "Almancada ölüm/ erkek cinsiyetinindir." dizelerine anlam veremedim. Cinsiyetinindir ne demek yahu? Erkek demek bir cinsiyeti ifade etmiyor mu zaten, olmadı 'eril' dersin. Ya da düpedüz: "Almanca'da ölüm erkektir". Çocuklar için hazırlanmış bir alıştırma kitabında bile olmaz böylesi. Bir de şiir çevirmeye girişiliyor... Ama en fenası şurada (Sanatın Özgürlüğü):
"Mayıs bir kuştur
bir sokak faresinin,
ağızında taşıdığı."
Hadi çevirmenin aklı karışmış, aklında tuttuğu ‘kedi’ bir anda ‘fare’ oluvermiş diyelim. Peki editör? O ne iş yapar, ne işe yarar? Sözkonusu editör de Birhan Keskin bu arada.
 
Bu dizeleri 'okumuş' herhangi biri, bu ifadede bir terslik olduğunu görürdü. Yığınla hata olan kitabı daha fazla okumak istemedim. Karl Krolow Haziran 99'da ölmüş. "Dünyanın İşaretleri" ise Temmuz 99'da çıkmış ve çevirmen Hilmi Tezgör, Büchner ödüllü bir şairi bir defa daha öldürmüş desem yeri. Şöyle bir bakındım diğer işlerine, 25 yıldır filan şiir ya da başka şey çevirmemiş neyse ki. Ülkemizde yayıncılığın hangi 'temeller' üzerinde yükseldiğini anlamak adına ibretlik bir örnekti. Böylesi zırvalık dolu işler çoğu zaman daha öğretici oluyor, ayrı konu: ‘olması gereken’in belli bir tarifi yok ama neyin ‘olmaması gerektiği’ni bilmek daha önemli. 

 
17 Şubat, Cumartesi
Kitap mezatına gittim bugün. Aslıhan Pasaj’daki Gezegen Sahaf mezatlarını arıyor gözüm ama nafile. (O bile artık aynı yerde değil.) Taşrada süreğen olan tek şey, şairin deyişiyle, ölüm dirim hazırlıkları... Sıkıldığım bir gündü, mezat sonunda mekândan ayrılmayıp aldıkları kitaplar, kentteki kültür faaliyetlerini konuşan bir grubun sohbetine katıldım. 5-6 kişilik grupta bir arkadaşım vardı, yanına iliştim hemen. Biri, özellikle domine etti konuşmayı, nedense benim sohbete girmeme müsaade etmiyordu. Tanıyordu çünkü beni. Ben sohbete girince ona konuşacak bir şey kalmazdı. Acıdım ve Yusuf Atılgan'ın "insanları yalan söylerken dinlemeyi severim" deyişindekine benzer duygularla, daha bir dikkatle dinledim, o anlattıkça şaşırmış numarası yapıp durdum. Ben böyle yaptıkça kızardı, tedirgin oldu, her şeyi birbirine kattı, okumadığı metinler hakkında atıp tutmaya başladı...
 
Geçmiş vakit, yine böyle bir gün, Tomris Uyar'ın Otuzların Kadını'ndan bahsedilirken "evet evet, otuz yaşında olmak çok özel" filan demişti biri. Oysa bir yaşı değil, dönemi ifade ediyordu öyküdeki otuzlar... Okur-yazar tayfa içinde bir tipoloji var ki, her tür zemin ve zamanda aynı refleksi gösteriyor: çoğunlukla acıklı bir kendini pazarlama.
 
Yalnız ayrıldım mekândan, sonra birkaç sahaf gezdim. Her anlamda nasipsiz bir gündü. Mezattan aldığım iki kitaptan başka bir şey yoktu elimde. Onları da sırf boş çıkmamak, katkı sunmuş olmak için aldım zaten. Güzel bir kitap edinemediğim, işe yarar bir şeyler öğrenmediğim ya da Leyla ile uzun bir sohbet, karşılıklı birer filtre kahve içemediğim ginleri ziyan sayıyorum.
 
Amaçsız, müstağni olmayan bir ruh haliyle yürüyüp ne yemek yiyeceğim konusunda da kararsız kalmıştım ki bir arkadaşım aradı, akşam beraber yemek yiyelim, sonrasında da takılırız dedi. Takıldık takılmasına ama pek de keyif aldığım bir gün olmadı. Öyle ki, bu bıkkın, hiçbir şey öğrenemediğim, şu günce için düştüğüm notlar dışında hayatıma yönelik bir katkı sunamadığım günün ağırlığı ile birkaç haftasonunu evde geçireceğim konusunda kararlılık hissettim sadece.
 
21. Hafta
 
16 Şubat, Cuma
Bir siyasi toto yapalım: Taylor Swift 2029 ya da 34'te Amerika başkanlığına oynayacak. Daha doğrusu, oynatılacak. Bu tantana, Kosinski’nin Bir Yerde’sini hatırlatıyor bana. Ayrıca, bir ‘gösteri imparatorluğu’ olan Amerika’ya pek yakışır. Ukrayna’ya musallat olan soytarı, bön cesaretiyle bir ülkeyi yok oluş noktasına getirdi. Bakarsın bildiğimiz anlamda Amerika da bu sayede tarihin çöplüğüne süpürülür. Tabii böyle bir sonda acı çekenin yalnızca Amerika olmayacağı açık. Dilerim kısa ve acısız olsun. Swift şarkıları gibi yavan. (Bunu yazdıktan sonra, şarkılarına haksızlık mı ediyorum acaba diye birkaç şarkısına kulak vereyim dedim, aman Allah’ım, az bile söylemişim, ‘popüler kültür’ün bile haz verir bir yanı var diye bilirdim ben, bu ‘tonal gürültü’ çıldırtır insanı. İyisi mi Tindersticks, Stuart Staples dinlemeye devam edeyim ben.)

 
 
15 Şubat, Perşembe
Bundan böyle bu blog dışında hiçbir yer için yazı yazmamaya karar verdim. Matbu dergilerde yazı yayımlamama yönündeki kararımı Kuyudaki Koro adında bir dergi için yazdığım Thomas Hardy yazısından sonra almıştım. İsabet, benim yazının yayımlandığı sayı, sanırım 9. sayıydı, derginin de kapanış sayısı olmuştu. Yıl 2014... On yıl sonra bir karar daha. (On yılda bir tersle düz oluyor sanki insanın dünyası.) Burası dışındaki dijital mecralara da paydos. Özel bir sebebi yok. Anlamsız geliyor sadece... Her şeyin, bütün ilişkilerin, etkileşimlerin sahteleştiği, karton göründüğü bir atmosferde, değilmiş gibi davranmak istemiyorum artık. Günce sonrasında, yalnızca kitap odaklı üretimlere ağırlık vermek istiyorum. Neden bilmiyorum, bu aralar çok öfkeliyim. 

 
14 Şubat, Çarşamba
Bir arkadaşım neden günce tuttuğumu sordu. Yıllar sonra biyografimi yazacak kişilere yardımcı olmak için, diyemedim tabii, ben de bilmiyorum deyip geçiştirdim. Ama şunu söyleyebilirim: Kendimi kat etmek için yazıyorum –Henri Michaux. Belki de şöyle sormalıydı: neden [kamuya] açık bir günce?
 
1789 'devrimi', tarihin sırtına büyük bir insan enkazı yükledi. Devrimin yedikleri Danton ya da Chamfort'tan ibaret değildi. Büchner de bir kurbanıdır devrimin, Novalis de. Novalis, o her daim genç, uzun saçlarıyla yakışıklı büyük ruhun Mahrem Güncesi'ni okurken, onun kadar olmasa da derin düşüncelere kapıldım. O mahrem kaldı ama tarih onu faş etti. Ben faş olmak ister gibiyim, bütün bu bilinme arzusuna rağmen diyorum kendime, tarihin örtüsü altındayım. Tanrısal bir boyut ya da kılıf taşısa bile, insan sözkonusu iken bu isteği küçümsemedim mi hep? Her neyse, Novalis gibi, karar deyip geçeyim.
 
"Ayrıca şunu da fark ediyorum ki, benim yazgım, bu dünyada ulaşmamak hiçbir şeye; tam tomurcuklanırken yaşam, marufta ve de kendimde en güzel şeyi keşfetmeye henüz başlamışken, ayrılmak her şeyden. Kendimi yeni keşfediyor ve bunun tadını çıkarıyorum; işte tam da bu yüzden gitmeliyim."
Novalis, 26 Mayıs 1796
(Mahrem Günce, s. 41, Çev. Mehmet Barış Albayrak)

 
13 Şubat, Salı
Erzincan İliç'te bir maden faciası daha yaşandı. Bu türden felaketler bir Türkiye klasiğine dönüştü artık... Okul yıllarında bir arkadaşımız burada staj yapmıştı, çok imrenmiştim. Sonra ona da kısmet olmadı bu madende çalışmak ama, bilen bilir, yabancı ya da yabancı ortaklı bir şirkette çalışmak her beyaz yakalı Türk’ün hayalidir! Görünen o ki, onlar da artık bizim gibi, hatta bizden de beter... Sonraları böylesi bir yerde çalıştım. Cezayirli bir arkadaş vardı, 45 yaşında filandı o zaman. Belçika merkezli bir firmadaydı ve 6 dil biliyordu. Bir defasında, dünyanın her yerinde, 20’den fazla ülkede çalıştım Milât, demişti ve yakasını silkerek, “Turk business berbat berbat” diye eklemişti. Bu konuşmanın üzerinden 10 yıl geçti. Şimdi daha berbat. Yarın, kim bilir, berbat berbat...


 
12 Şubat, Pazartesi
Bülent Erkmen tasarımı bir kitabım olsun isterdim. Çok uzun zamandır bu arzudayım ama kader ya da koşullar bana bu imkânı vermeyecek gibi. Oysa Bülent Bey hâlen yaşıyor. Ömrü uzun olsun...
 Yalnızca kitap değil, bir tasarımcı/sanatçı olarak sevdiğim, takip ettiğim biridir Erkmen. BEK’in sitesine arada bir girip bakarım, ‘son işler’i görmek ve yeniden hayran olmak için.
Vaktiyle (2017 olmalı) bir sertifika programına katılmıştım. Hoca, eğitim sonrası verdiği ödevde üç özgün tasarım nesnesi hakkında kısa bir ‘rapor’ yazmamızı talep etmişti. Yazdığım raporlardan biri Erkmen’in John Cage için yaptığı bir sergi afişiydi (John' Cage" sergi afişi, Bülent Erkmen, 2012.) Bir hafta sonra ödevden kaç almışım diye girip bakayım dedim, hoca sıfır vermiş. Gerekçeye de intihal filan yazmış. Biraz da eğlenerek, sert bir mail yazmıştım. İddianız buysa ispat edin o zaman nereden arakladığımı yazmıştım. Cevap gelmedi ama günsonunda notum değişmişti: 95.
İşte, John Cage afişi hakkında yazdığım ‘rapor’:
20. Yüzyıl deneysel/kuramsal müziğinin en önemli ismi John Cage adına Amerika’da açılacak bir sergi için Bülent Erkmen’den bir afiş hazırlanması istenmiş. Erkmen, tasarım süreci içerisinde Cage’in kült eseri 4’33’’ (4 dakika 33 saniye, 1952) üzerinden bir afiş hazırlamaktan yana koymuş tavrını. İşbu eser 4 dakika 33 saniye boyunca süren ‘notasız bir müzik’ eseridir. Müzisyen piyanonun başına geçer, nota defterini açar ve kronometrenin düğmesine basmasıyla eserin icrası başlar. İlk bakışta 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir sesin olmadığı intibaına kapılırız. Oysa bir müzik/ses vardır ama bu ses, alıştığımız üzere müzik aletinden değil ‘çevre’den gelir. Cage, 4’33’’ eserinde ‘dış sesin’ bestesini yapmıştır: öksürenler, boğazını temizleyenler, sırıtıp gülenler… Bülent Erkmen’in afiş tasarımındaki büyük boşluk işte bu eserden hareketle ortaya konmuş bir yorumdur. Buruşukluk ise dışarının sesine bir göndermedir. Bunun için matbaa çalışanlarından yardım aldığını da ekleyeyim. Tek talimat: buruşukluk merkezden dışarıya doğru yapılacak. Tıpkı sesin, ağzımızdan çıkarken yumuşayıp dağılması gibi… Benim için bir ‘arzu nesnesi’nden farksız olan bu eserin matbaa çalışanları için de eğlenceli bir mesaiye karşılık geldiğini tahmin etmek güç değil.
 

 
11 Şubat, Pazar
Füruzan... Parasız Yatılı'nın yayımlandığı Şubat 1971'den 53 yıl sonra, yine bir Şubat günü ayrıldı aramızdan. Ölüm haberini okuyunca, Parasız Yatılı'da kızını sınava uğurlayan annenin yağmurun altında gülümseyerek bekleyişi geldi gözümün önüne... Açtım, yeniden okudum öyküyü.
 
—Bu okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da öğrendin mi?
— Öyle ya, yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.
— Öyleyse ben burayı kazanırım.
 
Uzun ömrü boyunca hep güzel kalmayı başardı, sadece bu da değil, yoksul ve garip bir halkın güzelliğinin peşinden gitmeyi amaç edindi, bunu da başardı. Bir tür Narodnikti diyebiliriz onun için. Hiç slogan atmamış bir Narodnik.
 
Daha ilk kitabıyla bir edebiyat olayına dönüşmüştü (Fethi Naci). Böylesi çok azdır bizde. Bir ölçüde Latife Tekin de böyledir. Ya da daha eskilerden, Garip şairleri. Günümüz edebiyat iklimi her şeyi biricikleştirdiği için tek ve büyük bir şeyin etrafında toplanmak gittikçe zorlaşıyor. Füruzan’ı bir devrin son temsilcilerinden biri sayabiliriz. Başkasını da düşünen, ‘görev ahlakı’yla yaşamış saygın bir kuşağın son temsilcilerinden biri... Güzelliği büyüten ruhu, Rabb’in rahmetiyle kuşansın. 

 
10 Şubat, Cumartesi
Türkiye üzerine düşünecek, burada yaşamanın ne anlama geldiğini çözmek arzusundaki birinin Vedat Milor'un dedesinin öğüdünü aklında tutması gerekir diye düşünüyorum: Dedesi, tanımadığın insanlarla din ve siyaset konuşma demiş Milor'a. Sosyal medya denen personası değişken baloda fikir beyan etmek kadar hem anlamsız hem tehlikeli bir şey daha yok. Her şey, aleyhinize delil olarak kullamak için kurgulanmış bir sorgu odası görünümünde. Değişmeye, dönüşmeye imkân yok, makul olmakta direten birine yer yok. Hangi maskeyle boy verdiyseniz onu korumak zorundasınız –bedelini de göze alarak elbette. Dünya bu kadar katılığı kaldırır mı şüpheli...
 
Katılık dediğim an, yıllar öncesine gitti zihnim. Murat Erşen, bir yazışmamızdan sonra "ilk fırsatta Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'unun son paragrafını oku Milât" demişti, gülerek. Belki 10 yıl geçti, yeni okudum. Sanırım yukarıdakine benzer düşünceler savurduğum bir akşam, her zamanki nezaket dolu hinliği ile şurayı okumamı salık vermişti:
" Eğer genç insanlar “absürd bir ortamda büyüdüklerini” hissediyorsa, içinde büyüyebilecekleri anlamlı ya da onurlu bir yaşam göremiyorlarsa, sıkıntının kaynağı “çağdaş toplumun ruh hali değildir.” Sorunun kaynağı “bu ruh halinin kendini yeterince gerçekleştirememesidir.” "
 
Doğrudur. Belki değil, büyük ihtimalle böyle. Ama şunu da bil ki sevgili Murat, son paragrafta geçmiyor bu cümleler, sondan bir önceki paragrafta. Son paragraf şöyle başlıyor: "Ya yarından sonrası?"
 
Bakarsın yarından sonra benim gibiler haklı çıkar. Berman'ın bile buharlaşıp havaya karıştığı bir gündür belki yarın...  

 
20. Hafta
 
9 Şubat, Cuma
İnsanın kendi kuşağından iyi bir şairi okuması büyük keyif. Bâtınî Siyah’ın şairi Murat Saldıray ile aynı yıl doğmuşuz, 1988'de. Yüzyıl arifesinde doğmak berbat bir duygu. Büyüklerimiz, bizim kuşağa ne çocuk ne büyük gibi davrandı. Herkesin kafasının karışık olduğu bir dönemdi 90'lar. Biz, özellikle de '88 doğumlular, kayıp bir nesiliz. 1902 doğumlular gibi talihsiziz. Bütün dönüşümler bizim üzerimizde test edildi. Hâlâ büyümedik, zaten büyük olduğumuz zannıyla geçti ilkgençliğimiz... Kendi kuşağımızın zencileriyiz biz. Bir kere değil, iki kere zenciyiz üstelik: son sayı için yeltendiğinde, yeşil zeminde duran iki siyah 8; tanıdık bir yüzün gözlerini hatırlatan.
 
Zannediyorum Murat Saldıray şiirindeki öfkeli sesin ve karamsarlık tonu yüksek şiirlerin bir sebebi de bu: '88 acısı. Aşağıya şiirlerinden birkaç parça bıraktım. Kendiniz karar verin, bu kadarıyla karar vermek mümkünse tabii. Kitapta "kesif bir gül kokusu" var. Güller, her yere saçılı. Kalpten dizeler, bir yaz gününü özler halde. (Benim de çok sevdiğim, kullandığım bir tema bu.)
 
Bir de eleştirim var. Arkadaşı olsam, bu kadar çok 'eski kelime' kullanma derdim. 40'larda yazmış bir şairi okuduğunu sanıyor insan. Ve son bir şey: kitaptaki William Hazlitt alıntıntısının bu blogdan yani benden alındığını fark ettim. Benim küçük iz'lerim olur, bir çeşit mühür! Bunda bir sakınca yok ama ilk kez olmuyor böyle şeyler. Ballar balını da bulmadık ama, kovanım yağma.
 
*
kalbim aka aka kuruyan
bir yıldız gibi topladı karanlığını
 
artık yalnızlığını kınayacak
bir ruh aramaktan vazgeç...
 
*
O sen misin ölümün akıl almaz
rengi? seni de kırdığı gün
dalında sonbahar...
uzaklar
ve yolların hıncı,
birikir yolcunun yüzünde;
işte ben yine bu hüzünde
matemsiz ve kıyıcı
bir ağırlanış gibiyim...
 
*
Bir gül değilse ne gölgeler
bende kanayan şiiri?
 
*
gördüm, gözlerindi
iki iri siyah gül gibi açılan
ve ağlamak için
kendi kıyıcı güzelliklerinden başka
bir bahanesi olmayan...
 
*
zamanın saydam kabuğuna
sürterek alnımı
ve yüzümde çentikler açan
saatleri geçerek
bekliyorum, yazların
kanımla aydınlanacak sunağında...
 
*
Ölümcül, bâtıni ve siyah bedenim...
 
Beni bir gömü
gibi bulmuş ve unutmuştur orada...
 
*
...Diotima,
bana gerçeği söyle, bir gölge, bir şiir
değilse aşkın yarım kalmışlığı, nedir?
Ve ben yolların devamında ne buldum?
 
Murat Saldıray, Bâtınî Siyah, Ötüken Neşriyat, 2021. 

 
8 Şubat, Perşembe
The Holdovers’ı (2023) izledik Leyla ile. Kırk yılın başı güzel bir film seçtin deyip kızdırdım ama bu kez sahiden turnayı gözünden vurdu. Bayıldım bu filme. X'e iyice büyüterek yazayım bir şeyler belki en hit tweetim olur dedim ama nafile, benim yazgımda 15 dakikalık şöhrete bile müssade yok. Şöyle yazdım: Thomas Bernhard, "abartmadan hiçbir şey anlatılamaz" demişti. The Holdovers'ın (2023) abartıya ihtiyacı yok, tek kelimeyle muhteşem bir film. Tek eksiği, bir kez izlememenin yeterli gelemeyecek olması :)
70 fav aldı. Kitabım çıktığında 70 satar mı acaba? Kan bağını hariç tutunca beni tanıyan 70 kişi bulamazsınız. Çünkü Murathan Mungan’ın sözlerini filmden evvel biliyordum: “Kimdi giden, kimdi kalan/ Aslında giden değil/ Kalandır terkeden”. İnsanın kendi sözünü şarkı olarak işitmesi muhteşem bir şey olmalı, ayrıca. Şiirin özünde bir parça da melodi yok mudur zaten?.. Filmden bahsediyordum, yine geldim şiire. Film, işin bahanesi, her aşkınlık beni şiirin sahiline sürükler. Ve evet, abartmadan hiçbir şey anlatılamaz.
 

 
7 şubat, Çarşamba
50 yaşında ölenlere yönelik bir takıntım var. 50 yaş, demiştim bir vakit, ne yaşlı, ne genç. Bulabildiğim isimler içinde sevdiklerim, 50 yaşında ölmüş olmalarıyla ayrıca yakınlık duyduklarım şunlardı: Carson McCullers, Glenn Gould, Paul Celan ve Sami Baydar. ‘İç hastalıkları uzmanı’, Prof. Osman Müftüoğlu “50. Yaş Neden Önemli?” başlıklı bir yazısında şöyle veciz bir söz sarfetmişti: “Her yaş önemlidir ama ellinci yaş en ayrıcalıklısı ve en mühimidir. Çünkü, ‘ömrün gölge çizgisi” gibidir. Sonrasında çok şey değişir...”
 
Ömrün gölge çizgisi. Ne kadar güzel bir benzetme değil mi? Şiirin sizi kim aracılığıyla ve nasıl yakalayacağını bilemezsiniz... İnşallah ben ve Leyla uzun yaşarız, sağlıkla nice kitaplarımız olur. Sözümüz uzar yine böyle, nefesimiz gür olur ve günü geldiğinde, mutlu ölürüz, cenneti hak ederiz. Dualarımı şöyle bitiririm: Allah’ım senin gücün her şeye yeter. 


6 Şubat, Salı
Kahramanmaraş depremlerinin yıldönümü bugün. Korkunç bir yıkım, unutması güç bir acı. Yine de biliyorum, bu da unutulacak. Hem de daha çabuk. Kültürümüz, unutuşu erdem sayan bir kültürdür. Bunun faziletlerini yok sayıyor değilim ama görebildiğim kadarıyla ısrarla sürdürdüğü tek erdem de bu. Daha şimdiden, deprem üzerine yapılan yayınlar izlenmedi, konuşmalara kayıtsız kalındı. Unutmayı seçen bir toplumdan, hatırlamasını bekleyemezsiniz. Olur da hatırlamaya çalıştığında, uydurur ancak, başkasının yalanlarını göğsüne siper eder. Böyle gelmiş, böyle gider. Anadolu: yıkıldıkça yeniden ve yeniden. 
İki el atalar sözü ile bitireyim, çünkü her dem hakiki, her vakit derindir onlar: ateş düştüğü yeri yakar ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.

 
5 Şubat, Pazartesi
Fred Hersch dinliyorum şu ara. Müziğinin müthiş bir aurası var. İncelikli tarzı, ‘kulak vermeyi’ yetersiz kılıyor. Sahiden ‘dinlemek’ gerekiyor, o küçük boşluklardan sızabilmek için. Çok değerli kültür insanı, müzisyen Nevzat Yılmaz sayesinde tanıştım Hersch ile. Modern caz müziğinin Bach'ı, diyordu Nevzat Bey. Tanıl Bora'dan öğrendiğim Keith Jarret'tan sonraki en özel keşiflerimden biri sayıyorum bunu. Keith Jarret’ın –bilhassa– konser kayıtları içinde sürüklendiğim bir dönemde Nanni Moretti'nin Caro Diario'su (1993) ve o meşhur Pasolini sahnesini izlemiştim. Yol boyunca bize eşlik eden Jarret parçası ile Pasolini'nin hikâyesi birleşince, son sahnede gözyaşlarım kendini koyvermişti. Bakalım, Hersch'ün bendeki hikâyesi nereye evrilecek, başka kimleri dahil edecek bu hikâyeye ve umulur ki, gözyaşı döktürecek... 

 
4 Şubat, Pazar
Ludovico Ariosto'nun (1474-1533) Çılgın Orlando'sunu okuyorum. Henüz 1. cildi yayımlanan kitapta 17 kanto mevcut. Toplam 46 kantoluk (38736 dize!) bu destan-şiirin 3 ciltte tamamlanacağını düşünüyorum. İlk kez 1516'da 40 kanto ile yayımlanan kitap XVI. yüzyılda 154 baskı yapmış. Ayrıca halkın anlayacağı dilde 38, Lehçe 18, Fransızca 20, İspanyolca 20 ve İngilizce 1 baskı daha. Gördüğü ilgiyi düşününce sahiden de çılgın zamanlarmış demek geldi içimden. Bir de şu soruyu bilen birine sormak isterdim: o yıllarda basımlar kaç adetti acaba?
 
Bütün bunlar bir yana, kitaptan zerre keyif almadım. Necdet Adabağ'ın uzun yıllara yayıldığını söylediği tatsız-tuzsuz çevirisinin de etkisi olabilir. Sevmedim. Arkaik bir anlatı. İlginç ama şiirsellikten uzak bir rönesans metni. Böyle bir şey var sahiden de; rönesansın plastik sanatlarda gösterdiği 'inkişafı' yazıda göremiyoruz. Michelangelo'nun da şiirlerini okumuştum. Hevesle başladığım okuma,hayalkırıklığı ile sonlanmıştı. Büyük sanatçının aslî uğraşındaki ihtişamın kırıntılarını bulurdunuz ancak o şiirlerde. Maalesef, böyle: hayat, çılgın heveslerimizin ‘yılgın bir hoşgörü’ye kurban gittiği anlardan ibaret! 

 
3 Şubat, Cumartesi
Shiva Baby (2020) filmini izledim. Vasatlık ötesi bir Amerikan zırvasıydı ama başka bir şeyi düşündürdü bana: Almanya Yahudilerini. Tarihte, sonradan dahil olduğu kültüre bu denli entegre olmuş bir örnek var mı emin değilim. Heine’ydi sanırım "Kalbim, Alman ruhunun bir haritasıdır" demişti, ya da bunun gibi bir şey, aklımda kaldığı kadarıyla artık... Heine’nin, başka gerekçelerle birlikte uğruna dinini değiştirip Protestanlığa geçtiği dil/kültür, bir yüz yıl bile geçmeden insanları yakacaktı. Öncesinde, Berlin'de başlayan (1933) kitap yakma barbarlığında ise ateşe ilk atılan kitaplar arasındaydı Heine'nin kitapları. İlk dönem eserlerinden Almansor’da (1823), Endülüs’ün 1492’de Müslümanların elinden geri alınmasını işler. Oyununun kahramanı, fanatik Hıristiyanların Kur’an yaktıklarını duyunca şöyle der: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır.”
 
Neden anlatıyorum bunları peki ben? Neden anlattığım yeterince açık değil mi? Amerika denen vahşi yapının günü geldiğinde neye evrileceğini kimse kestiremez. Hele de dünyanın jandarması olma işlevini yerine getiremez olunca ve içine kapandığında... İçine kapanan bir Amerika'nın vahşet kıvılcımlarının arayacağı günah keçisi, salonun ortasındaki pembe fil misali apaçıktır: Amerika Yahudileri.

 
19. Hafta
 
2 Şubat, Cuma
X'te bir video gördüm. Nobel'i aldıktan sonra İsveç televizyonu Samuel Beckett ile bir röportaj yapmak istiyor. Beckett kabul ediyor ama bir şart koşuyor: hiç soru sorulmayacak, tamamen sessizlik. (1969)
 
Beckett için 20. yüzyılın en büyük sanatçısı denebilir. Bir nevi insan terbiyecisi. En küçük jesti bile insanı "Siz düşünmez misiniz?"e çağıran bir altmetin içerir. Pessoa'dan el alıp söylersem, O, "İçinde büyük gemiler olan limanlar" gibidir, "ayrılan ve dönmeyi düşünmeyen gemiler..."
 
Ya da kendi sözleriyle: "Böylece, bir gece ya da bir gün, kafası elleri üstünde, masasına oturmuş, kalktığını ve gittiğini gördü kendisinin." (Çev. Ahmet Soysal)

 
 
1 Şubat, Perşembe
Dionys Mascolo'nun Aşk Üstüne’sinden:
’’[K]endini tamamen vermek bazı tabiatlara zor gelir. Adeta delilikle burun buruna gelmeyi kabullenmek gibidir, insanın kendisini, kendine yarı yabancı ve içerden savunmasız, aşırı bir sürgünde bulmanın baş dönmesiyle tanıştırır.’’ (Çev. Atakan Karakış, MonoKL, 2012. s. 50)
 
Bu da Anatole France'ın Kırmızı Zambak'ından, çok seviyorum bu bölümü:
“Aşk da sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın, tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”

 
31 Ocak, Çarşamba
Ah Muhsin Ünlü, " 'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum " demişti. Aklımda kalmış. Bu tamlamadan daha bıçkını Zeki Demirkubuz'un 2012'de sarf ettiği şu sözlerdir bana kalırsa:
“Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum.”
O kadar inanıyorum ki bu söze, bir kağıda yazıp 'usulüne göre' katlamak ve muska yapıp boynuma asmak geliyor içimden. Hiç unutmayayım, 'bu ülke' ve 'bu hayat' için asla acı duymayayım diye.
Tanpınar ise "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Demişti. Bilinmeli ki 'bu hayat' yalnızca 'bir hayat'tır ve kıymeti bilinerek, kimseye zarar vermeden, bildiğin gibi yaşanacaksa anlamlıdır. O güzelim kamyon arkası yazılarından biriyle bitirmek daha iyi: TEKRARI YOK YAŞAYABİLDİĞİN KADARSIN. 

 
30 Ocak, Salı
Geçmişten gelen arkadaşlıklar… Başa bela bir durum bu. Karşılıklı değişimin zamanla arkadaşlığın zeminini de değiştirmesi beklenir. Toyluğun zemini alüvyal zeminler gibi oynaktır, sulu sepken, kaygan ve güvenilmezdir. Oysa olgunluk çağı Babil'i düşler, hayal kırıklığı kaçınılmazdır ama hafıza kaybı göze alınmıştır zaten... Aslolan ortaklaşarak dönüşmektir. Değişmeni, dönüşmeni kabullenmeyen arkadaştan daha can sıkıcı çok az şey var şu hayatta. Her yaşın arkadaşlığının başka olduğunu unutmadan ve bazılarının ‘o yaşta’ kalması gerektiğini bilerek yaşamalı. 

 
29 Ocak, Pazartesi
Ziya Osman Saba'nın ölüm yıldönümüymüş bugün. Edebiyatımızın ender iyi kalpli insanlarındandır Saba. Çok yaşamaz böyleleri, 47 yaşında göçmüş o da. Şiirleri güzeldir. Benim şiddete olan meyyalim -vallahi dertten- bu şiirlerle gönül bağı kurmama engel olmuştu belki de. "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi" daha özel bir eserdi bana göre. Şiirinden daha güçlüdür. Garip ama buradaki öykülerin zihnime yerleşmesi bir başka yazarın, Özel Arabul'un Foto Bahar adlı oyunu ile olmuştu. Bir sahafta bulup okumuştum. Oyun, hiçbir gönderme olmadığı halde Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne götürmüştü beni. Çok güzeldi... Bir de Necati Cumalı'nın Bir Sabah Gülerek Uyan'ı vardı böyle. Yine Ziya Osman'a dönmüştüm okurken...
İyi insanlar böyledir, kalbe dokunup da çıkan ses eskimez, dinmez. Hep diridir ve her zaman bize yol gösterir. Çoğu zaman aksine gitsek bile.

 
28 Ocak, Pazar
Leyla ile Erciyes'e gittik. Bayılıyor Erciyes'e! Bir insan neden dağ sever anlamıyorum... Giyindik, kuşandık. Teleferiğe binmekti niyetimiz, o çılgın trafiği atlatıp güzel bir park yeri bulduktan sonra her şey tamam zannettik ama teleferikteki insan sırasının araç trafiğinden beter olduğunu görünce vazgeçtik. Uzun uzun yürüdük karlı yollarda. İnsan kalabalığı bunaltıcıydı ama uzaktan bakınca gözümün önünde Lowry tabloları belirdi. Bir farkla: işçi sınıfı fabrikaya doğru yürümüyordu, her sınıftan insan yamaca doğru tırmanıp kendini aşağı bırakma, mutlu olma, anı biriktirme ve heyecan derdindeydi. Haymarket'ten bu yana insan daha az çalışıyordu ama her nasılsa vakti daha azdı.
Karlı patikanın sonunda Radisson Blu denen otele girdik. Yemeklerine filan bir bakalım diye. Ortamda her tipten insan vardı. Aklı başında her insanın temel meselesinin sınıf bilinci'ni taşımak olduğu fikri iyice pekişti zihnimde.
Derken mahluta çorbam geldi. İlk defa tattım, güzelmiş. İki kaşık da canım karıcığımın balkabağı çorbasından aldım. Tatlı çorba işi bana göre değilmiş. İki çorba parası ödeyip sınıf bilincimi fulledikten sonra evimize döndük. Evde yemeğimiz, huzurumuz ve sevgimiz vardı.

 
27 Ocak, Cumartesi
İlker Çatak'ın Öğretmenler Odası (2024) filmini izledim. Almanya'nın Oscar adayı imiş. Bir göçmen ailesi mensubundan, bir başka göçmeninin hikâyesi. Bu kez Polonyalı bir öğretmen... Son dönem Alman sinemasının başat teması bu. Göçmenlik ve Almanya bir araya geldiğinde kaçınılmaz bir hava siniyor tüm hikâyelere: tedirginlik. Almanya'da göçmen olmak korkuyu da beraberinde getiriyor. Alman olmayan hiç kimsenin garantisi yok çünkü! Bu konuda çok daha sıkı bir film izlemiştim: Visar Morina'nın Yabancı'sı (2020). Kosovalı bir mühendisin bitmeyen, haklı endişesini ‘takip ediyorduk’.
 Yine, aynı temadan dem vuran Alpgiray M. Uğurlu'nun Açık Kapılar Ardında (2023) filmini izledim. Yine bir mühendis, bu kez bir tutunma hikâyesi izliyoruz. Ülkesindeki politik atmosferden bunalıp Almanya'ya sığınan zavallı bir kadının hikâyesi. Kendi ülkesindeki 'seçkin' konumunu bırakıp Almanya'ya 'sığınıyor' ama Alman emlak şirketi kefil bulmadan kendisine evi kiralamayacağını söyleyince ne yapacağını bilemiyor. Diğer gurbetçi arkadaşları da kendisine arka çıkmaya pek hevesli olmayınca o sözü hatırlamadan edemiyor insan: hemşeri hemşeriyi gurbette... Orta metraj, yarı-sanatlı bir belgesel havasındaydı film. Her şey yüzeysel bir tonda işlenmişti ama son yıllarda ülkeden kaçan 'şımarık beyinler’in hikâyesinin daha çok işlenmesi gerektiğini düşündürttü bana. Bu anlamda tatlı bir adım olmuş.
 


18. Hafta
 
26 Ocak, Cuma
İzlandalı yönetmen Hlynur Pálmason’un Godland’ını (2022) izledim. Kendini davasına adamış insanların hikâyesi her zaman ilgimi çekmiştir. Filmde, 19. yüzyıl başlarında Danimarka’dan çıkıp pagan İzlandalılar arasında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla bir kilise inşa etmeye giden toy bir sofunun hikâyesi anlatılıyor. İzlanda’nın muhteşem olduğu ölçüde çetin coğrafyasında din ile doğanın, dua ile karın/soğuğun çatışmasını izliyoruz. Bu çok katmanlı, çok sayıda farklı ‘okumaya’ imkân tanıyan filmden bana kalan şeylerden biri de ‘ruhban sınıfı’na güven olmayacağı idi: her şeyi Tanrı için yapar görünseler bile onların da bizler gibi zaafları olan birer insan olduğunu unutmamak lazım. Bu zaaflar uzun yıllar bastırılmış olduğu için tahrip gücü de yüksek oluyor. Çevresinde topladıklarını nereye doğru sürükleyeceklerini Tanrı’dan başkası bilemez.
 
Her şey bir yana, İzlanda sineması denince aklıma gelen o fevkalade şiirsel Evrenin Melekleri (2000) filmi ve çok sevdiğim başrol oyuncusu Ingvar Eggert Sigurðsson’u izlemek büyük keyifti.
 
Adanmışların hikâyeleri Hıristiyan misyonerlerinden ibaret değil ayrıca. Keşke ilk hadis derleyicilerinin de filmleri çekilebilse. Bir gün çekilecektir ama bunun yalnız ve güzel çölümüz olan Türkiye’mizden çık(a)mayacağı çok açık. Gazzali’nin hikâyesini bile o yermeye doyamadıkları Batılılar yapmadı mı? Bu hikâye, böyle gelmiş, böyle gidiyor maalesef.
 

 
25 Ocak, Perşembe
Nietzsche'nin "Ey istem" diyen, Varlığı göreve çağıran bir nidası vardır ki ilk okuyuşumdan bu yana kulağımda bir çınlamadır gider. Şöyle diyordu, Deccal'in en sonuna ekli bir şiirinde:
"Ey istem, her zorluğun dönüm noktası, sen  b e n i m  zorunluğum! Esirge beni bir büyük yengi için!"
 
Ey istem!.. İradenin, bilincin zaafları altında hırpalanan insan! Farkında bile değil çoğu, ama dünya, en küçük nezaketsizlikte ya da daha fenası, yok saymada, güneşte geceye gömülenlerle dolu. Utancın, mahcubiyetin ağırlığı herkes için aynı değil. Bunu bilmemek isterdim, unutmak isterdim. Tek bir dizenin gücüyle içine gömülmenin ne olduğunu da.
 
Ey istem!.. İnsan, hazırlıksız yakalanandır. Evinden uzakta, güneşe ve merhamete muhtaç olandır. El içindedir ve hamurunda utanç vardır. Kendisini bekleyen yazgıya doğru koşar; bütün benliği ile geriye dönmek isterken.
 
"Ey istemim benim, sen her zorluğun mucizesi, zorunluğum benim!
Koru beni bütün küçük yengilerden!
Sen yazısı ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki!
Koru ve esirge beni bir büyük yazgı için!"
(Çeviren: Oruç Aruoba)


24 Ocak, Çarşamba
Leyla'nın Kardeşleri'ni (2022) sonunda izledim. Kahredici bir 'doğu hikâyesi'. Bu, şu demek: kadının yok sayıldığı bir hikâye. Çünkü ‘Doğu’ derken kadın aklının, benliğinin, ruhunun yok sayıldığı bir yeri tarif ediyoruz, aynı zamanda. Batı ile Doğu’nun ayrımını ortaya koyacağımız zaman işe buradan başlamalı. Bugün bile temel çatışma budur bana kalırsa. Batı, ‘Doğu’ dediği şeyin kadını alımlama biçimini tiksinç buluyor. Batılılaşan kafa da öyle. Oysa Leyla’nın, Leylaların -erkek- kardeşlerinin böyle bir derdi yok. Bir şeyleri yanlış yaptıklarını akıllarına bile getirmiyorlar ya da işlerine gelmiyor. En azından şimdilik.

 
23 Ocak, Salı
“... 1944 Mayısı'na dek Taşkent'te yaşadım. Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum. Taşkent'te ilk defa yakıcı sıcağı, ağaç gölgesini, suyun sesini öğrendim. Ayrıca insan iyiliğini de öğrendim. Taşkent'te çok defa ve ağır hastalandım. (...) Beni öteden beri çeviri ilgilendiriyordu. Savaş sonrası yılları çok çeviri yaptım, şimdi de yapıyorum. 1962 yılında 'Kahramansız Düzyazı'yı bitirdim. Geçen sene Roma ve Sicilya'da bulundum. 1965 baharında Shakespeare'in ülkesine gittim, Atlantik ve Britanya gökyüzünü gördüm, eski arkadaşlarla görüştüm ve yenileriyle tanıştım. Bir daha Paris'e gittim. Şiir yazmaya hiç ara vermedim. Bana göre onlar zamanla ve halkımın yeni yaşantısıyla bir bağ kuruyor. Bu yıllarda yaşadığım için şanslıyım.”
—Anna Ahmatova
(Çeviren: Hande Özer, “Dünya Şiir Mitosları”, Gendaş-Kültür Yay.)
 
Ahmatova'nın kendisini anlattığı bu alıntıda geçen "Öbür şairler gibi ben de hastanelerde yaralı askerlere şiirler okudum" cümlesini ilk okuduğumdan beri unutmadım. Şiirin yaraları iyileştiren bir şey olduğunu, bunu okumadan önce de bilirdim ama söylemeye cesaret edememiştim hiç. Ahmatova'yı bilen bir okur olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. 

 
22 Ocak, Pazartesi
Bugün Sezai Karakoç'un doğum günü. (Hayatı boyunca bir kez olsun doğum günü kutlanmış mıdır acaba?) Okul günlerinde bir okuma grubuna katılmıştım. Karakoç'un 'düşünce' odaklı 10 kitabı peş peşe okunacaktı: Çıkış Yolu, Diriliş Neslinin Amentüsü, Yitik Cennet, Günlük Yazılar... Bana göre bir iş değilse bile, "okuma, okumadır" deyip dahil oldum. Orada, büyük şairimizin ne denli zayıf, sığ bir düşünür olduğunu gözlemleme imkânı buldum. (Bu, bir yanıyla da şaşırtmamıştı çünkü genelde böyle oluyor, bir noktadan sonra şiiri kendisine ya da okura yeterli görmeyenler hayat karşısında madara oluyorlar. Örnek çok.) Misal, Diriliş Neslinin Amentüsü'nde bir müslüman şehri/hayatı tasavvur eder Karakoç. Öyle tuhaf bir hayattır ki bu, kadın yoktur içinde! Yalnızca bir cümlede, "kadınlar da..." diyerek geçer, gider. Esasen kadın kadar erkek de yoktur denebilir, çünkü insansız, insanı yok sayan, neye hizmet ettiği, kime seslendiği belirsiz, boş bir tahayyüldür söz konusu olan... (Bir tek Yitik Cennet'i, o da belli ölçüde ayrı tutabiliriz bu konuda. Yazılmış şeylerden öte, şairane tavır yüzünden.)
 
Bütün bir ömrüne yayılmış asosyal, yabanıl kişiliği ile çevresindeki insanları yalnızca şiirine hürmeten tutabilmiş birinden söz ediyorum. Öte yandan ömrünün son 40 yılını şiirsiz geçirdiğini unutmamalı. Kurusa da hâlâ yaşayan ağaçlar gibiydi. Düpedüz ‘parti siyaseti’ yaptı bu şiirsiz geçen yıllarında ama bir başkasının fikrini dinlemeye tahammül edemeyen kişiliği ile beraber mitingler de düzenlediği Diriliş Partisi zamanla, yalnızca kendi yüksek fikirlerini serdettiği özel bir kulübe dönüştü. Diyalogsuz bir siyasetti onun siyaseti... Sözlerim sert gibi duruyor olsa bile kendisini çok severdim, hâlâ seviyorum. Dünyaya tamah etmeyişi ve onun köpeği olmuşlara asla yüz vermeyişi ile her daim saygın biri olarak kalacak zihnimde. Bu anlamda bir kutup noktası gibiydi Sezai Karakoç. Özellikle ilk dönem şiirlerindeki saf, kristalize lirizmi ile hep kalbimde yaşayacak. İyi ki doğdunuz, yaşadınız ve yazdınız Sezai Bey!
 
Şair Ali Asker Barut'un yıllar önce okuduğum bir yazısında karşıma çıkan ve hiç unutmadığım bir anısı ile bitirmek istiyorum: Barut, Sezai Karakoç’un bürosuna gitmiş. Kapıyı Sezai Bey açmış, içeride başka kimse yokmuş. Büyük şairi karşısında görünce, daha kapıdayken, “Beni buraya Hz. Ali ve Cemal Süreya sevgisi getirdi” demiş! Sezai Bey başta pek anlam verememişse de içeri buyur etmiş hemen. Sonra karşılıklı susmuşlar. En çok da bu susuşlarda anlatılacak şeyler vardır ya, hikâye burada bitiyor, en azından benim aklımda kaldığı kadarı burada bitiyor ama işbu satırları okuyan zihinlerde devam edecek nasılsa. 


21 Ocak, Pazar
Sigaranın çoğu kötülüğünün yanında, demokratik bir tarafı olduğunu söylemek lazım. Belki de tek demokrat nesne, bütün kötü şöhretine rağmen... Şöyle ki: yıllar evvel ilk defa uçağa bindiğimde biraz ‘içeride’ vakit geçirmem gerekti. Havaalanlarının gofretten simide, yemekten emanet bölümüne kadar her şeyde çok pahalı yerler olduğunu biliyordum. Derken Sabiha Gökçen ya da Atatürk içinde, emin değilim şimdi hangisiydi, bir marketten sigara almam gerekti. Normal fiyatının 3-4 katına razıydım, paramı hazırladım, ne kadar dediğimde söylenen fiyatın 'dışarı' ile aynı olmasına çok şaşırmıştım. Ne yani, şu havaalanı (ya da limanı) denen ortam, bir tek sigaraya mı güç yetirememişti? Suya bile fahiş fiyat çeken zihniyetin insancıklarıydı bunlar! Galiba öyle. Ama halen böyle mi bilmiyorum. Uzundur ‘uçmuyorum’. Ayaklarımın, biraz da teker üstünde mukimim.
 
Unutmadan: Türk matbuatının en özel dergisi saydığım FOL’un ilk sayısı Enis Batur editörlüğünde çıkmıştı ve içinde çok sayıda tiryakinin ‘tütün’ üzerine yazısı vardı. Murat Belge’nin Virginia tütünü için düzdüğü övgüler halen aklımdadır. Tabii o eski dâvûdî sesini neyin bu hale getirdiğini de anlıyor insan. Sigara bu, serde demokratlık var, zararda kimseyi ayırt etmiyor. Öte yandan sigara, günü gelince bırakmak için içilir! Leyla’ya sözüm var zaten, belki de 2024’te bırakırım. O’nun inayetiyle.
 

 
20 Ocak, Cumartesi
Cem Yavuz çevirisi Lenz'i edindim. Öykü şöyle başlıyor: "Ocağın yirmisinde Lenz dağlardan geçiyordu." Kadere bak, bugün 20 Ocak! Ey edebiyat, beni daha ne kadar şaşırtacaksın, başka hangi numaralarınla ayartacaksın zihnimi. Çoktan teslim olmuşken hem de.
 
Birkaç cümle ancak okudum ama kitap hakkında yazma yönünde bir muradım var, bakalım, kısmet bu işler!
 
17. Hafta
 
19 Ocak, Cuma
Bir yörük, Alper Gezeravcı Türkiye’yi temsilen ‘uzaya gidiyor’ bu gece. Böyle bir görev için seçilebilecek en doğru kişiymiş gibi geldi bana. Çok sempatik ve oturaklı birine benziyor. Tarih bu adı sitayişle yazacak, bir Türkiye ve bir Türkçe olduğu müddetçe adı hep yaşayacak. Öte yandan, çocuklar için ezberlenecek bir isim daha! Ama bu kez zoraki değil, şevkle, gülümseyerek ve göğe bakarak.
 


18 Ocak, Perşembe
Eşler arası bağ, ‘dışarıya’ gösterilen karşı koyuşun gücüyle de ölçülebilir pekala. Bugün bunu öğrendim. İnsan, herhangi bir durumda ahlaki üstünlüğün kendinde olduğuna eminse, taviz vermemeli. Bu durumda eşlerin dayanışması, bağların, birlikteliğin en güzelidir… Leyla ile bugün öyle bir ‘dayanışma’ gösterdik ki, evliliğin mahiyetini ancak şimdi kavradım diyebilirim, yedinci yılımızdayken!

 
17 Ocak, Çarşamba
Kürşad Demirci’nin Arkeoloji Haber’in YouTube kanalında yayımlanan “Sümerlilerin Kökeni Meselesi” başlıklı sunumunu büyük bir keyifle izledim. İlginç de bir şey yakaladım. Hocanın “tamzara” denen gelenekten bahsederken kullandığı görsel bizim Elazığ yöresine aitti… Sahiden de Elazığ (aslında Harput demek daha doğru olur, Harput,) yalnızca çevresi ile değil, tüm Anadolu/küçük Asya’dan ayrılan, ayrışan bir kültürel zenginliğe sahiptir. Yalnızca oyunları değil, geleneksel kıyafetleri, müziği ya da ‘sesi’ hepsinden bir parça barındırmakla birlikte, belirgin farklarla ayrışan bir özelliktedir. Yıllar yıllar evvel Ege Üniversitesi’nden genç sayılabilecek bir arkeoloji profesörü ile tanışmıştık. Elazığ’a bir sunum için gelmişti. Şehirdeki etnografya müzesini gezerken kendisine Urartular’dan (M.Ö. 8.-7. yüzyıl) kalma eserleri gösteren müze ekibine, “bunlar, formları itibariyle bana pek Urartulara aitmiş gibi gelmiyor ama tam da şu ya da bu medeniyete aittir de diyemiyorum açıkçası, araştırılması lazım” demiş. Kim bilir, uzun yıllardır ‘aranan’ Sümerliler’in (Sümerler değil!) en azından bir bölümü, birkaç rengi ile Elazığ’dadır, değil başkaları, kendileri bile bunun farkında değilken yaşayıp-ölen Gakkoşlardan başkası değildir. Araştırılması lazım!

 
16 Ocak, Salı
Sevgili Fırat Özeler’in Kavur (2023) belgesel-filmini izledim. Güzel bir kıyak yaptı ve uzun zamandır izlemeyi arzu ettiğim ama bir türlü online platformlara düşmeyen ya da yaşadığımız şehrin vasat sinemalarına gelemeyen filmi izleyebilmem için özel bir link yolladı. Kendisine henüz anlamlı bir dönüş yapamadım ama film, Ömer Kavur ve ‘kendim’ hakkında bir yazı yazdım. Bakalım, yayımlanırsa kendisi için küçük bir sürpriz olur belki. Halihazırda vefasız bir izleyici olarak görünmeye rıza gösteriyorum, bu küçük sürpriz için! Filmi çok sevdim. Fırat Özeler’in büyük işler yapacağına inanıyorum. İlk filmiyle buna şahitlik edebildiğim için şanslıyım.

 
15 Ocak, Pazartesi
Türkçe'de müstakil bir kitabı olmayan Alman öykücü, şair Marie Luise Kaschnitz'ten (1901–1974) bir öykü var aşağıda. Bir antolojide görüp çok sevmiştim. Kocasını çok sevenler için –ya da sigarasını...

 
Kocam Olmadan Yaşamayı Sevmiyorum
Kocam olmadan yaşamayı sevmiyorum, on beş yıl sonra bile ilk günkü gibi onun yokluğunu hissediyorum. Aslında yalnız yaşamak hoşuma gidiyor, evimde dolaşmayı seviyorum, avluya ya da karşıdaki kavak ağaçlarına bakıyorum, sessizlik beni heyecanlandırıyor. Korkuyorum sessizlikten, radyomun sesini açan düğmeyi çeviriyorum, reklamları bile dinliyorum, aslında dinliyorum sayılmaz sadece duyuyorum. Birinin doğrudan benimle konuşması gerekmiyor, ama seslere ihtiyacım var, evimi yabancı seslerle dolduruyorum, o zaman daha iyi çalışabiliyorum ve üşümüyorum da. Çok fazla arkadaşım olduğu için insanlar benim hoşsohbet biri olduğumu düşünüyor, ama aslında ben bir münzeviyim, insanların arasında olmaktan hoşlanıyorum ama sonunda beraber olduğum insanlardan ayrılmayı da seviyorum. Pek sık telefon kullanmam, ama telefonsuz kalmak düşüncesi çok ürkütücü bir şey, bağlantısız kalmak, iyi akşamlar, iyi geceler diyememek. Tek başıma açık havada olmayı seviyorum, yanımda, yanımda biri yokken tiyatroya gitmek ise beni üzüyor, hele tek başına bir film izlemek hüzünlerin en büyüğü benim için. Bana televizyondaki spikerler iyi geceler diyor, yayın sona erdiğinde onların ekrandan kaybolmaları hoşuma gidiyor, karanlıkta tek kalmayı seviyorum. Karanlık odada olmak güzel, sokak lambasından gelen birazcık ışık yetiyor bana ve de sigara, o küçük yaşam kıvılcımı. 
(Çev.: Özden Saatçi-Karadana) 

 
14 Ocak, Pazar
Kieslowski’nin Dekalog’larını çok severim, çok önemserim. 2022’de yeniden izledim. Hatta uzunca bir şiir yazdım filmlerden hareketle: Melek Noktası. Şiir gibi bu göndermem de kimsenin ilgisini çekmedi, fark eden olmadı. Haiku yazdığım zannedildi… Neyse, tüm Dekalog’ları ayrı ayrı severim ama Aşk üzerine olan Dekalog Altı ve Öldürme üzerine olan Beş’in yeri, hemen her sinemasever için birkaç adım öndedir diye düşünüyorum. Aşk ve ölüm ya da düğün ve cenaze; hayatın en önemli kavşaklarıdır bunlar... Öyle ki, 10 filmlik Dekalog’lardan yalnızca bu iki filmin uzun versiyonlarını çekmiştir Kieslowski. Her ikisinde de uzun versiyon ile Dekalog’daki kısa versiyon arasında belirgin farlar vardır. Ölüm üzerine olan Beş’te bir sahne vardır ki, hiç unutmam:
Jacek lokantada kahvesini içip pasta yer.
Doymaz, yanıbaşındaki artıklara da dadanır.
Dibinde azbiraz kalmış Fanta’dan bir fırt çeker.
Kirli bulaşıkların arasından bir bıçak alır.
Çantasındaki ipi iyice eline dolarken lokantanın dışında iki çocuğun oyalandığını, işyerinin camına keçeli kalemlerle bir şeyler karalayıp eğlenmeye çalıştıklarını görür.
Elindeki ipi çantaya koyar.
Bitirdiği kahvenin kaşığını fincana daldırır ve dibe çöken kahveden aldığı artığı artistik bir hareketle çocukların olduğu cama fırlatır.
Çocuklar sevinir, gülüşürler.
Jacek de onlara gülümser, solgun yüzüyle...
Birkaç saniye sonra çocuklar gider.
Jacek, yüzünde o esrik gülümsemesiyle yine yapayalnız kalır.
 
Birazdan hiç tanımadığı bir insanı öldürmek üzere dışarı çıkacaktır. 

 
13 Ocak, Cumartesi
Çevbir'in Fahri Öz çevirisi Walt Whitman şiirleri üzerine düzenlediği online toplantıya katıldım. 50 kişi filan vardı. Şaşırtıcı bir sayı, öncesinde sorulsa, katılımcı sayısı 20'yi geçmez derdim. Neyse... Moderatörler zayıftı doğrusu. Doğru düzgün bir şey soramadılar. Ben chat'ten hep merak ettiğim şu soruyu sordum:
Memet Fuat, Whitman ve şiiri üzerine yazdığı yazıda uzunca bir bölümü Whitman'ın cinsel kimliğine yönelik iddialara ayırır ve onun şiirinde kadın kadar erkeği de aynı 'şevkle' övmesinin, cinsel tercihine değil "insan sevgisi"ne işaret ettiğini söylüyordu. Siz ne söylersiniz bu konuda?
 
Cevap, Fahri Bey için tartışmaya açık olmayacak kadar açıktı, evet, Whitman ibneydi. 
 
Diğer sorum ise şuydu: 4. cilt de yayımlandıktan sonra Çimen Yaprakları'nı tek ciltte görebilecek miyiz? Evet, varmış öyle bir düşünce. Olması gerekir çünkü.
 

 
16. Hafta
 
12 Ocak, Cuma
Önder Esmer'in Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar (2023) belgeselini izledim. Çok beğendim, incelikli bir işti.
 
Onat Kutlar benim için önemli biri. İshak'ı o 'çalkantılı' 20'li yaşlarımda okumuştum. (20-22 arası, bir baş dönmesidir.) Kutlar'ın 23'ünde yayımladığı kitabın başrolündeki 'dede', birkaç yıl önce, 18 yaşımdayken kaybettiğim dedemin acısının henüz taze olduğu günlerimde beni çepeçevre sarmıştı. İshak'ın sesi, aynı tazeliği ile zihnimdedir... Türk edebiyatının bu en özel, bana göre 'kurucu metin'lerinden birinin bir de akrabası olduğunu düşünüyorum: 1967 tarihli Hastalar ve Işıklar. Rasim Özdenören'in 1959 tarihli -ödüllü- İshak'tan etkilendiği açık ama bunu oldukça yetkin bir dil ile, etkilenme ebdişesi duymadan yapabilmiştir. İlginç olan, İshak'taki doğulu/Binbir Gece Masalları'nı andıran efsunlu sese karşın, Hastalar ve Işıklar'daki batılı/varoluşçu Fransız sesin hakimiyetidir. Oysa yazarların kişiliklerine bakıldığında beklenen tersidir, değil mi? Üstelik Antep-Maraş komşu iller. Çocukluklarında neredeyse aynî havayı solumuş iki yazardan bahsedince iş daha bir ilginçleşiyor. İşte, edebiyatın, sanatın güzelliği böyle ayrıntılarda saklıdır.
 
Onat Kutlar'ın sinema sevgisi, başkaca büyük eserler ortaya koyabilecek bir yazardan mahrum bıraktı bizi. Yine de, Önder Esmer'in filmi sayesinde fark ettim ki, Sinematek macerası, bir o kadar değerli insanın yetişmesine vesile olmuş. Kişiliğine şahitlik etmesem bile edebî ve 'sinematografik mirası' ile her zaman dünyamızda kalacak, sevgiyle anacağımız biri Onat Kutlar. Ondan geriye, güzel hatırası kaldı.

 
11 Ocak, Perşembe
"Kitap içindeyken herkes için okunabilir ama kendi kendisi için çözülemez olmak mıdır acaba, yazmak? (Jabés bunu bize hemen hemen söylememiş midir?)"
 
[Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, Monokl Kitap.]

 
10 Ocak, Çarşamba
Leyla ile beraber-karşılıklı okuduğumuz kitaplar az değil. Daha çok o okur, ben dinlerim. (Çünkü ben çok yavaş okuyorum ve sürekli metin-içi düşünme molaları veriyorum!) Georges Rodenbach'ın Ölü Brugge'si (böyle okunuyor, evet) de onlardan biriydi. Kitaptaki şu sözü aklına kazımış, bir şekilde sırasının geldiğini düşünüyor ve temrin eder gibi yineliyor: "İnanç dehşete düştüğünde çoğu kez kendini ironiyle ifade eder." (Yort Kitap, sy. 44)
 
Ben böyle derin sözleri zihnimde yeterince iyi kavramsallaştıramıyorum, daha çok, bana bir şeyleri hatırlattığında aklımda yer ediniyor sözler, resimler, jestler vs. Bu cümleyi elbette severim ama Bunuel'in Nazarín (1959) filmini hatırlattığı için severim, mesela.
 
Ölü Brugge, kent, aşk/ınlık ve ölüm üzerine okuduğum en güzel metinlerdendi. Son sayfalara doğru, Manguel'ci bir tavırla, 'kitabı şiir bölümüne mi koysam?' diye düşünmüştüm ki Selim İleri'nin Sonsöz'de Mallarmé'nin kitap hakkında "şiir-roman" dediğini okuyup mutlu olduğumu hatırlıyorum.
 
Mallarmé her zaman, çok haklıdır!
 
Yine de Ölü Brugge'yi Gabriele D'Annunzio'nun dizeleriyle aklıma kazıdım, bence bu dizeler, anlatının ruhu ile çok yakışıyorlar –fırsatım olsaydı da Roza Hakmen’e söyleyebilseydim bunu:
"Yalnızca hiç ölmeyen güzeldir, ve yalnızca
Bizim için hiç ölmeyen, bizimle ölen."

 
9 Ocak, Salı
Süreyya Berfe öldü. Rahmet olsun... Şiiriyle 'benim' şairlerimden biri olmadı hiç. Yine de, bir şairin ‘gidişinin’ ne demek olduğunu bilenlerden biriyim.
 
Aksiyoner bir kuşağın mensubuydu Berfe. Gözü kara, yumruğu sıkılı, en azından yazıp söyledikleri ile böyleydiler. Bir kısmı bununlaimtihan da edildi. Onun hapse girip girmediklerini bilmiyorum. ‘Halkın Dostları’ bir şekilde yırtmıştır. Ayrıca, ‘Narodnikler’ demek istiyorum, onlar kadar boşa kulaç atmış, geçmişinden pişmanlık duymuş insan azdır kültür tarihimizde. Gençliklerini bir ‘hiç’ için harcadılar, bunun hıncıyla belki, savrulmaları da büyük oldu... Berfe, olduğu gibi kaldı denebilir yine de, bildiği gibi yaşadı, pek değişmedi. '40 kuşağı şairlerinden Arif Damar'a benzetiyorum onu. Yazdı, yaşadı ve öldü.
 
Bavulun 
bu kadar ağır olacağını bilseydim 
ayrılmazdım

 

8 Ocak, Pazartesi
Yunanlar ve Romalılar dünyanın dört evresini altın, gümüş, bronz ve demir çağları diye sıralarken Thomas Love Peacock bu sıralamayı şiirin dünyasına başka türlü uyarlar.
 Peacock’a göre, evren gibi şiirin de dört evresi vardır, fakat daha farklı bir sıralama ile: ilki demir çağı, ikinci sırada altın çağ, üçte gümüş ve son olarak da tunç.
 İlk çağ olan demir çağı, kaba saba ozanların, yazılı edebiyat henüz yokken, kabile şeflerini sömürmek için kullandıkları şarkımsı şeylerin üretildiği çağdır.
 Altın devrin tek bahis konusu Homeros'tur.
 Gümüş çağda ise medenî insanın şiiri iki türde eser vermektedir: taklidî ya da özgün. Taklidî şiire örnek olarak Vergilius'un eserlerini gösterir ve özgün şiirlerin de hiciv ve mizah içeren eserler olduğunu söyler, ki, zikrettiği dönem (İsa’dan önce birinci yüzyıl) için hiciv ve mizahın şiire konu olması eskiye nazaran yeni bir soluktur.
Dördüncü dönem olarak nitelediği tunç devrinde ise düşüncelerin, olayların, hislerin etraflıca ortaya konduğu şiirlerin yazıldığını düşünmektedir.
Yine Peacock'a göre, insanlık medeniyet denilen şeye ulaştıkça şiire olan ihtiyaçları azaldığından şairlerin üzerinde bulunan 'görev', devlet adamları ve filozoflara geçmektedir. 
İnsanın medeniyete ulaştığını varsaydığı dönemi tunç devri olarak niteleyen Peacock, şairi de medenileşmiş toplumun yarı-barbar insanı olarak görmektedir.
 
[İşbu düşünceleri süzdüğüm kaynak: Şiirin Bir Savunması, Percy Bysshe Shelley, Çev. (ve Akt.) Bünyamin Kasap, Şule Yay., 2011]
 
Bir başka gün, ‘Türk Şiirinin Evreleri’ni yazayım, kendimce! 

 
7 Ocak, Pazar
Türkiye'de benim bildiğim, gördüğüm iki  'kültüralist' belediye var: İstanbul-Zeytinburnu Belediyesi ve Bursa-Nilüfer Belediyesi. İkisini de uzaktan, takdirle takip ediyorum. Benim de içinde bulunduğumu zannettiğim, kültürel çabaya değer veren, dikkat eden küçük ama seçkin bir zümre için büyük işler yapıyorlar. Kitap ve dergi yayınları, sempozyumlar, özgün kütüphaneler... Kapıları sanatçılara, akademisyenlere ve okurlara her daim açık olan bu iki kurumun bozulmaması, çaba, emek ve birikimlerinin akamete uğramaması için dua ediyorum desem yeri. Bir şekilde gücü elinde bulunduranlar bilmeli ki, o koca binalar bile değil, geriye yalnızca bunlar, kültüre yönelik işleri kalır. İbret için, Shelley’nin Ozymandias’ını okusunlar!

Nilüfer ve Zeytinburnu benzeri ‘asıl iş’i ihmal etmeyen, unutmayan belediyelerimizin sayısı artmalı. 

 

6 Ocak, Cumartesi
Suriyeli doktor arkadaşım Ahmet'le buluştuk. Blablacar sayesinde tanışmıştık. Uzun uzun savaşa dair konuştuk. İyice kızışan IŞID barbarlığı sonrası Halep'ten Lübnan'a nasıl tek başına kaçtığını, oradan deniz yoluyla Hatay'a ve sonrasında Gaziantep'e gelişini dinledim. Geride bıraktıklarına rağmen, bir felaket içinden kendini kurtarabilmiş, bir şekilde yeni bir hayat kurabilmiş, kurmaya çalışan insanlara büyük saygım var... Böylesi bir insandan, karşılıklı dertleşirken son 2 yılımı teslim almış 'kişisel bir kriz'den bahsettiğimde, henüz taşları yerli yerine oturtamadığı Türkçesi ile gayet yalın, veciz bir şekilde bana söylediği şey karşısında irkildim: Sen, dedi Ahmet, savaş görmedin ama bu savaş! Bir an anlayamadım, yaşadığım şeyi en az 5 kişiye anlatmışımdır. Herkes hak verdi ama hiçkimse böyle tasvir etmedi, edemedi. Belki de Türkçelerinin fazlaca gelişkin olmasıydı buna sebep ya da diğergamlıklarının zayıflığı, bilemiyorum. Korkunç bir yıkımı ardında bırakmış birinden duyduğum bu söz, benim bile kendi başıma geleni anlamakta güçlük çektiğimi düşündürdü. (Eskiden olsa ağlardım, oysa, vardım baktım demir kapı sürgülü. Nece gül varsa derdiğim kararmış, dikenleriyle başbaşa kaldığım bir çölde buldum kendimi... Bu günce için tasarladığım bir 'sayı' var, çok kalmadı, son hafta anlatmak istiyorum bütün olup biteni. Apaçık bir yürekle.)
 
Ahmet'le güzel şeylerden de konuştuk elbette. Kendisi gibi doktor bir arkadaşından bahsetti. Çok kıskanç bir eşi varmış. Okul yıllarında sevgili olmuşlar ve eşinin plastik cerrahiye olan ilgisini törpülemiş, söz almış. Estetik yapmaya gelen kadınlar filan... Alttan girip üstten çıkmış ve eşini Genel Cerrah olmaya ikna etmiş. Şimdilerde ise çok pişmanmış, neden Ürolog olsun istemedim diye! Bu fıkra gibi hikâyeden sonra bir kahkaha patlattım.
 
Muallaka şairlerlerinden de konuştuk, ona İmruülkays (İmruul-Kays) sevgimden bahsettim, bana , Nizar Kabbani ile cevap verdi! Bir de Fairuz... Biz Araplar dedi, özellikle Suriyeliler, güne Fairuz dinleyerek başlarız! Şaşırdım ve neden diye sordum, çünkü çok güzel dedi! Araçta Nassam Aleyna el Hawa'yı açtım, birkaç kez dinledik. Fairuz'u ilk kez dinlemiyorum ama sesindeki neşe-hüzün dengesini belki de ilk kez bu akşam, Ahmet'in hikâyesinin de yardımıyla fark edebildim ancak.
 
Bu güzel günü sıkı bir yemek ve küçük bir şehir turu ile tamamladık. Aklımda savaş, en çok da kendi savaşımla...
 
Eşyalarının develere yüklendiği o ayrılık sabahı
Devedikenlerinin yanında acıkarpuz doğramış gibiydi gözümün yaşı
 
Etrafımı sardı binekleri üzerindeki dostlarım ve şöyle dediler:
Kederden helak etme kendini, sabırdır en güzeli
 
Benim şifam doyasıya ağlamaktadır a dostlar
Ama bilirim ki ağlamak da geri getirmeyecek kaybolan izleri
(İmruul-Kays, Çev. Mehmet Hakkı Suçin) 

 
15. Hafta
 
5 Ocak, Cuma
Freud'un Sanat ve Sanatçılar Üzerine (YKY, Çev. Kâmuran Şipal, 2014) kitabına göz atarken, edebî olanın biricikliği ve ışığının dosdoğru göğe yükselmesi ile ortaya çıkan ihtişamlı aydınlık karşısında hiçbir zaman ciddiye alamadığım psikanaliz 'ilmi' için, pekala, "soyut hafiyecilik" de denebileceğine kanaat getirdim. Heykeller, piyesler, romanlar ya da şiirler ve tabii ki sanatçıları (ve pek tabii, hiç şaşmaz, çocuklukları) üzerine sonu gelmeyen savlar, soru işaretleri ve ünlem arayışları denizinde, hakkıyla itiraz edilemeyeceği gibi akla sığınılarak iman edilebilmemin de mümkün gözükmediği büyük bir laf salatasıdır psikanaliz... Tanpınar'ın "psikanaliz çıktığından beri hemen herkes hastadır" sözündeki 'kalın' ironi, oyun içindeki oyunu faş eder niteliktedir.
 
Psikanaliz değil, psikanalizciler önemlidir. Onların içinde de en çok Carl Gustav Jung. O, –tıpkı Claude Lévi-Strauss gibi– kendi hikâyesinin peşinden giderken, rüyaları yoldaki işaretler olarak kabul etmiş, hüzün ve düşünceyi kendi ‘büyük romanı’ içindeki diyaloglara yedirmiştir. Jung'un dehasının biricikliğidir onu edebiyata dahil ettiren ve psikanalizcilerle bir anılsa bile onlardan ayrıştıran. Freud'u, bu yolu açan yetenekleri sınırlı bir zannatkâr olarak anmak en doğrusu. Bütün 20. yüzyıl onun bir sayıklama nöbetinden daha değerli olmayan sözleri etrafında çok enerji tüketti, boşa konuştu. Sadece ve sadece eğlendi. ‘Hoş’ ve boş vakitler geçirdi... Onun, maddeciliğin zirve yaptığı bir çağda 'işe' rüyaları karıştırdığı, dolayısıyla metafiziğe bir kapı araladığını söyleyenler olmuştur. Buna bir dönem ben de inandım ama entelektüellerin onlarca yıl (tüm dünyada!) neler yazdıklarına, meseleleri hangi boyutta ele aldıklarına baktığınızda, niyet böyle olsa bile (ki, pek tabii değildi,) böylesi bir işlevden ziyadesiyle uzak olduğu gördüm... Uzun sözün kısası, koca bir 20. yüzyıl Freud için cömertçe harcandı, bundan sonra ancak komedi için işlevsel bir malzemedir. Oysa 21. yüzyıl, Jung'un 'romanının' daha iyi anlaşılacağı, saygın bir aralık olacak. Hiç değilse bu yönüyle saygın. Ve umalım ki yalnızca ‘kendiyle savaş’ halinde.
 
"Yazarın yadsımasının bu kadarla sınırlı kalmaması pek olasıdır. (...) Doğrusu ben olasılık dışı görmüyorum bunu; gerçekten böyleyse, o zaman iki durum söz konusudur: Ya biz yazarının tümüyle habersiz olduğu bazı eğilimleri masum bir sanat yapıtının içerisine yerleştirerek gerçek anlamda karikatürden farksız bir yorum kotarıp koyduk ortaya, dolayısıyla insanın aradığı ve kendi içinde yaşattığı şeyi bir yapıtta ne denli kolay bulabileceğini bir kez daha kanıtlamış olduk. Edebiyat tarihinde alabildiğine ilginç örneklerini bulabileceğimiz bir tutumdur bu. Böyle bir açıklamaya katılıp katılamayacağına her okuyucunun kendisi karar verebilir. (...)" (s.328)

 
4 Ocak, Perşembe
Metin Karabaşoğlu çok güzel bir şey yazmış X’te, çok sevdim, imzamı atacak kadar benimsedim... İnsanından ağacına, hayvanından toprağına; tarihte ve tarihe karışacak olanda, maruz bıraktığı bütün hoyratlıklara rağmen sevdiğimiz, tutkuyla bağlı olduğumuz ülkemizin bir gün hak ettiği seviyeye erişmesi için çaba sarf etmeye, insan olmaya, insan kalmaya ve hakk olandan yana taraf olmaya devam. Dertleneceğini zannettiklerimizin zerrece umurlarında olmadığını bilerek:
 
çok uzunca bir zamandır kendime söylediğim bir gerçeği ifşa etmiş olayım:
gerçek şu ki, herkes için hak, hukuk, adalet, hakkâniyet isteyen; köle de, efendi de olmaksızın eşit vatandaşlar olarak yaşamalıyız diye düşünen insanlar olarak bu ülkede biz ancak azınlığız.
hem de yüzdelik olarak tekli rakamlara sığacak kadar küçük bir azınlık.
bu ülkenin kâhir ekseriyetinin demokrasi diye, adalet diye, hak ve hukuk diye, hakkaniyet ve ehliyet diye bir derdi yok.
sağcısı solcusu, dindarı seküleri, dinlisi dinsizi ile kâhir ekseriyetin zihni otoriter kodlarla çalışıyor.
bizim gibiler bugüne kadar hep azınlık idik, bundan sonra da sanırım hep azınlık olacağız.
dünyaya değen bir kuyrukluyıldızın tozlarının zihin ve vicdan açılmasına yol açması gibi harikulâde bir olay gerçekleşmedikçe, bu durumun değişeceğini ümit etmek için bir sebep varsa da ben göremiyorum.
buna rağmen herkes için ve her hal ve şartta adalet, hak, hukuk demeye devam edeceğiz ama.
birilerinden takdir beklediğimiz için değil; bilakis başımıza bela almak anlamına da gelse, doğrusu bu olduğu için…
hesap gününe olan imanımızdan; hakikate, insana ve kendimize olan saygımızdan; vicdanımız ancak böyle huzur bulduğu için…
altmış yaşına geldim, sağlı-sollu, dinli-dinsiz otoriter kafalar yüzünden, hayat, hukuk, hürriyet, adalet ve hakkâniyet konusunda bir güven hissi duyamadan yaşadım bu ülkede. bu bizim büyük derdimiz...
ama biz de onlara benzemedik ve inşaallah asla benzemeyeceğiz. bu da onlara, ders olamıyorsa dert olsun...
 
 
3 Ocak, Çarşamba
Ahmak ıslatan yağmur kıvamında seyreden enflasyon yüzünden daha az görür olduk ama eski bir takıntı ya da alışkanlıkla, sahaftan bile alsam, fiyat etiketini söküyorum kitaptan. Fiyat etiketinin kitaba ait bir şey olmadığını düşündüğümden belki de. Anlamlı bir gerekçesi yok.
 
Kitaplara dair başkaca takıntılarım: satır altlarını çizerim ama yalnızca kurşun kalemle, bastırmadan. Başkaca kalem kullananlardan nefret ederim... Şiir kitaplarına ise asla dokunmam. Bir şiirin birtakım yerlerini kurcalayan, kalemle işaretleyenleri görünce küçümserim. Böyle bir(inin) kitabı(nı) sahaftan bile satın almam. Hâlâ, bazen, son sayfasına vardığım bir kitaba dair –yine kurşunkalemle– bir iki cümle yazar, tarih atarım. Sürekli şehir değiştiren biri olduğum için ve hemen her ânım kitapla dolu olduğundan bulunduğum şehri ve adımı da yazarım. Arada bir, bu kitap yıllar sonra, hangi koşullarda hangi yabancı elin merakını cezbedecek acaba diye geçer içimden. Kitaplar/mız –yalnızca– bize ait değil.
 

2 Ocak, Salı
John Berger'ın "Görünüre Dair..." (Metis, 2014) kitabını okurken 17. yüzyıl Polonya'sında yaşamış bir tıp doktoru, din bilgini ve şair olan Silesius'tan bahsettiğini gördüm ve durdum. Okuduğum şu nefis dizelerden sonra biraz araştırma ve düşünme ihtiyacı hissettim:
 
"Senin etten kemikten gözünü seyreden gül
Böylece çiçek açtı sonsuzdaki Tanrı'da"
 
Tam adıyla, Angelus Silesius'tan bahsediyordu Berger, model ve ressam arasındaki işbirliğinin ontolojik temellerini izaha çalışırken. Oysa, Silesius'un adı, kanlı-canlı, somut ve tarihsel bir bilgeyi değil, bir Paul Klee imgesini çağırıyordu bende. Bilirdim de, görülenin olduğu yerde, bir de görenin olduğunu 'idrak' ettim böylece. Ve bir şey bana sesleniyorsa, dedim, benim de ona seslenmem gerekir: ey gül, o gün geldiğinde, beni de al bahçene.

 
1 Ocak, Pazartesi
Yeni yıla şiirle başlayalım:
Filistin'de oturuyor, ışıkta dönüşüm ve göç meyvesi veren ağaçlar, pencerelerdir dalları kulak verdik boyutlarına onlarla birlikte okuduk destanların yıldızını kemik ve kelle yuvarlıyor askerler ve hâkimler                bir düş nasıl uzanıyorsa öyle güvendeler: Tehcir ediliyorlar, sürükleniyorlar labirente...
(Adonis, İşte Budur Benim Adım, Çev. Mehmet Hakkı Suçin)
 
Kalbim bu yıl da Filistinlilerle. En iyi dileklerim onlar için. Ve en kötü sözlerim, onlara ‘sürüklendikleri labirentlerde’ yaşatılanlar için, yaşatanlar için.

 
31 Aralık, Pazar
Bir yılbaşı anısı –ya da şöyle demeli, çocukluğumun bütün yılbaşı'larının anısı: karanlık bir oda, hepimiz oradayız: dedenin elinde 1000'lik tespih, anneanne erbanesini göğe uzatmış, baba, anne ve 5 torun. Ben en büyükleriyim çocukların. Maestro nineme tâbi olmakta güçlük çekmiyorum hiç, yine de olan bitenin pek tabii bir durum olmadığının farkında, boyuna bizimkileri süzüyorum... Her yılbaşı gecesi, bence ve bir başka deyişle 'yılsonu', bir tür ‘şabat’ ayinine dönüşüyordu evde: vakit ikindiyi bulmadan televizyonun, radyonun fişi çekiliyor, akşam ezanı ve yemekten sonra da ışıklar kapalı vaziyette ilahiler, kasideler okunup sesli zikir çekiliyordu. Ninem, gâh Türkî gâh Zazakî, dil ve müzik birikimini cansiperâne seriyordu geceye. O gece öyle geçmeliydi çünkü bütün gavurlar aksini yapmaktaydı... Babamın, dindar biri olduğu halde olup biteni pek de ciddiye almadığını fark ederdim, yine de biz çocuklarının bu taassup denizinden nasibimizi almamız için sessiz kalırdı. Arada bir gülerdi, biz de öyle ama ninem ciddiyetle sürdürürdüğü şefliği karşısında derhal toparlardık kendimizi... Çok daha erken uyumak zorunda olmak ve televizyonu katiyen açmamak en zoruydu. Dayanmalıydık, çünkü bu bizim duruşumuzdu. Dünyadaki hiçkimse farkında olmasa bile, dünyaya karşı çıkan, kafa tutan bir duruştu. Dedem zaten, tüm hayatı boyunca sırtını döndü televizyona. Kaldı mı böyle ‘yılsonu’ geceleri, böyle inandığı gibi yaşayan ilkeli insanlar? Sanmam. Her şeye rağmen güzel günlerdi, çocukluğumdu. Müşfikti dünya ve ayaklarımızın altında idi. Ona tapmadık hiç, yüz bile vermedik.
 
Sonra büyüdüm. Yılbaşı ya da yılsonu, hâlâ önemsiz şeyler benim için. Uzun zamandır en iyi bildiğim şeyi yapıyor, o gece, sevdiğim şairleri okuyorum.* Bu kez onu da yapmadım. Leyla bir film seçti, izledik. Kestane kebap, çerez filan vardı yanında, afiyetle yedik. Sonra, biz farkında bile değilken hükmünü sürdürdü gece. Derken, “bir roman daha bitti,” Balzac'ın dediği gibi.**
 
*Kehanet doğru bu arada, yıllar geçiyor ve ben yılbaşı gecesinde yaptığım şeyden midir, nedir, boyuna şiir okuyorum, şairleri savunuyorum.
**Balzac her zaman haklı çıkmıştır.

 
30 Aralık, Cumartesi
Hiçbir şey serin ve pusuda bekleyen kaygılardan uzak bir cumartesinin tadına erişemez. Bu tadı bilen bilir, bilmeyen ne bilsin zaten... Ey Rab, bana –eşimle beraber– dünyanın güzelliğini yaşamak için vakit tanı, bizi o sonsuz cumartesilerine layık kıl.
"Ah, göğe uzatıyorum bir cumartesiyi"
 

 14. Hafta

 
29 Aralık, Cuma
Agota Kristof’tan:
Öncelikle yazmak gerekir, elbette. Sonra da yazmaya devam etmek. Kimsenin umurunda değilken bile. Kimsenin asla umurunda olmayacağı duygusuna kapılırken bile. Yazılmış kâğıtlar çekmecelerde birikirken ve diğerleri yazılırken unutulurken bile.
 
Bir alıntı daha:
Büyük Rus baleti muhalif Rudolf Nureyev şöyle anlatır: “Stalin öldüğü gün dışarı çıktım, kırlara gittim. Olağandışı bir şeyler olmasını, doğanın bu faciaya bir tepki vermesini bekledim. Hiçbir şey olmadı. Ne yer sarsıldı ne bir işaret geldi.”
(Okumaz Yazmaz’dan, Çev. Feyza Zaim, Can Yayınları.)
 


28 Aralık, Perşembe
Zeki Demirkubuz - Nuri Bilge Ceylan gerilimi sönmüş, eski bir ateş zannedilirken, Ceylan'ın günlüğünde geçen bir bölümün haber olması ile harlandı, büyüdü ve tam anlamıyla bir soğuk savaşa dönüştü... Her iki ismi de çok seviyorum, çok değerli buluyorum. Türkiye’nin bir ruhu varsa, bu iki ismin de yapbozun kilit parçaları olduğunu unutmamak lazım.
 
Yine de bir şeyler daha söylenmeli, burada kalmamalı: bu tartışmayı alelade bir ağız dalaşı olarak görmek yanlış olur. Yalan, iftira, hırsızlık gibi ağır isnatlar söz konusu. Nuri Bilge aşağılık olan ben değilim dedi. Zeki ise, dişini sıkıp oturmaya devam et. Eskiden olsa, iki onurlu insan arasındaki nihai sözleşme olarak kabul edebileceğimiz bir düelloya dönüşebilecek bu atışma, sıkışmış bir gaz bulutu gibi patlama emareleri göstermeye başladı. Nasıl süreceği şimdilik muamma. Bu belirsizlik ister sürsün ister başka şeye dönüşsün, uzunca bir süre avamın dilinden düşmeyecekleri apaçık bir gerçek.
 
Neydi, ne oldu, bu sürtüşme nereye varır bilmiyorum ama şunu söyleme ihtiyacı hissediyorum: hor görü ile biten bir arkadaşlıktan daha yaralayıcı ve tahrip edici bir şey yoktur… ve Borges, (belki edebiyat burada bize yardım edebilir!) Kum Kitabı'ndaki öykülerin birinde şöyle diyordu: Fermin Eguren, ödlekliğine tanık olduğum için beni asla bağışlamadı.

 
27 Aralık, Çarşamba
Geçenlerde, Proust'tan ilham almış bir başka ankette karşıma çıkan "En nefret ettiğiniz tarihi figür..." sorusunda takılı kaldı zihnim. Bu bir Yahudi için Hitler iken bir Filistinli için tüm Siyonist Yahudiler olabiliyor. Ya da bir Ermeni için Enver/Talât iken bir Çerkes için Çarlık Rusya'sı... Yani ‘tarihsel’ olana nefret, yine tarihsel köklerimizle yakından ilişkili. Tarihin sayfalarında gömülü ya da gözü açık gitmiş ne varsa, yarım kalmış hikâyelerin, kaçırılmış fırsatların verdiği tüm acılar birilerini hatırlatır mutlaka… Sevgi de bundan farksız değil.
 
Ben bütün bunlardan kendimi soyutlayarak düşünmek istiyorum... Düşünüyorum... Hâlâ düşünüyorum. Hitler diyesim geliyor çünkü kitapları yaktı. Ona bakarsan Cengiz Han da kitap yaktı, hem de daha çok yaktı, diye hizaya çekiyorum zihnimi. Dolayısıyla başka biri olmalı. Düşünüyorum... Galiba Stalin. Gerçi Hitler'i deviren oydu, buna itirazım yok ama hayatını kararttığı onca yazar, özellikle de Mandelştam için Stalin diyesim geliyorum. Özellikle yazar düşmanı vahşiliğin vücut bulmuş halidir Stalin. Ama bir şeyler eksik, bütün kalbimle tasdik edemiyorum bu yargıyı. Çünkü Hegelci bir tasavvur ile baktığımda, köklerimin tarih-dışı olduğunu biliyorum. O kadar muazzam unutmuşuz ki, dünyaya dair hiçbir şey hatırlamıyor, bilmiyoruz. Unut(a)mayanlara bakıp duruyoruz.: böbürlenenler bir yanda, ağlayanlar bir yanda.

 
26 Aralık, Salı
Check Up yaptım. Yıllardır düşüremediğim, beni psikolojik olarak yıpratan bir kolesterol sorunum var. Ekmeği uzun zamandır hayatımdan çıkardım sayılır, çok tatlı yemem zaten. Geriye kalıyor genetik miras ve bir türlü baş edemediğim stres. Tüp tüp kan alındı, idrar zımbırtısı, kalp grafileri, röntgen… 12 saatlik açlık sonrası gittim bu kez. Her şeyi kitaba uydurdum, sigara da içmedim. Yine de deli gibi stresli ve moralsizdim. Kendimi strese sokmak için bahane arıyorum resmen.
 
Tetkikler bittikten sonra kantine indim. Bir su bir de çay aldım. Suyu iki dikişte bitirdim, çayı sigaraya katık ettim ve Leyla’dan öğrendiğim bir Dağlarca şiirini temrin ettim:
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
 
Sonuçlarda bir değişiklik yok. Kolesterol seviyem ne yapsam da değişmiyor. Sigarayı bırakmam lazımmış ama. Doktorun dediğine göre duman, ciğerlerde kendini belli etmeye başlamış. Gelecek yıl bu zamanlar, dumansız bir hava sahasında yazılarımı yazmayı, şiirlerimi ve şairlerimi düşünmeyi umuyorum. 

Arkadaş'tan:
(...)
kadere inansaydım
sana inanırdım
Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben 

 
25 Aralık, Pazartesi
Benim gözümde okumak, paralel evrende kendine ait bir yuva inşa etmekten farksız. Çoklu evrende her okura yetecek yer var. Herkes kendi tasavvuru ölçüsünde inşa eder evini. Sevdiği biçimde, istediği cepheye dönük ve katmanlar halinde... Ev dediğimiz yapının malzemesi ise okuduklarımızdır. Ne okursak, oyuz.
 
Çok okumuş biri sayılmam. Yine de iyi bir ‘eleyici’ sayarım kendimi. Bu sayede sevip bağrıma bastığım çok sayıda yazarım oldu. Başkaca yazarlardan, sanat erbaplarından ya da hayatı sanatkârane yaşayan isimsiz kahramanlardan topladıklarımla, bir çeşit kovalent bağlar kurdum hepsiyle. Bunların içinde de en çok Robert Walser'i sevdim. 67 yıl önce bugün, o uzun yürüyüşlerinden birini daha yaptı ve bir daha dönmedi dünyamıza. Zaten hiçbir zaman ait olmadığı dünyamıza…
 
Bana Jakob von Gunten'i okutan neydi, hatırlamıyorum şimdi. Hesse, Canetti ya da Kafka'nın övgü dolu sözleri belki. Ama bunların yeterli olmadığı çok sayıda örnek sıralayabilirim. Vakti gelmiş bir buluşmaydı belki de.
 
Robert Walser, benim biricik ustam... Ona dair bir şeyler yazmak istiyorum uzun zamandır. Yazma korkum gün geçtikçe azalıyor. Bu günü, çekincesini duyduğum bütün vehimleri kıracağım bir ilk –büyük– adım kabul edip uzunca bir şeyler yazacaktım ama fark ettim ki hâlâ zamanı değil. Ve daha önemlisi, yeri burası değil. Birkaç taslak var masamda ona dair. Bakalım yazmak kısmet olacak mı...
 
Şu kadarını söylemeliyim: Walser demek, yürümek demek! Yürümenin ilmini yaptı o ve onun dünyadaki yürüyüşü, aslında dünyaya doğru yürümekti. Kendisini yadsımış bir dünyaya... Evinden, odasından, kalemlerinden ve kibrit kutularından uzaklaşması, hayata doğru bir açılımdı. Şairane bir tempoyla.
 
Küçük bir anekdot: gençlik günlerinde şiir yazarmış Walser. Bu yıllarında neden girdiği hemen her işten birkaç ayın sonunda ayrıldığını soran Carl Seelig’e şöyle diyor: “İki efendiye aynı anda hizmet edilemez.”
 
Walser’e olan sevgimin şifrelerinden biri, onun bir başka yazar için sarf ettiği şu sözde saklı: “Hiçbir yazar mükemmellikle mükellef değildir. Yazarları tüm insani ve tuhaf yanlarıyla sevmek gerekir!” 

 
24 Aralık, Pazar
Şair hemşerim Cihat Duman'ın, her zamanki muhteşem ironisiyle söylediği bir sözü hiç unutmuyorum: "Siz çok güçlü oldunuz, Allah'ı bize verin."
 
Birileri Allah'ı kendi safında zannedebilir. Tıpkı, ahlaki üstünlüğün daima kendinde, klanında olduğunu zannetmek yanılgısında olduğu gibi. Askerlikteki, astın üstüne özenmesinin meşru, astına özenmesinin ise suç sayılması durumuna benzetiyorum bunu. (Hani mantık yoktu?) Öte yandan, Allah'ı bir parti üyesi, bir hizipçi zannedenler, böyleymiş gibi hareket edenler de az değil. Biri "Allah" deyince yahut ‘daha fenası’, peygamberden bahsedince kim bilir kimi düşünüyor da hemen bir 'kitle'nin mensubu sayıyorlar söyleyeni. Bu türden bir zihin karmaşasının çoğaldığını gözlemliyorum.
 
Biraz ferah olmak lazım. Zor, biliyorum. Mümkünse ironiye sığınmalı. Mümkün değilse zorlamalı! Başka da çare yok sanki: tarihin üzerimize boca ettiği korkular, yenilgiler ve öç duygusu başka türlü aşılamaz. En azından benim, ironiden ya da ‘makaraya almak’tan başka bir çözümüm yok… Bir umut evimize, kalbimize dönebiliriz belki bu sayede. Mabel'in o nefis Tuzla Buz şarkısı bu konuda bize yardımcı olabilir diye düşünüyorum:
 
Kalbin senin mi
Göğün mü, yerin mi
...
Kalbin senindi
Göğündü, yerindi
Or'da çekişen can
Yine sana delildi
 

 
23 Aralık, Cumartesi
Yine Halil Tekiner. Hoca ile 12 gibi buluştuk. Birer kahve içtik, yürüdük, balık yedik... Mütevazı kitaplığımın sevdiğim nesnelerinden birini, Primo Levi'nin Periyodik Cetvel'ini hediye ettim. O ihtişamlı Sağlık Bilimleri Koleksiyonu/ Kütüphanesinde göremediğim başkaca kitaplardan bahsettim ve çekinerek de olsa 24 kitaplık bir listeyi paylaştım kendisiyle. Dediğine göre, geçen bunca zaman içinde koleksiyonuna ilgi duyup görüş beyan eden üçüncü kişiymişim. (Türkiye kültür hayatının nasıl bir çöl olduğunu anlayalı uzun bir zaman olduğu için bu duruma pek şaşırmadım.) İlk ve bence en önemli katkı, böyle bir koleksiyonun kataloglanmasının tavsiye edilmesi olmuş. Bir doktora öğrencisi ise ihtiyaç duyduğu Osmanlıca bir eseri rica etmiş hocadan. Bir de ben.
 
Edebiyat, tarih, bilim, müzik ve daha bir sürü şeyden dem vurduğumuz, 6 koca saate yayılan çok güzel bir gündü. Hocayla, bilhassa yürürken, piyano bestelerini dinlerken sezdiğim Brahms havasının yerinde bir sezgi olduğunu fark ettim... Konuşmamızın son dakikalarında, belki konuşmaktan, düşünmekten ve benim gibi geveze birini dinlemekten yorgun düştüğü için, Süheyl Ünver'in kızı Gülbün Mesara ile buluşmalarından bahsetti ve beni hiç şaşırtmayan, bilakis, bazı taşların yerli yerine oturmasını sağlayan 20 yıl öncesine ait o anısından: Gülbün Hanım, yirmili yaşlarının başındaki Halil Tekiner'i kahvaltıya davet etmiş ve özel bir kol saati hediye etmiş, "Al bakalım, geleceğin Süheyl Ünver'i" diyerek. Evet, bence de öyle, Halil Tekiner, günümüzün Süheyl Ünver'idir.
 
Gün sonunda bana Tanpınar'ın Huzur'unu (Eleştirel Basım, Dergâh) hediye etti Halil Hoca. Doğrusu, kitabın özel bir edisyon olmasından bağımsız söylüyorum, daha güzel bir hediye olamazdı. Huzur'da, "Istırap günlük ekmeğimizdir" der Tanpınar. Oysa bugün, 'ıstırap'tan eser yoktu. İnsanın insana yaşattığı bütün acılara rağmen, dünyanın güzelliğiydi bizi bir araya getiren. 
    
13. Hafta
 
22 Aralık, Cuma
Aşağıda bir şiirim var. (Sonunda bunu da yaptım!) Halihazırda, son yazdığım şiirdir. (Böyle derken biraz korkuyorum, son olmasın inşallah.) Benim 'izlenimci' dediğim bir şiir bu. Bunu belirtme ihtiyacı hissediyorum çünkü bazıları öykülemeci, anlatımcı filan diyor. (Resim tarihinden, plastik sanatların edebiyata etkisinden bihaber insanların lafları.) Bu tarz-ı şiiri severim, "şi'r-i kadim" dediğimiz şey de böyledir ama yazar olarak bu üslupta şiir yazmayı terk edeli belki bin yıl oluyor. (Belki daha da eski.) Anlam veremediğim bir duygu, köklerinden kavrayıp yakalıyor insanı... Kadim olan içre, eski ustalarla bir ses kardeşliği için.
 
Ukde
 
Ve o kitapları bağrına basan genç adam
yaş aldıkça uzaklaştı incelik denizinden
en gizil dizeleri bile yakalardı gözleriyle
düzgün bir kitaplığım olsa keşke derken
 
Üçer beşer elden çıktı hepsi
dergilerini bana yolladı
kitaplarını daha yakın olanlara
bitmişti avarelik günleri
parasız sayılmazdı ama
daha çok kazanmalıydı
ev kurup çocuk da yapmalı
narrativ böyle değil miydi?
 
Unuttum adını ama biliyorum adım gibi
içinde bir ukde olarak kalacak hep
bir şair olarak başladığı hayatı
varsıl bir emekli adama tercih etmek
bir şekilde aklına gelip duracak bu
yine de verdiği karardan emin
bekleyecek o da herkes gibi ölümü
aklında kalan birkaç dizeyle belki
 
M. Milât Özçelik
[06.12.23] 

 
21 Aralık, Perşembe
"Talebe hazır olduğunda, ustası belirir."
Californication, S4:E1.
 
 
20 Aralık, Çarşamba
Öyle zannedilir ama değil: şairlerin çoğu iyi insanlar değil. İyi bir insan olmadığını bildiğim, anladığım ya da bir şekilde fark ettiğim halde sırf şiiri iyi diye saygı duyduğum insanlar az değil. Hem iyi insan hem iyi şair ise çok ama çok az. (Olur da rastlarsan birine —çavdarlar arasında ya da başka yerde,— dünyanın hoyratlığı karşısında nasıl darmadağın olduğunu göreceksin: kalbi incelikler uğruna ezilmiş, beli bükülmüş, gözleriyle yalnızca çok uzakları seçebilen, o hem şair hem iyi olanın...)
 
"Ve kim başarır" demişti Hölderlin, "kalbini güzel sınırlar içinde tutmayı, tüm dünya ona yumruklarıyla vururken?" (Kaan H. Ökten çevirisi)
 
İşte, yalnızca iyi şairler başarır bunu. Aynı zamanda iyi insan olabilmeyi başarmış, iyi şairler. Tüm dünya içinde, bir tek onlar. —Bazen deliliktir bedeli. 
 
19 Aralık, Salı
Bir türlü çözemediğim, beni aşan bir muamma: Orhan Veli’nin hayattayken yayımladığı son şiir kitabı olan Karşı'nın (1949) kapağında kullandığı fotoğraf hangi sanatçının, fotoğrafçının ya da nereden alınmış olabilir, nasıl?.. Mesela Karşı'dan önceki kitabı olan Yenisi'de kapak resminin Bedri Rahmi Eyüboğlu'na, yazının ise Agop Arad'a ait olduğunu biliyoruz. Karşı'nın kapağında kullanılan yazı, ressam Ferit Apa'nın (1901-2006). Peki fotoğraf? Kimin bu fotoğraf? (Kimin derken, hangi fotoğrafçının demek istiyorum.)
 
Bu soru aklıma ilk takıldığında uzun uzadıya Man Ray fotoğraflarını kat etmiştim. Bana onun işlerini hatırlatıyordu çünkü. Şimdi bu cümleleri yazmadan önce bir kez de Google görsellerde arattım resmi, orijinali ya da iz süreceğim bir benzerini bulabilirim umuduyla, ama yok, çıkmıyor bir şey... Vaktiyle bir arkadaşıma bahsetmiştim bu durumdan ve Orhan Veli uzmanı M. Şeref Özsoy'a sormuştu benim için. Şeref beyin bana aktarılan cevabı "Avrupa'da çıkan bir dergide görmüştür herhalde" olmuştu.
 
Ben Orhan Veli başlıklı şiirinde söylediği "Bir de sevgilim vardır pek muteber/ İsmini söyleyemem/ Edebiyat tarihçisi bulsun" dizelerinde saklı sevgili bulunalı uzun zaman oluyor, mektup ve fotoğraftarına kadar... Kimse bu ülkede edebiyat tarihçisi yok diyemez! Belki de Orhan Veli, Karşı'daki fotoğrafın kime ait olduğunu bulmayı sanat tarihçilerine havale etmiştir! O etmediyse, ben.
 
Kaplumbağa Terbiyeci'sinin 'bile' gizemi çözüldü, Edhem Eldem resmin 'soykütüğü'ne ulaştı ama Türk şiirinin en büyük zirvelerinden Orhan Veli'nin son kitabına dair –bence– önemli ve belki de sonuçları ile şaire dair yeni öznel bilgiler sunabilecek bir araştırma konusunun hâlâ sahibi yok.
 
"Rüzgar tersine esiyor. Niçin?
Eski günler geri mi gelecek?
Kımıldıyor kozasında böcek
Bildiği hayata doğmak için."

 
18 Aralık, Pazartesi
Lafı uzatmak fazilet sayılıyor, sanılıyor. Sohbette bir ölçüde makul karşılanır belki ama yazıda karşılaşınca, "öööyyle yazmışın be kardeşim" hissi uyandırıyor bende, "ne biliyorsan, ne duymuşsan, dökmüşsün ortaya". Soran olursa, şu kadar sayfalık yazı döşendim diyecek(ler) herhalde. Yazdın da ne yazdın, ne söyledin, öööyyle döndürüp durmuşsun kepçeyi, boş kazanda.

 
17 Aralık, Pazar
Self-servis ile ilk karşılaşmamda, 'yeni bir icat'la karşılaşmış ihtiyarlar gibi çok yadırgamıştım. Bu da ne'ydi, yok artık'tı!.. Dahası, hizmeti self-servis olan yerlere gitmemeye çalışıyordum. Gel zaman git zaman, "neyse ki boşları biz almıyoruz" diyerek kendimi teselli ediyorum şimdi. Kapitalizmin dönüştürücü gücü karşısında, ‘pes’ ediyorum.

 
16 Aralık, Cumartesi
Halil Tekiner ile tanıştık. Eczacılık Tarihi ve Etik profesörü, Dünya Eczacılık Tarihi Birliği başkanı.
 
Onun da ilk kez katıldığı bir kitap mezatında... Lafa kendisi, beni öğretmene benzeterek girdi. (Sık sık öğretmenlere benzetiliyorum ve nedense pek hoşlanmıyorum bu durumdan...) 38 yaşında profesör olmuş, 4-5 doğu-batı enstrümanını ustalıkla çalabilen, çok sayıda piyono eseri bestelemiş, Andante’de klasik müzik yazıları yazan, alanında TÜBA ödüllü, tam anlamıyla bir modern zaman hezârfeni... Sağlık Bilimleri alanındaki koleksiyonu 5500 kitaba yaklaşmış durumda. Bunu muntazaman bir işçilikle kataloglayıp ihtişamlı bir iş koymuş ortaya. Böyleyken, kendisi için Türkiye’nin sayılı hatta alanındaki en özgün, önde gelen koleksiyonerlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.
 
Bütün bunları sonradan, kendi araştırmamla öğrendim. Büyük bir tevazu ile konuyu kendinde tutmuyordu... Bir gün, o ihtişamlı kütüphanesini de görmeyi umuyorum. Belki o zaman, yine yazarım.

  

12. Hafta
  
15 Aralık, Cuma
Sosyal medyanın kendini oyalama seçeneklerinin sonu gelmiyor. Çaldığı zamana rağmen çok eğlenceli. Şimdi de şöyle denmeye başlanmış: “Bu hesabın sahibi bir albüm olsaydı...” Nereye varacak bu benzetmeler ağı? Bir tarihi kişilik olsaydı, bir nesne olsaydı, bir hayvan olsaydı... Yine de cevap vermek istiyorum, çünkü müthiş kişisel. Kendi’n üzerine düşünmek, çakırkeyif bir tat bırakıyor zihinde.
 
Bir albüm olsaydım, Ezginin Günlüğü’nün Seni Düşünmek (1985) albümü olurdum. Bir şarkı ol dense, yine orada, Bilinmeyen Ülke olurdum. “Beni bu yiğit delikanlıyı/ Gençliğin ateşi sürükledi sana/ Bir de başımdaki şarap dumanları”. 

 
14 Aralık, Perşembe
Divan’da okuduğum şu Turgut Uyar dizesi hiç aklımdan çıkmaz: “çünkü ben ey derim ve severim ey demeyi bilenleri”. Garip buluyorum bunu ama galiba ben de seviyorum “ey” diyenleri, “ey” demeyi bilenleri. Öyle herkes diyemez, ey! Bunun bir bilgisi, bir büyük görgüsü var.
 
Geçen ay 160. Kilometre’nin internet sayfasında bir şiirim yayımlandı: Kristal. Bu başlıkta bir şiirim olsun istemişimdir hep. Bununla da sınırlı değil, bir “Kristal Şiirleri Antolojisi” yapmak arzusundayım. Yıllardır düşünüp duruyorum ve aktif olmamakla birlikte Kristal başlıklı şiirleri bir kenara not ediyorum. Vaktiyle, ortada henüz hiçbir şey yokken bir “Önsözler Kitabı” yapmak, derlemek istemiştim. İşte, bazıları söyler, bazıları yapar: çok şey çıktı geçen yıllar içinde ama hiçbiri benim düşündüğüme benzemiyor, en azından henüz...
 
Şimdi bu iki fikrime ek, yeni bir projem daha var: Ey Şiirleri! Şöyle kapağında koca bir ünlem işareti ile!.. Ey diyen, diyebilen, bunu bilen şairlerin ey’li şiirlerini derlemek istiyorum. Rimbaud’dan Uyar’a kadar, bütün ey’leyenler.
 
Henüz yayımlanmamış bir şiirimde şöyle eylemişim:
Ey istem
beni gizlediğin
defterlerde
var et yeniden 

 
13 Aralık, Çarşamba
Tam da, yeni mevzuata ilişkin bir sunuma katılıp Çevre Mühendisliği’nin ‘hayata atılacak’ bir genç için iyi bir seçim olabileceğini düşünürken, Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümünde olduğumuzu fark ettim. Üstelik, dün elime ulaşan kitap kargomun içinde gecikmiş bir misafirim vardı: Eylembilim. Bir şekilde, okumanın kısmet olmadığı bir Oğuz Atay kitabı. Bir de Mustafa İnan var ama onu okumaya hâlâ üşeniyorum. Bütün saygınlığına rağmen, bir mühendisin hayatından daha sıkıcı bir şey düşünemiyorum.
 
Oğuz Atay sevgisi, ilgisi, merakı sürüyor ama yaş ortalaması hayli düştü! 2007’de Mimar Sinan Üniversitesi’nde yapılan sempozyum edebiyat tarihimizin en önemli ‘olay’larından biridir bence. Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum (Handan İnci & Elif Türker, İletişim Yayınları, 2009) adlı kitapta toplanmış konuşmalar okunmadan Oğuz Atay fenomeninin anlaşılamayacağını düşünüyorum. Büyük bir kırılma olarak kabul edebileceğimiz 50’lerden günümüze değin, “Türkiye’nin ruhu”na değmiş, bilincinde ya da bedeninde yaralar açmış, unuttuğu ya da etrafında dönüp durmaktan asla bıkmadığı ne varsa, bir şekilde, ama bir şekilde orada dile geldiğini gördüm ben. Okumasını bilen gözler için edebiyat, asla yalnızca edebiyat olmamıştır... Düzenleyicileri arasında değil, adı sempozyumun başlığında geçse bile, hayalini kurduğu ‘büyük projesi’nin ‘final’ bölümü olarak düşünüyorum ben bu sempozyumu. Ne konuşuldu, kimler konuştu, kimlere söz hakkı verilmedi, nasıl konuşuldu, nasıl bir kitle tarafından dinlendi, kimler ve neden günah çıkardı, nasıl gülündü, nasıl ağlandı ise, hepsi birden Türkiye’nin ruhunun büyükçe bir resmiydi.
 
Ben Oğuz Atay’ı düşündüğümde, okul penceresinden –öğrenci ya da hoca, fark etmez– uzun uzun ‘dışarı’ bakan, ‘kafası başka yerde’ denen türde biri canlanıyor zihnimde. Zarif, düşünceli ve hüzünlü bir adam. Varlığı ile başka, bedeniyle başka bir yerde olan biri... Zannedilenin aksine, mühendisliğin Oğuz Atay’a çok vakit kaybettirdiğini düşünüyorum ben. Ama yapacak bir şey yok, Türkiye’nin koşulları, hasta bir çocuğun kalp grafisini andırır çizgisi ile, yazar olmak isteyen gençlerini mühendis olmaya mecbur kılmaya devam ediyor... Yahya Kemal’den bu yana nersimiz büyüdü, birkaç münferit örnek dışında hâlâ bir resmimiz yok belki ama nesirsiz bir millet değiliz artık ve bunu, mühendis yazarlara borçluyuz!
 
Bu günün güncesine son noktayı koymadan önce, Eylembilim’in ilk cümlesi nasıl başlıyor diye baktım, yüzümdeki ciddiyet dağıldı, uzun uzun gülümsedim: “Bir insan –özellikle benim gibi bir insan– ne zaman yazmaya başlar?”
 
İyi ki yaşadın sevgili Oğuz.

  
12 Aralık, Salı
Marina Tsvetayeva’nın Annem ve Müzik kitabını dinledim. Leyla okudu, ben dinledim. Evlenmeden önce ona şiirler okurum sanıyordum ama iş farklı gelişti, o okuyor ben dinliyorum. Bazen de yazıyorum, işte böyle... Geçen yıl bu zamanlar çok hastaydım, ameliyat olmuştum. Bir ay dışarı çıkamadım. Ağrılarımın dayanılmaz olduğu bir gün, bana Montale’nin Xenia’sını okusun istemiştim. Savaş zamanı yaralı askerler için şiirler okuyan Anna Ahmatova gibi... Sonraki gün Lowell okuttum, sonra Bishop.
 
Kalple yazılmış dizeler, kalpten-kalbe uzanıyordu, şifa bulsun diye vücut. Savaşmaktan yorulmuşken.
 
160. Kilometre Yayınları güzel iş çıkarmış yine (Çev. Mustafa Kemal Yılmaz). Vahşi Sovyet rejimine kurban giden bir başka sanatçı, şair olan Marina Tsavateyeva’nın “genç bir müzisyen” olarak portresini okuyoruz bu kitapta. Şairin annesiyle geçen ‘disiplinli güzel günler’ine dair bir anı, anlatı: “Annem bizi müziğe boğmuştu. (...) Annem bizi sel gibi basmıştı.” (s. 27)
 

 
11 Aralık, Pazartesi
Şöyle hoş bir paylaşım dönüyor şu ara X’te: “Bu hesabın sahibi bir film olsaydı...”
Ben de düşündüm. İlk elden, Bela Tarr’ın Karhozat’ıdır (1988) diye geçti aklımdam ama daha uzun boylu düşününce emin oldum: La Maman et la Putain, Jean Eustache, 1973.

  
10 Aralık, Pazar
İçinden, burayı sevmiyorum dediğin an beliren, peki neresi? sorusu. Anlamlı bir cevap da yoksa, ne yapmalı?
 
Yeni Hayat’taki 'genç adam', nereye gittiğine bakmadan otobüslere, minibüslere binip durmuştu. Sıradan olanın akışında, Anadolu'nun il, ilçe, kasaba hatta köylerine doğru şiirsel bir anlam arayışıydı onunki. Bazan, 'vardığı' yerden başka bir yere gidebilmek için gerekli aracı bulması günler sürüyordu... Varılacak bir yer varsa o da 'şiirsel olana'dır. Çünkü seyr, aksar gözükse bile durduğu yerde de sürendir. Ve okumak, yolun ta kendisidir. "Onun [Kitabın] yüzümüze vuran ışığından yola çıkmıştık ve o yolda sezgilerimizle ilerlemeye çalışıyor, nereye gittiğimizi de tamı tamına anlamak istemiyorduk." (s. 65)
 
Bir cevap yok. Bunu, gitmeden anlayabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. En iyisi 'vacilando' olmak, yolculuk fikrini sevmek yani ya da şairin dediği gibi her bahar gitmek isterim deyip yerinde saymak! “Yerinde sayanlar,” demişti Cenap Şahabettin, “yürüyenlerden daha çok gürültü çıkarır.”
 
Ses’i gürültü’den ayrıştımak: işte bütün mesele.
 
 
9 Aralık, Cumartesi
Psikiyatrist Veysi Çeri'nin, tuvalette geçirilen zamana dair paylaştığı bir veri ilgimi çekti: İngiltere’de yapılan bir araştırmada her 3 erkekten birinin çevreden kaçınmak için tuvalette fazladan kaldığı ve ortalama bir erkeğin 'huzur ve sessizlik' için yılda 7 saatini tuvalette “saklanarak” geçirdiği saptanmış.
 
Ortaokul öğrencisi olduğum yaşlarda, yaz tatillerinin büyük bölümünü çalışarak geçiriyordum. İhtiyaçtan ziyade, tercih meselesiydi bu: ailem, 'hayatı öğrenmem için' çalışmamı istiyordu. Hayattan bir şeyler öğrenmenin tek yolu çalışmak değil elbette, ben, iş sayesinde hayattan nefret etmeyi öğrendim. Öğrenmenin biçimleri gibi sonuçları da sonsuzdur çünkü... Önce öğrenir, zamanla anlar insan. Çoğu zaman da iş işten geçtikten sonra.
 
Erken yaşta çalışmak, sonradan fark edeceğim üzere bir Holden Caulfield'e çevirmişti beni. Biraz daha cesur olsam, lanet olsun deyip çekip giderdim... İşte bu dönemlerimin sığınaklarından biri de tuvaletlerdi. İhtiyaçtan ziyade, bir 'ferahlama' meselesiydi bu! Şimdi gülüyorum ama çıraklığından askerliğine kadar şiddet ve baskı dışında bir şey görmemiş ustalarımın hoyratlıkları, zayıf ruhumda derin izler bırakıyordu. Tuvalete gidip birkaç kez ağladığımı hatırlıyorum. Zayıflığıma ağlıyordum aslında, baskıya göğüs geremiyor oluşuma...
 
Sonraları tuvalet kesmez oldu, daha uzun vakitlere ihtiyaç duydum ve namaza başladım! Mesai uzundu, öğle-ikindi-akşam vakitleri için namaz molası alıp lokantanın tam karşısındaki camiye sığınıyordum. (O yaşta birinin bunca sofu olmasının yetişkin insanların gözünde nasıl sakil durduğu ayrı konu. Kendimi fazlaca uyanık, her şeyin 'kitaba' uygun yürüdüğü zannındaydım sadece. Asıl trajedi bu.) Yaptığımın ahlaktan uzak bir şey olduğunun bilincindeydim. Yine de, buna rağmen, Allah'ın bana acıdığını hissedebiliyordum. Özellikle 'ev'ine sığınmış biriyken, yakınımda olduğunu... Bir cevap ya da ses yoktu belki. Ama O'nun beni gördüğünü bilmek yetiyordu. Derken, zayıf benliğim teselli buluyordu ve dönüyordum işe. –Usta beni öldürmesen e.

  
[11. Hafta]
 
8 Aralık, Cuma
Levinas, Bobby adını verdikleri bir köpekten bahseder. Toplama kampındayken tellerin ardında kendilerini bekler, görür görmez hoplayıp zıplarmış. Bütün bir ‘çevre’nin gözünde gör(e)medikleri şeyi Bobby’de görürler: “Onun gözünde insan olduğumuza şüphe yoktu. O köpek Nazi Almanya’sındaki son Kantçı’ydı, ilkeleri ve dürtüleri evrenselleştirmek için gereken zihne sahip olmasa da…” (Bkz.: Nazi Almanya'sındaki Son Kantçı, e-skop)
 
Bugün İsrail devletini idare edenlerin ve –alenî ya da gizli– ona omuz verenlerin, Levinas ve arkadaşlarının kaldıkları kampın tellerinden ötede bekleyen Bobby'den daha gelişkin –ama kötücül– bir zihne sahip oldukları açık, ama, işte, bir köpeğin bile sahip olduğu ahlaktan, erdemden, ufuktan yoksun bir ülke... –Quo vadis?
 
Tarihin gazabına uğramış bir halk olan Yahudilerin, İsrail marifetiyle yaptıkları bu zalimliğin üzerini tarih bile örtemeyecek. Filistin halkına yazık oldu ama Yahudiler bir başka Babil Sürgünü için azıklarını biriktirmeye baksın derim.

 
7 Aralık, Perşembe
Platonov. Şairmiş o meğer!
Yıldızımın bir türlü barışmadığı yazarlardan. Önce Can'ı sonra Dönüş'ü nasıl büyük bir heyecanla okumaya başladığımı hatırlıyorum. Yayımlandığında (sonradan öğrendik ki Tuncay Birkan'ın bir keşfiymiş) yayın ortamında hissedilir bir sarsıntı olmuştu. Okuyanlar, ayılanlar, bayılanlar gırla... Bense, belki şimdilik zamanı değildir diye düşünmüştüm. Yıllar sonra Erdem Erinç çevirisinden mektuplarını da okudum (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, Metis) ama nafile, bu defa kesindi: benim yazarım değildi Platonov. Buna rağmen Şarkı Söyleyen Düşünceler'i (Çev. Sabri Gürses) görünce kayıtsız kalamadım ve hemen edindim. Natama Yayınları, böylesi bir kıtlık zamanında çok güzel, kaliteli bir kâğıt kullanmış kitapta. Bir şiir kitabında bunu görmek beni sevindirdi. Şiire yakışan budur zaten...
 
Kitaba dair aklımda kalan en önemli detay bu açıkçası. Gerisi, vasat bir köylü yazarın, şanslı gününüzdeyseniz birkaç tatlı dize bulabileceğiniz pastoral şiirleri. Pastoral, ama aynı zamanda makinalaşmak isteyen şiirler, trrrrum trrrrum trak tiki tak! Yersenkirchen!
 
Türkçeye kazandırılması iyi olmuş yine de. Aksi durumda, eminim birkaç salak çıkar, “neden hâlâ çevrilmedi bu kitap, bir türlü anlayamıyorum” derdi. Sovyetlerin dümeni eline almasından sonraki Rus edebiyatı, Calvino’nun da dikkat çektiği üzere, o büyük yazar ırmağını kurutan, bıçak gibi kesen bir görünüm sunuyor. Bu yüzden de iyi edebî ürün bulma çabası, Büyük Biraderlerin o ihtişamlı ‘vahşet sergisi’nin gölgesinde kalıyor maalesef… İçim daraldı, daha fazla yazamıyorum: Rus sosyalizminin kültür insanlarına yaşattıklarını affedemiyorum hiç. 

 
6 Aralık, Çarşamba
1950’ler başında doğmuş ve iyi okullarda okumuş bir kuşak var ki farklı kültürel atmosferde olsalar da özel bir dönemin insanı oldukları belli. Hepsi dümeni edebiyata kırmış. Bana ilginç gelen bir karşılaştırma:
Robert'te Şavkar Altınel, Roni Margulies, İrvin Cemil Schick, Ali Günvar.
Galatasaray'da Ferhan Şensoy, Engin Ardıç, İzzet Yasar, Nedim Gürsel.
Savaş sonrası kuşağının bizdeki verimi için küçük bir örnek. 

 
5 Aralık, Salı
Bugün öğle yemeğini yalnız yedim. İki yakın arkadaşım da izinde. Başka bir gruba katılmak da gelmedi içimden. Bilerek biraz geç gittim ve dört kişilik masada tek başıma yedim yemeğimi. Sonra yine yalnız, bir saat kadar yürüdüm. Hep yalnız olmaz, insan delirir ama arada bir ihtiyaç duyuyorum buna. Seviyorum yalnızlığı. Bazı duyguların verili geldiği benim için tartışma götürmez bir gerçek. Yalnızlık bana sevdirilmiş sanki. Zaman ise en büyük tutkum. (Eskiden kavgalıydım zamanla, dertlerimin birincisiydi, zamanla uzlaştık, çaresiz.) Hölderlin’in, insanın bu dünyada şairane mukîm oluşunu hatırlatması, ancak zamanla mümkün. O yüzden de bu mukîmliğin en veciz sözlerini İtiraflar’ında Augustinus söyledi. Hüzün verici sesiyle…
 
Rab, belki bir gün, kendisine doğru tırmanacağım ve sımsıkı örülmüş iplere benzer, içi güzellik dolu dizeler bahşeder bana da. Cürmüm ile geldim sana deyip duranların yanında, olgun birkaç dünya yemişi olsun diye ellerimde. 

 
4 Aralık, Pazartesi
Cem Yavuz’un Hür Tractatus’unu okudum. Hâlâ zihnimde dönen kimi bölümlerine karşın kitap, bitti. Çok güçlü bir yazar Cem Yavuz: felsefe, tasavvuf, tarih, siyasa, edebiyat... Görece küçük, ama hepsiyle tıka basa dolu, dallı budaklı bir metindi okuduğum. Böylesi ‘çiğ’ bir zamanda, bu türden ‘yüksek’ ülküleri anlatmayı, hatırlatmayı, kopan bağları tamire çağırmayı dert edinecek insan az bulunur. Bunu, biraz da Mudanya’da annesiyle geçen yarı-münzevi hayatına bağlıyorum. İstanbul cehenneminde aynı düşünceleri savunsa bile bunu bir kitaba nakşetmeyi ister miydi emin değilim?
 
Sayfalar ilerledikçe, olur a, belki bir yazı da yazarım kitaba dair diye zihnimden geçti ve aklıma gelen yazı başlıklarını ilgili sayfalara not aldım. Konuşan Resmin Şiiri, ilk başlıktı. Sonra, Kalbi Bulan Resmin Şiiri dedim. Ve sonunda, şunda karar kıldım: Hür Tractatus: Daimi Öz’ün Seyri. (Ama sonra bir parantez açtım ve şöyle dedim, Poe’dan hareketle: Donanmış Ruhun Seyri.) Doğrusu, Cem Yavuz’un sunduğu şiir ontolojisi bunların hepsiydi. Başlık yazması kolay tabii, hakkını verebilir miydim, zor.
 
Kitapta, ısrarla şiirin/vizyonun ‘evrenselliğine’ işaret ediyor Cem Yavuz. En anti-gelenekçi zannedilen Schönberg’in bile Bach ile kurduğu bağı örneklendirerek. Ve daha kimler, kimler üzerinden: İbn Arabi, Spinoza, Galip Dede, W. Blake, Milton, Goethe, Rilke, R. Browning, Erol Akyavaş, Turner ve tabii ki Celan...
 
Kitaba dair ilk yorumum şu olmuştu: “Cem Yavuz'un Hür Tractatus'unu okudum –arada bir Ars Moriendi’ye dönerek... Çok dilli, şiirsel, 'tevâcüd' odaklı bir felsefe metniydi demek, görüneni faş etmekten fazlası değil. Benim daha ilginç bulduğum, aynı zamanda 'çok yazarlı' bir libretto metnini andırmasıydı diyebilirim.” Böyle zengin bir metni büyük bir ‘koro’ya benzettim ben, o yüzden libretto benzetmesini yaptım. Hür Tractatus’u, Cem Yavuz’un “şiir yazma kılavuzu” olarak da okumak mümkün.
 
Ne mutlu, başka şiirlerde “Tanrı’nın sesi”ni anıştıran kıvılcımları görebilenlere. Ve ne mutlu, kendi sesiyle buna ulaşmaya, söylenegelen bu ‘evrensel şarkı’ya ortak olmaya çalışanlara.
 
Keşke bilebilseydim onlar, biliyorlar mı
acaba hangi kalbin iyesi olduklarını?
(İbn Arabi, Tercüman’ül Eşvak)
 

 
3 Aralık, Pazar
Sabah, anlam veremediğim bir vücut yorgunluğu ve bezgin bir ruh haliyle uyandım. Hastalık başlangıcı gibi de durmuyordu. Kahvaltıyı geciktirdim. Ne yapacağımı bilemeyince, Leyla’nın da telkiniyle sonunda dışarı çıkmaya karar verdim. EspressoLab'da bir filtre kahve içtim ve Cem Yavuz'un yeni kitabı Hür Tractatus'tan (Everest Yay.) 70 sayfa okudum. Sonra 40 dakika kadar tempolu yürüdüm: kulağımdaki Tindersticks şarkıları eşliğinde... Saat 18 gibi yemeğe geçtim ve o insanlık dışı şeyi yaptım: lahmacunun içine adanayı dürüp yedim –çorba eşliğinde!

 
2 Aralık, Cumartesi
İsrail'in Gazze'ye yönelik soykırımı devam ediyor. Batı ülkelerindeki dürüst ve vicdanlı insanlar bunu dile getirdikleri an işlerinden oluyorlar, itibar linçine uğruyorlar... Bu gözü dönmüş gaddarlık bütün şiddetiyle sürgit devam ederken Holokost'ta yaşamını yitiren insanları düşünmeden edemiyorum. Mesela Max Jacob'u. Fransız yazar André Billy, Jacob üzerine bir yazısına şöyle başlıyordu:
 
“Niçin ilkin gözlerinden söze başlamayayım? Fotoğraflarda doğru dürüst bir fikir edinilmiyor o güzelim gözlerden; böylesi ancak bir İsrailoğlunda bulunabilirdi: doğulu ve hüzün dolu bir güzellik; ne ki bu da, eninde sonunda onları bir sınıfa sokmak demek; oysa, benim ne olduğunu kestiremediğim, benzersiz bir şey vardı onlarda; kim bilir, belki de yapılarındaki maddeden ileri geliyordu bu. (...) ama eğer, bütün bu gözler arasında, en çok hangisini beğeniyorsun diye sorulmuş olsaydı, Max'ınkiler derdim herhalde.” (Sahici Mucizeler, Broy Yayınevi)
 
Max Jacob’un gözleri böyledir, buna şüphem yok. Ama Filistinliler DAHA böyledir. Çünkü bu yıkım, kıyım, sürgün, gasp, linç; ne dersek diyelim, 75 yıldır sürüyor. İsrail, bütün gayrimeşruluğuna rağmen durmuyor, hiçbir makul zeminde buluşmak istemiyor. Bunca güzel göze kıyan bir ‘yapı’, gün göremez.


[10. Hafta]

 
 
1 Aralık, Cuma
Notlarıma bakınırken bir ekslibris siparişi için aldığım notu buldum: “İnek otlatan bir çocuk. Elinde ince bir sopa var. İneğinin yanıbaşında büyükçe bir taşın üstüne kurulmuş, otlayan ineği izliyor.” Hâlâ bir ekslibrisim yok çünkü hiçbir zaman tam olarak emin olamıyorum –bu, belki de mümkün değildir zaten. Zor beğenen biri ve bu konuda yeterince yetenekli olduğuna inandığım kişilerle karşılaşmamış olmamın da bunda etkisi olabilir. Özel olarak bir işini çok çok beğendiğim bir ekslibris sanatçısından aldığım Euro ‘bazlı’ uçuk fiyattan sonra –ama daha çok, yazışmalarımız sırasında imlâ bilmiyor olmasını yadırgadığım için– hâlâ ekslibrisi olmayan bir okurum.
 
Bu ara o kadar çok ‘nazara geldiğimizi’ düşünüyorum ki, Leyla ile ortak kullanacağımız nazar biçimli, ikimizin adını da içeren bir ekslibris mi yaptırsam, hatta kendim yapsam diyorum. Sırf nazara inanıyoruz diye bu kadar hırpalanmak âdil mi? Ey yakındaki göz, nazar etme artık, n’olur?

 
30 Kasım, Perşembe
Özgün insanları seviyorum. Tabii, özgün olmak yetmez, çok daha önemli bir kriter var birine saygı duymam için: dünya malına tamah etmeyecek, mevkiyi-makamı umursamayacak, doğru olduğuna inandığı fikirlerini cesurca her platformda savunacak. Böyle birini, başkasına bile-isteye zarar vermediği sürece, kim olursa olsun her yerde savunur, onu sevdiğimi ve saygı duyduğumu söylerim.
 
Yalçın Küçük de böyle biri benim için. Bu çok açık. İlkgençliğimde karşıma çıkan yayınlar onu deli, meczup, ruh hastası, terör sevdalısı biri olarak tasvir ediyordu. Oysa hakikat öyle değil. 60 senelik entelektüel yolculuğuna bakınca bir aksiyon adamı, maceracı bir roman kahramanı ve gözü kara bir kalemşor görüyorum ben. Her söylediğine îman ediyor değilim ama Yalçın hocayı çok seviyorum, yazıp söylediklerine değer veriyor, dikkate alıyorum. Mesela, polisiye okumam derdim, sevmiyorum çünkü. Bir videosunda “ne biliyorsam Sherlock Holmes’tan öğrendim” demişti hoca. Hatta derslerinde de okuturmuş Doyle’un kitabını. Böylesine özgün ve cesur birini yetiştiren koşullara öykünmeden edemiyor insan.
 
“Ben bana ‘deli’ denmesinden çok hoşlanırım. Bana, ‘deli çocuk’ denmesinden daha çok hoşlanırım. Çocukluğumdan beri okuduğum en büyük kitaplardan biri Erasmus’un ‘Deliliğe Methiyesi’dir. Bu çok açık... Başkalarının kurallarıyla bilge olmaktansa, kendi kurallarımla, kendi aklımla deli olmayı tercih ederim.”
 
Bugün 3 ciltlik Sherlock Holmes’larım geldi (Everest’in açıklamalı notlar, ciltli-şömizli-şamua kâğıda bastığı şahane edisyonuyla). Bu kitaplar ve Sherlock Holmes, diğer pek çok şeyin yanında, bana hep Yalçın hocayı hatırlatacak. Ahmet Güntan’ın deyişiyle, “Türkiye’de özgün düşüncenin kalesi” olan o cesur adamı. 

 
29 Kasım, Çarşamba
Besim Dellaloğlu şöyle yazmış, X'te: “Bir üroloğa beyin ameliyatı olmazsınız, ama bir jeologdan felsefe dinlemeyi pek seversiniz.” Severiz çünkü pek güzel anlatıyor. 100 senedir belagati ile öne çıkmış, toplumun önüne büyük bir soru işareti bırakmış kaç felsefecisi var memleketin.
 
Besim hocanın her zamanki ürkekliği ile îma ettiği Celâl Şengör’ün küçük bir insan olduğu tartışma götürmez bir konu ama büyük bilim insanı, merak canavarı ve çılgın bir okur olduğu bir gerçek.
 
Ayrıca Besim hoca, “hezârfen”liğin bittiğini mi ilan ediyor? Böyle insanlar hemen her çağda vardı, tabiatı gereği az sayıda ama hep vardılar. Benimki de iş; sosyal bilimcilerin, bir insanın birden fazla disiplinde yetkin olabileceğini anlamasını beklemek de bir başka saflık.
 
Sözümü esirgemeyeceğim: Celal Şengör hezârfendir. Hâlâ bir felsefeciden, sosyolog ya da teologdan “Akıl, Bilim, Deprem, İnsan” (Cogito, Sayı 20, Ek) ile eşdeğer bir metinle karşılaşmadım.

 
28 Kasım, Salı
Sinan Ulakcı aradı. Şair. Şairlerin dostu. Sıkı bibliyofil... Engin Ardıç hakkında yazdığım yazı için tebriklerini iletti, sağolsun. Meğer Ardıç Kuşu’nu da tanırmış. 2014-15 civarında, bir dönem tanışık olmuşlar. Ardıç’a çoğu kitabını imzalatmış. Ulakcı’nın çalıştığı yere haftada bir 10 dakika için bile olsa uğruyormuş. Son yıllarındaki derin yalnızlığını tahmin edebiliyorum. Konuştukça duygulandım ve Sinan’ı bizzat tanıdığı onca yazar/şair içinde, ilk kez kıskandım.
 
Ne kalem kaldı ne mürekkep. Sararmış sayfalarda kalan adın, kâğıdın solan aydınlığı içinde hareleniyor usta. 

 
27 Kasım, Pazartesi
Yaşıtlarımla konuşmayı hiç sevmedim. Ya cahil, ya kibirliydiler. Daha sarih söylemeli: cahil ve kibirliydiler. İş-güç dışındaki zaruretler haricinde kimseyi bırakmadım ben de çevremde. Son yıllarda, etrafımdaki nice arkadaş kılıklı ahmağın, beni, o zavallı benlikleri için sağlıklı bir atıştırmalık olarak gördükleri zannına kapıldım. Bunu hep düşünürdüm de, filmdeki gibi, “olsun, arkadaşlar iyidir” der geçerdim. Zamanla başka zihinlere ait boş vakitler, benim o dipsiz hoşgörüm ve anlayışım ile doldurulur oldu. Sonra bir şeyler daha oldu. Bu kez bana oldu. Malum oldu ve büyük bir siktir çektim, hayatımın siktirini çektim! Bir anda oldu. Nazarín’in ananası eline alışı gibi... İşbirliğine yatkın bir konformist tavrıyla, işe yaramayan herkesin üstüne sifonu çektim ben de. Ses daha dinmeden, kapıyı da çarptım, çıktım.
 
Geçmişe dair, gün geçtikçe büyüyen, en sert sorularla kendimi sınasam bile dinmeyen bir nefret büyüyüp duruyor içimde. O ‘ananas’ın ne olduğu, ayrı bahis, ona da geleceğiz.

  
26 Kasım, Pazar
Eski berberime döndüm. Allah kahretsin, neredeyse 5 yıl sonra... Berber milleti ile 2 yılda bir arayı açmak lazım. F. abisiz geçen 5 yılda iki farklı berber daha eskittim. Neredeydin demedi hiç, bu konularda açık fikirli bir insandır. Daha önce de kaçamaklarım olmuştu, sâdık bir müşteri olmadığımı bilir... O da beni özlemiş olacak ki saçımı yıkarken uzun uzun ovdu kafamı, parmak uçlarını ‘eyicene’ bastırdı, ne ğadar sinir ucum var ise gevşedi, çıta parmağını kulaklarımda gezdizdi. (Bir an, korktum, elini burnuma götürse ve ‘sümkür’ dese n’pardım? Neyse ki olmadı böyle bir şey.) Muamelenin böylesini özlüyor insan. Ah be F. abi, hep böyle olsaydın, cıvımasaydın yani, bırakır mı insan hiç kafasını yabancı ellere... Fön yaparken saçlarımın dalgalanışını memnuniyetle izledi. Bir o yana yatırdı, bir bu yana. Hatta bir aralık, yukarı dikiverdi! Hiç sevmem. Nasıl istediğimi bal gibi biliyordu, bundan kelli “sıhhatler olsun” diyene kadar sesimi etmedim. Omuzlarımın üstünü nazikçe silkelerken “eline sağlık” dedim, gayet memnun. İkimiz de tebessüm ederek bakıyorduk aynadaki yansılarımıza. Evet, yeniden başlıyorduk. 

 
25 Kasım, Cumartesi
Hasan Aksakal ve Yalçın Armağan. Bu iki ismin aynı cümlede anıldığı oldu mu hiç? Ben başlıyorum. Hem Hasan hoca hem Yalçın hocayla Bibliyofil Konuşması yaptık. Ne mutlu bana... Konuşmalar'daki kaygılarımdan biri de ‘yarının büyük âlimleri’ ile bir hatıram olsun, hayatlarının erken bir döneminde kitaplarlarla kurdukları bağa ilişkin bir ‘im’ taşısın arzusuydu. Oysa ne yarını, her ikisi de, daha şimdiden, yaşadığımız günlerin parlak anları için birer yıldız zaten.
 
Hasan Aksakal ile 18. yüzyıl romantizminden başlayıp 19. yüzyıl sonlarına kadar süren ‘ruh aydınlığı’ hakkında konuşmak, birkaç küçük soru sormak ve hocamın romantiklerin o ulu düşlerinden şevkle bahsedişini dinlemek isterdim. Kuzuyu yaratandan, kuzgunla söyleşene kadar... Bu ‘arada’ yazanlar kadar konuşmaya değer çok az şey var dünyada?
 
Yalçın Armağan ile 20. yüzyıl başından başlamalı konuşmaya, sürrealistlerden, hatta 1902 doğumlulardan!.. Nasılsa dönüp dolaşıp Lautréamont’a ve oradan Ece Ayhan’a gelir laf. Ne olduysa, bu iki isim arasındaki akışkan zamanda oldu zaten. Bir sarkaç gibi tereddüt etmeden, kunt bir edebiyat sezgisi ile konuşan Yalçın hocayı dikkatle dinlemek dışında başka ne gelir elden...
 
Ah bir ‘organizeci’ sesimi duysa da bu iki güzel insanı bir söyleşide buluştursa. Aralarından akan saydam su için bir köprü kurulsa. Ve kimse de soru sormasa: herkes evine, kendi kanatsızlığı ile dönse, kendi şairini görmek için düşünde. 


[9. Hafta]
 
 
24 Kasım, Cuma
Şiir, bugüne dair bir şey değil. Paul Celan’ın deyişiyle “şişedeki mesaj”dır.
 
160. Kilometre, yeni dizisi "Şair Anlatıları" ile şair odaklı düzyazı metinlerine de yer vermeye başladı. Yapmadığı şey değildi ama bunu bir diziye dönüştürmek ve rastgele değil, derli toplu bir bakışla yapmak arasında ciddi fark var. İyi yaptılar, çünkü iyiler, çok değerliler: onları ve özel olarak Ömer Şişman ile Burak Fidan'ı (FidanVŞişman), Ferlinghetti etrafında toplanan Beatniklere benzetiyorum. 160. Km. ve Edebi Şeyler/Raskol'un Baltası bir nevi 50'li yılların City Light'ıdır. Türkçenin –beğenin, beğenmeyin– sesi gür çıkan nice şairinin yolunun bir zamanlar buradan geçtiği vakti geldiğinde daha net görülecek.
 
Ayrıca tarihi, Ece'nin deyişiyle, 'düzünden okumayı' bilen küçük ve seçkin bir azınlığın bildiğidir ki, sonunda geriye yalnızca kitaplar, şiirler ve şairler kalır. Pindaros ya da Vergilius, John Donne ya da Nef’î nasıl kaldıysa öyle. Ve çağdaşlarına ait nice isim ve nesne nasıl kalmadıysa, yine öyle. Çoğu, Ozymandias kadar bile şanslı değil! 

 
23 Kasım, Perşembe
Tanpınar'la ilgili aklıma gelen bir şeyi netleştirmek adına günlüğüne bakmam gerekti. Ulaşmak istediğim bilgiyi edinemedim ama uzun uzun başka şeylere bakındım. Özel bir ruhun kalemine yansıyan her şeyde büyük bir anlam bulmak mümkün... Bir kitabının kapağından bahsediyordu, yayıncısı kendisine göstermiş, beğenmediği halde sesini etmemiş. Hatta şöyle:
 
"Kitap kapağını getirdi Nuri. Güzel değil. Daha ziyade cıgara paketine benziyor. Utandım, söyleyemedim."
(Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa, s. 212)
 
Kapak meselesi bizim gibi ülkelerde yazarın yaralarından biridir. Tasarımın tali bulunduğu, tasarımcıların asla emeklerinin karşılığını alamadığı bir yerde, bilhassa... Bir kitabım olsaydı, kapağını Akan Kor yapsın isterdim. En sevdiğim kitap kapağının, Sır Kâtibi'nin tasarımcısı... Yazarın seveceği, benimsediği bir kapakla karşılaşması çoğu zaman bir lütuftur. Büyük şanstır. Herkese kısmet olmaz.

 
22 Kasım, Çarşamba
Sami'yi (Baydar) ne çok seven varmış. Ben Çiçek Dünyalar'ı okul kütüphanesinin raflarında keşfedip 'çarpıldığımda' geniş çevremde onu okumuş kimseyle karşılaşmamıştım. Şimdilerde, ölümünün üzerinden 11 yıl geçmişken, Türkiye'deki şiir kamusunu belki 20 kat aşan bir okur kitlesine seslendiğini fark ediyorum. Bu şaşırtıcı değil, ölüler daha iyi şiir yazar çünkü!.. Sami diriyken de çok iyi şairdi. Her anlamda çarpıcıydı. Birer ateş, özlem ve kahır parçasıydı dizeleri. Hayatımın bütün kavşaklarını, gaza basışlarını, U dönüşlerini, duvara çarpışlarımı onun dizeleri ile serdedip kendi Updike ve Ben'imi yazmak arzusu duyduğum çok oldu.
 
Hâlâ Sami'nin müze-evini ziyaret edemedim ama. Güncemin süreğenliği içinde bir aralığı, bu ziyarete hasretmek istiyorum. Belki de bu günce, sırf bu ziyaret için tutulmuştur. Çünkü bunu çok uzun zamandır düşünüyorum ve hep, bu yolculuğu başından sonuna, kendim için, içimden geldiği gibi yazmalıyım diye düşünüyordum. Farkında olmadan bir ahit vermiş olmalıyım ki sonunda 'günlere' sıkıştım kaldım. Ama onu bu kadar çok seven okuru varken, nasıl baş başa kalabileceğiz? 

 
21 Kasım, Salı
Ekler aldım, 5 tane. Benim Proust kekim eklerdir. Çocukluğun keyif verici maddelerinden... Hastalandığımızda alınırdı en çok. Sonra kendim de aldım ama tadı her geçen gün değişiyordu. Benim madlen'im, yedikçe beni çocukluğumdan uzaklaştıran, ama yine de bir şekilde onu çağrıştıran, yine ona sürükleyen bir şey. İyi ama Proust, neden hiç bahsetmez kardeşinden? Özel olarak birinden?

 
20 Kasım, Pazartesi
Youtube'a bakınırken Ceza'nın Holocaust  şarkısına denk geldim. Şahane bir canlı performanstı dinlediğim. Hemen sonrasında en sevdiğim eserini açtım: Med Cezir. Çok özlemişim bu sözleri –aynı hızda– söylemeye ya da söylemeye çalışmaya diyelim. Ceza'yı büyük ve öncü bir sanatçı sayıyorum. Kendi kulvarında bir dev! Benim kuşağım için çok özel biri.
 
Yerli Plaka (2006) çıktığında cebimdeki üç-beş liradan verip kasetini almıştım. Bugün bir kitabı hangi heyecanla alıyorsam, muhtemelen daha büyük bir kalp çarpıntısıyla... Evde bir-iki gün ancak dinledim, sonra ara tara tırım tırıs yok. Anneme soruyorum, bilmiyorum diyor, numara yaptığı belli. Sonra anladım ki babam kırıp çöpe atmış kaseti. Kırmış ve çöpe atmış. Alt tarafı bir şarkı kasetiydi...
 
Bazı ebeveynler böyledir. Çocuklarının büyümesine müsaade etmez, onların da bir iradesinin olduğu fikrine tahammül edemezler. Bugün, bu türden çiğlikler için hayıflanmıyorum artık. Şarkılarım, kitaplarım gibi kararlarım, hatalarım da yalnızca benimle, bana ait. Med Cezir'den:
Kelebeğin ömrüne bedel bi' geleceğin 
Getirecek hatırası nedir ki? Bilemedim 
Vay haline elekte elenenin

 
19 Kasım, Pazar
Nefret ediyorum pazar günlerinden. Elim kolum bağlanıyor, hakkını vererek hiçbir şey yapamıyorum. Uzun uzun kitaplığa baktım, yeni bir maceraya cesaret edemedim! Böyle zamanlarda müziğe sığınırım. Nobelist besteci Bob Dylan’ın Blood on the Tracks’ını (1975) dinledim. İçindeki çoğu şarkıyı bilsem de ilk defa baştan sona kat ettim albümü. Dylan’ın yaşadığı, güzel ve anlamlı bir hayat dedim sonunda. Saygın ve acıdan uzak... You're a Big Girl Now’daki gibi “kısa ve tatlı” bir konuşma geçti aramızda. Şöyle sordum: hâlâ sigara içiyor musun üstat?

 
18 Kasım Cumartesi
Leyla ile parkta yürürken, en azından bizim için, kayıtsız kalınamayacak derecede ilginç bir ağacın yanından geçtiğimizi fark ettik. Tanıtıcı tabelada “Mabet Ağacı” yazan ve yaprakları, kanadı açık bir kelebeği andıran bu ağacı daha önce de duymuştum ama tabitan sunduğu engin bilgi ve görüntüler okyanusu içinde zihnimden neredeyse silinip gitmiş... Sonbaharın bile yapraklarındaki yeşilliği bozmasına ‘inatla’ direnen bu ağacı, Darwin, “yaşayan fosil” olarak tanımlamıştı.
 
Botanik adıyla “Ginkgo Biloba” bugün yaşayan hiçbir yakın türü ya da benzeri olmayan, tümüyle kendine özgü bir ağaç. Çevresel koşullar ağırlaştığında ya da herhangi bir saldırı olduğunda yüzeyde kök ve tomurcuk oluşturabiliyor olmaları, Mabet Ağacı’nı günümüze ulaştıran özelliklerinden biri. Örneğin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombasından iki yıl sonra kavrulmuş gövdelerinden yeni filizler veren 6 ginkgo ağacı olduğu gözlenmiş.
 
Yaşı 70’e yaklaşırken, hafızasını güçlü tutmak amacıyla her gün Heidelberg Şatosu’nun bahçesinde çıktığı yürüyüş sırasında buradaki Mabet Ağacı’ndan bir yaprak yermiş Goethe. Doğu-Batı Divanı’nda, ömrünün son demlerinde tutunduğu bir aşk için yazdığı “Gingko Biloba” şiirini, ağacın bir yaprağını da yanına iliştirip sevdiği kadına yollar:
Şu ağacın yaprağı,
Tadımlık, gizli bir mânâ verir,
Bilgeyi işte böyle sevindirir.
(Çev. Senail Özkan)
 
Bu güzelliği incitme pahasına, bir yaprağını kopardım. Daha yaşlı olsam, Goethe gibi yerdim bir tanecik ama eve kadar yanımda getirdim ve Jay Parini’nin “Şiir Neden Önemlidir?” kitabının içinde koydum. Yumruklarını, kalbimizi ‘güzel sınırlar’ içinde tutmaya çalışırken bize doğru sıkmış bir dünyanın hoyratlığı karşısında, bir ‘tutamak’ olsun diye. Çünkü şiir de bir nevi Mabet Ağacı’dır. Vülgerin taşı ona değmez; bir rüya, bir izzet hep yanıbaşındadır. 

 

 [8. Hafta]

 
 
17 Kasım Cuma
Dönüş yolu. Leyla ile kucaklaşıp ayrılmanın kitabını yazdık. Sonbaharı ardımda bırakıp, kışa doğru sürdüm arabamı. Yolda, aklıma üşüşen milyon tane düşünce içinde en çok Ezra’nın Cathay’ına takılı kaldım –Zipangu’ya kadar sürmüşüm gibi uzun sürdü yolum:
 
Batı bahçesinin çimenleri üstünde;
İncitiyorlar beni. Yaşlanıyorum.
Kiang ırmağı kıyılarından geçip geliyorsan
N’olur bana önceden haber sal,
Çıkıp giderim seni karşılamaya
 
Cho-fu-Sa’ya kadar.
 
(Çev. Ülkü Tamer, Jaguar baskısında s. 21)

 
16 Kasım, Perşembe
Başkalarının Hayatı (2006) filmiyle bilinen Florian Henckel von Donnersmarck’ın (şu ismin haşmetine bak!) 2018 tarihli Asla Gözlerini Kaçırma (Werk Ohne Autor) filmini izledim. Alman sanatı 70 yıldır mea culpa diyerek söze başlıyor ve kendi günahına ortak arar gibi (sua culpa –onun hatası!) Holokost'u işliyor. Yine de hiçbir üretimin Heimrad Bäcker'nın Tutanak (Nachschrift, 1986) adlı belgesel-şiir kitabını aşabildiğini söylemek zor. Bäcker, “Faillerin ve mağdurların dilinden alıntı yapmak yeterli. Belgelerin içerdiği dile bağlı kalmak yeterlidir. Belge ile dehşetin, istatistik ile dehşetin örtüşmesi”ne dikkat çekmişti. Ama yeterli gelmiyor işte.
 
Bernhard Schlink ise Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk (Dost Yay., 2012) kitabında geçmişin evrenselliğine atıfta bulunarak –ve iyi niyetli de olsa bir ortak arayışıyla– şu çarpıcı tespiti yapar: “Stalin’in ve Pol Pot’un ölüm tarlalarından farklı olarak Yahudi Soykırımı ve Nazi Almanyası, sivil kültürün sapıklıklarıdır ve içeriksel ve biçimsel evrenselliklerini daha da sapık bir şekilde sunarlar. Bu nedenle Yahudi Soykırımı ve Nazi Almanyası’na ilişkin kitaplar, filmler, tiyatro oyunları ve etkinlikler seli daha uzun süre sona ermeyecek; Almanya’da da dünyada da...” (s. 133)
 
Asla Gözlerini Kaçırma filmi de, işte, bu sapık sivil kültürün etkinlikler selinden 183 dakikalık bir demet sadece. Sevmedim demiyorum, şöyle 120 dakikasını filan atsak güzel iş bile denebilir.

 
15 Kasım, Çarşamba
Günboyu dinlendim. Ayak tabanlarım ağrıyor... Nicedir edinmeye çalıştığım ve ne hoş tesadüf ki Eski Mardin’de bir sahafta karşıma çıkan Danimarkalı sıkı şair Inger Christensen’in Seçme Şiirler’ine (YKY, 2013) bakındım biraz ve –şimdilik– “Gizli Anlaşma” başlıklı küçük bir şiir seçtim güncem için –Murat Alpar çevirisiyle:
 
Körfez belirgin mavi.
Utku kuşkusuz kesin.
Taşlar taş.
Sen uzakta. 


14 Kasım, Salı
Esir Şehrin İnsanları’nda Kâmil Bey, içinde beliren boşluğu teskin etmek için bir müzeye sığınır:
“Öğleye kadar idarehanede hiçbir iş görmeden dalgın dalgın oturdu. Bir lokantada birkaç lokma yedi. Sonra Beşiktaş'a gitme saatini beklemek için, müzeye sığındı. Avrupa'da bulunurken de, canı bir şeye sıkılsa böyle yapardı.
İyi tanıdığı, çoğunu yakın dostu saydığı heykelleri uzun uzun seyre daldı. Bu suretle çaresizliğini biraz unuttu.
Müzeden çıktığı zaman yüreği temizlenmiş, güçlenmişti. Bir arabaya bindi.
Hep müzedeki mermer insanları düşünerek, onların bir şey söylemeden, bir hareket yapmadan bizi bazan nasıl kolayca teselli ettiklerine şaşarak yolu bitirdi.” 
(İthaki Yay., s. 292)
 
Böylesi, bir Kemal Tahir romanında olur ancak! Biz Leyla ile yorgun ama mutluyduk. Hiçbir aksaklık yaşamadan şehirdeki son günümüze yetişmiştik. Otelden ayrıldık ve kahvaltı bile yapmadan doğruca müzelere koştuk! Arkeoloji Müzesi beklentimizin altındaydı. Müzenin kurulu olduğu güzelim konak müzenin toplamından daha ilginç geldi. Sabancı Kent Müzesi de farklı değildi bu durumdan ama alt katındaki Dilek Sabancı Galerisi’ni çok sevdik. Duvarlar ve Ötesi (Walls and Beyond) başlıklı yüzden fazla duvar halısını ve bu formda yapılmış modern işleri barındıran keyif veren bir sergiydi. Burhan Doğançay’ın Fısıldayan Duvar’ı (I, Dokuma, 1999) önünde bir fotoğrafım oldu...
 
Kâmil Bey gibi güçlenerek ayrıldık müzeden ve doğruca Şahmeran’a sürdük aracı. 4 gün boyunca –kahvaltı hariç– tüm yemeklerimizi burada yedik. Şef garson Nasuh Bey neredeyse her yemekten bir tabak istemeye çalışırken, bir de pilav dersek tamamdır zaten yeter bu kadar, diyerek bizi durdurdu! Güzel insanların çalıştığı, güzel bir mekândı vesselam.
 
Başladığımız gibi bitirdik ve çıkışta Beyt Şahım’dan kahve eşliğinde yiyeceğimiz kadar Süryani çöreği aldık. Vaktiyle, yerel güçler tarafından Eski Mardin’e (ya da Esas Mardin’e!) ‘alınmayan’, sürekli artan nüfusuyla şehrin kenarına sıkışmış Kürtlerin mûkim olduğu Kızıltepe’yi geçtik. Bugün, eski kadar yeni Mardin’i de ‘eline almış’, sokaklarında işittiğiniz lisandan, mekânlarında çalan müziklere kadar hâkim kültürel unsur haline gelmiş olmasını tarihin amanvermez seyri içinde bir yere oturtmaya çalıştım. Derken yolu bitirdik. Evdeyiz.

 
13 Kasım, Pazartesi
Mor Gabriel Manastırı’nı yeterince ‘serin’ bulmadığımız için Deyrulzafaran’a gitme ihtiyacı duymadık. Gündüz gözüyle Eski Mardin’i gezdik. Gezilebilir ne kadar eski yapı, kilise ve medrese varsa görmeye çalıştık. ‘Turist kafa’nın ilgisini çekmeyen arka sokakları, hediyelik eşya satılmayan çarşılarını da. Bir şehrin insanını, yaşayan, kalbi çarpan tarafını yani, ancak bu sayede görme şansı buluyor insan. Şehrin ruhu, en iyi biçimiyle insanlarının çehresinde görünür çünkü. Mardin insanı yorgun ve düşünceli göründü bana. Bütün o yapay kalabalıkların arkasında aksayan, yürümeyen bir şeylerin olduğunu düşündüm.
 
Mardin Ulu Camii’ni sevdim. Anadolu’nun bütün ulu camileri güzeldir. Abartı değil, tevazudur onları özel kılan. İhtişama ihtiyaçları yoktur. Kalple inşa edilmiştir hepsi. Gördüğüm bütün ulu camilerde bunu hissettim. Kalpten yapılan Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan, ululaşır...
 
Avlusunda bir çeşme ve büyükçe bir havuz bulunan Kasımiye Medresesi de çok güzeldi. Hepsi Beylikler Dönemi, Artuklu eseri… Gâh avluya, gâh Mardin ovasına bakan demir parmaklıklara dönüp hayat veren su ile İslam inancının bir aradalığını düşündüm. Ivan Illich’in H2O  ve Unutmanın Suları (Yeni İnsan Yay.) kitabı için yazdığı o şahane önsözü hatırladım sonra: “İslam’ın suları” tabirini kullanıyordu Illich: İslam’ın suları ve Osmanlı kaynaklarının ihtişamı karşısında hayretler içinde kalıp bir çocuk gibi dilim tutuldu.
 
 Hatuniye Medresesi’nde (halk arasında kurucusuna nispetle söylenen adıyla Sitti Radviyye) aydınlık yüzlü iki genç her gelene yardımcı oluyor, yapıyı anlatıyorlardı. Mihrabın hemen sağında, camekân içinde farklı bir şey olduğunu fark ettim. O tarafa doğru yöneldiğimde anlatmaya başladı genç arkadaş. Oyuk bir kireçtaşına benzeyen şeyin Peygamber efendimizin ayak izi olduğunu söyledi. İzin derinliğine dikkat çektiğimde ise “vahyin ağırlığından” olduğu yönünde bir açıklama getirdi. Tepkisiz kaldım. Son olarak, camekânın alt tarafını koklayan bazı insanların bir gül kokusu hissettiğini ama bazılarının da bunu hissedemediğini belirtti. Yine tepkisiz kalmayı tercih ettim... Çıkarken medresenin küçük avlusunda bir köşeye çekildiğini ve biraz mahcup göründüğünü fark ettim. Çok teşekkür ederim anlattığınız için diyerek selam verdim ve çıktık.
 
Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi de çok güzeldi, çılgınlar gibi fotoğraf çekiliyordu ziyaretçiler. O kadar güzel bir yerde ve o kadar güzel bir ferahlık hissi veriyordu ki biz de çektik ‘netekim’... Medreseyi yaptıran Melik Necmeddin İsa, bir vakit Emir Timur’a esir düşmüş. O yüzden ‘zinciriye’...
 
Kırklar (Mor Behnam) Kilisesi de en sevdiğim yapılardan biri oldu. İçinde bir hayat barındıran benim gördüğüm tek kiliseydi. Geniş, yeşil, ferahlık veren, uzun uzun oturma arzusu uyandıran avlusu ya da zarif taş işçiliğinin yanında, kilise duvarlarındaki özgün resimleriyle de sevdim Kırklar’ı. Mor Gabriel’de bile bana oldukça zayıf gözüken tasvir sanatı örneklerinin burada fevkalade güzel, unique örneklerini görme şansı bulduğum için memnun oldum. Yine de, Mardin’de gördüğüm bütün kiliselerdeki İsa tasvirlerinin ortak bir özelliği vardı: Esmer İsa. (Bu gerçekti, bir Lale Müldür imgesi değildi. Lale’yi de kapsayan bir imgeydi.)
 
Daha ‘yukarıda’ ise Mardin Kalesi vardı ama oldum olası boş iş gelir bana kale gezmek. Yine de Evliya’nın Seyahatnâme’deki güzel tasvirini buraya almak isterim: “Dicle Ceziresi içinde Şatt'a iki menzil yakınlıkta bir çölistânda göklere baş uzatmış bulutlu gökyüzü gibi dalgalı renkli yüksek bir kayanın üzerinde Kudret eliyle yapılmış bir kaledir. Cenâb-ı Bârî işi bir kaledir ki özelliklerini anlatmada diller kısa ve kalemler kırıktır.” Canım Evliya, seni anlatmaya da öyle.
 
Müze gezisini –kapalı oldukları için– yarına, son günümüze erteliyoruz. Müzelerine gidilmeden gezilmiş bir şehir, görülmüş sayılır mı?

 
12 Kasım, Pazar
Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Deyrulzafaran 2 km. tabelasını geçip Dara Antik Kenti’ne gittik. Muhteşem bir ürkünçlüğü vardı Dara’nın. Antik kentin tam karşısında yaşayan Ahmet abiyle sohbet etme şansım oldu. Bana, vaktiyle buraların hangi tepelerdeki gözetleyiciler tarafından korunduğunu anlattı, eliyle işaret etti hepsini. Eskiden ev olan bu yerlerdeki kurban merasimlerini de! Öylesine bir ses tonuyla, “bakire kızları kurban ediyorlarmış işte” dedi ve ekledi “birkaç gün öncesine kadar, şu karşıdaki mağarada Ispartalı genç bir kadın bir ay boyunca tek başına kaldı.” Ne yedi, ne içti dedim. Köylüler veriyordu işte bir şeyler dedi gülerek. Peki ne yapıyordu, ne diye kaldı orada onca zaman dediğimde, sabah kalkıp birtakım hareketler yapıyordu işte, bundan sonrasını neşeyle, güneşi filan selamlıyordu, akşamleyin ise batışını... İlginç bir durum olsa da kadını görmediğime, bizden önce ayrılmış olmasına sevindim.
 
Dara, evet, ürkütücü bir yerdi. ‘Sabah erken kalkanın komşusunu kestiği bir çağ’dan kalan acı ve ihtişam dolu bir mekân. Göreme ya da Zelve’ye olan benzerliğine rağmen, aynı ruhu paylaşmıyorlar. (Farkı yaratan şey ‘taş’ mı yoksa: Kapadokya Tüf,  tabiatı gereği yumuşak kaya. Dara ise Kireçtaşı. Tortul kökenli, birikerek oluşan bir kayaç olan Kireçtaşı burada yeterince sertleşmediği yani ‘çimentolanması’ zayıf olduğu için Tüf ile aynı karakteri sergiliyor. Kireçtaşı çoğu zaman bu imkânı vermez. Dara’daki yapı elemanlarının içinde sıklıkla kavkı fosilleri gördüm, Zelve’de ise böyle bir şey gözlenemez… Özcesi, tersinir bir ilişkiye dikkat çekmeye çalışıyorum! Bir de bu açıdan bakalım diye.) Kapadokya’da sürgün/kaçak çilecilerden kalan dervişane bir hava varken burada yerleşik paganların dinmeyen kavgalarından izler gördüm. Önemli bir ören yeri ama hâlâ çok işi var. Kazıların genişlemesi, geçen binlerce yıl içinde sürekli el değiştiren (belki de yalnızca zihniyet değiştiren), paylaşılamayan, uğruna çok kan dökülmüş bu topraklardaki hayata dair önemli ipuçları vereceğe benziyor.
 
Aslında niyetimiz buradan Deyrulzafaran'a doğru sürüp şehre dönmekti ama Dara'da konumuma bakınca Midyat'a ve Mor Gabriel Manastırı’na gitmek daha mantıklı geldi. Yola çıktık. Nusaybin'e doğru giden yol sınıra sıfır geçiyordu. Sınırın ötesindeki köylerin bizim taraftakilerle benzerliğini, yakınlığını görünce hüzün verici bir his kaplıyor insanın içini.
 
Habur, Ceylanpınar, Cizre tabelaları: akşam haberlerinin problemli yerleri hepsi. Herhangi bir endişe taşımıyorum, güzel bir şaşkınlıkla ilerliyoruz. Nusaybin'de de çok değerli kültür varlıkları olduğu bildiğimiz halde –vakit darlığından– transit geçip Beyazsu üzerinden Kafro (Elbeğendi) köyüne gidiyoruz. (Bir başka ilginçlik: tabelalarda gördüğümüz yer adlarının çoğu iki dilliydi. Kürtçe, Arapça ya da başka bir dil. Hâlâ tartışılan bu konunun –en azından buralarda– pekâlâ aşıldığını görmekten memnuniyet duydum.) Ünlü pizzacının bugün kapalı olduğunu bilsek bile köyü görmek istiyoruz. Sayısı 15’i geçmeyen kişilikli taş evlerin ve bir kilisenin olduğu sapa bir köy. Sessiz ve donuk. Bir-iki yaşlı insan görüyoruz sadece. Daha fazla rahatsızlık vermemek adına araçtan inmeden Midyat’a doğru devam ediyoruz.
 
Midyat’ı görmeden önce Mor Gabriel’e doğru yola devam ediyoruz. 80 liralık giriş ücreti sonrası kafileler halinde alınıyoruz içeri. Paulus adlı genç bir papazın rehberliğinde geziyoruz manastırı. Hiç tartışmasız etkileyici bir yapı ama Kafro’daki hava gibi içime sinmeyen bir şeyler var hep: insan. İnsan yok, insaniyetin sıcaklığından yoksunlar. 60 civarında talebe (keşiş?) varmış içeride. Hepsi bir araya gelse manastırın en küçük avlusunu dolduramazlar. Yeterince insanın olmadığı bir yerde bu büyüklükte bir mabet inşa etmenin ne anlamı var, demek, hiç şüphesiz haksızlık olur. Nafile bir çaba olduğunu düşünsem de iğdiş edilmiş bir toplumun hayata tutunma ve onu güzel kılma ısrarını saygıyla karşıladım.
 
Midyat’ta Cihan Lokantası’na gidiyoruz. Yemekler harika. Söylüyoruz bir şeyler. Her şey nefis, her şey akılda kalacak cinsten –ya da çok açız! Midyat, Mardin’in değil de Madrid’in bir ilçesi sanki! İçe ferahlık veren bir havası var. Tarihi konakların olduğu bölge turistik bir yerden ziyade karnaval yerine benziyor. Eski ve güzel Midyat ile yeni ve çirkin Midyat’ı birbirinden ayıran caddeyi (aynı zamanda Bizans-Pers sınırı da denebilir burası için) ‘müşahede’ etmek güzeldi. Ülkenin gerçek anlamda kozmopolit, hani her fırsatta söylenegelen tekerlemede olduğu gibi ‘kültür mozaiği’ kabul edilebilecek belki de tek yeri olduğunu düşünerek ayrıldık Midyat’tan. Çok sevdik.

 
11 Kasım, Cumartesi
Mardin'deyiz... Akşama doğru vardık şehre. Harput gibi ya da çoğu ‘eski şehir’ gibi ‘yukarıya’ kurulmuş bir şehir. Kıvrılıp duran bir yoldan, ağır ağır çıkılıyor. (Dedem Harput için “Yukarı Şehir” derdi. Bütün ömrü müstakil evlerde geçmiş biriyken apartmana taşındığında “ben kimsenin altında oturmam” diyerek 1. kata taşınmayı reddetmiş, son kata yerleşmişti. Orada, ‘yukarıdayken’ göçtü bu dünyadan, yanı başındaydım… Bazı şehirler, benzer bazı insanlara.)
 
İnsan ‘daha doğu’dayken güne ve geceye ayrı bir gözle bakıyor nedense. Yemeği Şahmeran adlı bir lokantada yedik. Mardin'e özgü yemekler için... Hoş bir lokantaydı ama “Mardin Tabağı” ile gelen şeylerden keyif alamadık. Her şey karbonhidrat, boğazına duruyor insanın.
 
Lokantanın karşısında eli yüzü düzgün bir mekân görüyoruz: Beyt Şahım. Methini işittiğimiz Süryani çöreklerinden alıyoruz. Söyledikleri kadar varmış.
 
Akşam gözüyle de olsa eski Mardin’i görelim diyoruz. İlk intiba güzel. Öte yandan, çok fazla turist var. Kendimizi nimetten sayıp kalabalığa söyleniyoruz... Trafik korkunç, ‘1. Cadde’de kaplumbağa hızıyla ilerliyoruz. Araba için yer bulabilmek tamamen şans işi. Ama o şans bende var: güzel bir yere çekiyorum aracı. Boylu boyunca adımlıyoruz caddeyi. Ziyarete açık bir kiliseye denk gelince, içeri: Mor Hürmüzd Keldani Kilisesi. Keldanileri hep merak etmişimdir. Kiliseyi gezdikten sonra kapıdaki beyefendiye birkaç soru soruyorum. Adının Bobil (Babil’den) olduğunu öğreniyorum, genç bir rahip yardımcısı. Mardin’de yalnızca iki Keldani ailesinin kaldığını, bir ailenin de Diyarbakır’da olduğunu öğreniyoruz. Keldani, malûm, Süryani’nin Katolik olanına deniyor. Bizans’tan, Roma’dan filan dem vuruyoruz azıcık. Bizden önce bir kadıncağızın “buralarda var mı böyle başka kilise filan” türü sorulardan bunalmış olacak ki, sohbetimiz sonrası küçük bir tebessüm kaplıyor yüzünü. Bizim için de öyle. El sıkışıp ayrılıyoruz. Ama sonrasında ve hâlâ aynı şeyi düşündüm durdum: Türkiye Hristiyanları ve mabetlerine şimdi dilimin varmayacağı bir muamelede bulunuyor halk. O kadar az kaldılar ve o kadar izole yaşamak zorundalar ki artık, ‘kitle’ler nezdindeki ilginçliği hiçbir zaman aşamayacaklar gibi gözüküyor.
 
Yol boyu erzak küreğinde mavi renkli bir badem şekeri ikram ediyorlar. Mavi rengi gıda boyasından değil, bir bitki kökünden alınıyor dendi. Araştırdığım kadarıyla Lahor isimli bir ağacın kökünden elde ediliyormuş. Nihayetinde şeker olduğu için daha fazlası iliğimizi çekmiyor, tattıklarımızla yetiniyoruz…
 
Yarın için Deyrulzafaran Manastırı ve Dara Antik Kenti’ni gezmeyi planlıyoruz. Sonra tekrar Eski Mardin, Arkeoloji Müzesi ve Sabancı Kent Müzesi. Pazar günü planımız böyle. Her şey bir yana, ülkenin periferisinde olmak güzel bir his.

[7. Hafta]
 
 
10 Kasım, Cuma
Bu yılki 10 Kasım anmasında da sirenler çaldı, İstiklal Marşı okundu. Bir 'değer', yargılayıcı gözleriyle ceberut bir okul müdürü, konformist memurlar olmadan da pekâlâ hakkıyla anılabiliyormuş. Törenin bitiminde bir an, yaşı 60 civarında olan bir meslektaşıma takıldı gözüm, A. Hanıma. Başını kalabalığın aksine çevirmiş, kimseye belli etmeden gözyaşlarını sildiğini gördüm. Bir ‘okul travması’nı sürdürüyor, sirenler çalınca hâlâ bir parça korku ve endişe yaşıyorum ben. Bu duygu durumundayken A. Hanımın gözyaşlarını görmek beni çok etkiledi. Doğduğu topraklardan, ailesinden uzakta ve yalnız bir insan olduğunu biliyorum. Geçen bunca yıla rağmen ardından gözyaşı dökülebilen bir insana duyulan karşılıksız sevgi ve minnetin mahiyeti hakkında düşündüm bütün gün.

 
9 Kasım, Perşembe
Yarın yola çıkıyorum. Çantamı topladım. Planda bir değişiklik olmazsa Mardin ve çevresini gezicez Leyla’yla. Aklımda Cevat Çapan’ın meşhur şiiri. Böyle bir yolculuk olmasını ümit ediyorum:
 
Ne güzel yolculuktu, aklımdan çıkmaz
//
Güzel yolculuklara çıktık birlikte,
Yakan ve ışıtan ateşten söz ettik
 

 
8 Kasım, Çarşamba
Amiri Baraka'yı okudum: Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu (Çev. Özge Özbek Akıman, Ketebe, 2023). Muhteşem bir şair ve bir o kadar kıyak bir insanmış. Çevirmenin sunduğu seçki sayesinde Baraka'nın aktivizm ile sanatının ne denli iç içe geçtiğini, hayatının köşe taşları kabul edebileceğimiz kavşakları, yol ayrımlarını görmek mümkün. Ayrıca, genelde tersi olur ama Amiri Baraka'nın yaş aldıkça sanatında büyüdüğünü apaçık görebildim. Caz ve Blues'u şiirine ne denli sıkı sıkıya yedirdiğini de... O olağanüstü, beni yeniden ve yeniden şiirin en yüce insan eylemi olduğuna îman ettiren "Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu" (Somebody Blew Up America) şiiri, bunun kristalize olmuş göstergelerinden biriydi. Bir noktadan sonra ayağa kalktım ve şiiri yüksek sesle okumaya başladım! (Bundan ibaret ve bununla sınırlı değil elbette, ama bu değilse nedir şiir? —Bizi ayaklandıran, sesimizi yükselten değilse nedir şiir?)
Baraka'nın 11 Eylül saldırılarından bir yıl sonra neşrettiği bu büyük sorgu-şiiri ile 'Amerika', edebiyatın sanık sandalyesine oturtulur. Şair bunu, en ama ENNNNN mağduru oynadıkları, yeni zalimlikleri, işgalleri için işlevsel bir bahane buldukları günlerde yapma cesaretini gösterir. Hemen antisemitizm ile suçlanır —hep aynı terane.
Şiirin saksafoncu Rob Brown ile caz formunda okunduğu bir performans var ki akıllara ziyan. (Üzgünüm Ginsberg, Uluma/Howl ile hâlâ kalbimde ama ikinci sıradasın artık!) Tabii bütün bu sözler, benim şiire yüklediğim o BÜYÜK anlamdan da kaynaklanıyor olabilir. Ama karar vermeden, yani Baraka gibi "Whoooo and Whooooooooooooooooooooo!" diye beni de sorgulamadan önce ya da sonra, bir de şu dizelere bakıverin derim:
 
"...Kendimi tanımak istedim, anladım ki ömürlük bir iş bu,
girdapları, dönemeçleri, dibi boylamaları ve dönüşleriyle.
//
Ama rüzgâra karışıp sonsuza dek yiten tüm yüzlerini anımsadığında,
anlarsın ki başından beri kendin olma özlemindeymişsin.
Kendini tanımayı ve sevmeyi istermişsin."
(Oda Müziği’nden, s. 83.)


7 Kasım, Salı
Sıkıcı ve her anlamda verimsiz bir gündü. İki yazı okudum sadece. Onlar da kelek çıktı. Eve geldiğimde yorgun hissediyordum: boşluğun yorgunluğu. 40 dakika kadar uyumuşum. Uyandım ve kalkıp makarna yaptım, dışarı çıkmak gelmedi içimden. Zaten yavan bir şey makarna, onun bile hakkını veremedim, daha da yavanlaştı —boşluk büyüyor. Her Allah'ın günü en az iki öğün bir şeyler yemek zorunda olmayı, insanın en büyük trajedisi sayıyorum...
Makarnanın suyu ısınırken Camus üzerine bir yayın dinledim. Prof. Nedret Öztokat Kılıçeri (ne kadar zor bir isim), zihnimdeki Camus imgesini büyüttü, bilincinde olmadığım bazı benzerliklerimiz olduğunu fark ettim. Hepsinden önce ve en çok: güneş.
Duru yazı, açık yazı. Öğle düşüncesi. Düşüncenin öğle zamanı. Pensée de midi: "Düşüncenin öğle zamanı gölgesiz bir zamandır. Bütün açıklığıyla dünyayı görebilmek; doğası, rüzgârıyla... Sessizliği hissedebilmek. Bütün bunlar güneşin alnındadır ve güneşin alnında açıklık vardır."
Zamanı gelince, düşünce meyveye durunca yani, daha uzun yazmayı umduğum yakınlıklar var. Bir şiirimde şöyle demiştim: "hepsi / bir yaz günü olarak kalmış aklımda". Makarnaya rağmen mutlu hissederek bitirdim günü. İyi doğdun Camus!

 
6 Kasım, Pazartesi
Andy Warhol bugün yaşasa, 15 dakika yerine "15 saniye" derdi. Demeliydi! Çünkü 70'ler için kısa sayılabilecek 15 dakika, çağımızın 7 saniyelik dikkat sınırına yenildi. Bugün kaç kişiye lütfediliyor ki 15 koca dakika? Herkesin ünlü olması konusunda ise haklı çıktı. Herkes ‘takipçisi’ kadar ünlü. Takibe takip ünlüsü hatta. Bir zamanlar ‘boş’ olan ‘naylon’ olarak tasvir edilirdi. Şimdi naylon bile değil, sanal ve dahi meta-sanal. Böyle bir atmosferde, yani herkesin ‘ünlü’ olduğu bir satıhta Warhol gibi biri bile ünlü sayılmazdı. 2000’lerle birlikte ünlülüğün de içinden geçildi. O eski büyük şöhretlerden biri, şu an, Florida’daki malikanesinden olup bitenlere bakarken “yaşadık ulan bu hayatı” minvalinde düşünce balonları üretiyor olabilir, kim bilir… (Her şey bir yana, Warhol böyle bir sözü sahiden de sarfetti mi, bu da ayrı konu.)

 
5 Kasım, Pazar
İş arkadaşım aradı, yeni taşınacağı evde bir bataryayı değişecekmiş, yardım etmemi, yanında durmamı filan istedi. Tam da adamıyım zaten! Bu eller kalem tutmak, şiir yazmak için kardeşim, diyemedim tabii, olur deyip İngiliz anahtarımla gittim. Eve varınca henüz bataryayı almadığını, sökebilir miyiz diye kontrol ettiğini gördüm. Alttan girip üstten çıktım, bak dedim, yalnızca banyo değil mutfak ve tuvaletteki lavaboların da bataryaları yıpranmış. İyisi mi üç batarya, üç de gider borusu alalım, gelip takması da içinde olsun diyelim dükkân sahibine, dedim. Aklına yattı. Öyle de yaptık.
Usta işi bitirene kadar akşam oldu. Uzun uzun konuştuk (lafa 'nerelisin' diye girerim), anlattıkça havaya girdi, sonra Big Little Lies... Yardımsever bir arkadaş ve hoşsohbet bir işveren [vekili] olarak güzel bir akşam yemeğini hak etmiştim. Yemekte esas ustaya, Yusuf Atılgan'a gitti aklım, Aylak Adam'da söylediklerini düşünüp gülümsedim: "İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri ama olamadıkları ''kişi''yi anlatırlar."

 
4 Kasım, Cumartesi
Nan Goldin'in, 'sanat hâmisi' olarak nam salmış kirli Sackler Ailesine ait ilaç şirketlerine açtığı dört yıllık savaşı, Goldin'i 'büyüten' otobiyografik öğelere yaslanarak anlatan All the Beauty and the Bloodshed (Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri, 2022) belgesel-filmini izledim. Leyla'nın WhatsApp’tan yolladığı linkten önce filmin varlığından bile haberdar değildim. Goldin'i sevdiğimi bilir; filmi öğrenmiş olmaya ayrı, bunu bana haber verecek kadar beni tanıyan bir eşim olduğu için ayrı sevindim...
Nan Goldin, en sevdiğim sanatçılardan biridir. Zihnimde Manet, Celan ya da Bresson gibi isimlerle yan yana durur. Onun fotoğrafları kadar 'yüklü', melankolik ve somut bir güzellik taşıyan çok az şey gördüm.
Kendisiyle ilk karşılaşmamızın hangi fotoğrafıyla olduğunu bugün gibi hatırlıyorum: Cookie at Tin Pan Alley, NYC, 1983. Yontular arasındaki bitkin bedeniyle, tıpkı Van Gogh'un Kargalar resmindeki gibi karanlık bir geleceğe bakan Dorothy "Cookie" Mueller'in tablo-vâri fotoğrafını görünce çarpılmıştım. Mueller fotoğrafta 34 yaşındadır, 6 yıl sonra, 40 yaşında göçer 'dünyamızdan': 3 yıllık eşi Vittorio Scarpati'nin âni ölümünden 2 ay sonra…
Anthony by the sea (Brighton, England, 1979) ya da başka fotoğrafları için de uzun uzun konuşabilirim. Ne kadar anlatsam da nobran bir gözün beni yargıladığını hissediyorum! Hani insan ulu orta Balthus övemez ya, onun gibi bir şey. Goldin'in dünyasıyla neden bu denli aşkın bir ilişki, ortaklık kurduğum başka bir baharın konusu olsun —sonbahar ‘coşumculuğa’ düşman!
Şu kadarını söylemeliyim: bir gün fotoğraf albümlerinden mürekkep bir kitaplık kurabilmeyi başarabilirsem, Nan Goldin ile üstat Fan Ho sırt sırta verecekler; hayatın tüm acıları ve güzellikleri için.

 
[6. Hafta]
 
 
3 Kasım, Cuma
Alice Rohrwacher'in Corpo Celeste (Göksel Beden) (2011) filmini izledim. Rohrwacher'i bir şair sayıyorum ben. İlk uzun metrajı olan Göksel Beden'i de bu gözle izledim. Çağımızın kalpsiz, ruhsuz, hiçbir ideali savun(a)mayan Avrupa'sında Alice Rohrwacher gibi bir insanın varlığı beni hayrete düşürüyor. Bu varlığın İtalya'da mûkim oluşunu ise anlamlı buluyorum.
 
Yücelik arayışının teselli edici bir yanı vardır. Bunu Tarkovski'de de, Bergman'da da, Bresson'da da ziyadesiyle bulmak mümkün. Yine de, üç 'yüce'nin de farklı sularda gezindiğini, yüzlerini çevirdikleri Tanrı'yı bambaşka sözcüklerle tasvir ettiklerini söylemek lazım. Alice Rohrwacher'in ismini, uzun yıllar alternatifsiz kalmış bu 'troyka'nın yanına yazıyorum ben. 'Görmek istediğim' Tanrı, Rohrwacher'in gördüğü ile aynı. Göksel Beden'de, o muhteşem, insana gözyaşı döktürecek denli kristalize film Mutlu Lazzaro'nun (2018) temellerinin atılmış olduğunu görmekten ayrıca mutlu oldum. Bu tavrın, 'geçliğin ateşi' ile harman, uzun yıllara yayılmış diri bir zihnin verimi olduğu gördüm.
 
William Hazlitt’in, bir muska gibi zihnimde taşıdığım, her okuduğumda gözlerimi dolduracak kadar beni etkileyen sözleriyle bağlamak istiyorum: “Ne mutlu bizzat kendi varoluşlarının rüyasında yaşayan, herşeyi kendi zihinlerinin ışığında görenlere; ne mutlu bilgiyle değil, inanç ve umutla yürüyenlere; ne mutlu gençliklerinin rehber yıldızı hâlâ uzaktan parlayan, içlerine dünyanın ruhu henüz girmemiş olanlara! Onlar henüz “okçular tarafından yaralanmamış”tır, onların ruhuna demir henüz işlememiştir. Ok sağanağının ortasında, ölümle içiçe yaşarlar, kendilerine gelebilecek zarardan habersizdirler. (...) Dünya onları yakalayamaz. Onlar dünyadadır ama dünyadan değillerdir; bir rüya, bir izzet hep onların yanıbaşındadır.”
(Çev. Armağan Ekici, Aç Yazı-5, Norgunk Yay., 2017)

 
2 Kasım, Perşembe
Gözardı edilen ve sorulmayan asıl şey şu: Osmanlı bozgunu bitti mi, devam edebilecek mi? Cumhuriyetimizin 100. yılını devirdik ama toplumumuz içindeki 'saltanatçı damar' cumhuriyet entelektüellerini hayrete düşürmeye devam ediyor. 29 Ekim'e dair bitmeyen tartışmalardan sonra zihnim, eski bir Engin Ardıç yazısına sürükledi beni, yeniden okudum. 2010 tarihli "Osmanlı bozgunu bitti" başlıklı yazıda şöyle diyordu Ardıçkuşu: "Bazı şaşkınlar cumhuriyetin bittiğini ileri sürüyorlar. Hayır, cumhuriyet asıl şimdi yerine oturuyor. Biten, yanlış yolda yürütülmüş bir ara rejimdir. Cumhuriyetin "temel kazanımları" korunacak, "köpüğü" alınacaktır. Bitmekte olan cumhuriyet değil, onun "bir yorumudur"..."
Çoğunluk sırf Engin Ardıç imzasıyla çıktığı için yazıdaki argümanlara burun bükecektir, biliyorum. Ama Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya cezaevlerinde 12 yıl hapis yatmış Kemal Tahir'den el alan bu yazıda acı da gelse hakiki bir şey var. Öyle ya da böyle, konu edinilen toplumun bir parçasıyız. 100 yıllık “Tevhid-i Tedrisat” istenen insan profilini yaratamadı. Peki çözüm ne? "Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir" diyen William Faulkner'ın sözünden hareketle, 'geçmişimizle barışmalıyız' filan demiyorum. Soruyu daha net soruyorum; Osmanlı bozgununu 100 senedir içinde taşıdığı söylenen halk adına: bir Osmanoğlu'nu, tepede bir saraya mı konduralım, yoksa yeni bir saltanat mı başlasın? Felâh bulmak için hangi kapıya gitmeli?
 
Ben saltanat istemiyorum. Bütün kalbimle karşıyım buna. Cumhuriyetimiz, aslî iddiasına rücû etsin ve 'kimsesizlerin kimsesi' olsun, olmaya devam etsin istiyorum. Halkın da yeni bir padişahtan ziyade, kendisini zavallı cahiller olarak görmeyen, geçmişini, ortak geçmişimizi kucaklayan yeni bir devlet diline ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. 

 
1 Kasım, Çarşamba
Eğitim meselesi hakkında konuşuyorduk Leyla'yla (malûm, eğitim hakkında konuşmak bir 'orta sınıf' sporudur). Bir ara şöyle dedi: anlatılan onca şeyden sonra, okul dediğimiz yerden akılda kalan sadece anılarımız. Bu cümle günlerdir zihnimde dönüp duruyor. Kastettiği şey üniversite öncesi örgün eğitim. Kısmen üniversiteyi de buna dâhil etmeli. Tamamen de dünya hayatını!
 
'Dünyada anılara bakıyorum' diyen güzel şairimi hatırladım yine ve o muhteşem "Çiçek Sepeti" şiirindeki dizeleri temrin ettim:
 
Karartın benim olduğum bölgelerini
hayatın
nasıl parladığını göreceksiniz
bir yıldızın. 

 
31 Ekim, Salı
Jay Parini'nin Şiir Neden Önemlidir? (çev. Güven Turan) kitabını okurken şu cümlenin altını çizdim: "Şiirsel dili —okurun hem kulağına hem gözüne seslenen bu son derece seçkin kinetik dil formunu—..." Durup düşünmek için bu kadarı yeterli benim için. Okurluk serüvenim, bir körün aradığına ulaşmak için yokladığı nesneler gibi el yordamıyla ilerledi hep ve hayatım boyunca yapmak istediğim her şeyde bu iki konuşma çizgisi arasındaki kristalliğe ulaşma arzusu taşıdım. Kulağa ve göze seslenen bu seçkin kinetik dil formunu, adresimmiş gibi benimsedim.

 
30 Ekim, Pazartesi
Edebiyat tarihimizdeki en ilginç olay nedir dense, Hasan Ali Toptaş vakası derdim. Evet, vak'a! Yazarlık kariyerinin zirvesindeyken, kendisi de genç bir yazar olan Pelin Buzluk’un taciz iddialarını inanılmayacak bir amatörlükle karşıladı ve 24 saat bile geçmeden yok oldu. Kendi eliyle Persona non grata ilan edildi. Toptaş o gece, bu iddiaların konuşulduğu Twitter duvarını hiç görmese, mesela uyuyor olsaydı ve 'eril fallik' filan diyerek söz konusu iddiayı kabul etmiş gibi gözüken açıklamayı hiç yapmamış olsaydı, bugün hemen herkes, hemen her şeyi unutmuştu! Toplumsal yapımız böyle maalesef. Masum ya da suçludur, bilemem. Kimseye kefil değilim. Me Too fırtınası ya da çılgınlığı mı desem: edebiyat ortamını verevine kesen, intiharların yaşandığı, Şükrü Erbaş gibi iftiraya uğrayanların da olduğu o tuhaf geceyi ve sonuçlarını düşünüyorum sadece.
 
Hasan Ali Toptaş, sabah, herhalde avukatının uyarısıyla, iddiaları sert bir şekilde reddeden, dava açacağını söyleyen bir paylaşım yaptı ama çok geçti, falliği görmüştü! Kimse ciddiye almadı, yayıncısı tarafından kapı önüne kondu. Tam anlamıyla bir Dead Man’di artık. Her şey olunabilen ama rezil olunamayan bir kültürde, rezil olmayı başarmış ilk kişiydi. O büyülü gerçekçilikler, dil ustalıkları, edebiyatın taşrası-merkezi, şu-bu… Ne olduysa o gece oldu ve oraya gömüldü. Hâlâ orada.

  
29 Ekim, Pazar
Yaşasın Cumhuriyet!
Dücane Cündioğlu'nun harika tespitiyle: "Kadrini kıymetini bilenler için kutlanabilecek tek ussal bayram Cumhuriyet bayramıdır. Cumhuriyet bu ülkenin geleceğidir."
 
Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün kıymetini bilmeli. Ama Mustafa Kemal Atatürk, bana öyle geliyor ki Cumhuriyet’ten bile daha değerlidir, daha kıymetlidir. Naçiz vücudu değil elbette, fikirleri, kişiliği, çizdiği ideal... Şair Nazım Payam bir gün şöyle demişti bana: Atatürk bu milletin insanına bir şahsiyet kazandırmaya çalıştı ama görüyorsun işte, başaramadı. Doğru, başaramadı. İsmail Kara ise her fırsatta şöyle demiştir: İslâm’ı paranteze alarak bu ülkede hiçbir şey yapamazsınız. Olup biten bütün bu hırgürün din temelli olduğunu itiraf etmek lazım. Kabaca, laisizm yanlıları ile dindarlar ya da din temelli bir siyaseti önceleyenler arasındaki ‘it dalaşı’ güzel bir istikbali ‘makûs bir talih’e kurban ediyor. Ve maalesef, armut dibine düşüyor, nesiller-kuşaklar değişse de sonuç değişmiyor, aynı kavga tekrar ediyor.
 
Ey Rab, bu topluma unutma ve bağışlama kabiliyeti ihsan et, şüphesiz Sen her şeye gücü yetensin!
 
İkinci yüzyılımız için bir niyet beyanından ziyade, halisane bir dua daha uygun göründü bana. 

 
28 Ekim, Cumartesi
McDonald's'ın kuruluş hikâyesinin anlatıldığı The Founder (2016) filmini izledim. Gün ışığını çokça kullanan filmleri severim ama bu Darwinist hikâye karşısında içim karardı. Hatta, The Social Network (2010) ile bire bir aynı hikâyeyi izlediğimi söylemeliyim. Para odaklı ‘büyük başarı hikâyeleri’ ile alçaklığın evrensel tarihi atbaşı gidiyor maalesef. Doğrusu, büyük paraya hayır demezdim, tablo filan alırdım ‘çıksa’, sanatçılara hâmilik etmek isterdim. Ama böylesi bir keyif için bile büyük paranın peşine düşüp zamanımı boşa harcayamam! Bir İspanyol atasözü okumuştum, hep aklımdadır: çalışmak, insanın değerli vaktini boşa harcamasıdır. Bu sözün hakikiliğine inanıyorum, ciğerdelen bir türkümüzde de söylendiği üzere, geçen gün ömürdendir. 

 [5. Hafta]
 
27 Ekim, Cuma
Kişisel hikâyemin ilk resmî tarih palavrası Türkiye'nin sınıfsız bir toplum olduğuydu. Hayata 'atılmadan' işin iç yüzünü anlamak kolay olmuyor. Sonrasında bu sözün, bir yanıyla doğru olduğunu fark ettim! Türkiye sınıflı bir toplum değildi, çünkü Türkiye'de kast vardı! Öyle soyla-sopla edinilmiş bir kast değil, bize özgü bir düzen. Ben bunu “bürokratik kast” olarak adlandırıyorum. Bazen eğitimle, çoğunlukla iltimasla edinilmiş bir statü kurgusu. Örnekleyerek anlatayım: bir kamu kurumunda çalışan arkadaşım geçenlerde öğlen yemeklerini yedikleri yemekhanenin düzeninden bahsetti. İşçilere, memurlara ve idarecilere ait üç ayrı bölüm, oda varmış. İşçiler sayıca daha fazla, sıraya giriyor ve tepsilerle kendi yemeklerini alıyorlar, geçip boş bir yere oturuyorlar. Memurlar direkt kendi bölümlerine geçip oturuyor, yemeklerini bir garson getiriyormuş. İdareciler de memurlar gibi yerlerine geçip oturuyor ve yemeklerini bir garson getiriyormuş ama memurlar ve işçilerden farklıymış tabak-çanakları daha klas ve büyükçe ve tabii derinceymiş. Yani memura ve işçiye bir kepçe giden çorba, idareciye bir buçuk kepçe gidiyormuş, haliyle yemekler de öyle. Ayrıca üç grubun oturduğu masa-sandalyeler de birbirinden farklıymış. İşçi masaları örtüsüz, cam yüzlü iken memurlardaki sıradan, makûl örtülü bir masaymış. İdarecilerdeki ise düğün salonu masasına benziyormuş. En komik bulduğum detay, memur ve idarecilerin lavabosu ile işçilerin kullandığı lavabonun ayrı olmasıydı. Ellerini ayrı yerlerde yıkıyorlarmış ama nasıl olmuşsa tuvalet tekmiş. Eğer dayanamaz ise bir idareci işçi ile aynı yere sıçma talihsizliğini yaşayabilirmiş... ve daha neler neler. Bu küçük 'kamu' yemekhanesi bir ölçekten başka şey değil.
 
Türkiye'deki sosyal tabakalaşma/kast, Türkiye'ye özgü. Bunun yalnızca devlet içre böyle olduğu görüşü beni güldürür. Çünkü aklı başında herkes bilir ki güzel ülkemizde devlet dışında bir şey nâmevcuttur. Ayrışma, ayrıştırma maalesef her yerde, her şeydedir. Kamusal alan, kamusuzdur. (Bir aralık, cuma ya da bayram namazlarında 'herkes' gibi kıbleye duran 'idarecilerin' ızdırabından dem vurayım. O dışarı çıktıkları andaki ferahlamalarından...)


26 Ekim, Perşembe
Son yılların en sıkı çevirmenlerinden Ayberk Erkay'ın bir twitini gördüm (artık, X'ini gördüm demek daha doğru sanırım): "Çok eskiden (mektupla iletişim zamanları) öykülerini yayınlamak için (yayınlayamadı) çok dil döktüğüm John Varley’nin beni adresiyle dövdüğü an". Twite iliştirdiği fotoğrafta arkadaşının kargoyu/dosyayı "Hollywood, CA 90028" ile biten bir yerden gönderdiğini görüntülüyoruz! Haklı olarak kendi adresini kadrajın dışında tutmuş Erkay. Perec'yen bir tavırla, nasıl bir yerde, hangi isimde bir cadde, sokak ya da apartmanda yaşadığı üzerine varsayımlar geliştirdim ve bu alıştırmayı ânında kendi hikâyelerimden birine bağlayıverdim: sevgili Roni Margulies ile bir sohbetimizde (hakikatte, ilk ve son yüz yüze sohbetimizdi), bana evinin olduğu yerdeki cadde-sokak isimlerinden birinin taşıdığı hamasetten rahatsızlığını dile getirdi. Ona, bu da bi' şey mi deyip o sırada yaşadığım adresi tastamam söyledim: Mustafa Paşa Mahallesi, Fatih Sultan Mehmet Bulvarı, Hicret Apartmanı! Güldük ve derhal değiştim konuyu. Çünkü masadakilerden hiçbiri, köşeyazarlığının yanı sıra Roni'nin bir şair olduğundan haberdar değildi, boyuna siyaset konuşuyorlardı. Oysa ben onunla Apollo Yılları'nı konuşmak istiyordum, Neil Armstrong'u, Buzz Aldrin'i... ve başka mucizeleri. 


 25 Ekim, Çarşamba
Nasreddin Hoca'yı ve Evliya Çelebi'yi çok seviyorum. Yazılı/Sözlü tarihimizin en özgün iki figürü olarak görüyorum onları. İkisini de kendi Türkçelerinden okumalı; günümüzün rayihasını kaybetmiş diliyle değil. Çalışırken yaptığım kaçamaklardan biri de -döne dolaşa- Pertev Naili Boratav'ın Nasreddin Hoca'sını okumak. Böyle bir iş, eskilerin deyişiyle; göze fer, batna cila, topuğa derman, zihne küşayiş verir.
 
Bir Nasreddin Hoca fıkrası:
"Nasraddin Hoca meger bir gün bir yerde işerneğe oturur. Tamam bir gün bir gece oturmış. Ahır bir herif gelür, aydur: "Hey Hoca! Ne çok oturdun." demiş. Hoca ayıtdı: "Behey yar! Bir gün bir gecedür işerin, dahı dükenmez." der. Meğer ki öninde bir çeşme varımış, anun akduğınun şoruldusını kendü işerin sanurımış."
 
Bir tane daha:
"Nasraddin Hoca meğer bir gece düşinde kuzgunlığa varmış. Eline dokuz akça vermişler. Nasraddin Hoca (aydur) cidd ü cehd etmiş ki: "Elbet de şol dokuz akçayı on akça eylen; yoksa almazın." demiş. Böyle ceng ü cidal ederken uyanmış. Hocam görür ki elinde hiç nesne yok, defi gine gözlerin yummış, dahı demiş ki: "Elimden ne gelür? Getürün, dokuz olsun, nakıd olsun heman." demiş. - Sohbet dahı burada tamam olmış."
 

24 Ekim, Salı
Berberden çıkınca şöyle bir ses belirdi içimde: iyi bir eş bulabilmekten daha zoru, iyi bir berber bulmak.
 
Sonra Haller Leyla'da Lale Müldür'ün altını çizerek yazdıklarını hatırladım: Normalde, kuaförler, asla istediğinizi yapmazlar. Tıpkı Tanrı gibi insanı kendi suretlerinde ya da imajlarında yaratmaya çalışırlar. (s. 98) 


23 Ekim, Pazartesi
Petőfi, 200 yaşında!
Şairi ilkin antolojilerden okumuş ve çok sevmiştim. 26 yıllık bir ömre sığdırdıkları ve izi dahi bulunamadan 'kayboluşuyla' zihnimde bir şairden çok, bir şiir imgesi olarak kaldı hep.
Şiir, Petöfi'dir!
 
(Yazdıklarının çoğu hamasî olsa da -bunun için kim kızabilir ona?- onun zihnimdeki imgesine, yani bizatihi şiir oluşuna en yakın imge nedir, kimdir diye sorulsa, Keats derim. Peki sonra? Lautréamont tabii ki. Liste uzar gider böyle.)
 
Sándor Petőfi'nin 31 Temmuz 1849'da sırra kadem basmadan iki hafta önce yazdığı Dehşetli Zaman başlıklı son şiirinden:
 
Hepimiz ölüp tükenir miyiz?
Yoksa kalır mı birimiz
Anlatmaya
Bu vahşi, kara
Günleri ki tüm dünya bilsin?
(Çev. Edit Tasnádi - Dursun Ayan?)

 
22 Ekim, Pazar
Mahalle, okul, askerlik, iş... Hiç okuyan bir arkadaşım olmadı. Denk gelemedik. Yine bu konuda Leyla'nın kafasını ütülerken favori şairlerinden Cevdet Karal'ın bir şiirinden dizeler okudu bana: "insanı, benzeri anlar derler/ yalan ya da karşılaşmadım". Yoksunluğumun tesellisi için, çok daha iyisi, harika bir eş bağışladı bana Tanrı.

 
21 Ekim, Cumartesi
Kolektif kitaplardan nefret ediyorum. Kolektif çeviriler hele, nasıl bir zevzeklik, nasıl bir tabiat düşmanlığıdır öyle... 'Yazı' dediğimiz şeyin, her ne ise vücûda gelen, O'ndan O'na yazılmış bir mektup olduğuna inanıyorum. Bazen ben'im O. Bazen benim oluverir. Öyle isterim. Bana göre değil başka türlüsü. Çünkü biliyorum, bir mektuba 40 kişi birden cevap vermez, veremez.
 
Kurt Vonnegut şöyle demişti: "Herkes bir tek kişi için yazar, ben onun için yazıyorum." Korkunç bir tren kazasında eşini kaybeden kızkardeşi için söyler bunu. Kocasının ölümüne dayanamayan kızkardeşi bir gün sonra ölür. Vonnegut'ın üçü kızkardeşinin yetim kalmış çocukları olmak üzere altı çocuğu oluyor bu olaydan sonra.

 
[4. Hafta]
 
20 Ekim, Cuma
"Gündüzlerinin rehavete sebep olan harareti ne kadar tatlı! Ve bu gündüzler, güzel kokulu şebnem ile nemli ve bir Gürcü güzelinin gözlerine benzer yıldızların parlaklığıyla süslenmiş ve aydınlanmış!"

Lermontov'un İblis'ini Madam Gulnar 'tercümesi'nden okurken (Büyüyen Ay Yayınları, 2018) bu cümle vesilesiyle Reha Mağden'i hatırladım. (Şimdi de Perihan Mağden'i hatırladım! Şu hatır[lam‎‎]alar da olmasa, telefonlar çalmasa...) Şöyle demişti: "Gürcü’ye sormuşlar, ‘Gürcü olmasaydın ne olurdun?’ diye, ‘Mahcup olurdum’ demiş." Bir millete mensubiyet, buna yönelik memnuniyet, ırkî hezeyanlara prim vermeden ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi!

Şiirini bir Kafkas masalı olarak sunmuştu Lermontov. İblis, Gürcü güzeli Tamara'yı görünce içinde öyle bir fırtına kopar ki, Madam Gulnar'ın deyişiyle, 'tekrar salah kazanıp iyileştiği zannına kapılır’. Alıntı şöyle devam ediyor; gündüzden aldığımı geceye veriyorum:

"Geceleri ise bin kat daha latif! Fakat tabiatın bu letafeti ne kadar ölçüsüz olsa da, kovulmuş İblis'in çorak ruhunda kıskançlıktan başka his; kinden, gayzdan başka bir gayret yoktu." 


19 Ekim, Perşembe
Sabah 5'te uyandım. Durduk yerde, bir anda açılıverdi gözlerim. Karanlıktı daha. Oda penceresinin gördüğü parkta ışıklar hâlâ sönmemişti. O an, Ahmet Altan'ın Karanlıkta Sabah Kuşları denemesini hatırladım. Yazıyı nasıl da büyük bir hayranlıkla okuduğumu düşündüm, geçen bunca yıla rağmen unutamayışımı... Gözlerimi kapatıp uyumaya devam edebilirdim. Kalktım ve balkona çıkıp bir sigara yaktım. Sabah kuşları hâlâ oradaydılar.


18 Ekim, Çarşamba
Zamâne sözlerinden şu 'toksik' lafını çok tuttum. Toksik arkadaşlıklar, işler, işleyişler... Yığınla çiğliği tek kalemde anlatabilmek bir dil mucizesi değilse nedir? Halk denen o soyut 'kütle'de bir irfan aranacaksa, ilk durak, sözcük üretimindeki maharetidir. İster imal etsin, ister ithal. 
 
 
17 Ekim, Salı
Öğlen yemeğinde bamya çıkmış bir günün akşamında, Behlül abinin (Dündar) mail'i ile karşılaşıp mutlu oldum. Bu defa, “şiirlerin şiiri” notuyla bir Ceyhun Atuf Kansu şiiri paylaşmış benimle: Bozkırda Yaz Saatleri. Güzel şiirmiş.

Esip gider seher yeli, uyuyan güllerin rüzgârı,
Düşüncelerim hasat gününde böyle sapsarı

Bir edebiyatçıya ama özellikle de şaire yapılabilecek en büyük kötülük, onu bir 'ders kitabına almak' olmalı. Sırf bu yüzden ıskaladığımız, birkaç 'onaylanmış' şiirden ibaret sandığımız şairler az değildir.
Kansu'ya, Hasan İzzettin Dinamo ile karşılık vermek istedim ama kitaplığın karşında ne kadar göz gezdirsem de Çoban Şiirleri'ni bulamadım. Aynı yayınevinden çıkmış Yesenin'in Lirikler'i yerli yerindeydi ama Çoban Şiirleri yoktu. (AYÇA Yayınları [Anadolu Yazarlar, Çevirmenler ve Araştırmacılar Yayın Üretim Kooperatifi]. YAZKO gibi, 12 Eylül karanlığını bir araya gelerek aşmaya çalışan düşünce insanlarının bir başka girişimi.) Sonradan anımsadım: Yesenin'i aldığım sahafta yan yanaydılar ama bile isteye almamıştım o kitabı. Neden? Hasan, İzzettin yeterince yabancı isimler olmadığı için mi?
Üzülmek için ne çok sebep var... O günkü önyargım çoktan yitmiş olsa da, biliyorum, bugün yerine başkalarını koydum. Bütün bunlardan habersiz, Behlül abiye son yazdığım şiirlerden birini yolladım.

 
16 Ekim, Pazartesi
David Lynch'in The Straight Story (1999) filmini izledim. Hep izlemek isterdim de vakti bu günmüş. Hoş ve boş bir Amerikan hikâyesi. [Kuzey] Amerika Edebiyatının özünü oluşturan şey, böylesi boş hikâyelere yüklenen yoğun anlamdan başka şey değil zaten. Bu yüzden de bir şekilde yakalıyorlar insanı... Filmi izlemeden önce hakkında bilmediğim tek şey Walt Disney yapımı olduğuydu. Walt Disney'den nefret ederim ama çektikleri bir film var ki, unutmadım-aklımda: Never Cry Wolf (1983). Hikâyesinin sonunda şöyle diyordu 'kurtlarla koşan erkek' kahramanımız: En sonunda basit cevaplar yoktu. Kahramanlar, kötü adamlar yoktu. Sadece sessizlik vardı.
Bir hikâyenin son sözleri, böyle yüreğe işleyen cinsten olunca ve bir de fagot eşliğinde söyleniyorsa unutabilmek mümkün olmuyor! Tıpkı, Kuru Otlar Üstüne'de (2023) Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı gibi. 


15 Ekim, Pazar
Önce Gabor Mate sonra Norman Finkelstein'in Filistinlilere karşı 75 yıldır süren İsrail devlet faşizmi üzerine söylediklerini dinledim. Mate, "Yani mesele Filistin yanlısı olup olmamak değil. Mesele adaletten, özgürlükten, hakikatten yana olup olmamaktan ibaret." diyordu. Mate’in bu güncel konuşmasında da değindiği üzere Filistin yanlısı tutumu yüzünden Amerikadaki üniversitelerde kendisine kadro bulamayan Finkelstein ise birkaç yıl öncesine ait bir videoda, ağlayarak İsrail'i savunan genç bir kadına karşı sözünü sakınmıyordu: "...gözyaşlarıyla daha fazla sindirilmeyi ve yıldırılmayı reddediyorum. Eğer bir parça vicdanınız olsaydı Filistinliler için ağlardınız, İsrail için değil."
Sevan Nişanyan ise, 'yerleşimciler' denen işgalcilerin, âdeta kafese kapatılmış insanların bakış hizasında festival düzenlemelerinin, parti yapmalarının nasıl bir gözü dönmüşlük, ne tür bir psikopatlık olduğunu gayet sarih bir dille ifade etti. Ya da Roger Waters, yine Filistin bayrağı açmış konserinde...
Günlerdir kimyasal bombalar yağıyor Gazzelilerin üzerine. Yakında karadan da saldıracaklar. İnanılmaz ama tomalarla lağım suyu sıkılıyor insanların üzerine. Ağır çekim bir soykırım yaşanıyor, zorbalığın kitabı yeniden yazılıyor... Bu kez kimsenin ‘haberimiz yoktu’ demeye hakkı yok. Konuyu, hâlâ, bir sekülarizm meselesine indirgenleyenler var ülkemizde. Meseleyi Hamas militanlarının yeterince 'şık' olmayan davranışlarından ibaret görenler...
 
Filistin halkı ile empati kuramayanlara, kanser hastası bir genç kızın, yardım rica ettiği ‘bir yetkili’ yarafından eline tutuşturulan sadakayı geri verirken ağlayarak söylediklerini hatırlatmak istiyorum: Görüyorum ki siz hiç çaresizlği tatmamışsınız hayatınızda.
 
 
14 Ekim, Cumartesi
Louise Glück ölmüş. Dün ölmüş, bugün duydum. Şairlerin ölümü beni çok etkiliyor. Diyebilirim ki, en çok da böyle zamanlarda hayatın nasıl bir şey olduğu üzerine düşünüyorum, dalıp gidiyorum sonra... Güven Turan'a mail attım ve Glück için başsağlığı diledim. Şairle okuru arasındaki bağın ne demek olduğunu bilirim. Sonra şiirlerini okudum, kendimce andım bu güzel yaşamış şairi.
 
Çünkü yürekteki yara
Akıldaki yara demektir aynı zamanda
(Çev. Güven Turan)

 

[3. Hafta]

 
13 Ekim, Cuma
Akşam yemeğini Yunus Emre hocayla yedik. Sonra da EspressoLab'da kahve... Yunus hoca Diş Hekimliği Fakültesinde çalışıyor. Çok yoğun ve boktan bir hayatı var. Bu kadar çok çalışmak yersiz diyorum ama anlamıyor... Bir çeşit moral yemeği oldu bizimkisi. Akışkan olmayan sohbetimizin bir yerinde, çocukken okumaktan çok hoşlandığı Meydan Larousse ansiklopedilerinden bahsetti. Annesi, köydeki teyzesine vermiş tüm ciltleri. Teyzesi de sayfalar soba yakmakta kullanışlı olur diye memnuniyetle almış hepsini ve bir güzel yakmış.
Bu güzel hikâyeye ben de bir karşılık verdim ve hocaya, beş yüz bin insanın öldüğü Leningrad Kuşatmasında bir apartman dairesinde sıkışmış halde bekleyen Mihail Bahtin'den söz ettim. Her gün öldürülme korkusuyla yaşayan yazarın yeterince tütünü olsa da sarmak için kağıdı yokmuş. Yanında bulunan ve on yıldır üzerinde çalıştığı bir müsveddeyi, sayfalarını yırtıp yırtıp sigara kağıdı yapmış. Bir güzel içmiş.
İzleyeceğini bilsem Smoke'u (1995) da önerirdim ama bu kadarla yetindim.

 
12 Ekim, Perşembe
Kıraathane'nin YouTube hesabında Ahmet Soysal'ın Ece Ayhan sunumunu izledim. Edebiyatın sınırlarında gezindiği konuşmalarında daha önce Artaud ve Beckett'ten bahsetmişti. Beckett sunumu da muhteşemdi ama Ece Ayhan... Bu konuşması, yalnızca Ece'nin değil, -Büyük- Türk Şiirinin de hakkını teslim etmiş olması ile edebiyat tarihimiz içinde anlamlı bir yerde durması gerekir. 50, 60 ve 70'li yıllarda Türkiye'de yazılan şiirin (İkinci Yenicilerin yazdığı şiirin) o günün dünyasında yazılmış en iyi şiir olduğunu ifade etti Ahmet Soysal. [Erhan Altan’ın uzunca bir süredir, çok sayıda yayınevi üzerinden sürdürdüğü Avusturya Kitaplığı geliyor aklıma. Belli başlı dillerde İkinci Yeni şiirini tanıtmak için bir İstanbul Kitaplığı (ya da ve belki de Ankara Kitaplığı?) yapılamaz mıydı?] Bu şairlerinden yapılan çevirilerin yeterli ve yeterince iyi olmadığından dem vurdu. (Yakınlarda, İlhan Berk'in Enis Batur'a yazdığı mektupları okudum. İsviçre'de bir kasaba kitapçısında Rilke ile kendi kitaplarından yapılan Fransızca bir seçkiyi yan yana görünce nasıl mutlu olduğundan bahsediyordu.)
 
Şiir yazmamış (ya da yayımlamamış) bir 'şiirperver' olarak Ahmet Soysal'ı çok önemsiyorum. Kendisine büyük saygım var... 91'de galiba; uluslararası bir şiir festivalinin iki koordinatörü, Hilmi Yavuz ve Özdemir İnce birer kurban almışlardır: Yavuz İsmet Özel'in, İnce ise Ece Ayhan'ın üstünü çizer. Şiirlerini okumak için sahneye davet edilen İlhan Berk ise kendi şiiri yerine davet edilmeyen bu iki şairin şiirini okur. Ahmet Soysal İlhan Berk’in uyarısıyla oradadır, şiirler okunduktan sonra 'en arkadan', olanca gücüyle bağırır: aldınız mı cevabı? (Ece Ayhan'dan "Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt"ı okumuş İlhan Berk. İsmet Özel'in hangi şiirini okuduğunu da bilmek isterdim!)
 
Onun 'eşsiz olanla' kurduğu yakınlık bana her zaman cesaret vermiştir. Özellikle Dağlarca ve Ece'yi ya da Sürrealistleri ondan okumak gibisi yok. Onu okuyunca yeis işlemiyor insana, dünya hafifliyor. Edebiyatın derin suları, şu kısa dünya hayatımızın en güzel mekânı. Ahmet Soysal ise, "sonsuz derinliği gören" çağdaş bir Gılgamış gibi ölümsüzlüğün peşinden giden gerçek bir kahraman.

 
11 Ekim, Çarşamba
Acun, neden sabah erken kalkmak zorundayız, daha geç başlayalım işe demiş, Candaş Tolga'nın yayınında. Düşüncesini, kitle iletişim araçlarının bunca yaygın olmadığı, insanların karanlık çöktükten sonra yapacak bir şey bulamadıkları için erken uyuyup erken uyandıklarını söyleyerek temellendiriyor. Sabahın köründe yarı ölü işe gidenlerin dramından, kendisinin de vaktiyle bunun çilesini çektiğinden dem vuruyor... Nietzsche'nin bir sözü geliyor aklıma: "Bana sen haklısın diyorlar. Hayır, hayır, ben çok haklıyım." Acun, çok haklı. Çok çok haklı. Sabah erken uyanmak çağımızın dramlarından biridir. ‘Uyumak zarunda olmak’tan bütün hayatım boyunca nefret ettim...
 
Pandemi korkusunun azıttığı bir dönemde birkaç aylığına filan yürürlükte kalan bir uygulama oldu: işe saat 10'da gidip 4'te ayrılıyorduk. Üstelik, bir hafta çalışıp bir haftayı evde geçirerek. Arada bir Leyla ile konuşurken lafı açılıyor; pandemiye rağmen, hayatımızın en güzel aralığı olarak anıyoruz o günleri. Çocuklar gibi şendik ve dinçtik.
 
*
Frantz Fanon'u erken sayılabilecek bir yaşta okudum. Babamın kitaplığında satır altları çokça çizilmiş iki kitabı vardı: Yeryüzünün Lanetlileri ve Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi. O zamanlar çok sert bulmuştum yazdıklarını ve yine aynı dönemde ilgimi çeken, hakkında bir şeyler okuduğum Gandhi'nin tavrının daha doğru olduğuna kanaat getirmiştim. Şimdi sorulsa, ikisi de doğru tavır derim. Fanon'un "göze göz" demekten başka çaresi mi vardı? Varsın dünya kör olsun.

 
10 Ekim, Salı
Leyla ile telefonu kapadıktan sonra film izlerim diye düşünüyordum ama açtım, Natalie Merchant dinlemeye başladım. Bir anda aklıma geliverdi. Hey Jack Kerouac, Carnival... Bazen, şarkısına başlamadan önce, 'ilgili kitaptan' birkaç cümle okuyan bu özel insanı bir vakitler çok dinlemiştim. Sonra, "Hastası Olduğum Kadın Vokaller" gibi bir yazı hazırladığımı hatırladım, yine bu blogda! Açıp baktım, yıl 2016.
 
İlk sırayı Natalie'ye ayırmış ve şöyle demişim: Şarkı söylemek, sesten öte ve önce bir eda işidir. Ben Merchant'ın edasında, erkeklere daha çok yakıştığı düşünülen “hayatı kaymış kırık insan” ifadesinin en kristalize hâlini görüyorum. 
 
İnsanın kendisini okumasından daha şifa verici çok az şey vardır. O gün, tam orada bir yere gömdüğü, yıllanmış, kalpten gelen o sözcüklerini bulan insan, birkaç dakikalığına da olsa bahtiyardır.
 
Listemdeki diğer isimler ise şunlarmış: Sinéad O'Connor, Sara Lov, Margo Timmins, Despina Vandi, Norma Jenkins, Marissa Nadler, Victoria Legrand ve Jenn Wasner.
 
Sıkı kadro. Bu insanları Ahmet San bile bir araya getiremezdi! Mutlaka birkaç eksik olurdu... Geceyi, diğer isimleri dinleyerek geçirmeyi düşünüyorum. Düşüncenin sonunda ne olur bilinmez.

 
9 Ekim, Pazartesi
İnsan utanıyor. İşgal altında bir ülkenin insanları aç susuz, gece karanlığında ölümü düşünüyorlarken utanıyorum. Sabah erken kalkanın komşusunu boğazladığı çağlardan bu güne, ne değişti. Tarih kötüdür...
 
Vahşiliğin biçimlerinden biri: adıyla-soyadıyla yazan biri, öyle genç filan da değil, Filistin'deki insanların Türkiye'ye sığınma ihtimalini düşünerek kendince toplumu uyarıyor. Demografimiz bozulabilirmiş. Böyle bir çürümüşlük nasıl tarif edilir anlatmakta zorlanıyorum.
 
Yıllar önce kapitalizmi taşlayan bir çizim görmüştüm. Üç karede anlatılan yazısız bir hikâyeydi. İlk kare: şişman, kılık kıyafeti yerinde bir adamın kolunun altında iki somun var. Sonra: kemikleri seçilen zayıfça bir adam çaresiz ve çekingen bir şekilde şişman adama yaklaşır. Ve son kare: şişmanın bir elinde somun, öbür elinde yoksula doğrulmuş bir silah vardır. O bir somun, silaha gitmiştir, her açıdan daha faziletli bir seçenek olan bölüşmeye değil... Neyse ki dünya, sonunda şişmanların da öldüğü bir yer.

 
8 Ekim, Pazar
Hitler cehennemini yaşayan mazlum Yahudilerin 'kutsal topraklar'ına gidip yerleşmesine izin veren İngilizler için şöyle dendiğini okumuştum: nasılsa başaramayacak ve kendilerine önerdiğimiz Uruguay ülkesi içindeki yere râzı olacaklar... İngilizler, onca Arap ülkesi arasında küçük ve son 3000 yıldır hiç askerlik yapmamış bir toplumun ayakta kalamayacağından neredeyse emindi. Yine de, maruz kaldıkları mezalimin acısını bir nebze dindirebilmek adına bu istek geri çevrilemedi.
 
Başardılar. 'Onca' Arap ülkesini dize getirdiler. Kazandılar. Yehova, sabreden bir toplum için vaadini tuttu! Çölü adam ettiler. Bulundukları coğrafya ile tamamen tezat bir refah ülkesi kurdular. Bugün Avrupa'da yaşayan, ortasınıf, eğitimli bir Yahudinin bile cazip bulup yerleşmeye karar vereceği bir ülke oldu İsrail. Çağımızın en gözde bilim insanlarını, düşünürlerini yetiştiren bir ülke.
 
Amerikan senatosu, vaktiyle, John D. Rockefeller'a, sahip olduğun 129 milyon doların her kuruşuna kadar hesabını ver deyince, ilk 1 milyon dolar hariç geri kalan her kuruşun hesabını veririm demişti. Böyledir. İsrail, hesabını veremeyeceği bir kuruluşun hikâyesini yazıyor şu ara. Genesis'in son sayfalarındayız. Bir zamanlar bir Filistin vardı diyeceğiz.

 
7 Ekim, Cumartesi
Hamas, İsrail'e saldırdı. Şaşılacak bir zindelikle saldırdı. Sivil, asker dinlemeden öldürdüler. Tıpkı İsrail gibi... Savaşta hep bir ahlak aranır, bu yanıyla sorgulanır savaş. Oysa savaşanın yanına alacağı son şeydir ahlak. Batmamak için önce ondan kurtulur. Bir zaaftır bu, öte türlü dibi boylar. O ki, ilkelerini kendine azık etmiş kişidir.
 
Yalnızca Hz. Ali geliyor aklıma, aksi bir örnek olarak: savaşta avret yerini açan bir müşrike karşı suratını ekşitmiş ve son darbeyi indirmeden peygamberin yanına dönmüştü...
 
Savaşlar bitmiyor, tarih hükmünü sürüyor. Olan bu.

 
 
[2. Hafta]
 
 
6 Ekim, Cuma
Edebiyat Nobel'i İskandinavya'da kalınca sonuç soğuk karşılanıyor... (Bu espriyi X'te yaptım önce ama tutmadı. Esprilerim tutmaz zaten. Son tutan esprimi orta ikide dershanedeyken yapmıştım, bütün sınıf öyle bir gülmüştü ki çıkan gümbürtüden ürkmüştüm. Hâlâ, arada bir aklıma gelir: ne dedim acaba?) Norveçli yazar Jon Fosse'ye gitmiş ödül. Okumadım, şimdilik okuma arzusu da duymuyorum. Yayıncısını da sevmiyorum zaten... Nobel'i biraz da yaşattığı sürprizler için seviyorum. Her boydan yazarın alabileceği bir ödül. Fikret Doğan'ın yazısındaki gibi, bir geri pas bile alabilir Nobel'i: “Acımasız bir dünyada tek makul davranışın bir pas olduğunu ironik bir dille göstermiştir.”
 
D. H. Lawrence, İtalya'da Alacakaranlık adlı şahane güncesinde şöyle der: "İnsan yürüdüğünde batıya ya da güneye gitmelidir. Kuzeye ya da doğuya gitmek kör noktaya doğru ilerlemektir. (...) Güneye ve batıya doğru ilerlemeliyiz. Güneye ve batıya doğru ilerlemek mutluluk vericidir."
 
Ödüller de öyle! Yine de, tabii, Kuzeyli dostlarımızı sevmediğimiz anlamına gelmez bu. İlla bir süre Kuzeyde kalma niyetinde iseler, 2024 için bir Nobel toto yapıyorum ve ödül, İskoç şair Don Paterson'a verilecek diyorum. Hani, “Kendi içime düşüyorum ve içimdeki yıllar sayılı” diyen şair.


5 Ekim, Perşembe
Perşembe iş çıkışı Hakan Çelik'in Radyo 3'teki Tren Yolculuğu programına denk gelmek, gelip geçen haftaların, yılların güzel bir klasiği haline geldi benim için. Harika bir kültür insanıdır Hakan Çelik. Vasat-altı bir gastede yazıyor olması, gazetecilik adına işe yaramaz TV programları yapıyor olması sizi yanıltmasın. Programı, 16-17:00 arasında olduğu için iş çıkışı, son bir-iki şarkıyı dinleyebiliyorum artık. Eski uzun, boş vakitler yok artık... Ergenlik yıllarımdan bu yana benimle olan dostumdur Radyo 3. Tren Yolculuğu ise onun en güzel programlarından biri.
 
Bu gün, bir kez daha, Manos Hacıdakis'in Athanasia'sı ile kapandı program. Ama Hacıdakis'ten değil, Mario Frangoulis icrasını çalıyor Hakan Çelik. Benim de dinlediklerim içinde en sevdiğim budur. Duru bir öğledeymiş gibi, durgun geçen akşamlara sesleniyor Frangoulis. Sözleri Nikos Gkatkos'a ait şarkının en sevdiğim bölümü şurası: "Seni sevdi tüm dünyadan krallar, şairler/ Ufacık bir nane dalı bile bağışlamadın onlara". Aklım, Yeats'in şiirine gitmesin de ne yapsın:
 
Kim bilir kimler sevdi senin o neşeli anlarını
Vuruldular güzelliğine sahte ya da hakiki aşkla,
Ama biri, yalnız biri buldu sendeki uçarı ruhu
Ve tutuldu yüzünün o gidip gelen hüznüne
(Çev. Levent Yılmaz)
 
Bir de, "Müzikle Gelen" adlı bir programı vardı Radyo 3'ün, bitti gitti. Kim bilir kaç kez kendimi o programın 'müzikle gelen'i olarak düşledim, hayatımı serimleyen o beş şarkıyı düşledim. Athanasia, kesinlikle o şarkılardan biri. Kollarımda demet demet nane dalı ile gidecektim.

 
4 Ekim, Çarşamba
The Hollywood Reporter adlı dergi, 21. yüzyılın en iyi 3 dizisini şöyle sıralamış:
 
3. Succession (Bir labirentti!)
2. The Sopranos (Upuzun bir romandı!)
1. Mad Men (Herıld yani!)
 
Mad Men, tartışmasız en iyisi. Bu diziyi büyük kılan şey, benim gözümde insanlık tarihinin en özel yıllarında gezinerek hikâyesini kurmuş olması: 1960-70.
 
Öyle ki, Philip Larkin "Annus Mirabilis"i bu yıllarda yazdı. Yazdı yazmasına ama 70'lerde yayımladı, yayımlayabildi. Sonraki her yıl, annus horribilis.
 
Herkesin berbat yılı kendisine. Ama şurası kesin: 60-70 arası özeldi ve birkaç mucize yaşandı.

 
3 Ekim, Salı
Günler sonra götüm yere değdi. Bir yere gitmedim. Boyuna oturdum işyerinde. Rahmetli dedem, götü yere yakın olandan korkulur derdi. Ben uzunum ama kısa boylular yüzünden kamburlaştım. Suçu onlara atıyorum, evet. 
 
*
Horowitz'in doğum gününü hatırlatan, kutlayan Ahmet Makal’ı vesile kılıp, Zubin Mehta'nın orkestra şefliğindeki Rahmaninov'un 3. Senfonisini dinledim bugün. Beni çok etkileyen bir performans. Batı sanatının zirvelerinden diyeceğim ama Rus sanatını Batı’ya dâhil etmek ne kadar isabetli olur emin değilim. (Vaktiyle, Medvedev’in başkanlığı döneminde, bir imama suikast düzenlenmişti Rusya’da. Medvedev çıkıp “biz Ortodokslar Batı’dan ziyade Müslümanlara daha yakınız” demişti. Ortodoksların Katolik Batı’ya olan mesafesini biliyorum ama ‘yakınlığını’ bu denli açık ifade etmesi beni şaşırtmıştı.) Rus-Tatar bir besteci, Yahudi bir piyanist ve Hint bir şef New York'ta, Batının kalbinde ihtişamlı bir konser veriyorlar. Yıl 1978.
 
Komünistler tarafından "burjuva tarzında müzik" yaptığı gerekçesiyle ülkesinden dışlanan biriydi Rahmaninov. Neyse ki ayrılabildi o cehennemden. Kalanların akıbeti daha kötü oldu… All-Night Vigil üzerine çok çalışmıştım. Bundan ilhamla bir şeyler yazmaya çalıştım, devam ediyorum hatta. Tamamlayabilmek için bir şatoya ihtiyacım var!..
 
*
Ben her geçen gün sekülerleşiyorum ama ruhum sofulaşma eğiliminde. Buna anlam vermekte güçlük çekiyorum. Çelişki: hayatın ta kendisi. Dedem böyle değildi, dosdoğruydu, gerçek bir sofuydu. Upuzun sakalları vardı. Dualarını mırıldanışını ve tebessümünü unutmuyorum hiç.

 
2 Ekim, Pazartesi
Yol bitmiyor. Yol benim hayatım. Birhan Keskin'in deyişiyle, Y'ol
 
Bu defa Çiçekdağı'na gidiyorum. Git-gel 5 saatlik yol. Kasabadan hallice ilçenin eski adının, eski derken Cumhuriyet öncesi adının Mecidiye olduğunu cadde üstündeki Mecidiye Tütüncüsü, Mecidiye Market isimlerinden fark ediyorum. Başka Mecidiyeler, Aziziyeler olduğu biliyorum. Elazığ adı da benzer bir yapay evrim geçirmişti. Elaziz, Elazık olmuş sonra birdenbire Elazığ. Bana sorulunca Harputluyum diyorum.
 
Her başa geçenin şantiyeye çevirip gittiği, geçim derdinin, adalet ümidinin bitmediği canım ülkemde üzerinde durmaya değmeyecek ayrıntılar.

 
1 Ekim, Pazar
Kahvaltıda semizotlu salata, yumurta ve antep peyniri yedik. Bazen peynirden fıstık tadı geliyor. Fıstık ağacının yapraklarını yiyen keçileri düşündükçe gülümsüyor insan. Filtre kahvemizi Espressolab'da içtik. Ben pek anlamıyorum ama kahvesi en iyi yer burası diyor Leyla. Evde dripper ile kendi yaptığım yumuşak içimli kahvem hepsinden güzel geliyor oysa bana.
 
Dönüşte üç öğrenci aldım yanıma. Biri Suriyeli. Adı Hüseyin'di, aksanı da yoktu ama Suriyeli olduğunu mahcubiyetle belirtme ihtiyacı hissetti. Diğer çocukların tepkisi ne olacak diye bekledim ama kimsenin bireylerle bir derdi yok. Buna şahitlik etmek beni mutlu etti. Geçim derdi ve gelecek kaygısı ile de olsa bir şekilde ortaklaşıyoruz...
 
Sonbaharı karşıladım, yazı ardımda bırakıp. Yağmur, yol boyunca dinmedi. Bu kez 5 buçuk saat. Şoförlüğüm iyi değil. 

 
30 Eylül, Cumartesi
Ayıntab. Antab. Antep. Gazi şehir. Seviyorum burayı, insanlarını. Alleben'i ve onu kent boyunca kucaklayan Kavaklık Parkı'nı seviyorum. Bey Mahallesini seviyorum. Gaziler Caddesini değil ama, katmerci Zekeriya ustayı, şambali tatlısı satan seyyar satıcıyı, nohutçu Recep ustayı ve caddenin sonundaki Tahmis Kahvesi'ni, özellikle burayı çok seviyorum. Yine; yeni mekânlardan Udma Peynir Müzesi'nde kahvaltı yapmayı, Halil Usta'da lahmacun, müdavimi olduğumuz Urfa Tike Ciğer'de canımız ne isterse onu yemeyi, Koçak'ta ya da Zeki İnal'da baklava yemeyi, Mutfak Sanatları Merkezi'nde yuvalama yemeyi seviyorum. Cumba'dan fıstık, Karaoğlu'ndan badem... İnsan, dünyaları yese doyamaz burada, bu kentin sunduğu güzelliklere.
 
Antep’in sokaklarında yürürken, sahaflarında pazarlık ederken, ister istemez Onat Kutlar'ı ve Ülkü Tamer'i düşündüm ama bu şehirde onları düşündürmek bir yana, onları aklına getirecek pek bir şey bulamadım. Belki 15-20 yıl önce böyle değildi. Kültürel atmosferi ile şimdilerde daha çok Mehmet Barlas'ı akla getirecek bir kent görünümünde Gaziantep.



[1. Hafta]
 
29 Eylül, Cuma
Bir hafta geçti. Öğleden sonra 2'de izin aldım, Leyla'mın yanındayım. 4 buçuk saat sürdü yol. Blablacar'dan 3 kişi aldım araca. Bir memur, bir öğretmen ve bir öğrenci. Meslekler ne kadar çeşitlense de konuşacak bir şeyi olan insanlar çok az. Sessizliğe tahammül etmek benim için zor mesele. Havadan, sudan; suya sabuna dokunmadan öldürüyoruz zamanı.
 
İçanadolu'dan Güneydoğu'ya giden bir yoldu. İnsanın içi, inceden bir ferahlık hissi ile doluyor; sevdiğine ulaşmanın yanı sıra.
 
*
2008 yazında, böyle bir ferahlık ihtiyacı ile Elazığ'dan kalkan bir otobüse bindim ve Mimar Sinan'ın tiyatro sınavlarına girmek için İstanbul'a gittim. Aileme haber vermemiştim. Nasıl olduysa öğrenmişler, babamın telefondaki sesi kahrediciydi: "yapma, geri dön oğlum, bize göre değil o iş". Kendimi Seda Sayan gibi hissetmiştim... Trajedide Hamlet, komedide Kibarlık Budalası. Bir kez bile sesli prova yapamadığım için sınavda kulağıma ulaşan sesimi yadırgadım, her şey birbirine karıştı, başaramadım. Karşımdaki heyette yer alan hocalardan biri, bir kadın, "nereden geliyordun oğlum" dedi merhametle bakarak. Çok uzaktan hocam, dedim ve çıktım. O zaman fark edememiştim ama şimdi daha iyi anlıyorum: sahnedeyiz hepimiz ve bu portakal rengi dünya, bir oyun sahnesidir. Perdeleri hep açık.
 


28 Eylül, Perşembe
Birkaç yıldır YouTube üzerinden takip ettiğim biri var: Ko Beomsuk. Ko usta. Moda tasarımcısıyken kendi marangozhanesini kurmuş. İşlerine baktıkça, bir başka ahşap ustasını, Antonio Stradivari'yi hatırlıyorum. Ko usta, benim için bugün yaşayan Stradivari'dir. Sanallaştıkça sanrıları artan bir dünyada, somut şiirler üretiyor. ‘Yapıt’larını kurarken onu izlemek beni teskin ediyor. Elinden çıkma, hatta elinden düşme bir şeyim olsun isterdim. Katı ama buharlaşmayacak bir tutamak.
 
*
Bütün peygamberleri bilirim. Kimin hangi mesleği yaptığını da. Nedense çocukken bunu bilmeyi önemserdim. İşi neymiş, geçimini nasıl sağlıyormuş diye düşünürdüm. Memur çocuğu olmaktan başka izah bulamıyorum bu yaptığıma. Sadece bununla kalsa iyi, tanıştığım herkese, kısa bir süre geçtikten sonra, bir punduna getirip, "baban ne iş yapıyo" derdim. Hâlâ da değişmedi bu huyum. Şimdilerde daha usturuplu yapıyorum sadece. Biraz zamana yayarak... Hiç unutmam, lisedeyken bir çocuk başka bir şubede okurken bizim sınıfa getirildi, bizzat müdür getirdi, sınıfa takdim etti çocuğu. O gün sıra arkadaşım okulda olmadığı için direkt benim yanıma oturmasını söyledi. Rahatsız oldum. Bozuk attım elemana. Ders sırasında, biraz da umursamadan kimsin, nesin sorularımı yönelttim ve asıl soruya geldim: baban ne iş yapıyo? Bir an bile duraksamadan, "fabrikası var" deyiverdi şerefsiz. Ağzımdan çıkan ilk sözcük "ÇÜŞ" oldu. Biraz yüksek sesle söylemişim ki hoca yüzünü bizim tarafa, arka sıralara çevirip "ne oluyor orda" dedi. N'apiyim hocam, ilk defa babası fabrikatör birini görüyorum, diyemedim tabii. Başımı eğip çiçek oldum... Çocuğun adını unuttum ama lakabı aklımda: poşet. Babasının poşet fabrikası vardı.
 
*
Nuh peygamber, malûm, tersane ustasıydı. Bir başka deyişle, neccar. Kısaca, kereste işindeymiş diyebiliriz. Şimdilerde marangoz deniyor. (Ayrıca, tufan Doğu Karadeniz 'dolaylarında' oldu. Bakın bu, bilimsel veriye dayanan güzel bir bilgidir. Meraklısına, Nuh peygamberimizin mübarek eşkâli hakkında da fikir verebilir!)
 
Neyse, bence marangozluk, çobanlıktan sonraki en şahane peygamber mesleği. Mesela Âdem babamızın mesleği ne diye araştırırsanız 'sofi' olduğunu göreceksiniz. Kesinlikle en kârlısı. Hatta, buna teşmil edebileceğimiz bir kitap ismini anarak söylemeli: Hiçbir üstad böyle kâr etmemişdir.
 
Gerçi sofiler değil, softalar kazanır. Sofiler çilecidir, ilkeli insanlardır. Âdem babamız da evlatları ile sınandı… Adıyamanlı dostumuz Lukianos, düzmece yalvaç Aleksandros'un hikâyesini anlatmakla bu düşüncemizi pekiştirir. 


27 Eylül, Çarşamba
Yorgunum. Bu benim en çok kullandığım kelime. Hayır, yalnızlık değil, yorgunluk. Yorgunluk ömür boyu. Leyla'yı da bıktırdım zaten bitmeyen yorgunluğumla. Artık o da yorgun.
 
*
Bu akşam da Seamus Heaney okudum. (Eskiden bir kitabı bitirmek gerektiğine inanırdım. Şimdiyse, evet, hâlâ öyle düşünüyorum.) Günlerdir, yorgun akşamlarımda bana eşlik ediyor. Birkaç şiir okuyup düşüncelere dalıyorum. Nasıl da kendine güvenen, duru bir sesi var. Wordsworth'ü hatırlatıyor.
 
Varlığın ağırlığı. Ve şiir, olan bitenin sıkıntısındaki
Uyuşukluk. Ve benim ellili yaşlarımı bekleyişim
(Çev. Tamer Gülbek)
 
Beklediği kadar varmış. Tanrı ona, ellili yaşları için bir Nobel ayırmış. 56 yaşındayken. Bir şair için genç sayılabilecek bir yaşta.
 
Gençliğinde şiir için her şeyini verecekmiş gibi sesi gür çıkan isimlerin, orta yaşlarındaki o uzuuuun sessizlikleri beni düşündürüyor. Ne bu, hayat şairi terbiye mi ediyor? Edebilir mi? Sonra yaşlanıp, hey millet ben geldim edalarında dönenlere ne demeli peki? Şiir, her şeyin başındayken ya da çoğu şeyin sonuna geldiğimizde ihtiyaç duyduğumuz bir şey mi? Sahiden öyle mi?
 
Kimseye kızamıyorum ama korkuyorum, ben de mi böyle olucam? Olmayanlar var ama onlar da üzgün duruyorlar. Öyleymiş gibi yazıyorlar. Yine de biliyorum, Hesse'nin deyişiyle, şair olundu mu bir kez, bir daha geri dönülemez. (Anlatım bozukluğunu, anlam bütünlüğüne kurban ettim!)
 
Öte yandan, doğrudur, Enis Batur’un da dediği gibi, bazı kitapları asla bitiremeyiz. Yine de öyle isimler var ki zihnimde, adları bir mühür gibi kuntlaşmış. Uyuşuk yaşlılık günlerimde de okumak istiyorum onları. Daima genç kalacak gözlerimle. 

 
26 Eylül, Salı
Ahmet Güntan'la yaptığımız bir yazışmada benim için söylediği bir şey arada bir aklıma geliyor, gülümsüyorum: "bir zamansızlığın içinde etrafı seyreder gibi bir halin var hep."
Aklı olan, büyük bir şairden küfür bile işitse öper alnına koyar. Benim böylesi bir sözü (neredeyse 'tespit' diyeceğim) unutmam mümkün mü?
Birkaç yıl önce ölen genç sayılabilecek bir romancı –sonradan siyasetçi de oldu–, imzalattığım 'ödüllü' kitabını (e bu kadar tüyo verdim, tahmin edersin), "geniş zamanlarda buluşmak ümidiyle" notunu düşerek bana uzatmıştı.
Zaman ve seyir! Ben, herhalde, bu ikisinin kötü, kusurlu bir çıktısıyım. Zamanla daima kötü bir ilişkim oldu. Ona bağımlı oldum hep. Beni ondan ayrı düşürecek diye, rüya bile görmek istemiyorum. Uyumaktan nefret ediyorum, uyumak istemiyorum, hiç istemedim. Bu da zaman(ım)la ilgili.
Çocukken inek otlatırdım. Türkçenin o güzelim kelimesi ile söylersem, sığırtmaçtım yani. Çoğu zaman yalnız başıma olurdum. Sıkıntıdan kurtulmak için bir çıkış yolu bulmuştum. (Hayır, rüyalar değil. Öyle olsa inekler bostana girerdi ve bostancı inekler kadar beni de kovalardı.) Yüzümü akışkan bir trafiğin olduğu karayoluna döner, aklımdan bir –bazen birkaç– arkadaşımı düşünerek, "sola doğru giden 7. araba V.'nin, sağa giden 9. araba benim" diyordum. Hangi araba daha iyi/güzelse o kazanıyordu filan. (Hâlâ, çok uzaktan bile görsem bir arabanın hangi markaya ait olduğunu bilirim. Arabalara ya da araba sürmeye hiç hevesim olmadı, o ayrı.)
 
*
Zaman bir türlü geçmiyorsa, halen çok gençsin demektir. Böyle demişti Mehmet Bizans. Zaman hâlâ çok hızlı geçmiyor benim için. Bir türlü geçmeyen günler de uzakta kaldı. Şarkıdaki gibi: Tam ortasındayım yolun/ Koşunun ortasındayım. Anlayamadığım bir şeyler var hep. Bakıyorum ama anlam veremiyorum. Lenz gibi, kafamın üzerinde mi yürüsem, ne yapsam... 


25 Eylül, Pazartesi
Bugün, çok güzel bir gündü. Mutluyum. İçimden bir şey yazmak gelmiyor. Çetin Altan'ın meşhur numarasını çekmek niyetinde de değilim. İstesem pekâlâ çekerim, çekmişliğim de çoktur. Ama bugün, o gün değil. 


24 Eylül, Pazar
Pazar günlerini sevmiyorum. (Maupassant da sevmezdi. Yoksa sever miydi, karıştırdım şimdi.) Yarın iş var. O güzelim cumartesilerini bile, "Allah kahretsin yarın pazar sonuçta" diyerek heba ederim ben... Daha çocukken babamın her sabah kalkıp işe gidiyor oluşu beni dehşete düşürürdü. Hoş, ben de okula giderdim, okul anılarımı sevmekle birlikte bu disiplinli günler (bir başka Walseryen, Fleur Jaeggy’nin kulaklarını çınlatayım) beni her hatırlayışımda üzecek kadar yorar. Yine de, hiçbir şey işsizlik kadar üzücü ve yorucu olamaz. 'Bilen bilir' tabirinin en uygun düşeceği yer burasıdır herhalde.
 
Şeylerin Ağırlığı'nda Marianne Fritz şöyle diyordu: Hayat bir yaradır ve bu yara kolay iyileşmez.
 
Yaralı, yorgun, üzgün de olsan, sarp bir dağ zirvesinde tek ayaküstünde duran Dostoyevski kahramanı gibi hayatı bırakmamak, Walser'in deyişiyle, boyuna ona doğru açılmak gerek. Başka bir anlamı yok hayatın.
 
*
2013'te Celan için yazdığım amatörce bir yazıda, "Hiç iyileşmeyecek yaraların şairidir Celan." demiştim. (Bu cümlemi, Almanca bölümünde hocalık yapan ve Celan üzerine kitap neşretmiş bir zat, alenen hırsızlamış. Kitabı raftan indirip şöyle bir karıştırınca benim yazıyı okuduğu, çünkü bir vakit takipleşiyorduk, ve bugün benim gözümde amatörce yazılmış olsa da Celan'a olan halisane muhabbetimden etkilendiğini anladım. Bunu orda-burda duyurmak istedim başta, ama böylesine utanmaz birinin kötülük potansiyelinden çekinip geri durdum. Bu vasatlık afişe edilmeye bile layık değildi... Neyse, zaman geçti ve şiir okurluğumda bana dorukları yaşatan bir metin olan Cem Yavuz'un Celan çevirisini vesile kılıp daha iyi bir Celan yazısı yazmak nasip oldu. Çevirmeninden de yazım için övgü aldım. Umarım o taşralı saksağan için yeni ilhamlar bağışlayabilmişimdir. Alt tarafı bir blogger'ım nasılsa, kullansın, miri maldır!)
 
Celan! Sahiden de hayat, bir yaraydı onun için. Kalbe dokunacak bir sözün bile kendisinden esirgendiği bir hayat. Allah kimseyi böyle üzmesin. 


23 Eylül, Cumartesi
Dün Agota Kristof'un meşhur üçlemesini bitirdim: Büyük Defter ~ Kanıt ~ Üçüncü Yalan. Murat (Erşen) önermişti. Belki 10 yıl önce. Murat'ın önerilerini emir telakki ederim! Birkaç şey daha var aklımda ondan kalan. (Mesela, Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’u.) Keşke eskisi gibi arada bir konuşabilsek diye hayıflanıyorum...
 
Şok edici bir romandı. 20'li yaşlarımın başında çok gaste okuduğum için hangi köşe yazarının roman okuyan biri olup olmadığını anlardım. Roman okumayanların dili kupkuru olurdu. Vasat bir analiz bile romanın ruhaniliğine muhtaç oysa. Yüzlerce teorik kitap, inceleme tek bir romanın gücüne erişemez. Roman okumayı ihmal eden okuma edimi, kusurlu kalmaya mahkûmdur. İnsan ne yazarsa yazsın, romana muhtaç. 'Deha' da başka türlü kavranamaz.
 
Kristof'un kitabındaki yerlerin hemen hepsi N. şehri, B. Köyü gibi yerler ya da Büyük Şehir gibi ayırıcı bir isim değilken, birinin adı şöyleydi: Gül Tepesi. Burası, işte, romancıların, roman okurunun muhitidir bana kalırsa.
 
Bugün yine Kristof'tan devam etmek niyetindeyim. Kitabın adı, Dün.
 
*
Dün'e başlamadan önce kirlileri makineye (makina?) attım. Evi sildim, süpürdüm. Duşa girmeden önce tıraş oldum. Duştan sonra çamaşırları astım. Bornozla biraz kitap okuyayım dedim. Dün'ün yanında Marianne Fritz'in Şeylerin Ağırlığı romanı vardı. Dün'ü bıraktım, Şeyler'e başladım. Sıradaydı zaten ama Tuncay Birkan'ın romana dair büyük övgüsünü görünce kayıtsız kalamadım. Hem, Walser ödülü almış bir roman, ben de bu yüzden aldım zaten... 15 sayfa kadar okumuştum ki İsmail arayıp mangala davet etti. Tamam dedim.
 
Akşam 9 buçuktu eve döndüğümde. Leyla ile konuşmayı özlemiştim. 11'e kadar konuştuk. Sonra hasretle kapadık görüntülü aramayı. 


22 Eylül, Cuma
Orta ikideyken Final Dershanesi'ne gitmiştim. (Bu dershane ilk şubesini Elazığ'da, İstanbul Dershanesi olarak açmıştır. Sahipleri Elazığlıdır ve Final adıyla ülke genelinde bir markaya dönüşseler de Elazığ’daki dershanenin adını değişmemişlerdi. Yani, aslında, İstanbul Dershanesine gitmiştim. Ya da halk ağzıyla “İstanbul'a”.) Dergi formatında bir soru/pratik kitapçığı vardı dershanenin. Ayda bir dağıtılan ve içinde her dersten sorular, çözümler barındıran bu derginin son bir-iki sayfasında bulmacalar, bilmeceler filan olurdu. Bilmecelerden biri aklıma kazındı, unutamadım. Şöyle: camilerde en ön sırada neden yaşlılar olur? Cevap: çünkü final sınavları yaklaşmıştır!

İmam tayfasını sevmediğim, vaaz diye anlattıklarına tahammül etmekte zorlandığım için ezana yakın gidiyorum Cuma namazlarına. Haliyle son saflarda yer buluyorum kendime. Bugün, bir anda, ön safın bir arkasında buldum kendimi. Son bir adım kalmıştı ki kendime geldim. Camiye beraber girdiğimiz iş arkadaşım geride kaldı. Bense yükünü boşaltmış bir kayık gibi mihraba doğru sürüklendim. Sonra birden, olduğum yere çöktüm. Bir el, beni omuzumdan tuttu ve akışkan bedenimi ıhtırdı.
 
Hutbenin konusunu anladıktan sonra kalbime döndüm ve yine o bilmeceyi hatırladım. Bu ara çoğalan bir sesle ölümü düşünürken buluyorum kendimi.
 
Yaş 35. Final yakın mı, uzak mı? Ve nasıl? Kim bilebilir...


~B I G  B A N G~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so