Yalnızca ‘Batı sınırları’nda değil, Doğu’nun serhatlarında
da gezinen bir kitapçoksever, şair Efe Murad. Türkçe, İngilizce,
Almanca ve Farsça ile billurlaşmış diliyle bir punk-okur. Thomas Bernhard’dan
Sarah Kane’e, Susan Howe’den Lyn Hejinian’a, Ferîdûn-i Muşîrî’den M. Âzâd’a,
C.K. Williams’tan –2020 içinde– Ezra Pound’a ulaşan somut bir nehir! (John
Hurt’ın ‘Fil Adam’ için söylediği sözden ilhamla; Muşîrî’nin şiirlerini okuyup
da bir ‘şikâyet namazı’ kılmayı düşünmemiş biriyle tanışmak istemezdim.)
Efe Murad’la henüz tanışmıyoruz ama onu “Madde-Şiir
Manifestosu”ndan (Cem Kurtuluş’la birlikte, Mayıs 2004, Adam Sanat) bu yana
‘biliyorum’. Doğrusu, imzasının izini sürmedim hiç, ama ortak ilgi ve okuma
kültürümüz bizi bir şekilde buluşturdu hep. Şimdi ve burada olduğu gibi!
Bibliyofil Konuşmaları’na başlarken yazdığım ilk
yazıda, “Yalnızca
tanınmış yazar/okurlarla değil, kendi kuşağımın ‘kitapçokseverleri’ ve ismi
yalnızca mahfillerde işitilmiş, internette isimlerini aratınca herhangi bir
fotoğrafını bulamayacağınız insanları da göreceksiniz bu sayfalarda. Bu iş ne
kadar sürer, 21. Yüzyılının ilk çeyreğinde mütevazı bir blogda başlamış bu
girişim nereye varır şimdiden kestirmek güç.” demiştim. Efe Murad,
ödüllü bir şair-çevirmen (Princeton Üniversitesi, 2005). Hâlihazırda ise
Harvard Üniversitesi Tarih ve Ortadoğu Çalışmaları doktora programını
sürdürüyor.
Hiç tartışmasız kuşağımın en iyi beyinlerinden Efe
Murad. Bu ülkede onun kalbinin de bir yanıyla hep şiir için attığını bilmek
beni teselli ediyor doğrusu... ‘Kitap toplayıcılığı’nın bir uzantısı olarak
okumayı sevdiği şair/yazarları çeviriyor. Dünya nezdinde diğer türlere nazaran nispeten
güçlü olduğumuz şiirde bile kısmen çeviriye yaslanan yazın dünyamızda Efe
Murad’ın şiiri ve tavrıyla olduğu kadar çevirileriyle de günümüz şairine ışık
olduğunu düşünüyorum. Sonraki yıllarda daha neler yapar bilinmez ama Ezra Pound
çevirisi yayımlandığında, inanıyorum ki, ayakları edebiyatın deltasında gezinen
bir avuç insan üzerinde hissedilir bir sarsıntı yaratacak.
O halde, “Brooklyn’de Mutenalaştırma”nın şairi için bir
“kes-yapıştır” da benden:
“gördüm kuşağımın en iyi beyinlerini…
zenci sokakların şafağında gördüm onları
bozuk kafalarıyla kitap ararken
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile
eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan
melek kafalı entelektüeller”
M. Milât Özçelik / 31 Ekim ‘19
|
1.
Harçlığınızla
aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Okul kermesinden Gülten Dayıoğlu’nun kitaplarını aldığımı hatırlıyorum, ilkokul beşinci sınıf olmalı, Meksika’ya Seyahat! Sonra annem ve babama karikatür, çizgi roman kitapları aldırıyorum, o var aklımda, L-Manyak’ta çizen yazarların müstakil kitapları. İlk peşine düşüp bir sürü kitapevi tarayıp aldığım ilk kitap sanırım küçük İskender’in 666’sı, ortaokul üç. Din dersi hocamız beni bu kitabı okurken görmüş, sonra o da kitabı okuyup bana kaplanmış olarak geri vermişti. Ben bu kitabı okurken adı görünmesin diye mi acaba? Ya da bir şeyden mi çekinmiş, şüphelenmişti? Metin Celâl, Aznavur Pasajının alt katındaki bir dükkanda Parantez Yayınları’nın kitaplarını satardı, orayı keşfettikten sonra neredeyse Parantez’in çıkardığı her şeyi alıp okudum.
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Eğer aradığınız her şeyi o dört duvar içinde bulabiliyorsanız artık orası bir kütüphanedir sanıyorum çünkü oradaki kitaplar hem size hem de birbirlerine yetebiliyordur. Dünyada basılı kitapların elbet bir sınırı var, ama devamlı basılıyorlar ve basılmaya da devam edecekler. Bir insan için ancak sonsuzluk teşkil eder bu. Kendi kendine yetebilen bir kitaplık mümkün mü? Belki önce kitapların kendi kendine yetebilmesi gerek.
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini /yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Genellikle türe göre “yığıyorum,” tür içinde de dönemlere ya da temalara göre. Cambridge’de şiir kitapları yatağımın arkasındaki pencereyi kaplayacak şekilde yığılı, hem çetin kışlar için güzel yalıtım da oluyor. Yastığa başımı koyduğum yerin arkasında “ha düştü ha düşecek” üç sıra kitap yığılı, daha hiç de yıkılmadılar üstelik yedi senedir, uykumda boğulmadım henüz. Çek bir arkadaşım söylemişti: “Kitap toplayanlar, topladıkları kitapların altında ölür.”
Bu yaşa geldim hâlâ kendi evim olmadı, o nedenle kitaplarım odalarda ve depolarda. İstanbul’daki odam silme kitap dolu, ne kadar sıkıştırabilirsem o kadar kitap sıkıştırıyorum. Evin bodrumuyla çatı katında kutular var. Ayrıca Şişli’deki bir hanın beşinci katında kolilerce kitabım var, karikatür-çizgi romanlar ve üniversite yıllarında topladığım çeviri şiir, edebiyat eleştirisi, felsefe ve siyaset teorisi kitapları hep orada. Başka bir seçeneğim olsa, dizmeyi seçerdim, yığmayı değil. Birkaç aydır artık aradıklarımı bulamamaya başladım, oysa şu ana kadar bunda epey başarılı olduğum da söylenebilir. Sahaf hafızası diye bir şeye inanıyorum.
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Şu anda kitap toplama işine daha farklı bakıyorum, on beş-yirmi sene önce PDF yaygın değildi. Dijital ortama aktarılmamış kitapların sayısı çok çok fazlaydı, o nedenle ancak bir kitabı matbu buldun mu ona da erişmiş oluyordun. Şimdi durum biraz farklı, aradığım şey yirminci yüzyıl öncesinde basılmış bir kitap da olabiliyor, yazma da. O nedenle aslında bir şekilde fotokopisine, PDF'ine ulaşıp bastırdığım birçok değerli kitap var. Bir şeyin fotokopisiyle aslı arasındaki fark nedir, amaç asıl nüshayı kendi odanda müzelik mi etmektir, yoksa önemli olan içindeki bilgi midir?
Kitabın biricik objeliği benim için anlamını yitirdi. Öyle de olması gerekiyor, çünkü bilgiye çok daha kolay ulaşabiliyoruz. Metne ulaştığım an artık o kitaba da ulaşmış oluyorum. Sonuçta her kitap bir metin kopyası.
Her ne kadar kitap benim gözümde obje olarak neliğini kaybetmiş olsa da okuduğum ya da okuyacağım her şeyin deli gibi çıktısını da almayı ihmal etmiyorum —onulmaz bir kâğıtperestim! Kullanabileceğim, ilgimi çekebilecek gazete yazıları, makaleler, yorumlar, her şeyin çıktısını alıp konularına uygun kitapların arasına koyuyorum (daha sonra bu kitaplara baktığımda o yazıları da görüp hatırlayayım diye yapıyorum bunu). Zihin tazelemenin bir yolu bu mekânsal hafıza. Şirazesi kaymış kitaplarım var. Bazı temel kitaplarda o kadar araya sıkıştırdığım makale var ki raflara sığmıyorlar, cildi bozulmasın diye bazan makaleleri lastikleyip kitabın hemen yanına koyuyorum.
Bu uğraşının başka bir nedeni de zamanında okuduğum bazı yazıların zaman geçtikçe internetten silindiklerini fark etmem. Bazı sitelerdeki yazıları sonradan Wayback Machine’den bile bulamadığım oldu. Kitap ve kâğıdın (tabii ki ıslanmadıkları sürece!) iyi birer arşiv materyali olduğu kanısındayım. Dijital ortamdaki bilgi aynı formatta ne kadar korunabilir hiçbir fikrim yok.
Ortaokulda çizgi roman ve karikatüre merak sarmıştım. Osmanlı’nın son döneminden 2000’lerin başına kadar çıkmış tüm karikatür kitaplarını toplayacağım diye deli bir düstur edinmiştim, çok büyük bir kısmını da topladım aslında. Türkiye’nin çizgi haritasını çıkarmak istiyordum, hem bu dönemin çevrim içi olan söz dağarcığını da tarayabilirim. Şimdi mesela fiyatlar uçtu, eskicileri dolaşmazsanız, öyle sürprizler çok çıkmıyor. Üç liraya Om Mani Padre Hum’un imzalı ilk baskısını aldığımı hatırlıyorum. Hilmi Merttürkmen’in son zamanlarına denk geldim, üniversite yıllarında ondan eski yazı birçok divan ve kelâm kitabı aldığımı hatırlıyorum. Çok uygun fiyatlara elinden çıkardı. Hilmi Merttürkmen, Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki yıllarında şiir kitabı çıkarmış da biri: “Tapkın” müstearıyla bastırdığı şeriat yanı ağır basan Yunus şiirleri var bu toplamda. Herhalde Âsaf Hâlet’le hiç ilgilenmemiş olacak.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Kitapların sayısı arttıkça oluşturabileceğiniz ilginç serilerin, kombinasyonların sayısı da artıyor. İskambilde olduğu gibi, kart oyunlarının kuralıdır bu. Dezavantaj da olabilir bu durum (biriktirdiğin kartlar elinde patlayıp sana eksi puan olarak dönebilir). Koleksiyonculuğu çok önemsemedim, tekmili birden olsun diye aradığım bir şey var mı? Artık kitaplara o gözle bakmıyorum galiba. Çok çerçöp de var ama çerçöpten çıkabilecek bir ihtimaller yumağı ve temalar da.
Araştırıp topladıklarım: Osmanlı’nın son dönemlerinde basılmış felsefe ve kelâm metinleri, divanlar, subversif çizgi romanlar, erotik fotoğraf kitapları ve siyasal İslâm’a dair her şey... 1960’ların sonuna doğru Amerika’da ilk düşük maliyete fotokopi çeken makineler, mimeograph’lar yaygınlaşmaya başlıyor, sihirli yıl 1968’lere denk gelen bu dönemde fanzin basan yayınevleri, şiir ve karikatür kolektifleri bir anda pıtrak gibi çoğalıyor. Bu dönem çıkmış bir sürü fotokopi şiir broşürleri basan küçükbaş yayıncı var, Boke Press, C Press, Kulchur, Angel Hair (Anne Waldman/Lewis Warsh), Tuumba Press (Lyn Hejinian), Little Caesar (Dennis Cooper) ve Telegraph Books (Aram Saroyan) vs. 80’li yıllarda New York’ta faaliyet gösteren ve kitaplarını Hint dua kitapları formatın basan Hanuman Yayınları. Çok ilginç kitaplar var açıkçası. İlk gençlik yıllarımda şiir denince Yeditepe, De Yayınları, Adam Sanat ya da Şiir Atı’ndan çıkmış her şeyi okumaya çalışırdım.
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Türkçeye çevirmek istediğim şiir kitapları var. Ron Padgett, Ted Berrigan ve Tom Clark’ın ortak kitabı Back In Boston Again. Dönüp dönüp baktığım Burroughs ve Gysin’ın Third Mind’ı ve yine Burroughs’un Gysin, Gregory Corso ve Sinclair Beiles’le 1960’da Paris’te yayımladığı ve rüya makinesi kullanarak yazdıkları ilk cut-up şiir kitabı Minutes To Go... Bilhassa son iki kitabı baştan baştan okuduğumda yeni şifreler keşfediyorum. Kitapla ilişki kişisel de bir deneyim. Kimse okumasın dediğim kitaplar var. Bilmesinler, saklı bir hazine olarak kalsın. Aslında yüz bin okuru olmasaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu diyebileceğim daha çok kitap var.
Şiirlerinin methini duyup hiç okuyamadığım şairler var. Dario Bellezza okuyabileceğim bir dile çevrilse de okusam.
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Toplayıcı yanımın “tarihçiliktir” diye üstünü örtmeye çalışıyorum, ama her kitap okunmalı diye bir kaide de yok, ama hiç beklemediğiniz zamanlarda beklemediğiniz kitaplar “arka çıkıcılık” yapabiliyor. Her kitabın bir kaderi, bir yolu vardır, belki her kitap o “doğru anı” bekliyor. Sahaflar kitabın öyle saymaya gelmeyeceğini bilir.
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Çok yakın arkadaşlarımın bile sorduğu bir soru, ne diyeceğimi bilemiyorum. İçimden “baltayı taşa vurdun, mal mısın sen” demek geliyor. Anatole France’ın kitapları porselen yemek takımlarına benzettiğini hatırlıyorum, tüm yemek takımlarını aynı anda ve hep kullanamazsınız değil mi? Özel günlere saklanırlar.
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
İyi bir roman okuru olduğum söylenemez, daha fazla roman okumak istiyorum. Uzun metinler. Okumadıklarım: Peride Celal, Kerime Nadir, Nezihe Muhiddin ve Suat Derviş. Ayrıca Vartan Paşa, Nahid Sırrı Örik ve Reşat Enis. Selim İleri. Yaşar Kemal okumak istiyorum doya doya.
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Toplayıcı-biriktiriciler hakkında Agnès Varda’nın bir filmi var Les glaneurs et la glaneuse, eşsiz bir film. Çöp sana bir ihtimaller ağı sunar, biriktirmek sana kalmıştır. Bir de Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’sı, aklıma şimdilik bu ikisi geldi.
Okul kermesinden Gülten Dayıoğlu’nun kitaplarını aldığımı hatırlıyorum, ilkokul beşinci sınıf olmalı, Meksika’ya Seyahat! Sonra annem ve babama karikatür, çizgi roman kitapları aldırıyorum, o var aklımda, L-Manyak’ta çizen yazarların müstakil kitapları. İlk peşine düşüp bir sürü kitapevi tarayıp aldığım ilk kitap sanırım küçük İskender’in 666’sı, ortaokul üç. Din dersi hocamız beni bu kitabı okurken görmüş, sonra o da kitabı okuyup bana kaplanmış olarak geri vermişti. Ben bu kitabı okurken adı görünmesin diye mi acaba? Ya da bir şeyden mi çekinmiş, şüphelenmişti? Metin Celâl, Aznavur Pasajının alt katındaki bir dükkanda Parantez Yayınları’nın kitaplarını satardı, orayı keşfettikten sonra neredeyse Parantez’in çıkardığı her şeyi alıp okudum.
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Eğer aradığınız her şeyi o dört duvar içinde bulabiliyorsanız artık orası bir kütüphanedir sanıyorum çünkü oradaki kitaplar hem size hem de birbirlerine yetebiliyordur. Dünyada basılı kitapların elbet bir sınırı var, ama devamlı basılıyorlar ve basılmaya da devam edecekler. Bir insan için ancak sonsuzluk teşkil eder bu. Kendi kendine yetebilen bir kitaplık mümkün mü? Belki önce kitapların kendi kendine yetebilmesi gerek.
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini /yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Genellikle türe göre “yığıyorum,” tür içinde de dönemlere ya da temalara göre. Cambridge’de şiir kitapları yatağımın arkasındaki pencereyi kaplayacak şekilde yığılı, hem çetin kışlar için güzel yalıtım da oluyor. Yastığa başımı koyduğum yerin arkasında “ha düştü ha düşecek” üç sıra kitap yığılı, daha hiç de yıkılmadılar üstelik yedi senedir, uykumda boğulmadım henüz. Çek bir arkadaşım söylemişti: “Kitap toplayanlar, topladıkları kitapların altında ölür.”
Bu yaşa geldim hâlâ kendi evim olmadı, o nedenle kitaplarım odalarda ve depolarda. İstanbul’daki odam silme kitap dolu, ne kadar sıkıştırabilirsem o kadar kitap sıkıştırıyorum. Evin bodrumuyla çatı katında kutular var. Ayrıca Şişli’deki bir hanın beşinci katında kolilerce kitabım var, karikatür-çizgi romanlar ve üniversite yıllarında topladığım çeviri şiir, edebiyat eleştirisi, felsefe ve siyaset teorisi kitapları hep orada. Başka bir seçeneğim olsa, dizmeyi seçerdim, yığmayı değil. Birkaç aydır artık aradıklarımı bulamamaya başladım, oysa şu ana kadar bunda epey başarılı olduğum da söylenebilir. Sahaf hafızası diye bir şeye inanıyorum.
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Şu anda kitap toplama işine daha farklı bakıyorum, on beş-yirmi sene önce PDF yaygın değildi. Dijital ortama aktarılmamış kitapların sayısı çok çok fazlaydı, o nedenle ancak bir kitabı matbu buldun mu ona da erişmiş oluyordun. Şimdi durum biraz farklı, aradığım şey yirminci yüzyıl öncesinde basılmış bir kitap da olabiliyor, yazma da. O nedenle aslında bir şekilde fotokopisine, PDF'ine ulaşıp bastırdığım birçok değerli kitap var. Bir şeyin fotokopisiyle aslı arasındaki fark nedir, amaç asıl nüshayı kendi odanda müzelik mi etmektir, yoksa önemli olan içindeki bilgi midir?
Kitabın biricik objeliği benim için anlamını yitirdi. Öyle de olması gerekiyor, çünkü bilgiye çok daha kolay ulaşabiliyoruz. Metne ulaştığım an artık o kitaba da ulaşmış oluyorum. Sonuçta her kitap bir metin kopyası.
Her ne kadar kitap benim gözümde obje olarak neliğini kaybetmiş olsa da okuduğum ya da okuyacağım her şeyin deli gibi çıktısını da almayı ihmal etmiyorum —onulmaz bir kâğıtperestim! Kullanabileceğim, ilgimi çekebilecek gazete yazıları, makaleler, yorumlar, her şeyin çıktısını alıp konularına uygun kitapların arasına koyuyorum (daha sonra bu kitaplara baktığımda o yazıları da görüp hatırlayayım diye yapıyorum bunu). Zihin tazelemenin bir yolu bu mekânsal hafıza. Şirazesi kaymış kitaplarım var. Bazı temel kitaplarda o kadar araya sıkıştırdığım makale var ki raflara sığmıyorlar, cildi bozulmasın diye bazan makaleleri lastikleyip kitabın hemen yanına koyuyorum.
Bu uğraşının başka bir nedeni de zamanında okuduğum bazı yazıların zaman geçtikçe internetten silindiklerini fark etmem. Bazı sitelerdeki yazıları sonradan Wayback Machine’den bile bulamadığım oldu. Kitap ve kâğıdın (tabii ki ıslanmadıkları sürece!) iyi birer arşiv materyali olduğu kanısındayım. Dijital ortamdaki bilgi aynı formatta ne kadar korunabilir hiçbir fikrim yok.
Ortaokulda çizgi roman ve karikatüre merak sarmıştım. Osmanlı’nın son döneminden 2000’lerin başına kadar çıkmış tüm karikatür kitaplarını toplayacağım diye deli bir düstur edinmiştim, çok büyük bir kısmını da topladım aslında. Türkiye’nin çizgi haritasını çıkarmak istiyordum, hem bu dönemin çevrim içi olan söz dağarcığını da tarayabilirim. Şimdi mesela fiyatlar uçtu, eskicileri dolaşmazsanız, öyle sürprizler çok çıkmıyor. Üç liraya Om Mani Padre Hum’un imzalı ilk baskısını aldığımı hatırlıyorum. Hilmi Merttürkmen’in son zamanlarına denk geldim, üniversite yıllarında ondan eski yazı birçok divan ve kelâm kitabı aldığımı hatırlıyorum. Çok uygun fiyatlara elinden çıkardı. Hilmi Merttürkmen, Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki yıllarında şiir kitabı çıkarmış da biri: “Tapkın” müstearıyla bastırdığı şeriat yanı ağır basan Yunus şiirleri var bu toplamda. Herhalde Âsaf Hâlet’le hiç ilgilenmemiş olacak.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Kitapların sayısı arttıkça oluşturabileceğiniz ilginç serilerin, kombinasyonların sayısı da artıyor. İskambilde olduğu gibi, kart oyunlarının kuralıdır bu. Dezavantaj da olabilir bu durum (biriktirdiğin kartlar elinde patlayıp sana eksi puan olarak dönebilir). Koleksiyonculuğu çok önemsemedim, tekmili birden olsun diye aradığım bir şey var mı? Artık kitaplara o gözle bakmıyorum galiba. Çok çerçöp de var ama çerçöpten çıkabilecek bir ihtimaller yumağı ve temalar da.
Araştırıp topladıklarım: Osmanlı’nın son dönemlerinde basılmış felsefe ve kelâm metinleri, divanlar, subversif çizgi romanlar, erotik fotoğraf kitapları ve siyasal İslâm’a dair her şey... 1960’ların sonuna doğru Amerika’da ilk düşük maliyete fotokopi çeken makineler, mimeograph’lar yaygınlaşmaya başlıyor, sihirli yıl 1968’lere denk gelen bu dönemde fanzin basan yayınevleri, şiir ve karikatür kolektifleri bir anda pıtrak gibi çoğalıyor. Bu dönem çıkmış bir sürü fotokopi şiir broşürleri basan küçükbaş yayıncı var, Boke Press, C Press, Kulchur, Angel Hair (Anne Waldman/Lewis Warsh), Tuumba Press (Lyn Hejinian), Little Caesar (Dennis Cooper) ve Telegraph Books (Aram Saroyan) vs. 80’li yıllarda New York’ta faaliyet gösteren ve kitaplarını Hint dua kitapları formatın basan Hanuman Yayınları. Çok ilginç kitaplar var açıkçası. İlk gençlik yıllarımda şiir denince Yeditepe, De Yayınları, Adam Sanat ya da Şiir Atı’ndan çıkmış her şeyi okumaya çalışırdım.
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Türkçeye çevirmek istediğim şiir kitapları var. Ron Padgett, Ted Berrigan ve Tom Clark’ın ortak kitabı Back In Boston Again. Dönüp dönüp baktığım Burroughs ve Gysin’ın Third Mind’ı ve yine Burroughs’un Gysin, Gregory Corso ve Sinclair Beiles’le 1960’da Paris’te yayımladığı ve rüya makinesi kullanarak yazdıkları ilk cut-up şiir kitabı Minutes To Go... Bilhassa son iki kitabı baştan baştan okuduğumda yeni şifreler keşfediyorum. Kitapla ilişki kişisel de bir deneyim. Kimse okumasın dediğim kitaplar var. Bilmesinler, saklı bir hazine olarak kalsın. Aslında yüz bin okuru olmasaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu diyebileceğim daha çok kitap var.
Şiirlerinin methini duyup hiç okuyamadığım şairler var. Dario Bellezza okuyabileceğim bir dile çevrilse de okusam.
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Toplayıcı yanımın “tarihçiliktir” diye üstünü örtmeye çalışıyorum, ama her kitap okunmalı diye bir kaide de yok, ama hiç beklemediğiniz zamanlarda beklemediğiniz kitaplar “arka çıkıcılık” yapabiliyor. Her kitabın bir kaderi, bir yolu vardır, belki her kitap o “doğru anı” bekliyor. Sahaflar kitabın öyle saymaya gelmeyeceğini bilir.
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Çok yakın arkadaşlarımın bile sorduğu bir soru, ne diyeceğimi bilemiyorum. İçimden “baltayı taşa vurdun, mal mısın sen” demek geliyor. Anatole France’ın kitapları porselen yemek takımlarına benzettiğini hatırlıyorum, tüm yemek takımlarını aynı anda ve hep kullanamazsınız değil mi? Özel günlere saklanırlar.
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
İyi bir roman okuru olduğum söylenemez, daha fazla roman okumak istiyorum. Uzun metinler. Okumadıklarım: Peride Celal, Kerime Nadir, Nezihe Muhiddin ve Suat Derviş. Ayrıca Vartan Paşa, Nahid Sırrı Örik ve Reşat Enis. Selim İleri. Yaşar Kemal okumak istiyorum doya doya.
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Toplayıcı-biriktiriciler hakkında Agnès Varda’nın bir filmi var Les glaneurs et la glaneuse, eşsiz bir film. Çöp sana bir ihtimaller ağı sunar, biriktirmek sana kalmıştır. Bir de Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’sı, aklıma şimdilik bu ikisi geldi.
EFE MURAD
Yorumlar
Yorum Gönder