"Çadırlarını Bohemya'daki Cheb'den on mil kadar
uzaktaki Zatec kasabası yakınlarına üç millik bir hat boyunca kurmuş olan geniş Edom güçlerinin
tam ortasında, korku dolu çığlıklar
duyulmuştu gece
yarısı aniden.
Ve hepsi de kılıçtan
kurtulmak için kaçtılar,
onları önlerine
katıp süren
sadece düşen yapraklardı ve peşlerinden giden tek bir
insan olmamıştı..."
Tuna Bahar için
19 Temmuz 2023'te kaybettiğimiz Roni
Margulies'in ölüm haberini aldığımda, kalbime yakın duran buzdağlarından
birinin daha sulara/kanıma karıştığını hissettim ve aynı gün bir 'yas yazısı'
karaladım K24 için. Birkaç gün içinde hatta aynı gün yayımlanır diye
düşünüyordum ama bir haftadan fazla bekledi yazı. Roni gibi özgün, hayat dolu
ve rafine bir entelektüeli tanıyıp ya da okuyup sevmemek mümkün müydü? Tanıyan
kadar seveni de çoktu elbette. Yakın arkadaşı ve K24'ün editörü Mustafa
Arslantunalı dahil kimse bu kadar çok [el]veda yazısı geleceğini düşünmemişti,
böyle demişti bana yazdığı mailde. Sonunda bir 'dosya' ile uğurlandı
arkadaşımız, güzel şairimiz. Herkes tanıdığı, sevdiği Roni'yi kendince anlattı. [Şurada.]

Daha yazıyı yazarken o büyük
koleksiyonu geçmişti aklımdan. Ne olacaktı onlara? Aile şirketinin başında olan
kızkardeşi mi sahip çıkacaktı? Yoksa annesi dahil çoğu aile üyesinin yaşadığı
Kanada'ya mı gidecekti? Hiçbiri olmadı ve belki de vasiyeti üzerine başka
'meraklılar' için müzayede yoluyla satışa çıktı. Bence de doğrusu buydu.
İstanbul Müzayede'nin koleksiyon
kataloğunu görünce gözlerime inanamadım: topladığını bildiğim, bir vakit
beraber de birkaç dükkân gezdiğimiz camaltıların yanında, tarihî ve tarihsel
kişiliklere dair fotoğraflar, evraklar, obje ve efemeralar, özellikle işçi
sendikalarına ait nesneler, ilk baskı ve imzalı kitaplar, hakkında bir kitap da
neşrettiği (The Terrible Turk, Everest Yayınları, 2016) Batı'nın Türk
korkusuna/algısına dair evrak ve nesneler ile orijinal yağlı boya resimler,
hat'lar ve daha neler neler. Roni, bir 'toplayıcıymış' meğer. Müzayede
ilanından sonra ahdettim, arkadaşımdan hatıra olsun diye bir camaltı alacaktım.
Ve aldım. Belki de en güzelini almak bana kısmet oldu: ER-RIZKU AL'ALLAH (Rızkı
veren Allah).
Müzayede'nin kataloğundaki yazıların
ilki Mustafa Arslantunalı'ya aitti: Bizden Sonra Eşyalar. Roni'nin
koleksiyonculuğundan bahsederken bir yerde lafı Bruce Chatwin'in (1940-1989)
Utz'una, Kaspar Joachim Utz'a getirip şöyle diyordu: "Koleksiyonu Utz’u
tutsak etmiştir, porselenlerinden vazgeçemediği için her seferinde
Çekoslovakya’ya geri döner. Koleksiyonlarına hapsolmuş değilse bile, Roni de
onlar tarafından kısıtlanmıştı; Londra’daki evini sırf bu yüzden kiraya
veremiyordu mesela. Ama pek şikayetçi olduğu söylenemezdi."
Böyle tanıştım Bruce Chatwin'le.
Belki adı ve kitapları daha önce de karşıma çıkmıştı ama gerçek bir
'tanışıklığa' anlam katan o rastlaşma, bu sayede, Arslantunalı ve Roni
sayesinde oldu. Her şeyin bir hikâyesi olmalı mı bilmiyorum ama bu da böyle bir
hikayeydi işte.
Romana dair bir şeyler söylemeden
önce şunu belirtmem gerekiyor: okurluk serüvenim boyunca sevdiğim, bağrıma
bastığım tüm yazarlar (hatta, nadiren de olsa, bazı hayran olunası okurlar)
önce hayatlarıyla beni yakalar. Garip, hatta yadırganacak bir şey belki de bu, ama
elimden de başkası gelmiyor. Ne kadar düşünceli olursam olayım, saflığımdan
yakalıyor beni hayat. Buna rağmen rahatsız olduğum bir şey var: bütün bu hayat
hikâyelerinin 'trajik bir boyut' taşıyor olması: delileri seviyorum mesela,
delirmişleri ya da her şeyi ardında bırakıp hiçliğe emin adımlarla (ya da
sürüklenerek, hatta kafası üstünde) yürüyenleri, bir şiir dergisi çıkarmak için
örneğin, dedesinin ineğini satan gözü dönmüşleri, genc'iken göğekini biçenleri,
ihanete uğramışları, bazen sebepsiz yere ihanet edenleri ve kalbine
sığamayanları... Oysa, tatlı mı tatlı, soylu mu soylu köşkünde güncesini yazıcılara
nakşedenleri sevmem diye bir kuralım da yok. Bir şekilde Andre Gide, Proust ya
da Lord Byron'ı da seviyorum, 32 yaşındayken kafasını tren raylarına yatıran
Attila Jozsef'i de... Ya da başka bir hikâye: yıllar önce Ahmet Güntan'ın James
Baldwin'e yazdığı bir mektubu okumuştum. Önce ya da sonrasında okuduğum
hayranlık ve hayret verici onca şiirine rağmen, onu Baldwin'e yazdığı mektupla
düşünüyorum hep. Hayat çelişkilerle dolu, bende biraz daha fazlası var, hepsi
bu. Sevginin doğası Tanrısal bir boyut taşır, benim açımdan bunda şüpheye yer
yok, ve bazen, belki de sevgiye duydukları ihtiyaçtan, bu yaralı ruhlar
'sevdirildi' bana diye geçiyor içimden. Benim onlara ihtiyaç duyduğumdan bile
çok. Rilke: "Ne yaparsın Tanrım, ben ölürsem eğer?/ Ben senin testinim (ya
kırılırsam?)"
***
Utz'u okuduktan sonra birkaç twit
atıp konuyu kapatacaktım aslında ama Bruce Chatwin'e dair de bir şeyler okumak
isteyince işin içinden çıkamadım... Yine aynı şey olmuştu, hayatın trajik yüzü,
kıskıvrak yakalamıştı beni.
Önce şunu söylemeliyim: Bruce
Chatwin'in hayat hikâyesi Kübalı şair Reinaldo Arenas'ı hatırlattı bana
(başrolünde Javier Bardem’in oynadığı 2000 yapımı Before Night Falls
filmini bilmeyen yoktur). Aynı yıllarda yaşamış, aynı hastalıktan (AIDS)
ölmüşler. (Gerçi Arenas Türkçeye çevrilmedi ama ikisinin de hayatı,
yazarlıklarından daha ilginç geldi bana.) Utz büyük bir roman değil,
büyük olan Chatwin. Ünlü müzayede evi Sotheby's'de hademe olarak işbaşı yapıyor
önce ve zamanla sivrilip izlenimci sanat eksperi oluyor. Derken şirketin
yöneticilerinden biri. Büyüklüğü ise tam bu noktada, her şeyi ardında bırakıp
yola düşmeye karar verince başlıyor.
.jpeg)
Utz'un orijinal ilk baskısı 88’de
yayımlanıyor, yayımlanmış son eseri. Türkçede ise 91’de, Armağan İlkin çevirisi
ve “Porselen Delisi Utz” adıyla! Tuhaf bir isim; ‘özel isimli’ çoğu eski
kitap, 2000 öncesi özellikle, böyle basılmıştır bizde. Şimdi tabii
globalleştik, daha rahat davranılıyor bu durumlarda, hatta daha cazip ve havalı
duruyor. Benim okuduğum 2. Baskı, Çiğdem Erkal çevirisi ve yine Can
Yayınları’ndan.
Kitaptan sonra fark ettim ki Werner
Herzog imzalı bir Bruce Chatwin belgeseli de varmış, izlemek için aradımsa da
henüz bulamadım: Nomad (2019) Ayrıca, Utz'un da filmi varmış! Onu da
bulamadım... Olmasa şaşardım zaten. Sinematografik bir anlatıydı ve maalesef
konusu kadar iyi bir roman değildi. Yine de okuttu kendini. Okumak istedim,
porselenlere ve genel olarak sanata ilişkin bölümler daha çok olsun isterdim.
Onlar hikâye ya da karakterlerden de ilginçti benim gözümde.
Bir küratörken kendini yola,
seyahate veren Bruce Chatwin’in gözünden sanat, koleksiyonerlik ve hayat dair
gözlemler okumak beni çok ilgilendirdi. Roman bitse de Chatwin’in hayat
hikâyesi aklımda dönüp durdu: ölümüne yakın deri seyahat çantasını Herzog'a hediye
etmesi, AIDS'ten utanıp hastalığını gizlemesi, Dahomey'de başına gelenler,
Joachim Utz'un ömrünü adadığı porselen koleksiyonunun akıbetine ilişkin
geliştirdiği ilginç çözüm ve bunun bana Chatwin'in hikâyesine dair de bir
şeyler çağrıştırması, yakılan bedeninin Mora Yarımadası'nda Bizans kalıntısı
bir kilisenin arka bahçesine -bir çömlek/porselen içinde- gömülmesi filan
derken, sonunda bana bir şiir bile yazdırdı! O da altını (hayatın sırrını,
gizemli yüzünü!) bulmak için işe koyulan simyacılar gibi bir düşle yola çıkmış
ve yarım kalan hikâyesiyle sonunda bir 'çömlekçi' olup çıkmıştı. Üstelik,
Chatwin'in kaderinde (birkaç gezi kitabı ve roman dışında,) porselenin
mucidi Johann Friedrich Böttger (1682-1719) gibi somut bir şey de yoktu.
Sanatın, edebiyatın ne işe yaradığını en güzel Oscar Wilde anlatmıştı,
Dorian'ın önsözünde. Yine de en nadidesinden bir Meissen porseleninin mi yoksa
sahafların tozlu raflarında unutulmuş bir romanın mı şu kısa dünya hayatımız
için daha 'işe yarar' bir şey olduğu benim için düşünmeye değer bir konudur.
Öyle sanıyorum ki Utz ile
sınırlı kalmayacak bu hikâye ve bu yazı! Diğer kitaplarını da okumam gerekiyor.
Yani, eskilerin deyişiyle, devam edecek... Şimdilik, meraklısı için
aşağıya kitaptan birkaç alıntı bırakıyorum. Bu türden alıntılar cânım bloğumun
alameti farikasıydı bir zamanlar. (Bazen, gerçek anlamda 'sahip' olduğum tek
'şey'in burası olduğunu düşünüyorum; 'sanal' oluşuyla, öbür tarafa bile götürülebilecek
türden bir 'dünya malı' sanki!) Şimdi yeniden, eski günlere dönüyorum. Aklımda
Barones Utz'un göğe bakan gözleri.
.jpg)
"İnsanın
kendisini bir sanat koleksiyoncusuna sevdirmesinin yolunun koleksiyon
parçalarına karşı abartılı övgüler sergilemek olduğunu biliyordum."
"(...)
Koleksiyoncunun düşmanı müze küratörleridir. En ideal olanı, müzelerin her elli
yılda bir yağmalanması ve koleksiyonlarının yeniden dolaşıma
dönmesidir..."
"Utz
politik olarak tarafsızdı. Kendisini rahat bırakması kaydıyla bütün
ideolojilere müsamaha edecek bir karakter yapısına sahipti. Bir de sindirilmeyi
reddeden inatçı bir tarafı vardı. Şiddetten nefret etse de pazara yeni sanat
eserleri düşüren felaketlerden son derece memnun olabiliyordu. 'Savaşlar,
soykırımlar ve devrimler,' derdi sık sık, 'koleksiyonculara mükemmel imkânlar
sunar.' "
"Dedikodular
doğruydu. İşbirliği yapmıştı. Bilgi vermişti: Bazı sanat eserlerinin nerelerde
olduğuna dair biraz bilgi —bir sanat kütüphanesinin nasıl kullanılacağını bilen
herkesin ulaşabileceği bir bilgi. Böyle yaparak birkaç Yahudi arkadaşını korumayı,
hatta saklamayı başardı: Bunlar arasında İbranice uzmanı meşhur Zikmund Kraus
da vardı. Bir insan hayatı kurtulabilecekse bir Tiziano'nun veya bir
Tiepolo'nun ne önemi olabilirdi?"
"Hayır.
Ajan değildi. Akşamüzeri yaptığımız yürüyüşte bana anlatmış olduğu gibi,
Çekoslovakya yaşamak için çok hoş bir yerdi, tabii eğer yaşama şansına
sahipseniz. Aynı zamanda mütevazı bir tebessümle, şu içinde bulunduğu aşırı Porzellan
krankheit keyfiyetinin onu bütün bütün gitmekten alıkoyduğunu itiraf
etmişti. Koleksiyonu onu tutsak etmişti.
'Ve tabii ki, hayatımı mahvetti!' "
"İnsan bir
hikâyeyi yeniden kurarken bir şeyin peşine ne kadar dağınık bir şekilde düşerse
sonuca o kadar çabuk varması ihtimali doğuyor."
" '(...)
sadece krallar sevmiyordu porseleni. Filozoflar da seviyordu! Leibniz porselen
için deliriyordu!'
Bu dünyanın mümkün olan tüm dünyalar arasında en iyisi olduğuna inanan Leibniz, porselenin de bu dünyadaki en mükemmel materyal olduğuna inanıyormuş."
"Simyayı
tatbik eden sıradan insanları bir yana bırakacak olursak aslında simya
zenginliği ebediyen artıracak bir teknik olmamıştı. Bu gizemli bir çalışmaydı.
Altını bulmaya çalışmak ile porseleni bulmaya çalışmak birebir aynı arayışın
iki yüzüydü; Ölümsüzlüğün cevherini bulmak."
"Çinli
simyagerler, diye devam etti, altının 'tanrıların vücudu' olduğunu
öğretirlermiş. Sadeleşmek konusunda ısrarcı olan Hıristiyanlar ise onu İsa'nın
Vücudu'yla eş tutmuşlar: Mükemmel, lekelenmesi mümkün olmayan madde, insanı
Ölümün Ağzı'ndan alabilecek iksir. Ama bu altın, bizim altın diye bildiğimiz
şey miydi? Ya da içilebilir bir aurum potabile miydi?"

.jpeg)
.jpg)
'Ve tabii ki, hayatımı mahvetti!' "
Bu dünyanın mümkün olan tüm dünyalar arasında en iyisi olduğuna inanan Leibniz, porselenin de bu dünyadaki en mükemmel materyal olduğuna inanıyormuş."
Yorumlar
Yorum Gönder