Ana içeriğe atla

Elleri üstünde yürümeyi arzulayanların ıstırabı

Yüksel Arslan, Arture 564, Georg Büchner ve J.M. Reinhold Lenz, 2002.


İçimi Tanrı sevgisi ve inancıyla doldurmalıyım ki geçmişte yok olmuşla gelecekte kaybolan hiç değilse içimin acısıyla birleşsinler. Kayıp ne olursa olsun. Çünkü gözlerim gerçeği gizlerken kafam gerçeğin mahkemesinde yargılanıyor.

—Sami Baydar, Kâğıt Kayık

Bundan dört yıl kadar önce bayram ziyareti için gittiğim memleketimin, o her taşra kentinde bir örneğini bulabileceğiniz ‘mecburiyet caddesi’nde bir arkadaşımla yürüyüp şehirde değişen ve değişmeyen şeyler hakkında konuşuyorduk ki, tanıdık bir ses beni adımla çağırdı. Geçen onca yıla rağmen değişmeyen tumturaklı sesi ve konuştukça büyüyen gözleriyle liseden arkadaşım E.’ydi bu. Yaşça büyük bir kadınla kol kolaydılar. Yanımdaki arkadaşım bir adım geride, iki eski dostun birbirini sormasını izlerken, E.’nin yanında, koluna girmiş kadının aslında annesi olduğunun belli belirsiz ayırdına vardım. Neşeyle bir oğlunun yüzüne bir benim yüzüme çeviriyordu bakışlarını. Ne yaptın, nerelerdesin? sorusunu olabilecek en özet biçimde ama hiçbir boşluk bırakmadan anlattım: üniversite bitince ... yerde çalışmaya başladım, sonra askerlik, derken başka işler, şimdi ise şu iş, birkaç yıl önce ise evlendim heh he... Ee, sen neler yaptın E.’ciğim, dediğim an, annenin ve E.’nin bana dikilmiş mahzun gözlerini fark ettim. Büyük bir vazoyu devirmiş de yaptığını izleyen, çıkan sese kulak veren sersem çocuklar gibi korku sardı içimi. Bizi bir adım geride izleyen arkadaşım durumu daha önce fark etmiş olacak ki, onun da aynı bakışlarla E.’ye ve annesine baktığını gördüm. “Ben, işte, aynı aslında ya, askerlikten muaf oldum ben” deyiverdi zorlukla. O eski neşe dolu günlerin kabına sığmayan, hepimizi güldüren, okuldan kaçmaktan halı saha maçlarına kadar her şeye eşlik eden uyumlu çocuğu E., hastaydı. Annesinin refakatinde dışarı çıkıyordu demek... Zorlukla birkaç sözcük daha edildi, ne yapacağımı bilemez bir halde, ayrıldık. O günden sonra bir daha görmedik birbirimizi.

 


Kısa ömrünü, biri yarım kalmış üç piyes (Danton’un Ölümü, Leonce İle Lena, Woyzeck), bir uzun öykü (Lenz) ve bir bildiriyle tamam eden (Hessen Köylülerine Bildiri) Georg Büchner (1813-1837), 24 yaşını doldurmasına daha 7 ay varken tifodan öldü. Tıp eğitimini sürdürürken cumhuriyetçi-devrimci fikirlere duyduğu yakınlık ve sonrasında yayımladığı bildiriyle son üç yılını bir ‘olağan şüpheli’ olarak geçirdi. Halkı ‘irşat etmek’ için çıktığı yolda ilk dersini yine halktan alacak ve bizzat köylüler tarafından ihbar edilip kaçmak zorunda kalacaktı.

Olay sonrası ailesinin yanına sığınan Büchner’in dışarı çıkması yasaklandı! Bütün bir kış mevsimini evinde, karartma altında saklanarak geçirdi. Oyunları ve Lenz öyküsü bu dönemin ürünüdür. Büchner’in Fransız Devrimi (1789) ile ortaya çıkan yeni burjuva sınıfına karşı yayımladığı isyan bildirisi ilk bakışta köyün sınırlarını bile aşamamıştı ama ‘Avrupa’da dolaşan hayaleti’ büyüttüğü bir gerçek.

Georg Büchner

Çağdaş Alman tiyatrosunun kurucu metinlerinden biri olarak kabul edilen Danton’un Ölümü’nde (1835) Fransız Devrimi’nin önde gelen kişiliklerinden Georges Jacques Danton (1759-1794) ve arkadaşlarının uğradığı akıbeti işler Büchner. 1789 sonrası ortaya çıkan atmosfer, beklenti ve sonuçlarıyla Fransa sınırlarını aşmış, devrimin savunucuları kadar kurbanları da her geçen gün artmaktadır. Avrupa’da dolaşan hayaletin adı henüz konmasa da huzursuzluk büyümektedir.

Danton ya da Chamfort

Goethe’nin “çağ zihniyeti” dediği durumu anlamaya ve anlatmaya yönelik çabanın yaşanan zamanla da bir ilgisi olmalı. Büchner’e ilk eseri olan Danton’un Ölümü’nü yazdıran ve aksiyoner bir cumhuriyetçi gençken yaptığı tercihlerle seyri değişen hayatının hangi zemin üzerinde olduğunu anlamak, Lenz’i anlamak için de önemli. Bu noktada Danton dışında bir Fransız İhtilali kurbanına değinmek istiyorum, Nicolas Chamfort’a. Büchner oyununu yazarken pekâlâ Chamfort’u anlatmayı da tercih edebilirdi.

1741-1794 arasında yaşamış bu aforizma üstadı yazar için Albert Camus, “Chamfort’da hiçbir zaman aforizma sanatı söz konusu değildir” demişti. Camus’ya göre Chamfort’un anlattığı onlarca küçük hikâye ve aforizmadan yola çıkarak bir “dünya komedisi”ne ulaşırız. Chamfort’un yazdığı her şeyi büyük bir romanın parçaları olarak kabul eden Camus, “inanılmaz öykü” olarak adlandırdığı bu adı konmamış yapıt için şunları söyler:

“Bu bir reddin öyküsüdür, kendinin yadsınmasıyla sona eren her şeyin yadsınmasının öyküsüdür, yokluğun öfkesinde kendisini tüketen mutlak’a doğru amansız bir koşudur! ” (Söz konusu ‘inanılmaz öykü’nün parçalarını, Camus’nün önsözüyle birlikte Soğuk Kül adlı kitapta bulmak mümkün: Çev. Kenan Sarıalioğlu, Gendaş Yayınları, 2003.)

Nicolas Chamfort

Bu ret öylesine keskindir ki, Chamfort yalnızca inancını yitirdiği, çürüdüğüne inandığı ‘toplumsal değerler’den değil, her şeyden vazgeçmek zorundadır. Kişisel bir ahlak eylemi dışında sığınabileceği hiçbir yer, değer yoktur. Bu zoraki tecrit Chamfort’u yabanileştirir. Başta kendi olmak üzere bütün çevresine kötü davranmaya başlar, her şeyi geri çevirir. Kabul ettiği, tutunacak tek dal olarak gördüğü erdemler yegâne trajedisi olur. Camus, Chamfort’un bu noktaya geldikten sonra söyledikleri için“İnançsızlık hiçbir zaman böyle güçlü bir şekilde vurgulanmadı” der.

Gelinen nokta korkunçtur. Geriye kalan seçenek bir bedensel yıkımdır artık. Chamfort, Fransız Devrimi’nin ihanet ettiği değerleri yanına alır ve devrime karşı devrimi savunur! Devrimin ahlakını savunur. Bundan sonrasını Camus’nün kaleminden okumak en doğrusu:

Chamfort, devrimin kendisini mahkûm edeceğine inandığı gün, bu kesin düş kırıklığı karşısında tabancayı çeker, sağ gözünü çıkaran kurşun burnunu da parçalar. Ama henüz yaşıyordur! Yeniden toparlanır, bir usturayla boğazını keser, vücudunu parçalar, silahını aranır ve sonunda dizleri ve bilekleri çözülür. Kapıların dışına kadar sızan ve kendini ele veren kan gölünün ortasına yığılır. Hayal edilmesi zor bir intihar arzusu, bir kıyım çılgınlığıdır bu! Bütün bunların yorumları aforizmalarında bulunur: “İnsanlar zorlu kararlardan korkarlar, ama güçlü ruhlar ve bükülmez karakterler için bıçak sırtında dinlenmek yaraşır!”

Goethe ve Lenz

Lenz’de (Everest Yay., Aralık 2023) yalnızca Büchner’in öyküsünü değil, ilhamını aldığı ve ana gövdesini koruduğu J. F. Oberlin’in (1740-1826) “Bay L.” başlıklı günce notlarını ve Goethe’nin Lenz’e dair tanıklıklarını da okuyoruz.

Michael Reinhold Lenz

Büchner’in Lenz’i, 1751-1792 arasında yaşamış pre-romantik dönem yazarlarından Jakob Michael Reinhold Lenz’dir. Goethe ile Lenz 20’li yaşlarının başında tanışırlar. “Tuhaf olduğu kadar yetenekli de” bulduğu bu Shakespeare’yen tiyatro savunucusunu, “aynı çağın benzer duyarlıklara sahip gençleri”ydik diyerek hatırlıyor ve ekliyor Goethe:

“Shakespeare’e özgü dehanın sefahatini ve aşırılıklarını duyumsayıp taklit etme konusunda hiç kimse ondan daha yetenekli değildi.” (s. 80)

Zamanla Lenz’in tuhaflıkları artar. Bunlar, yüz yüze görüşmeseler de Lenz’in Goethe’ye yazdığı ve “alt, üst, hatta yan boşluklarını dahi tıka basa doldurduğu” mektuplarında da hissedilir. Goethe’nin yaptığı, –kendi anlatımına göre– mektuplardaki her türden menfi ya da müspet yazınsal ürünü yayıncı arkadaşlarına iletmekten öteye geçmez. Derken, ‘aynı çağın benzer duyarlıklara sahip gençleri’nin yolları ayrışır, değişir.

Oberlin ve Lenz

Bir Protestan papazı olan Oberlin güncesine, “Buraya, 20 Ocak 1778’de geldi” cümlesiyle başlıyor. Büchner’in öyküye giriş cümlesi ise şöyledir: “Ocağın yirmisinde Lenz dağlardan geçiyordu.” Tam da bu yüzden, Paul Celan, 1960 yılında Alman Dil ve Edebiyat Akademisi tarafından verilen Georg Büchner Ödülü’nü alırken şöyle demişti: “Hatta belki her şairin kendi ‘20 Ocak’ı olduğu bile söylenebilir.”

Büchner, Oberlin’in güncesinden aldığı ilhamla kendi 20 Ocak’ını söyler Lenz’de ve onu dağlardan, karlı platolardan, derin vadilerden geçirir. Kurşuni taşları ve köknar ağaçlarını kat eden yollara sürer. Yolu, yağışı, soğuğu umursamadan yürür Lenz.

Oberlin’in ‘dergâhında’ 20 Ocak’tan 8 Şubat’a kadar kalan Lenz, işte böyle, kentin en uzak yerinden koşarak gelen bir adam gibi, Reha Erdem’in Kosmos’u gibi gerçeğe ulaşmak arzusuyla yürümüştür. Dinmeyen acıları için, bir dostunun önerisiyle sığınmıştır Oberlin’e. O yolda ‘yürümesi’, bazen de ‘koşması’ gerektiğini bilir: “Yorgunluk hissetmiyordu, sadece ara sıra, kafa üstü yürüyemediği için canı sıkılıyordu.” (s. 15)

Johann Friedrich Oberlin

Oberlin’in yanında bulduğu huzur geceye varmaz. Güneşin batışıyla ruhu da karanlığa gömülür. Her şeyi yutan karanlık içinde ne kendi uyur ne başkalarını uyutur. Dehşete kapılmış bakışlar altında kendini sulara atar, merdivenlerden iter, duvarlara vurur. Bunların acısı değil, karşı koyamadığı dürtülerinin sonucunda Oberlin ve çevresine verdiği rahatsızlıktır Lenz’i üzen; gittikçe büyüyen bir mahcubiyetle kendini kahreder. İyi insanları korkuttuğu için utanır.

Gün aydınlanınca sakinleşir ancak. Bir yerde, güneştir tek ilacı. Böyle anlarında şarkılar söyler, Shakespeare’den pasajlar okur... Bir gün Oberlin’e halka kendisinin vaaz vermesini teklif eder. İlahiyat eğitimi aldığı için kabul görür bu teklif. Öykünün en özel, belki de bam teli denebilecek bir bölümünde şu vaazı verir Lenz, Büchner’in anlatımıyla:

İlahi usul usul dindi, Lenz konuşmaya başladı, tutuktu, seslerin etkisiyle büsbütün gevşemişti, artık bütün acısı uyanmış ve kalbine çöreklenmişti. Ebedi esenliğin tatlı duygusu kapladı içini. Sade bir biçimde hitap etti cemaate, hepsi de onun ıstırabına ortak oldu; ağlamaktan bitap düşmüş birkaç gözü uykuya ve acı çeken kalpleri huzura kavuşturabilmek, bu maddi ihtiyaçların işkence ettiği Varlık’ı, bu körelmiş cefayı cennete yöneltebilmek, onu teselli etmeye kâfiydi. Bitirmek üzereyken daha da kararlı bir hale geldi ve sesler yeniden yükseldi:

Çağıl çağıl içimde ilahi keder,
Dipsiz kuyuları taşırsın;
Çektiğim cefa cümle mükâfatım,
Çektiğim kahır ibadetim sayılsın. (s. 25)

Lenz dünyanın acısını benliğinde hisseden bir aziz gibidir. Hiç için dağlar gezmiştir ve ona göre evren yara bere içindedir. Tarifi imkânsız, yoğun bir ıstıraptır duyduğu. Geçen günler içinde ne Oberlin’in telkinleri, ne çevredeki insanların korkuları ne de gün ışığı, hiçbir şey yeterli gelmez teskin olması için.

Ey Tanrım! Dalga dalga nurunda senin,
Göz göz korlaşan öğlen güneşinde,
Yara kesildi gözlerim.
Bir daha geceyi görmeyecek miyim?  (s. 44)

Gitgide daha perişan bir ruh haline bürünür. Oberlin’in yakınlığı ve bulunduğu yerin ferah havası sayesinde edindiği birkaç günlük huzuru da uçup gider. Nefret, sevgi, umut; korkunç bir boşluktur artık bütün ufku kaplayan. Oberlin hariç her şey rüyavari ve soğuk görünür kendisine. Durmadan, çevresinde birilerinin olup olmadığına aldırmaksızın hikâyeler anlatır, can havliyle şiirler okur. Teselli için sığındığı son kapıdır edebiyat ama nafile.

Sonu gelmeyen intihar girişimleri sonrası Oberlin hem Lenz’in hem çevresindekilerin iyiliği için gerekeni yapar! Güncesinde, “Bu meselede yaptığımız her şeyi Tanrı’nın huzurunda ve şartlar göz önüne alındığında her seferinde en iyisi olduğuna inandığımız şekilde yaptık” diyor Oberlin. (s. 73)

Büchner de öyküsünde Oberlin’i böyle tasvir ediyor; bütün iyi niyetine rağmen kendine sığamamış bir genç için yapabileceği başka bir şey, sunabileceği başka imkân kalmadığı için Tanrı’dan af dileyen biri olarak.

Lenz’ler

Büchner’in Lenz’i, başka bir gezegenin cehennemi olduğu savının da akla yakın geldiği dünyamız için, elleri üstünde yürümeyi arzulayanların ıstırabını gösterir bize. Kitap Oberlin, Goethe ve Cem Yavuz’un sunuş metninin yanında, W. B. Bayrıl’ın Lenz için yaptığı özgün çizimlerle de ayrışıyor. Bayrıl’ın Lenz’i, gâh Millais’in suda sürüklenen Ophelia’sı gibi gâh tavşan deliğinden aşağı düşen Alice gibi çizmesi –ya da bana öyle gelmesi– dikkate değer bir metinlerarasılık örneği olarak göze çarpıyor.

Şair, yazar Jakob Michael Reinhold Lenz’in hayatından bir kesit sunan Büchner öyküsünü ve bunu besleyen kaynakları okuduğumuz kitaptan öğreniyoruz ki, Lenz muhtemelen şizofreniden mustaripti. Oberlin’in yanından ayrıldığı 1778 yılından 14 yıl sonra, 4 Haziran 1792’de Moskova’da bir sokakta ölü bulunur, gömüldüğü yer belirsizdir.

İçini Tanrı sevgisiyle doldurmuşken gerçeğin mahkemesinde yargılananlara kafa üstü yürümek yaraşır. Kayıp ne olursa olsun.

İlkbahar için figürler,
Sami Baydar,
1990.


 İlk yayımlandığı yer, K24,  18 Nisan 2024: 

https://www.k24kitap.org/kritik/elleri-ustunde-yurumeyi-arzulayanlarin-istirabi-4590




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so