“Bir kaza tiryakisini/bağımlısını işleyen, bunun ‘fetiş’ yönüne ve cinsellikle ilgili boyutlarına dikkat çeken kısa öyküsüyle Fikret Ürgüp, Ballard’ın meşhur Çarpışma romanının fikir tohumlarını atmış gibidir.”

Crash (Çarpışma) filminden bir sahne (David Cronenberg, 1996).
“Bihruz Bey dalmış olduğu sefahat bataklığına arabasıyla, çalışanlarıyla, debdebesiyle batmakta devam ediyordu.”
–Recaizade Mahmud Ekrem, Araba Sevdası
Otoyollar arabaların gösteri sahnesidir. Tekerlek üzerinde giden her tür ‘vasıta’ bu sahnede rolünü oynar ve günü gelince sahneyi sonsuza dek terk eder. Oyunu yöneten, sahneye koyan ise insandır: Tutkularının, öfkesinin, düşüncelerinin esiri olan insan. Arabalarla insanların kaderi uzunca bir zamandır ortaklaşıyor ve bazen bir kaza hem nesnenin hem de öznenin son sözleri yerine geçebiliyor.
22 yaşındaki ‘modifiye’ tutkunu berberime, “Ne diye bu kadar uğraşıp duruyorsun; dünyanın parasını gömdün şu arabaya?” diye takıldığımda şu karşılığı almıştım: “Ne yapalım be abi, gençliğimizi yaşayalım diyoruz işte.” Böyle bir söze muhalefet etmek hora geçmez deyip düşünmeye başladım. Araba ya da otomobil, icadından bu yana (yani benzinle çalışan motora sahip ilk otomobilin 1885 yılında Alman mühendis Karl Benz tarafından icat edildiği günden beri) zevk ve arzuya, durmadan akan zamanı yakalamaya, mümkünse tadına varmaya ve daima onu ‘yaşamak’ telaşındaki gençliğe, geçici olduğu bilinse de ‘son sürat’ gitme imkânı veren bir katalizördür. Bu haliyle araba süreğen bir gösterinin parçası ve sınırsız tüketimin bir neferi olan çağımız insanı için bir arzu nesnesi olma vasfını koruyor. Eskiye göre daha ulaşılabilir olması, hırsa dönüşen çabayı dizginlemekten ziyade körükleyen bir eylemselliğe dönüştü. Ona sahip olmanın yolları –inşaata girmek gibi– tehlikeli olsa bile mubahtır: Yusuf Atılgan’ın 6-7 Eylül olaylarını merkezine alan öyküsü “Çıkılmayan”da araba alma hayali kuran zavallı adamı düşünelim: “Eğildi tomarı avuçladı. Yağlımsı, kirli paralar. Cebine koydu.”
Ya da Nâzım Hikmet’in “Nikbinlik” şiirindeki gibi arzuya, güzel ve aydınlık günlere giden yolda düşsel bir itkidir ‘motorun sesi’:
“Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...”
Gösteri ve hız
Evliya Çelebi, Bursa’nın çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra, sözü “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diyerek bitirir. Beş Şehir’i okuyanların hatırlayacağı üzere, Tanpınar da buna dikkat çeker ve peşi sıra “Cânım Evliya!” diye ünler. Bugün ya da şimdiki zamanda diyelim, şehir ortamının halinden dem vuran birinin “velhasıl ... şehri yollardan ibarettir” demek dışında bir seçeneği olduğunu söylemek güç. Şehirler otomobillere göre düzenleniyor artık. Guy Debord’un deyişiyle, ‘otomobilin diktatörlüğü’ hüküm sürüyor.
1967’de yayımlanan Gösteri Toplumu’nda şöyle diyordu Debord:
Şimdiki zaman, şehir ortamının daha şimdiden öz-yıkım zamanıdır. (…) İlk meta bolluğu aşamasının pilot-malı olan otomobilin diktatörlüğü, eski şehir merkezlerini yerinden eden ve giderek genişleyen bir yayılmaya yol açan otoyolların hâkimiyetiyle çevreye damgasını vurmuştur. (Ayrıntı Yayınları, s. 94)

Kent yaşamında insan bir dekordur artık, bir açık hava sergisinin değişmez yardımcı oyuncusu. Bu bile yeterli gelmez, çünkü otomobilin gösterisi için kurulmuş sahnede daha fazlası gereklidir. Boyuna bir şeyler feda edilmek zorunda kalınır; tarihî veya değil, topoğrafyanın otokton bir unsuru ya da başka bir şey, anlamlı bir fark yaratmaz hiçbiri. Yeter ki o yollar yapılsın ve otomobiller rahatlasın! Ulaşım ağı daima mükemmel olmak zorundadır. Debord, “Gösteri, insanları değil, metalarını ve tutkularını över” demişti. İnsanın ‘yoldan çekildiği’ ve ancak istisnai noktalardaki ‘geçit’lerle devam etme şansı bulabildiği bir atmosferde, başka bir deyişle, bu koşullarda süren bir savaşta, (yani, uygarlık ile doğanın çelişkisinde, çarpışmasında) Truva’nın asla düşmeyeceği bellidir: Dev tahta atın içi sahiden boş!
Kendisini bir “şehir düşünürü” olarak tanımlayan Fransız kültür teorisyeni ve şehir plancısı Paul Virilio ise ilk baskısı 1977’de yapılan Hız ve Politika (Metis Yayınları, 1998) adlı eserinde hızın özgürlükle tersinir ilişkisine dikkat çeker. “Hız arttıkça özgürlük azalır” der Virilio, çünkü otomasyonun gitgide kendi kendine yetmeye başladığı bir aralıkta hız sayesinde toprakla teması azalan Batı daha hızlı olduğu için kendini ‘yavaş’ ülkelerden üstün görmektedir ve başarı hızla eş tutulmaktadır. “Ayrıca yol bu yeni konumlanışıyla cinsellikle yeni tür bir birliktelik imkânı sunar ve yeni tür ‘cinsel çarpışmalar’ biçiminde ortaya çıkar” diyor Virilio. (Yaşar Çabuklu’nun da dikkat çektiği üzere, Türkiye’de 1970’lerde moda olan porno filmlerin isimlerine bir göz atmak, hız ve hareketle erkek cinselliği arasındaki ilişki hakkında bir fikir verebilir: Beş Dakikada Beşiktaş, Kartal Pendik Gittik Geldik, Tak Fişi Bitir İşi.)
Ballard ve Fikret Ürgüp
Fikret Ürgüp’ün şiirlerini de içeren toplamı (Everest Yayınları, 2018) incelerken daha önce fark etmediğim bir öyküsüne takıldı gözüm: “Kaza Tiryakisi”. “Cavalı Bir Şair” adıyla Haziran 1965’te Yeni İnsan dergisinde yayımlanmış bir öykü. Hepi topu iki sayfalık bu öyküyü tekrar okuyunca aklım benzer bir dönemde yazılmış bir romana gitti: Çarpışma (Crash), J. G. Ballard. Sonra hemen romanın yayım tarihine baktım: 1973. Belirgin biçimde ayrı tarihler. (Bu küçük yazıyla niyetim önemsiz gibi görünen bu ayrıntıyı büyütmekten ibaret. ‘Hızlandıkça azalan’ ben için başka telden bir şarkı önermek de denebilir.)
“Kaza Tiryakisi”nde Ürgüp, “Bu sonuncu kaza, derken, sonuncu olmasını sahiden isteyip istemediğini bilmiyordu” diyor (s. 70) ve bir doktor olarak, kurgunun esnek sınırlarından uzaklaşma pahasına bir parantez açıyor:
(Burada psikiyatrik bir parantez açarak “kazaları üstüne çeken” diye tarif ettiğimiz bu vak’adaki piskodinamik faktörler üzerinde kısaca durmak aydınlatıcı olacaktır. İlk çocukluk çağından beri kaza üstüne kaza geçiren vak’alarda ölümden korkmazlık gittikçe artar ve bunu, yani kolay kolay ölmeyeceklerini kendilerine ispat için sanki yeni ve değişik kazaları üzerlerine çeker gibidirler. Bir yandan da kaza tiryakiliğinde cinsel bir tatmin de olabilir, histerik semptomlar gibi.)
Bu parantezin yanı sıra, ‘aynı ruha ait’ parçalar saydığım aşağıdaki alıntılarda da görüleceği üzere, bir kaza tiryakisini/bağımlısını işleyen, bunun ‘fetiş’ yönüne ve cinsellikle ilgili boyutlarına dikkat çeken kısa öyküsüyle Fikret Ürgüp, Ballard’ın meşhur, yalnızca kendi türü içinde değil, teknolojiyle insanın ‘mütereddit’ ilişkisinde (aslında her geçen gün daha da belirginleştiği üzere, savaşında) pekâlâ bir ‘kavşak’ sayılabilecek bir dönemin (ilk Beatles albümü, küresel öğrenci hareketleri, Vietnam Savaşı, Beckett’in Nobel alışı, ‘çiçek çocuklar’, vs.) ürünü olarak kabul edilmesi ya da göz ardı edilmemesi gereken Çarpışma romanının fikir tohumlarını atmış gibidir. Beklenen soruyu daha fazla gecikmeden sorayım: Ballard, Fikret Ürgüp’ü okudu mu? Sanmıyorum demek bile belli bir ihtimal barındırıyor galiba. Ürgüpçe, dosdoğru bir “Hayır”demek daha yerinde olur. Benzer araştırmalar, bulgular ama daha da önemlisi edebiyatçılara mahsus, çağın fotoğrafını verme arzusu taşıyan o özel sezgiden beslenmiş olabilirler.
Doktor ve hikâyeci

1954 yılında, 40 yaşındayken gittiği Amerika’da 5 yıl geçirdi Ürgüp. Yurtdışı mesleki kariyeri 3 yıl daha, bu kez İngiltere’de sürdü ve Türkiye’ye dönüşü 1962’yi buldu. Beyoğlu’nda açtığı muayenehanede serbest ‘ruh hekimliği’ yapmaya başladı. (“Hem dahiliye hem psikiyatri uzmanlığına sahip mükemmel bir hekimdi” diyor psikiyatrist Haldun Soygür.) 1964 yılında, konusunda Türkiye’deki ilk özgün örnek olan Şizofreni isimli bilimsel monografisi yayımlandı.
Edebi üretiminin bu noktadan sonra başladığı görülüyor. İlk iki hikâye kitabını kendi imkânlarıyla (İstanbul Matbaası) bastırmıştı: Van, 1966; Kısa Lodos Hikâyeleri, 1968. Kitaplarının ‘dolaşıma’ giremediğini, bu konuda Behçet Necatigil’den tavsiye istediğini biliyoruz. Öyle ki, küçük bir arkadaş çevresi dışında ilgilisi bile Ürgüp’ün eserleriyle tanışamamıştı. ‘90’ların başında Levent Yılmaz’ın yoğun çabası olmasa belki de hepten unutulup gidecekti. (Behçet Necatigil’in 8 Mart 1977’de ölen Ürgüp için Nisan ‘77’deki Varlık dergisine yazdığı yazının başlığı, bir çeşit kitabe-i seng-i mezardır ve çok anlamlıdır: “Bir Doktor Öldü, Hikâyeciydi”.)
Sanat Kazası
Çarpışma şu cümleyle başlar: “Vaughan dün son çarpışmasında öldü.” “Kaza Tiryakisi”ndeki şu alıntıyı tekrar göz önüne seriyorum:
“Bu sonuncu kaza, derken, sonuncu olmasını sahiden isteyip istemediğini bilmiyordu.”
Bu kuşkunun Vaughan için de geçerli olduğu söylenemez, çünkü tam anlamıyla başarıya ulaşamamış olsa da, nihai fantezisi olan Elizabeth Taylor ile kafa kafaya çarpışarak ölme tasarısını sonunda gerçekleştirmiştir!

Romanda Ballard otomobilin gündelik hayatımızdaki merkezî rolünü ve bu aracın cinsellik, güç ve ölüm gibi temel insan dürtüleriyle nasıl iç içe geçtiğini mercek altına alır. 1995’te, yani David Cronenberg’in film uyarlamasıyla paralel bir tarihte Çarpışma için yazdığı giriş yazısını şu cümleyle açmıştı:
“20. yüzyılı egemenliği altına alan kâbusun akılla evliliğinden her zamankinden daha belirsiz bir dünya doğdu.”
Roman bir trafik kazası sonucu hayatları değişen James ve Catherine adlı bir çiftin etrafında döner. Bu kaza içlerindeki gizli arzuları ve saplantıları ortaya çıkarır. Otomobil sadece bir ulaşım aracı değildir artık; hem bir kaçış hem de bir mobil-hapishane haline gelir. Bir otomobil tasarımcısı olan Vaughan ise arabalara karşı saplantılı bir tutumu olan ve cinsel fantezilerini araçlarla birleştiren gizemli bir karakterdir.
“Kaza Tiryakisi”nden:
“Kafayı çarpmalarda evvela kendini kaybediş, sonra yeniden ayılış vardı; ölüm oyunu oynar gibi heyecanlı.”
Çarpışma’dan:
“Bir an için gerçek bir teknoloji tiyatrosundaki acımasız bir oyunun en heyecanlı sahnesinde rol alan baş oyuncular olduğumuzu düşündüm; parçalanmış araçların, çarpışma sırasında imha olmuş bir adamın ve yanıp sönen farlarıyla sahnenin kenarında bekleyen yüzlerce sürücünün bulunduğu bir oyundu bu.” (Ayrıntı Yayınları, s. 23)
“Kaza Tiryakisi”nden:
“Sonraları trafik kazaları başladı. Hızla gidenle yavaş giden, küçük, büyük motorlu vasıtaların çarpışlarında hem benzer hem bambaşka bir şey vardı.”
Çarpışma’dan:
“Yaptığım kazadan beri Catherine daha iyi değil, çok daha kötü araba kullanmaya başlamıştı, sanki evrenin gözle görülmeyen güçleri, son hızla gittiği bu asfalt yollarda dilediği gibi araba kullanabileceğini garanti etmişti kendisine.” (s. 46)
“Kaza Tiryakisi”nden:
“Caddeleri karşıdan karşıya geçerken, gelen otomobillerin markalarına ve boylarına takılıyordu.”
Çarpışma’dan:
“Dükkânın kirli camlarının ardında 1930’lu yıllara özgü Brooklands marka bir yarış arabasının fiberglas kopyası duruyordu; arabanın koltukları solmuş flamalarla doluydu.” (s. 88)
“Kaza Tiryakisi”nden:
“Çok ağrı çekti, çok sakatlandı ve ölümün ağrısız olacağı gibi bir inanç yerleşti içine. Çünkü ağrılarla, yatağa düşmelerle ölünmüyordu.”
Çarpışma’dan:
“Bacaklarımı iki yana açmış, ellerimle göğüs kemiğimi tutarak projektörlerle aydınlatılmış havayı içime çekiyordum. Göğsüme ve dizlerime saplanan ağrılarla yaralarımı yeniden hissetmeye başlamıştım. Ellerimle yara izlerimi, bedenime şiddetli ve sıcak bir acı veren o yumuşak başkalaşımları yokluyordum. Bedenim kendisini ilk kez ölümün kıyısına getiren kapanmış yaralarının üstüne uzanarak keyif yapmaya kalkan hayata döndürülmüş bir adamınki gibi tam da bu noktalarda için için yanmaya başlamıştı.” (s. 144)
“Kaza Tiryakisi”nden, öykünün açılış cümlesi:
“Dar sokakta bir kadın çığlığı.”
Çarpışma’dan:
“Catherine çığlık atarak sendeledi, kolundan tutup çekmeme fırsat kalmadan araba çevremizden savrularak caddeye çıktı.” (s. 196)
Bu alıntıları (ya da çarpışmaları) bir başka Paul Virilio eseriyle birlikte düşünmeyi öneriyorum: Sanat Kazası (Corpus Yayınları, 2016). Günümüzde kaza ve savaşın aynı şey olduğunu söyleyen Virilio, hayalini kurduğu ve sağlığında bir sergiyle sınırlı kalan Kazalar Müzesi düşünün “kültürel bir çarpışma testi” olduğunun altını çizer. (s. 107) Bu bağlamda hız üzerine çalışan/düşünen biri kaza üzerine çalışıyor demektir. Çünkü burada bir kontrol kaybı söz konusudur artık. (s. 104) Ballard’ın dikkat çektiği modernizm-akıl birlikteliğinin sonuçları üzerine düşünen Virilio, “Bir hız yarışına dahil edilmiş durumdayız” diyor ve bu, “yalnızca ulaşım araçlarına, üretim araçlarına ve enformasyon araçlarına değil, aynı zamanda felaketlerin kendilerine hız kazandırdığımız anlamına geliyor. Zaman ve süratli-hız imtiyazı sorunu, ürkütücü boyutlara ulaşmış durumdadır”. (s. 105)

Kazalar Müzesi fikrini siyasal iktidarın makine yararına olan bu yoğun ve yasaklayıcı, bu ‘yıkıp geçen’ mesaisine karşı toplumsal bir ihtiyaç, bir hafıza mekânı olarak görüyor Virilio:
Bugün gerçek zamanlı teknolojiler bizi doğrudan yargılamaktan alıkoyuyor ve algı gücünü, alım gücünü ve karar gücünü ultra-hızlı bir makineye transfer etmekten başka bir seçeneğimiz kalmıyor. (s. 105)
Kültürel bir çarpışma olarak süren ‘kaza’, ben çağında tarihselliği bile arka plana itecek denli yoğun ve ağır yaşanıyor. Belki daha batmadı ama gemi su alıyor, seyreden yok: “Çünkü artık bütün kazalar majör boyutta; kazalar artık minör değil. ‘Titanik’ minör bir kazaydı. Oysa ki mevcut kazaların hepsi, kendi güçleri gereğince majördür.” (s. 107)
Virilio kazayı ‘kazara olmuş’ bir fenomenden ziyade, bahşedilmiş ya da tersine bir mucize olarak kabul eder. Bir ‘edebi kaza’ olarak Ballard-Ürgüp çarpışmasını bu düşsel müzenin bir parçası saymamız için yeterince nedenimizin olduğunu düşünüyorum artık.

Otomobil şarkısı
Fikret Ürgüp’ün kendisinin mi, yoksa ailesinin, akrabalarının mı hazırladığını bilmediğimiz ölüm ilanı şöyledir:
“Dr. Fikret Ürgüp bu dünyadan kurtuldu. Cenazesi 9 Mart 1977 Çarşamba günü ikindi namazı kılındıktan sonra Çengelköy’deki aile mezarlığında huzura kavuşacaktır.”
Ballard’ın ölüm ilanının nasıl olduğundan haberdar değilim ama Çarpışma için yazdığı giriş yazısını şu sözlerle bitiriyor:
“Çarpışma’nın görevi dikkatimizi çekmek, bizi teknoloji manzarasının her köşesinden her geçen gün daha çok ikna edici bir biçimde çağıran zalim, erotik ve ışıltılı dünyaya karşı uyarmaktır.”
Aynı şeyi Fikret Ürgüp de yapmıştı; otoyol çağında yalınayak yürümüştü ve ne kadar önemli, emin değilim ama bunu Ballard’dan da önce yapmıştı. Belki de sırf bu yüzden ‘marjinal’ sayıldı. Bir şiirinde şöyle diyor Ürgüp: “dünyaya dalmış gemiler / dünyayı ters görüyor / demirleyince.” (“İstanbul’un Gökyüzü”, 1964)
Velhasıl gösteri sürüyor! Kurulu düzene itiraz edenler, mukavemet gösterenler hâlâ istisna olarak kabul ediliyor. Oysa kaideyi bozmak şart! Tam da bu yüzden, belki bu sefer, otomobil için ‘ısmarlanmış’ o meşhur şarkıdaki gibi “Otomobil uçar gider” demek yerine, durup emsallerinin aksine bir ağıt olmasıyla özel ve anlamlı bulduğum Elazığlı Süslüzâde Hafız Ahmet Bey’in Otomobil Şarkısı’na kulak vermek daha iyi bir seçenek olabilir:
“Otomobil gidiyor / Tozu da duman ediyor”.
Yazının ilk yayımlandığı yer: K24
Yorumlar
Yorum Gönder