Ana içeriğe atla

Annem, Sarah Kane ve Carol Ann Duffy

Bir tavsiye bekledim. Saygı duyabileceğim bir kadından.

Bugüne kadar hep erkeklerden öğüt aldım.”

Susan Sontag, Alice Yatakta

Annem bahar temizliğine başladığında ev bir şantiye alanına dönüşürdü. Yaş aldıkça sorumluklarımın derslerimi çalışıp saygılı bir çocuk olmaktan ibaret olmadığını anlamış, beş çocuklu, çilekeş bir annenin yükünü bir nebze olsun alabilir miyim telaşına düşmüştüm. Perdeleri takmak benim işimdi mesela. Bütün muhalefetime rağmen vazgeçmediği “duvar silme” işinde de kardeşlerimle beraber ön saftaydık. Konu komşu nezdinde “örnek çocuklar” olarak gözüksek bile, bu büyük temizlik ayininin her aşamasında mırın kırın ederdik aslında. “Ev temiz zaten, ne gerek var?” ya da “Daha iki ay önce bayram temizliği için evi altüst etmedin mi anne, bahar da neymiş?” Bu türden söylenmelerimiz yerini bulmaz, tebessümle karşılanırdı. Ama bazen de lafını esirgemezdi: “Sen ne anlarsın salak oğlum, çok konuşma da şu bezi sıkıp getir bakalım...” Yerlerin ikinci silinişinden sonra halıları o hantal koltukların ayak altlarına nizami şekilde sermek, onu cam silerken –korkuyla– sımsıkı tutmak, “Sen dur anne, ben yapayım” diye ısrar etmek, nemli bezle dolapların yüzünü, kapı ve pencerelerin pervazlarını, masa ve sandalyelerin ayaklarını silmek... Ne yaparsak yapalım, yükün çoğu ondaydı; bunu görür, üzülürdüm. Şimdi ve bu yaşta ayırdına varıyorum ki, bunların hepsi “yardım” fiiliyle kodlanmış zihnimde. Oysa kimdi kime yardım eden? Kimin hayatıydı o dingin akış bozulmasın diye sağlığa mugayir biçimde feda edilen? Ve kimdi o, çocuklarına düşkün bir anne olmak dışında hakkıyla tanıyamadığım kadın?

Tohum ve ağaç

Tarihin yüzyıllara, binyıllara ve eğer bir jeologsa ahkâm kesen, milyon yıllara göre tasnif edilmesi kanıksadığımız bir şey. İnsanın tarihinden söz edildiğinde dünkü çocuk sayılabilecek “yazılı kültür”, yüzyıl dönüşlerine geçen zaman içinde daha fazla anlam yükler oldu. “Milenyuma şu kadar yıl kalmışken”den, “21. yüzyılda yaşanan şu rezalete bakın”lara...

1990’ların başında İngiliz tiyatrosunu etkisi altına alan Suratına Tiyatro’nun (In-Yer-Face Theatre) başat yazarlarından Sarah Kane’in (1971-1999) 28 yıllık kısa hayatı, oyunlarında işlediği türden berbat bir sonla, kendi elleriyle biter: Avuç avuç içtiği ilaçlardan sonra hastaneye kaldırılır, iki gün sonra ayağa kalkar ama bu kez de hastane tuvaletinin kapısına ayakkabı bağcıklarıyla asar kendini.

Sarah Kane

Sarah Kane’in, bir yenisine daha tahammül etmek istemiyor gibi adeta koşarak koptuğu 20. yüzyılın soykırımlar, mükerrer sömürüler, yeni-büyük göçler yaşatmış şedit atmosferi, ama daha özelde ‘90’lar o heyecanla beklenen ‘milenyum’ ile artarak sürecek ve çok geçmeden bizi Irak ve Afganistan’ın (şimdilerde Ukrayna’nın) işgaline, Sudan ve Suriye iç savaşlarına sürükleyecekti. Bunlara şahitlik etmese bile Bosna Savaşı’nın (1992-95) gölgesinde yazılmış Paramparça (Blasted, 1995) adlı ilk oyunuyla okuru/izleyiciyi Leeds’te lüks bir otel odasından alıp Bosna’da bir savaş alanına, tecavüz kampına götürür. İlk oyunuyla başlayan şiddet temsilinin çıtası büyük tartışmalara yol açan Kane’i anlatmak için yazılan yüzeysel tanıtımlarda oyunlarındaki bu şiddet temasının ‘aşırı’lığından dem vurulur.

Oysa asıl aşırılık yanı başımızda; masadaki gazetede, salondaki televizyondadır:

... otel odasında bir adam ve kadınla ilgili oyun yazmak istediğimi biliyordum. Birkaç gündür bunun için çalışmaktaydım. Yazmaya ara verdiğimde, bir gece vakti televizyonu açıp haberlere baktım. Srebrenitsa kuşatma altındaydı. Yaşlı bir kadın vardı, ağlayarak ve kameraya bakarak, ‘Lütfen birileri yardım etsin, Birleşmiş Milletler’in buraya gelip bize yardım etmesine ihtiyacımız var’ diyordu. Bu durumun korkunç olduğunu düşündüm. Bense iki kişilik saçma bir oyun yazmakla uğraşıyordum. (...) Böylece Bosna’da olanlarla Leeds’de otel odasında yaşanan genel bir tecavüz arasındaki olası bağlantı ne olabilir diye düşündüm. Birden aklımda şu düşünce belirdi... Biri tohum, diğeri ağaç. Büyük bir savaşın tohumlarının her zaman barış içinde olan bir toplumda olabileceğine karar verdim. Bence uygarlık denen şey ile orta Avrupa’da yaşananlar arasındaki duvar öylesine ince ki, her an yıkılabilir.[1]

Paramparça’yı Kane’in ‘en iyi oyunu’ sayan Aleks Sierz, oyun sonrası bulvar gazetelerinin seyircilerden “şok-korku” alıntıları koparmak istediğini gören bir oyun yönetmeninin (Jonathan Miller) kulak kabarttığı bir mülakatta, bir akademisyenin, oyunun “Bosna’ya duyarsızlığımızın bir eğretilemesi olduğu” yönündeki gözlemini aktarıyor.[2]

Medyanın oyuna yönelik saldırılarının ardından Kane, “Beni en çok, medyanın şiddetin kendisinden çok temsili karşısında öfkelenmesi şaşırtıyor” demişti.[3] Paramparça’nın genç bir kadın tarafından yazılmış olması da, bir orta yaşlı-beyaz erkekler güruhu olan gazetecilerin öfkesinin bir sebebiydi belki de. (Ayrıca, oyundaki erkek karakterlerden Ian’ın ajanlık paranoyasıyla belinde tabancayla gezen orta yaşlı bir gazeteci olması ve bir noktada körleşmesiyle temsil ettiği “medyanın körlüğü” ile de…)

Kane’in erkeklik hakkındaki görüşü ideolojik değil, somuttur. Tarihsel bir perspektifle, erkeklerin kendilerini yok etme dürtüsünü ve bunu yaparken en yakınlarındakileri de buna sürüklemelerini işler oyununda. Aleks Sierz’in bundan hareketle sorduğu soruların ilki şudur: “Erkeklikle şiddet arasındaki ilişki neydi?”

Şu sonuca varabilirdiniz: Oyun bütün erkeklerin birer hayvan olduğunu söylemekle kalmıyor, ayrıca erkeklerin savunmasız kadınları istismar ederken, diğer erkeklere daha da kötü davrandıklarını savunuyordu. Eğer erkeklik bir kriz içindeydiyse, o zaman bunun sonuçları vahşi bir istismar olarak gösteriliyordu. Peki Blasted [Paramparça] erkekliğin içinde olduğu krizle mi ilgiliydi? Kane, ‘Siz kendi sonuçlarınıza varın, ben kendiminkilere’ diyor, bütün dar kapsamlı yorumları reddediyordu.[4]

Paramparça’nın ana fikrini şöyle özetliyordu Kane: “İngiltere’de münferit bir tecavüz olayını doğuran tavrın mantıksal sonucu Bosna’daki tecavüz kamplarıdır. Toplumun erkeklerden beklediği davranış şeklinin mantıksal sonucu da savaştır.” Tam da bu yüzden, bir noktadan sonra nasıl karşılandığını da umursamadan, ilk oyununu “umut ve aşk” üzerine bir temsil olarak kabul ediyordu Kane. Çünkü diyordu, “Hayatın çok acımasız olduğunu anladığınızda, buna verilecek tek tepki, mümkün olan en insanca, en keyifli ve en özgür şekilde yaşamak.”[5]

Sarah Kane'in London Royal Court Theatre tarafından sergilenen iki oyunu. Solda Paramparça (Blasted, 1995), sağda 4.48 Psikoz (4.48 Psychosis, 2000).
Sarah Kane, Phaedrea’nın Aşkı (Phaedra’s Love). London Gate Theatre, 1996.

Bir Seneca uyarlaması olan Phaedrea’nın Aşkı (Phaedra’s Love), Arınma (Cleansed) ve –bir şiir olarak kabul edilebilecek– yaşarken sahneye konmuş son oyunu Tutku (CraveParamparça’yı takip eden oyunlar. Bu arada Dazlak (Skin) adlı bir TV senaryosu ve 4.48 Psikoz (4.48 Psychosis) adlı, ölümünden sonra sahnelenen son metniyle geçtiğimiz yüzyılın en ihtişamlı yazarlarından biri olan Sarah Kane’in külliyatı tamamlanır. Mark Ravenhill’in deyişiyle, “klasik duyarlıklara sahip çağdaş bir yazar”dı Kane. Eserlerindeki İncil, Shakespeare, T. S. Eliot, Roland Barthes vd. göndermeleri bilinçli tercihlerdi ve tiyatroyu bir tartışma alanı (forum) olarak kabul ediyordu.

İlk oyunundan son oyunu 4.48 Psikoz’a kadar gözlemlenebileceği üzere, ‘dünyanın acısını’ işiten, gören, hisseden bir yazardı Kane ve gösterdiği duyarlık Bosna’yla sınırlı değildi: “Yahudileri gazla boğdum. Kürtleri öldürdüm. Arapları bombaladım…”[6] Bugün hayatta olsaydı Gazze için ne derdi, tahmin etmek güç değil.

Modern bir edebiyat klasiği olarak Paramparça’nın ve çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir etrafında dönen tartışmaların bende uyandırdığı sorulardan biri de şudur: Tarihin tekerrür eden yanı nedir? Şiddetin somut döngüsü mü?

Ne kadar tatsız görünse de, gerçekleri dile getirmeyi amaç edinmiş bir yazar olan Kane, bir kadın olarak ortaya koyduğu bu gözü pek tavır sonrası kendisiyle ilgili yapılan feminizm tartışmalarına ve toplumsal cinsiyet kavramına daima sırtını döndü, yok saydı. Kelimeleriyle ve yalnızdı; “İki nehir geçtim ve birinin kıyısında ağladım” diyordu.[7] Oyunlarındaki, Ahmet Gökhan Biçer’in de dikkat çektiği üzere baskıcı, sömürücü ve şiddet içerikli boyutlarıyla öne çıkardığı kadın-erkek ilişkisini feminist olduğu için değil, modern sonrası toplumların yalın gerçeği olduğu için bir metafor olarak oyunlarının temel izleğine yerleştiriyordu. Bir yazar olarak asıl ihtiyaç duyduğu şeyin aynı zamanda onu tükettiğini bilerek yazıyordu: “Beni hayatta tutan bu kelimelerden nefret ediyorum/ Ölmeme engel olan bu kelimelerden nefret ediyorum.”[8]

Âlem ve tarih

İçlerinde Dylan Thomas ve T. S. Eliot ödüllerinin de olduğu çok sayıda saygın ödüle genç sayılabilecek yaşlarda mazhar olmuş bir şair olan Carol Ann Duffy (1955), Kraliyet Şairi unvanını (2009-19) taşıyan ilk kadın, ilk anne, ilk İskoç ve ilk eşcinsel birey olmasıyla da öne çıkıyor. Bir röportajında bu görevi uzun bir düşünme sürecinin ardından kabul ettiğini, bu teklifi yazmaya devam eden büyük kadın şairlerin tanınıp onaylanmasının bir işareti olarak gördüğünü dile getiriyor.[9]

İlk anda, ‘kadınlık’ dışında belirgin bir dizgesi yokmuş gibi görünen Âlem’in Karısı, ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ ile açılıp “en çok,/ ellerini özlüyorum” diyen Bayan Midas’a da söz veriyor, 7 Nisan 1852 tarihli güncesine “Şuradaki şempanzeye bakınca/ sen geliyorsun aklıma” diyen Bayan Darwin’e de. Kadınlar bazen mitolojiden bildiğimiz isimler, bazen kutsal kitaplardan, bazen masallardan ve bazen gerçek hayattan. Shakespeare’in vasiyetnamesinde “İkinci en iyi yatağımı bırakıyorum karıma” dediği Anne Hathaway de var bu 30 kişilik güldestede, bir film yıldızı olan eşinin karmaşık ve ışıltılı hayatının küçük bir parçasıymış gibi görünen Queen Kong da: “Benim minik erkeğim.” Ve diğerleri: Kraliçe Hirodes, Pilatus’un Karısı, Bayan Ezop, Bayan Faust, Medusa, Kirke, Bayan Lazarus, Pygmalion’un Gelini, Salome, Eurydice, Papa Joan, Elvis’in İkiz Kız Kardeşi, Penelope, Çirkin’in Karısı… Hepsi bu kez bir kadının bakış açısıyla, öznel ve yer yer güncel bir dille konuşuyorlar. “Otuz şiir yazdım,” diyor Duffy, “ama çok daha fazla olabilirdi.”[10]

Tarihin (history: his+story) aslında kimin, kimlerin hikâyesi olduğunu anlamış olmayı biraz da postmodernizmle gelişen tarih kavramını yeniden ele alma yaklaşımlarına borçluyuz. Duffy’nin Âlem’i (The World’s Wife), en yalın ifadesiyle, bir “her-story” örneğidir. Sarkastik bir isyan manifestosudur. ‘Milenyuma girerken’, 1999’da, patriyarkanın midesine indirilmiş son ve sıkı bir yumruktur. Söz hakkı elinden alınmış, varsa bile kendi sesiyle konuşamamış kadınlara bir tür mikrofon uzatma girişimidir. Şair, tarihle koşut bir tür olan şiiri kanıksadığımız anlatı diline doğru savuruyor ve o büyük, beyaz, duru masa örtüsünü kendi elleriyle seriyor önümüze. İlk aydınlanmayı ‘ev halkının’ yani şiir okurunun yaşayacağı apaçık. Her zaman böyle olmuştur zaten. “Şiir keyiftir” diyerek başlayan o nefis Jeanette Winterson önsözünde ise şiirden, yerinde bir benzetmeyle, “fırtınada bir halatmış gibi” bahsediliyor:

Ruhsal sağlık için düzenli yapılan bir zikir olarak şiir. Nasıl sevileceğine dair dünyanın en büyük, en uzun soluklu atölyesi olarak şiir. Zamanlar arası bir iletişim olarak şiir. Klişeye karşı bir asit olarak şiir.[11]

Kendisini bir feminist ve Âlem’in Karısı’nı açıkça ‘feminist bir kitap’ olarak sunan Duffy, amacının hiçbir zaman erkekliğin bazı veçhelerini topa tutmak olmadığını, saklı gerçekleri keşfetmeyi ve kadına has bakış açısının izini sürmeyi hedeflediğini vurguluyor. Bir Katolik olarak büyütülen şair, “Çünkü,” diyor, “içinde büyüdüğüm hikâyeler hep erkek karakterler barındırıyordu”.[12]

Carol Ann Duffy

Ölümünden dört gün sonra ‘diriltilen’ Lazarus’un eşi, Bayan Lazarus bu manzara karşısında ne yaptı, müteveffa eşinin gidişini metanetle karşıladıktan sonra bu alışılmadık sürprizi nasıl karşıladı? Kıbrıs kralı Pygmalion kendi elleriyle yonttuğu fildişinden heykele âşık oldu, peki, ya sarayın yeni ‘gelini’ dile gelip konuşursa? Amerikan Bağımsızlık Savaşı boyunca 20 yıl boyunca ormanda uyuyan Rip Van Winkle’ı bilirsiniz; peki ya eşini? Kocasını yıllar sonra ne halde buldu dersiniz? Orfeus’un Hades’ten kurtaramadığı için karalar bağladığı ve daima mahzun zannettiğimiz sevgilisi Eurydice, durumundan memnun, olup biteni “geçmişten ibaret” sayıyor olabilir miydi?

“Aslında kızlar, ölü olmayı yeğlerdim.

Ama Tanrılar da tıpkı yayımcılar gibi,

genelde erkek,

ve kuşkusuz sizin benim hikâyem diye bildiğiniz şey de

onlarla yapılan bir anlaşma.”[13]

Orpheus'un Eurydice'i Yeraltı Dünyasından Çıkarması, Camille Corot, 1861, Houston Güzel Sanatlar Müzesi.

Duffy bence kitabı özetleyen bu şiirinde Eurydice’nin şair Orfeus’tan nasıl kurtulduğunu anlatır. Hikâye malum; Orfeus sevgilisine kavuşacaktır, fakat bir koşulla: Eurydice ile beraber yeraltı âleminin karanlıklarından aydınlığa çıkana kadar arkasını dönüp onun yüzüne bakmaması gerekir. Duffy’nin konuşturduğu Eurydice bir noktada –son çare olarak– şöyle der: “Orfeus, şiirin bir şaheser/ Keşke bir kez daha okusan...” Böyle övgüye can mı dayanır; Orfeus yoğun bir esrimeyle sevgilisine döner ve “tevazuyla gülümser”. Birkaç şiirde değil, sayfalar boyu bunca kahkaha atarak okuduğum bir başka şiir kitabı hatırlamıyorum.

Carol Ann Duffy’nin dehası tam da burada saklı: Tarihsel yükü trajediyle değil, alayla, serbest nazımla, gündelik dille, sanki az önce olmuş gibi doğal bir akış içinde işlerken, bir yandan da alabildiğine ciddi oluşu ve asıl önemlisi, gülüşüme Horatius gibi şerh düşmeden, “anlattığım senin hikâyen” dedirtmesi.

Yazılı ya da sözlü gelenekten olduğuna bakmaksızın, hâkim anlatıyla girişilmiş büyük bir kavgadan, gürültüden sonra Âlem’e de bahar geliyor nihayet. Ilıyıp yumuşayan havada, kızı Persephone’yi bekleyen Demeter’i konuşturarak, şefkatle tamamlıyor sözünü şair: “biricik kızım benim,/ yalın ayak, baharın bütün çiçeklerini/ taşıyordu anasının yuvasına.”

Yeniden bahar

Annemin yine bir bahar temizliğine giriştiği günlerin birinde, hiç unutmuyorum, küçükçe bir masaya kurulmuş, verilecek yeni görevi beklerken kitap okuyordum. Bir an, perdesiz duran geniş cam aralıktan, karşı apartmanda bir kadının terasta çalıştığını, Elazığlıların ‘kofik’ dediği biber-patlıcan kurularını dizdiğini gördüm. “İlk dize Tanrı’dan gelir” demişti Paul Valery. Öyle de oldu ve annem çağırana kadar bir şiir yazdım o kadın için. Sonradan ulusal bir dergide de yayımlanan şiir şöyle bitiyordu: “Aşağı inerken, evdeki işlerin/ hangi birine yetişeyim ben, diye düşünecek/ Şimdi arkasına bile bakmadan giderken/ hakkında yazılmış bir şiir olduğunu/ hiçbir zaman bilmeyecek.” Carol Ann Duffy’nin Âlem’in Karısı’ndaki şiirlerini yine böyle bir bahar zamanı okudum ve gördüm ki, yazdığı şiirler bundan farksız: Kimi hiç yaşamamış, kimi çoktan ölmüş kadınlar, eşler, kızlar için yazılmış şiirler.

Böylesine devrimci ve cesur bir kitabı, içeriği kadar yayım yılına da göründüğünden daha büyük anlamlar yükleyerek ve aynı yıl ölen Sarah Kane’i de eklemem gerektiğine inanarak anlatmak istedim. Sayı artabilir demişti Duffy; erkek aklını hak ettiğinden bir tutam bile fazla ciddiye almadığına şahitlik ettiğim annemin de bir Duffy karakteri olmaması için bir sebep görmüyorum. Şairin Penelope’nin ağzından söylediği gibi, “Kendimi eğlendiririm diye düşünerek/ makası ve elbiseleri çıkardım, iğneyi, ipliği,/ bir ömürlük iş buldum eğlenmek yerine.”

 

NOTLAR

[1] akt. Ahmet Gökhan Biçer, Sarah Kane’in Postdramatik Tiyatrosunda Şiddet, Çizgi Kitabevi, Konya, 2010, s. 51-52.

[2] Aleks Sierz, Suratına Tiyatro: Britanya’da In-Yer-Face Tiyatrosu, çev. Selin Girit, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2009, s.126.

[3] a.g.e., s. 125.

[4] a.g.e., s. 133.

[5] a.g.e., s. 133.

[6] Sarah Kane, Psikoz 4.48, çev. Efe Murad, Sub Basın Yayım, İstanbul, 2016, s. 35.

[7] Sarah Kane, Bütün Oyunları, çev. Yiğit Sümbül-Ulaş Özgün, Mitos Boyut Yayınları, İstanbul, 2022, s. 193.

[8] a.g.e., s. 198.

[9] Carol Ann Duffy, Âlem’in Karısı, çev. Ahmet Aktaş, 160. Kilometre Yayınları, İstanbul, 2024, s. 13.

[10] a.g.e., s. 102.

[11] a.g.e., s. 15.

[12] a.g.e., s. 103.

[13] a.g.e., s. 83.


----


İlk Yayımlandığı yer: K24, 24 Temmuz 2025

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir...

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı. ...

Bibliyofil Konuşmaları #5: Efe Murad

Yalnızca ‘Batı sınırları’nda değil, Doğu’nun serhatlarında da gezinen bir kitapçoksever, şair  Efe Murad . Türkçe, İngilizce, Almanca ve Farsça ile billurlaşmış diliyle bir punk-okur. Thomas Bernhard’dan Sarah Kane’e, Susan Howe’den Lyn Hejinian’a, Ferîdûn-i Muşîrî’den M. Âzâd’a, C.K. Williams’tan –2020 içinde– Ezra Pound’a ulaşan somut bir nehir! (John Hurt’ın ‘Fil Adam’ için söylediği sözden ilhamla; Muşîrî’nin şiirlerini okuyup da bir ‘şikâyet namazı’ kılmayı düşünmemiş biriyle tanışmak istemezdim.)   Efe Murad’la henüz tanışmıyoruz ama onu “Madde-Şiir Manifestosu”ndan (Cem Kurtuluş’la birlikte, Mayıs 2004, Adam Sanat) bu yana ‘biliyorum’. Doğrusu, imzasının izini sürmedim hiç, ama ortak ilgi ve okuma kültürümüz bizi bir şekilde buluşturdu hep. Şimdi ve burada olduğu gibi!   Bibliyofil Konuşmaları’na başlarken yazdığım ilk yazıda, “Yalnızca tanınmış yazar/okurlarla değil, kendi kuşağımın ‘kitapçokseverleri’ ve ismi yalnızca mahfillerde işitilmiş, internette isimlerini...