Aytmatov ve Arogon |
Yıllar
evvel, Türk Edebiyatı dergisinin
şimdi hatırlayamadığım bir nüshasında 20. yüzyılın en önemli Fransız
şairlerinden Louis Aragon’un
imzasını taşıyan bir yazı okumuştum. Yazı, “Dünyanın
En Güzel Aşk Hikâyesi” başlığını taşıyordu. Aragon, gençliğinde,
kızgınlıkla andığı Nobelist yazar Rudyart Kipling'in “Dünyanın en güzel hikâyesi” adında bir öyküsünü başlığın vaat ettiği
ihtişama eşdeğer bir beklenti içerisine okuyuşundan ve yaşadığı hayal
kırıklığından bahsediyordu uzun uzun. Yıllar yılları kovalıyor, Aragon,
dünyanın en güzel aşk şiirlerinden birini yazsa da (“Sana Büyük Bir Sır Söyleyeceğim”), “dünyanın en güzel aşk hikâyesini”
okuyamamanın eksikliğini hep içinde taşıyor. Bir vesileyle o yıllarda
Fransızcaya ilk kez çevrilmiş ve gelecek vaat eden genç bir Kırgız yazarın bir
kitabını okuyor. Kitabın adı Cemile, yazarı Cengiz Aytmatov. İşte diyor Aragon, işte, dünyanın en güzel aşk
hikâyesi bu. Ve başlıyor anlatmaya, uzun uzun!
Bu
‘beklenti’ benim de içimde yer etmiş olacak, ilgi duyduğum tüm sanat dallarında
(resim, sinema, fotoğraf, edebiyatın tüm kolları…) hep bir “dünyanın en güzel
…” yaratısını aradım. (Bayezid-i Bistamî’nin o güzel sözünü
hatırlamanın vaktidir: “Aramakla
bulunmaz; ancak bulanlar daima arayanlardır.”) Bu, bir yerde, sanatı
hayatımın biricikliğine sunmak, özgünlüğüne katmak, onunla daha anlamlı ve
anlaşılır, daha kendiliğinden ve sahtelikten uzak bir ilişki kurma girişimiydi
benim için. Bunu yıllarca -ve en başta- edebiyatta aradım. Yüceler yücesi bir
dağın zirvesinde yapayalnız ve tek ayağı üzerinde durmaya mahkûmken bile
hayatta kalmaya çalışan bir insanın hikâyesi bile bana “işte dünyanın en güzel
…”sı dedirtmedi! Hayır, o ben değildim. Gözyaşları içinde kendini boşluğa
bırakırken kaderine sitem eden kusurlu adam olsaydı belki, ama o ben değildim…
Edebiyatın o güne değin beni mahrum ettiği şeyi sinemada buldum ya da şöyle mi
demeliyim: bunu bana sinema verdi. (Naili’nin dediği gibi: “Lutf u keremi Hazret-i Mevlâ ile geçtik.”)
Karhozat. Macar yönetmen Bela Tarr’ın -aynı zamanda doğduğum yıl
olan- 1988’de gösterime girmiş olan ilk filmi. Türkçe adıyla, Lanet.
Artık tabiîleşmiş bir alaka ve merak duygusuyla izlemeye başladığım film,
dehşete kapılmış bir bedenin korkuyla inip kalkan göğüs kafesi yüzünden beni
gece boyu uyutmadı ve bana hakikatimi suratımda patlayan bir baba tokadıyla
eşdeğer bir öfke ve merhametle beyan etti. Razıydım. Çok üzülmüş, ağlamış ama
geç ve beklenmedik bir zamanda bile olsa gelen bu mesaj için rabbime minnettardım. Bu yazıyı Mevlit Kandili’ni idrak
ettiğimiz bir gecede, 2 Ocak 2015’te yazıyorum. Diyebilirim ki Lanet’i
izlediğim gece, ilk defa o gece, ilk vahyin ağırlığı ile üzerine örttüğü kat
kat yorgan altında titreyen peygamberimi anladım.
Ona olan sevgim kâinatın sınırlarını aşmış, hakikate yaslanıyordu artık. O
sevgi, beni büyük bir boşluktan çıkarıp rabbimin rızasını kazanmak için
çabalayacağım bir hayat tasavvuruna götürecekti.
İnsanın
karşısına ne zaman, neyin çıkacağı çok mu muğlak? Hani insan kendi kaderini kendi
yazandı. Yazılırken yaşanılan bir
tarih çok da öngörülemez olmasa gerek. (Uyarı: bu söylenene Hz. Hızır’la
karşılaşmalar dâhil değildir.) Benim için hayat, sanat kadar sürprizlerle dolu
değil. Öte türlü İshak Meşbeşe ya da
nâm-ı diğer Adıge ile ve onun “Mühürlü Alyans” şiiriyle
karşılaşamazdım. Hayat bize nesneyi sunuyor sadece, ona anlam katmak yılların
süzgecinden geçerek kazanılmış bir şahsiyetin işi. Benim “Mühürlü Alyans” isimli
şiire yüklediğim anlam, Argon’un Cemile’ye yüklediği anlamdan farklı değil. “Mühürlü
Alyans” benim için “dünyanın en güzel aşk şiiri”dir.
İshak Meşbeşe Çerkes halkı için çok önemli bir
şair. Hatta Çerkeslerin Mehmet Akif’i
denilmesinde hiçbir sakınca yok gibi. Anavatanlarından sürülmüş olan
Çerkeslerin hâli hazırda kullandıkları millî marşlarının da şairi Adıge.
(“Adıge”, Çerkes halkı arasında yaygın bir biçimde kullanılan genel bir lakap,
bir hitap şekliymiş. Adını bilsin bilmesin, Çerkesler arasında birbirlerine
“Adıge” diye seslenmek, hitap etmek bir saygı ve yakınlık belirtisi aynı
zamanda. Her Çerkes bir Adıge!) Sovyet okullarında eğitim görüyor Meşbeşe.
Parti komiserleri ile yakın bir ilişkisi oluyor hep. Sovyetler içinde gelişen
kültürel atmosferin her zaman bir şekilde içerisinde oluyor. Ama mensubu olduğu
halkla ve onun acılarla dolu mâkus talihiyle ilişkisini hiçbir zaman kesmiyor;
kaleminden Çerkeslerin şarkıları, ağıtları eksik olmuyor hiç. Mehmet Akif’le bu
yüzden bir bağ kurdum zaten aralarında. Bir ulusun varlığını kendi varlığı gibi
sahiplenen, kendi bedenini ulusunun değerleri uğruna siper eden, bunun için
yalnızca kalem savaşları değil, bir ruh cihadı yapan, yapabilen şairler vatan şairi olarak kabul görüyor zaten.
Yine de
sevmem dâva şiirlerini. İster Mehmet Akif yazsın, ister Nâzım Hikmet… Birinin Berlin Hatıraları ve o hatıraları
yazarken, düşünürken gurbet elde oturduğu kafeteryada etrafına hayret ve
hüzünle bakan güzel insan daha çok ilgimi çekerken, bir diğerinin hapishanede
bile olsa çalışarak, üreterek karısına bakmaya çalışan ve her gün aynı saat diliminde
ona duyduğu büyük özlem için Saat 21-22
Şiirleri. “Ben gelmedim dava için” diyen bir Yunus’tadır hep kulağım. Her
ulusun zor zamanları olmuştur ve her zorluk, darlık kendisini bulacağı bir sese
gereksinme duymuş, ona yaslanmıştır, onun ruhaniyetinden güç almaya
çalışmıştır. Bu Macarlarda Sandor Petöfi
iken, Türklerde Mehmet Akif’tir. Senegallilerde Léopold Sédar Senghor iken, Çerkeslerde İshak Meşbeşe’dir…
Antropologların inanma ihtiyacı duyan bir insan topluluğu için kullandıkları
argümanlar bu noktada da devreye girer sanki.
Yazının
sonunda tamamını okuyacağınız Mühürlü Alyans şiirini daha ilk
okuyuşumda onun dünyanın en güzel aşk
şiiri olduğunu büyük bir sevinç ve şükran duygusuyla fark ettim. Defalarca
okudum; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, karışık!.. Şiirin bana
söyledikleri kadar sakladığı vardı. Hâlen öyle… Her okuyuşumda bir kapı açıldı.
Açılan her kapı kilitli başka bir kapıya çıktı. Şüphesiz bu şiir, benim
şiirimdi, benim hakikat evrenimdendi. Her dimağın bu şiirden benimle aynı tadı
alamayacağını biliyorum, bu benim hikâyem! İşbu yazının yazılış gayesi de bu
noktada kendini ele veriyor işte: şiirini, öyküsünü, filmini arayan okur!
Aramak, evet. Benim arayışım “Soğuk gümüş arama/ Sana sıcak güneşi veriyorum.”
diyen bir şiirle, bitti.
Yorumlar
Yorum Gönder