Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #9: Murat Erşen


20'li yaşlarımın başında tanıdım Murat Erşen'i. Hemen söylemeliyim; Paul Nizan'ı okuyanların iyi bileceği üzere, kimse bana yaşamın en güzel çağı budur demesin.
Bunalımlı bir günümde –sanki uğraşacak başka işi yokmuş gibi– beni teselli etmek için şöyle bir şey yazmıştı: çocukluk günlerimde, güneşin doğuşunu görmek bile beni mutlu etmeye yeterdi. Güneşin üzerimdeki müşfik varlığını hissettiğim kimi anlarda aklıma geliyor bu cümle ve “Eş'ârı böyle söyler üstâd söyleyince” demekten kendimi alamıyorum. Şiirin insanı ne zaman ve kim aracılığıyla yakalayacağı belli olmuyor.


2014 yılında Erdek’te askerdim. 5 ay boyunca aklı başında tertiplerime Rohmer’in meşhur filminden ilhamla yazacağım bir yazıdan bahsedip durdum: “Erşen’lerdeki Gecem”. İki gece evlerine misafir olduğum Cânâ ve Murat Erşen’in misafirperverliğinden, tıka-basa kitap dolu evlerinden ve Murat ile tıpkı şimdi bu yazıyı yazarken olduğu gibi bir Ramazan ayında imsak vaktine kadar konuştuğumuz geceden bahsedecektim. O gece, hayatımın o güne kadarki en güzel muhabbetini yapmıştım, net. Konuşurken bazı yazarların ve kitapların ismini ilk kez yüksek sesle telaffuz ettiğimi fark ediyordum ama daha hayret verici olan karşımdaki adamın, Oruç Aruoba'nın Antichrist’e yazdığı önsözde söylediğine benzer “yerine göre gökgürültüsü izlenimi veren, yer yer de matrak geçen” muhabbetiydi. Bunu o gece bana hediye ettiği kitaplardan biri olan Ahlakın Soykütüğü Üstüne’yi askerlik günlerimin telaşsız gece okumalarında da görecektim.

Benim gibi şiirin dingin sularında gezinmeye alışmış bir okura “Dilden önce düşünce var mıydı peki?” diye bir soru sorup tüm gece neredeyse itham eder gibi konuşmuştu! Ne dediğinden öte, hakikati arayan öfkeli bir duyuşun hangi derinliklerde gezindiğini düşünüp durdum sonraları. O ‘iyi adam’dan bahsedecektim işte, “Erşen’lerdeki Gecem” başlıklı upuzun yazımda. Aylarca bu konuşmamız üzerine düşündüm. O kadar çok düşündüm, o kadar çok düşündüm ki vardığım noktada yazabileceğim tek kelime kalmamıştı elimde. (Dilden önce düşünce var mıydı emin değilim Murat ama sanki sen bana bu soruyu sorarak dilimin sınırlarına varıp bu yazıyı yazmama engel olmak istemiş gibisin.)
*
Murat Erşen’i her şeyden önce bir entelektüel, kitapçoksever ve işine tutkuyla bağlı bir çevirmen olarak tanıdım. En sevdiğim çevirisinin ise Gitmek/Yola Çıkış (Jean-Luc Nancy, MonoKL, 2012) olduğunu söylemeliyim.


Bazen bir fotoğrafımızın olmayışına hayıflanıyorum. Aşağıdaki harikulade cevaplar ise benim için güzel bir teselli. Şairin dediği gibi, "dünyada anılara bakıyorum".


M. Milât Özçelik / 19 Mayıs ‘20


 

1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Kitapların dünyama girmesi görece geç bir zamanda oldu. Küçükken tüm günlerim spordan ibaretti. Bu yüzden harçlığımla aldığım ilk kitabı hatırlamıyorum maalesef. Üç dört şey hatırlıyorum: İlki, daha ilkokula başlamadan babamla Ömer Seyfettin’in hikâyelerini almamız. Her biri bir hikâyeydi. İnce, uzun ciltlerdi. Sonra ne oldu onlara acaba? İlkokulda bir öğretmenin fantastik kitaplar verdiğini anımsıyorum. Çok eğlenmiştim. Muhtemelen Binbir Gece Masalları’ndan öykülerdi. Sonra elime geçen bir Robinson Crusoe’yu arka arkaya yirmi kere falan okuduğumu unutmuyorum. Bir de lisenin ilk senesi edebiyat hocası ödev vermişti. Bir kitap okunacak ve hakkında yazılacaktı. Halide Edip’in Ateşten Gömlek’ini okumuştum. Çok keyif aldığımı ve kendi kendime “başka kitaplar da okuyayım, zevkliymiş” dediğimi hatırlıyorum, ama öyle olmadı. Nihayet evde Sabah Gazetesi’nin verdiği Nobel dizisinden aynı anda üçer kitap okumaya başladığımı, bir arkadaştan Kafka kitaplarını ödünç aldığımı anımsıyorum. Sonra sahaflara dadandım, bir daha da iflah olmadım.

2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Hadsizlik olmasın diye kitaplık diyorum, ama aslında bir kütüphane olduğu söylenebilir. Yani bir kitap da kütüphanedir, zira sayısız okur faydalanabilir ama öte yandan 10 bin kitap da hâlâ bir kütüphane değildir. Bu temelde ilgi alanıyla alakalı sanırım. Bir şiirsevere ya da tarihçiye kitaplığımı açarsam, onun için kütüphane olmayacaktır, aradığı pek çok eseri bulamayacaktır. Fakat bir felsefeci, sosyal bilimci ya da edebiyat sever girerse eve, artık biraz zor çıkar. Sonuçta bir insana ömür boyu yetecek kitap var kitaplığımda ama mesele hep ne aradığınızla alakalı. Bitmeyen bir yap boz gibi görüyorum. Çok kapsamlı bir kütüphanede bile her kitap olamayacağına göre, terfi ettirmek bize kalmış. Hep bir listem var, sanki bin, bin beş yüz kitap daha alsam eksik tamamlanacakmış gibi bir hissiyat, tabii bunun sonu asla gelmez.

3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’inKitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Ben de yayınevine göre diziyorum. Boyutları aynı olduğu için daha estetik duruyor. Neticede kitaplık yaşam ortamının belirleyici bir parçası, şık görünmesini istiyor insan. Tabii aradığınız kitabı bulabilmek için hangi kitabın hangi yayınevinden çıktığını bilmeniz lazım. Ben büyük ölçüde bunu bildiğim için ve kitapları da elimle koyduğum için şıp diye bulurum aradığımı. Sorun artık kitapları tek sıra dizecek kadar yer olmaması. Kitapların neredeyse yarısının arka sırada kalması ve bir bölümünün de kitaplıkların üstünde yatay olarak tavana doğru yükselmesi can sıkıcı. Burada ister istemez küçük bir hiyerarşi devreye giriyor. Daha “önemli” olanlar önde duruyor. Ama örneğin alfabetik sıra ya da alanlara göre ayrılması tercih edeceğim bir sistem değil. Bunun için bir kitapçıdaki kadar kitap olması lazım.
Manguel’in “Geceleyin Kütüphane” kitabının “Zihin olarak kütüphane”  başlıklı bölümü kitap toplamayı yaşamsal bir gereksinim olarak duyan Aby Warburg’un sisteminden bahseder: Alman filozof Cassirer’in deyişiyle “[Warburg’un] kütüphanesi yalnızca bir kitap koleksiyonu değil, sorunlar kataloğudur”. Bu labirent gelişigüzel görünse de “kişisel ama  mantıklı bir sıralama” takip eder. Entelektüel dünyasında en önemli sözcüklerden birinin Kompatibilitat, yani bağdaşma olduğunu söylüyor Manguel. Onun kütüphanesi “örgütlü düzene sahip bir hafıza”, o yüzden benzersiz bir kataloglama sistemi var. Konularına, hacimlerine, kütüphaneye kaydedilme tarihlerine vs. göre değil, “iyi komşu kuralı”na göre bir dizim. Son bir alıntı yapayım, gerisini okumamış olanlar okusun, daha keyifli olur. “Kişiye gereken çoğu kez bildiği kitap olmazdı. Başlığından pek anlamasa da yaşamsal bilgiyi içeren rafta o kitabın bitişiğinde duran bilinmedik komşusu olurdu.” Kısacası onun hayalindeki kütüphane her şeyden önce “çağrışımlar birikimi.”  Kitaplarla ilgili bu haritalandırma bilgiyi geliştirmekte en önemli öğe. Aslolan kitabın nerede durduğu değil, aradığınız bilgiyi hangi kitaplarda bulabileceğiniz. Kitap hafızasında bir göndergeler sistemi yani. Yine de ikinci tercihim yazarlara göre dizmek olurdu herhalde. Fakat her yazardan çok sayıda kitap olamayacağına göre, bu bir süre sonra alt bölümlere ihtiyaç duyar ve iş fazla karışıklaşırdı. Yayınevine göre dizmek iyidir.

4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Ben yaklaşık 24 yıldır kitap topluyorum ve 2012’den beri de kitap müzayedesi takip ediyorum. Sorun neredeyse hiçbir zaman bir kitabı bulmak olmadı. Önemli olan kitabı takip etmek, bunu handiyse bir maceraya dönüştürmek ve tabii ki en ucuz fiyata almak benim için. Yoksa çok parası olan biri gidip kitapçıdan bir seferde yüzlerce kitap alabilir ya da bir sahafta fahiş fiyatlar ödeyerek istediği kitabı elde edebilir. Ama bu bile bambaşka bir hikayeye dönüşebilir. Sırrı Süreyya Önder’in bir konuşmasında duymuştum sanırım. Uzun yıllar hapis hayatından sonra, eline ilk yüklü para geçtiğinde İletişim Yayınları’ndan bir seferde yüzlerce kitap almış. Bazen kitapların sağlayacağı müstakbel hatıralar geçmişin eksiğini tamir edebilir. Benim kitapçıdan aldığım kitap sayısı toplam kitaplarımın yüzde 10’u bile değildir. En kötü ihtimalle doğrudan yayınevinden veya internetten alırsanız en az yüzde 30 indirimden istifade edersiniz zaten. Öyleyse keyifli olan, işi biraz daha yokuşa sürmek. İyi bir okur ve toplayıcı sürekli yeni çıkan kitapların peşinde olmayacağına göre, hep arkasını toplamak zorundadır. Acil ihtiyaç duyduğu kitaplar dışında azaldıkça çoğalan, haritalandırılmış bir listesi vardır.  Öyle ki insan bir kitabın peşine yeterince düşünce artık kitap da onu çağırmaya başlar. Örneğin bir ara Graham Greene’in “Zor Tercih”ine (Oğlak, 2000, “The end of The Affair) takmıştım, bir türlü denk gelemiyordum. Bir gün dolmuşla giderken varacağım yere gelmeden inmek geldi içimden, daha sekiz on adım atmıştım ki bir pasajda bilmediğim bir sahaf gördüm. İçeri girer girmez ucuz kitapların arasında hemen bu kitapla karşılaştım, zamanı gelmişti sanki. Yine özellikle adından dolayı merak ettiğim bir kitap vardı: Spinoza Felsefesi Öğrenen Hırsız (Lawrence Block), bir türlü bulamıyordum. Hayli zaman sonra  pek kitapçının bulunmayacağı bir semtte, yine bir pasajdaki küçücük bir kırtasiyenin dışarıdaki sepete koyduğu 1 liralık kitaplar arasında karşıma çıktı. (Şimdi yine nadirkitap’a baktım, yok kitap!) Ama en uzun iki maceram Hugo Grotius’un “Savaş ve Barış Hukuku” ile Adorno’nun “Otoritaryen Kişilik Üzerine”si. İlki 1967’de Ankara Üniversitesi yayınlarından Prof. Seha L. Meray çevirisiyle çıkmış, tam çeviri olmasa da TDK çeviri ödülü almış. Belki on yıl peşinden koştum, hatta bir keresinde makul bir fiyata nadirkitap’ta görünce, varlığına inanamayıp hemen evden fırladım almak için. Maalesef satılmıştı. Sonunda bir yayınevine danışmanlık yaparken, çevirmenin oğluna ulaştık. Heidelberg’de matbaa işiyle uğraşıyormuş. Türkiye’ye geldiğinde görüştük, çok memnun oldu ve kitap tekrar basıldı kırk yıl sonra, ben de kitaba kavuşmuş oldum. Adorno’nun kitabı için de benzer bir hikâye söz konusu. Bir online mezatta çok yaklaşmıştım almaya, ne var ki son birkaç saniye kala biri peyi arttırmış, kaybettiğimi anladığımda bütün kanım çekilmişti. Neyse ki onun da tekrar basılmasına ön ayak oldum. Hatta sonra ilk baskısını da buldum. Ha bir de Spencer Holst’un Dost’tan çıkan Kedilerin Dili isimli kitabı çok koşturmuştu beni. Bir türlü yakalayamıyordum. En sonunda, bir akşam, editörlük yapan yakın bir arkadaşım aradı, bir yazar elinden çıkaracağı kitapları yayınevine bırakmış, “gel istediklerini al” dedi. Kitapları “yağmalarken” Kedilerin Dili yüzünü gösterince inanılmaz sevinmiştim. Tabii onunla birlikte koli koli kitap götürdüm eve. Sağ olsun arkadaşım. Çanakkale, Bursa, Balıkesir, Strasbourg gibi yerlerde serilerimi tamamladığım da çok olmuştur. Hatta bir keresinde Paris’te yolda yürürken Paul Celan ve Clézio’nun kitaplarından oluşan anonim bir hediye bulmuştuk; bizim için bırakıldığına neredeyse eminim. Şimdi bir şey daha geldi aklıma: Alexander Döblin’in Berlin-Aleksander Meydanı’nın bir baskısını çok aramıştım, bayağı umutsuz durumdaydım. Bir gün bir sahaf pasajında artık laf olsun diye otomatik bir jestle bir satıcıya sordum kitabı. Şöyle bir düşündükten sonra “vardı diye hatırlıyorum, siz dolaşın bir bakayım” dedi, ama hiç ihtimal vermiyorum. “Allah bilir ne sandı?” diyorum içimden. Yarım saat sonra geldim, kitap orada. O kadar da düşük bir fiyat söyledi ki bir şey belli edeceğim diye bütün sevincimi bedenimin içine hapsettim, yüzümde herhalde blöf yapan bir pokercinin soğukluğu vardı. İnsanlık için küçük benim için büyük neşe kaynakları.
İmkânım olsa şehirlerarası uzun bir kitap avı turuna çıkmak isterdim. Ama nadirkitap’ın son geldiği halle birlikte işin tadı hayli kaçtı. En ucuz kitap yine de en alakasız yerlerden çıkar. Bir köprü altında, bir sokak köşesinde, bir pasajda, küçük bir taşra kentinde. O yüzden en sevdiğim kitap satıcısı kitaptan hiç anlamayan satıcıdır.
Hâlâ böyle ulaşmaya çalıştığım 3-5 kitap var, illa bir yerde buluşuruz.

5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Metis Bilimkurgu Serisi'ni tamamlayıncaya kadar bayağı uğraşmıştım. Philippe Ariès ile Georges Dubynin hazırladığı Özel Hayatın Tarihinin kitaplıkta olması hoşuma gidiyor. Aldığım en güzel hediyelerden biri kesinlikle. Dost’un Babil Kitaplığı serisini basmayı birden kesmesi çok kötü oldu. Acele etmeden tamamlıyordum, eksikler kaldı ve şu an çok pahalıya satılıyor. Seri tamamlamak genelde amaçladığım bir şey değil aslında, çünkü ilgimi çekmeyen bir kitabın kitaplıkta olmasını istemem. Serilerde çoğunlukla ilgimi çekmeyen kitaplar da olduğundan illa bu arayışa girmem. Çünkü o zaman iş salt estetik bir boyuta indirgenmiş oluyor ve açgözlülüğe giriyor sanki. Ama bazı yayınevlerinin ve bazı yazarların olabildiğince kitabını toplamaya uğraşırım. Mesela Ara-lık Yayınevi'nin basabildiği bütün kitapları toplamış olmaktan gayet memnunum. Hatta bununla ilgili ilginç bir hikâyem de var. Ara-lık’tan çıkan kitapların bir bölümünü edinmiştim ama bir kısmını bulmak zordu. Bir gün İzmir’de bir sahil kasabasında uçağın kalkış saatine yetişmeye çalışırken, hayvan yemi satan bir dükkânın önünde yerde sıra sıra Jean-Luc Nancy, Alain Badiou, Luce Irigaray kitapları görünce şoke olmuştuk. Hemen ikişer ikişer aldım tabii. Meğer yayınevinin sahibi o bölgeye yerleşmiş ve yayınevi battıktan sonra depoda kalan kitapları öylesine dükkanın önüne koymuş. Asıl şaşıran da o oldu aslında… Bu yazlık yerde bu kitaplarla ilgilenen bu tipler de kim? diye…
İyi Şeyler, Gece, Nisan, Kesit, Ara-lık, Mitos, Om kapanmasına üzüldüğüm yayınevleri. Hem çok güzel kitaplar basıyorlardı, hem de şimdi kapandıkları için bazı kitapları inanılmaz pahalıya satılıyor. Bu yayınevlerinden kitap buldum mu genelde kaçırmam. Helikopter’i de takip ediyorum, ama işte o da bu küçük günahlardan biri. Zira kataloğu içinde zaten başka yayınevlerinden çıkmış ya da daha önce basılmış kitaplar var. Estetik hırslardan biri.

6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Benim için böyle bir yazar yok ve olamaz. Çünkü okumak tek başına insanları değiştiren bir şey değil. Okuduklarınız üzerinizden akıp gidebilir, hele ki aklı beşer nisyan ile malûlken. Okumaya bir dert eşlik etmeli. Okuma o zaman daha tematik bir hal alacaktır ve gerçek bir fayda sağlayacaktır. Yoksa olay örgülerinden ve kuru bilgiden mürekkep bir yığın oluşur. Sosyal medyanın hakimiyetiyle birlikte bakıyorum insanlar birbirleriyle hiç alakası olmayan, bir güzergâh çizmeyen kitapları arka arkaya, dağınık biçimde okuyorlar. Kimsenin nasıl okuduğu beni ilgilendirmez elbette, ama bana göre bu doğru bir okuma yöntemi değil. Okumak için okumak ya da bir şeylerden, birilerinden geri kalmamak için okumak gösteri zevkinin ötesinde, ardında pek bir şey bırakmaz. Ayrıca bilginin kendisi de dünyayı değiştiren bir şey değil. Dünya eylemle değişir. Çok banal bir örnek vereyim, herkes sigaranın sağlığa zararlı olduğunu biliyor ama çoğu insan sigara içmeye devam ediyor. İnsanlar kötülükten bihaber oldukları için kötü değiller, kötülük işlerine geldiği için öyleler, dolayısıyla kitapların bu konuda yapabileceği bir şey yok. Bir insan allame-i cihan haline gelip, aynı zamanda aptal ve aşağılık biri olabilir.

7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Bu konuda değişmez bir mottom var. Nick Hornby’den aldım. Tam cümleyi şimdi hatırlamıyorum ama mealen şu: “İnanın hepinizi okumak niyetiyle aldım”. Ayrıca her kitabın hepsi okunacak diye bir şey yok. Bazen 10 yıl önce aldığım bir kitap birden benim için aciliyeti olan bir kaynağa dönüşebiliyor ya da birkaç sayfası, birkaç paragrafı, birkaç cümlesi için kitaplıkta durması içimi rahatlatıyor. Aldığım kitapların hepsini okuyamayacağım acı gerçeği bir gün kesin bir bilgiye dönüşecek, işte o zaman gerçek bir ayıklama işine girişmem kaçınılmaz olacak. Yoksa bir süre sonra kitaplar evi tümden işgal edecek.

8.
Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Sorana göre üç cevabım var. “Nasıl yani, sen kitapları okumak için mi alıyorsun?”, “Bunların hepsini okumuş olsam seninle niye muhatap olayım?” ve “Elbette okudum.”

9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Bu tür “ıskalama” sorularıyla tasalanmamaya çalışıyorum. Depresyona girer insan. Eskiden her gün kitap sitelerini tarar, o gün hangi kitaplar çıkmış kontrol ederdim. Artık o kadar çok yayınevi var ki ve o kadar çok yeni kitap ve yazar çıkıyor ki böyle bir takip imkânsız. Hele ki çeviri işi zihnen beni işgal ettiğinden eskisi kadar okuyamıyorken bu soruya cevap vermek çok cesaret kırıcı. Bir de açıkçası —elbette aralarında iyi yazarlar vardır ama— henüz okuyamadığım bir sürü önemsediğim kitap, yazar varken, hangi yeni yazarları kaçırdım diye üzülmek istemiyorum.
Yine de özellikle Ayla Kutlu, Selçuk Baran, Feyyaz Karacan, Peride Celâl kitaplarını merakla edindiğim ve okuma listemin başında yer alan yerli yazarlardan bazıları. Bir de daha fazla şiir okumalıyım.

10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Madem kitaplarla ilgili konuşuyoruz o zaman ilk ikisi bu konuda olsun. Biri en sevdiğim aktör olan Anthony Hopkins’in İngiltere-ABD arasında bir sahafla bir okurun yıllarca süren mektuplaşması hakkında. Kitapları ta İngiltere’den gönderiyorlar, harika bir dostluk hikâyesi: "84 Charing Cross Road" (Kesişen Hayatlar, 1987). İkinci film, imkânım olsa hayatta yapmak istediğim işle ilgili. Kitap dedektifliği. Büyük sanat filmi değil tabii, ama romanı da film uyarlamasını da çok seviyorum. Roman Polanski’nin Arturo Pérez-Reverte’nin Dumas Kulübü’nden filme aktardığı "The Ninth Gate" (9. Kapı, 1999). Sonuncusu da hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri, her şeyiyle mükemmel. Wim Wenders’in "Der Himmel über Berlin" (Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987). Zaten senaristlerden biri de Peter Handke. Giriş sahnesi çocuklar için felsefeye giriş gibi. Jürgen Knieper’in yaptığı müzikler de doyumsuz ve tabii meleklerin kütüphanede okuyanların zihnini dinlediği sahne var ki…
Bu sohbet için çok teşekkür ederim. Bir ara Sema Aslan’ın 30 Türkiyeli yazarla kitaplıkları üzerine yaptığı mülakatları okumuştum (Benim Kitaplarım, Doğan, 2009), çok hoşuma gitmişti ve imrenmiştim. Bu hevesim de bir nebze giderilmiş oldu.  Bir nebze diyorum çünkü ileride kitaplığımın çok daha fazla konuşulmayı hak edeceğini umuyorum.


MURAT ERŞEN


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir...

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı. ...

"Blasted" / Sarah Kane (1995, İlk Oyun)

 BLASTED- HAVAYA UÇURULDU Sahne 1 Leeds’de çok pahalı bir otel odası. Dünyanın herhangi bir  yerinde olabilecek kadar pahalı olanlardan biri. Büyük çift kişilik bir yatak Bir minibar ve buzlar içinde bekleyen şampanya Bir telefon İri bir çiçek demeti İki kapı. Biri  koridora, öbürü yatak odasına açılıyor. İki kişi girer . Ian  ve   Cate . Ian  45 yaşında, Gal doğumlu ancak hayatının büyük bir kısımını Leeds’de geçirmiş olduğu için aksanı kapmış biri. Cat e  21 yaşında, Güney Londra aksanlı orta sınıf bir güneyli. Gergin olduğunda tekliyor. Girerler Cate   kapıda durur odanın şıklığı karşısında şaşırmıştır. Ian  içeri girer.  Bir gazete yığınını fırlatır yatağın üzerine. Doğruca minibara gidip kendisine büyük bir bardak cin koyar. Kısa bir süre  caddeden dışarı bakar. Sonra odaya doğru döner. Ian   Bundan daha iyi yerlerde de işedim. Büyük bir yudum cin alır. K...