20'li
yaşlarımın başında tanıdım Murat Erşen'i. Hemen söylemeliyim; Paul
Nizan'ı okuyanların iyi bileceği üzere, kimse bana yaşamın en
güzel çağı budur demesin.
Bunalımlı
bir günümde –sanki uğraşacak başka işi yokmuş gibi– beni teselli etmek için
şöyle bir şey yazmıştı: çocukluk günlerimde, güneşin
doğuşunu görmek bile beni mutlu etmeye yeterdi. Güneşin üzerimdeki müşfik
varlığını hissettiğim kimi anlarda aklıma geliyor bu cümle ve “Eş'ârı böyle
söyler üstâd söyleyince” demekten kendimi alamıyorum. Şiirin insanı ne zaman
ve kim aracılığıyla yakalayacağı belli olmuyor.
2014 yılında Erdek’te askerdim. 5 ay boyunca –aklı başında– tertiplerime Rohmer’in meşhur filminden ilhamla yazacağım bir
yazıdan bahsedip durdum: “Erşen’lerdeki Gecem”. İki gece
evlerine misafir olduğum Cânâ ve Murat Erşen’in misafirperverliğinden,
tıka-basa kitap dolu evlerinden ve Murat ile –tıpkı şimdi bu yazıyı yazarken olduğu gibi– bir Ramazan ayında imsak vaktine kadar konuştuğumuz
geceden bahsedecektim. O gece, hayatımın o güne kadarki en güzel muhabbetini
yapmıştım, net. Konuşurken bazı yazarların ve kitapların ismini ilk kez yüksek
sesle telaffuz ettiğimi fark ediyordum ama daha hayret verici olan karşımdaki
adamın, Oruç Aruoba'nın Antichrist’e yazdığı önsözde söylediğine benzer “yerine
göre gökgürültüsü izlenimi veren, yer yer de matrak geçen” muhabbetiydi.
Bunu o gece bana hediye ettiği kitaplardan biri olan Ahlakın Soykütüğü Üstüne’yi
askerlik günlerimin telaşsız gece okumalarında da görecektim.
Benim gibi şiirin dingin sularında gezinmeye alışmış bir okura “Dilden önce düşünce var mıydı peki?” diye bir soru sorup tüm
gece neredeyse itham eder gibi konuşmuştu! Ne dediğinden öte, hakikati arayan
öfkeli bir duyuşun hangi derinliklerde gezindiğini düşünüp durdum sonraları. O
‘iyi adam’dan bahsedecektim işte, “Erşen’lerdeki Gecem” başlıklı
upuzun yazımda. Aylarca bu konuşmamız üzerine düşündüm. O kadar çok düşündüm, o
kadar çok düşündüm ki vardığım noktada yazabileceğim tek kelime kalmamıştı
elimde. (Dilden önce düşünce var mıydı emin değilim Murat ama sanki sen bana bu
soruyu sorarak dilimin sınırlarına varıp bu yazıyı yazmama engel olmak istemiş
gibisin.)
*
Murat
Erşen’i her şeyden önce bir entelektüel, kitapçoksever ve işine tutkuyla bağlı
bir çevirmen olarak tanıdım. En sevdiğim çevirisinin ise Gitmek/Yola
Çıkış (Jean-Luc Nancy, MonoKL, 2012) olduğunu söylemeliyim.
Bazen
bir fotoğrafımızın olmayışına hayıflanıyorum. Aşağıdaki harikulade cevaplar ise
benim için güzel bir teselli. Şairin dediği gibi, "dünyada
anılara bakıyorum".
M.
Milât Özçelik / 19 Mayıs ‘20
1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Kitapların dünyama girmesi görece geç bir zamanda oldu. Küçükken tüm günlerim spordan ibaretti. Bu yüzden harçlığımla aldığım ilk kitabı hatırlamıyorum maalesef. Üç dört şey hatırlıyorum: İlki, daha ilkokula başlamadan babamla Ömer Seyfettin’in hikâyelerini almamız. Her biri bir hikâyeydi. İnce, uzun ciltlerdi. Sonra ne oldu onlara acaba? İlkokulda bir öğretmenin fantastik kitaplar verdiğini anımsıyorum. Çok eğlenmiştim. Muhtemelen Binbir Gece Masalları’ndan öykülerdi. Sonra elime geçen bir Robinson Crusoe’yu arka arkaya yirmi kere falan okuduğumu unutmuyorum. Bir de lisenin ilk senesi edebiyat hocası ödev vermişti. Bir kitap okunacak ve hakkında yazılacaktı. Halide Edip’in Ateşten Gömlek’ini okumuştum. Çok keyif aldığımı ve kendi kendime “başka kitaplar da okuyayım, zevkliymiş” dediğimi hatırlıyorum, ama öyle olmadı. Nihayet evde Sabah Gazetesi’nin verdiği Nobel dizisinden aynı anda üçer kitap okumaya başladığımı, bir arkadaştan Kafka kitaplarını ödünç aldığımı anımsıyorum. Sonra sahaflara dadandım, bir daha da iflah olmadım.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Kitapların dünyama girmesi görece geç bir zamanda oldu. Küçükken tüm günlerim spordan ibaretti. Bu yüzden harçlığımla aldığım ilk kitabı hatırlamıyorum maalesef. Üç dört şey hatırlıyorum: İlki, daha ilkokula başlamadan babamla Ömer Seyfettin’in hikâyelerini almamız. Her biri bir hikâyeydi. İnce, uzun ciltlerdi. Sonra ne oldu onlara acaba? İlkokulda bir öğretmenin fantastik kitaplar verdiğini anımsıyorum. Çok eğlenmiştim. Muhtemelen Binbir Gece Masalları’ndan öykülerdi. Sonra elime geçen bir Robinson Crusoe’yu arka arkaya yirmi kere falan okuduğumu unutmuyorum. Bir de lisenin ilk senesi edebiyat hocası ödev vermişti. Bir kitap okunacak ve hakkında yazılacaktı. Halide Edip’in Ateşten Gömlek’ini okumuştum. Çok keyif aldığımı ve kendi kendime “başka kitaplar da okuyayım, zevkliymiş” dediğimi hatırlıyorum, ama öyle olmadı. Nihayet evde Sabah Gazetesi’nin verdiği Nobel dizisinden aynı anda üçer kitap okumaya başladığımı, bir arkadaştan Kafka kitaplarını ödünç aldığımı anımsıyorum. Sonra sahaflara dadandım, bir daha da iflah olmadım.
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Hadsizlik olmasın diye kitaplık diyorum, ama aslında bir kütüphane olduğu söylenebilir. Yani bir kitap da kütüphanedir, zira sayısız okur faydalanabilir ama öte yandan 10 bin kitap da hâlâ bir kütüphane değildir. Bu temelde ilgi alanıyla alakalı sanırım. Bir şiirsevere ya da tarihçiye kitaplığımı açarsam, onun için kütüphane olmayacaktır, aradığı pek çok eseri bulamayacaktır. Fakat bir felsefeci, sosyal bilimci ya da edebiyat sever girerse eve, artık biraz zor çıkar. Sonuçta bir insana ömür boyu yetecek kitap var kitaplığımda ama mesele hep ne aradığınızla alakalı. Bitmeyen bir yap boz gibi görüyorum. Çok kapsamlı bir kütüphanede bile her kitap olamayacağına göre, terfi ettirmek bize kalmış. Hep bir listem var, sanki bin, bin beş yüz kitap daha alsam eksik tamamlanacakmış gibi bir hissiyat, tabii bunun sonu asla gelmez.
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Manguel’in “Geceleyin Kütüphane” kitabının “Zihin olarak kütüphane” başlıklı bölümü kitap toplamayı yaşamsal bir gereksinim olarak duyan Aby Warburg’un sisteminden bahseder: Alman filozof Cassirer’in deyişiyle “[Warburg’un] kütüphanesi yalnızca bir kitap koleksiyonu değil, sorunlar kataloğudur”. Bu labirent gelişigüzel görünse de “kişisel ama mantıklı bir sıralama” takip eder. Entelektüel dünyasında en önemli sözcüklerden birinin Kompatibilitat, yani bağdaşma olduğunu söylüyor Manguel. Onun kütüphanesi “örgütlü düzene sahip bir hafıza”, o yüzden benzersiz bir kataloglama sistemi var. Konularına, hacimlerine, kütüphaneye kaydedilme tarihlerine vs. göre değil, “iyi komşu kuralı”na göre bir dizim. Son bir alıntı yapayım, gerisini okumamış olanlar okusun, daha keyifli olur. “Kişiye gereken çoğu kez bildiği kitap olmazdı. Başlığından pek anlamasa da yaşamsal bilgiyi içeren rafta o kitabın bitişiğinde duran bilinmedik komşusu olurdu.” Kısacası onun hayalindeki kütüphane her şeyden önce “çağrışımlar birikimi.” Kitaplarla ilgili bu haritalandırma bilgiyi geliştirmekte en önemli öğe. Aslolan kitabın nerede durduğu değil, aradığınız bilgiyi hangi kitaplarda bulabileceğiniz. Kitap hafızasında bir göndergeler sistemi yani. Yine de ikinci tercihim yazarlara göre dizmek olurdu herhalde. Fakat her yazardan çok sayıda kitap olamayacağına göre, bu bir süre sonra alt bölümlere ihtiyaç duyar ve iş fazla karışıklaşırdı. Yayınevine göre dizmek iyidir.
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
İmkânım olsa şehirlerarası uzun bir kitap avı turuna çıkmak isterdim. Ama nadirkitap’ın son geldiği halle birlikte işin tadı hayli kaçtı. En ucuz kitap yine de en alakasız yerlerden çıkar. Bir köprü altında, bir sokak köşesinde, bir pasajda, küçük bir taşra kentinde. O yüzden en sevdiğim kitap satıcısı kitaptan hiç anlamayan satıcıdır.
Hâlâ böyle ulaşmaya çalıştığım 3-5 kitap var, illa bir yerde buluşuruz.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Metis Bilimkurgu Serisi'ni tamamlayıncaya kadar bayağı uğraşmıştım. Philippe Ariès ile Georges Duby’nin hazırladığı “Özel Hayatın Tarihi”nin kitaplıkta olması hoşuma gidiyor. Aldığım en güzel hediyelerden biri kesinlikle. Dost’un Babil Kitaplığı serisini basmayı birden kesmesi çok kötü oldu. Acele etmeden tamamlıyordum, eksikler kaldı ve şu an çok pahalıya satılıyor. Seri tamamlamak genelde amaçladığım bir şey değil aslında, çünkü ilgimi çekmeyen bir kitabın kitaplıkta olmasını istemem. Serilerde çoğunlukla ilgimi çekmeyen kitaplar da olduğundan illa bu arayışa girmem. Çünkü o zaman iş salt estetik bir boyuta indirgenmiş oluyor ve açgözlülüğe giriyor sanki. Ama bazı yayınevlerinin ve bazı yazarların olabildiğince kitabını toplamaya uğraşırım. Mesela Ara-lık Yayınevi'nin basabildiği bütün kitapları toplamış olmaktan gayet memnunum. Hatta bununla ilgili ilginç bir hikâyem de var. Ara-lık’tan çıkan kitapların bir bölümünü edinmiştim ama bir kısmını bulmak zordu. Bir gün İzmir’de bir sahil kasabasında uçağın kalkış saatine yetişmeye çalışırken, hayvan yemi satan bir dükkânın önünde yerde sıra sıra Jean-Luc Nancy, Alain Badiou, Luce Irigaray kitapları görünce şoke olmuştuk. Hemen ikişer ikişer aldım tabii. Meğer yayınevinin sahibi o bölgeye yerleşmiş ve yayınevi battıktan sonra depoda kalan kitapları öylesine dükkanın önüne koymuş. Asıl şaşıran da o oldu aslında… Bu yazlık yerde bu kitaplarla ilgilenen bu tipler de kim? diye…
İyi Şeyler, Gece, Nisan, Kesit, Ara-lık, Mitos, Om kapanmasına üzüldüğüm yayınevleri. Hem çok güzel kitaplar basıyorlardı, hem de şimdi kapandıkları için bazı kitapları inanılmaz pahalıya satılıyor. Bu yayınevlerinden kitap buldum mu genelde kaçırmam. Helikopter’i de takip ediyorum, ama işte o da bu küçük günahlardan biri. Zira kataloğu içinde zaten başka yayınevlerinden çıkmış ya da daha önce basılmış kitaplar var. Estetik hırslardan biri.
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Benim için böyle bir yazar yok ve olamaz. Çünkü okumak tek başına insanları değiştiren bir şey değil. Okuduklarınız üzerinizden akıp gidebilir, hele ki aklı beşer nisyan ile malûlken. Okumaya bir dert eşlik etmeli. Okuma o zaman daha tematik bir hal alacaktır ve gerçek bir fayda sağlayacaktır. Yoksa olay örgülerinden ve kuru bilgiden mürekkep bir yığın oluşur. Sosyal medyanın hakimiyetiyle birlikte bakıyorum insanlar birbirleriyle hiç alakası olmayan, bir güzergâh çizmeyen kitapları arka arkaya, dağınık biçimde okuyorlar. Kimsenin nasıl okuduğu beni ilgilendirmez elbette, ama bana göre bu doğru bir okuma yöntemi değil. Okumak için okumak ya da bir şeylerden, birilerinden geri kalmamak için okumak gösteri zevkinin ötesinde, ardında pek bir şey bırakmaz. Ayrıca bilginin kendisi de dünyayı değiştiren bir şey değil. Dünya eylemle değişir. Çok banal bir örnek vereyim, herkes sigaranın sağlığa zararlı olduğunu biliyor ama çoğu insan sigara içmeye devam ediyor. İnsanlar kötülükten bihaber oldukları için kötü değiller, kötülük işlerine geldiği için öyleler, dolayısıyla kitapların bu konuda yapabileceği bir şey yok. Bir insan allame-i cihan haline gelip, aynı zamanda aptal ve aşağılık biri olabilir.
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Bu konuda değişmez bir mottom var. Nick Hornby’den aldım. Tam cümleyi şimdi hatırlamıyorum ama mealen şu: “İnanın hepinizi okumak niyetiyle aldım”. Ayrıca her kitabın hepsi okunacak diye bir şey yok. Bazen 10 yıl önce aldığım bir kitap birden benim için aciliyeti olan bir kaynağa dönüşebiliyor ya da birkaç sayfası, birkaç paragrafı, birkaç cümlesi için kitaplıkta durması içimi rahatlatıyor. Aldığım kitapların hepsini okuyamayacağım acı gerçeği bir gün kesin bir bilgiye dönüşecek, işte o zaman gerçek bir ayıklama işine girişmem kaçınılmaz olacak. Yoksa bir süre sonra kitaplar evi tümden işgal edecek.
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Sorana göre üç cevabım var. “Nasıl yani, sen kitapları okumak için mi alıyorsun?”, “Bunların hepsini okumuş olsam seninle niye muhatap olayım?” ve “Elbette okudum.”
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Bu tür “ıskalama” sorularıyla tasalanmamaya çalışıyorum. Depresyona girer insan. Eskiden her gün kitap sitelerini tarar, o gün hangi kitaplar çıkmış kontrol ederdim. Artık o kadar çok yayınevi var ki ve o kadar çok yeni kitap ve yazar çıkıyor ki böyle bir takip imkânsız. Hele ki çeviri işi zihnen beni işgal ettiğinden eskisi kadar okuyamıyorken bu soruya cevap vermek çok cesaret kırıcı. Bir de açıkçası —elbette aralarında iyi yazarlar vardır ama— henüz okuyamadığım bir sürü önemsediğim kitap, yazar varken, hangi yeni yazarları kaçırdım diye üzülmek istemiyorum.
Yine de özellikle Ayla Kutlu, Selçuk Baran, Feyyaz Karacan, Peride Celâl kitaplarını merakla edindiğim ve okuma listemin başında yer alan yerli yazarlardan bazıları. Bir de daha fazla şiir okumalıyım.
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Bu sohbet için çok teşekkür ederim. Bir ara Sema Aslan’ın 30 Türkiyeli yazarla kitaplıkları üzerine yaptığı mülakatları okumuştum (Benim Kitaplarım, Doğan, 2009), çok hoşuma gitmişti ve imrenmiştim. Bu hevesim de bir nebze giderilmiş oldu. Bir nebze diyorum çünkü ileride kitaplığımın çok daha fazla konuşulmayı hak edeceğini umuyorum.
MURAT ERŞEN
Yorumlar
Yorum Gönder