Ben
rıhtımdan suya atlarım
Altımda
balıklar
Üstümde
bulutlar
(Oktay Rifat)
Mesela ve öncelikle şöyle bir web
sitesi var: http://www.fikret-dogan.de/
Berlin'de yaşar. Geç Berlinlidir ama.
Gençliği, sabahın
köründeki sınava yetişmeye çalıştığı otobüslerde uyuya kalarak geçmiştir…
Gayet de briçsever bir insan.
Çeviri, yazarlık, seslendirme ve de tv'lere metin
yazarlığı da dâhil bir yığın iş yapıyor.
En son ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ın “Tuhaf
Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan” ve “Annedili”
romanlarını Almancadan çevirdi.
(İletişim’den çıkan
diğer çevirileri için bkz.: http://www.iletisim.com.tr/kisi/fikret-dogan/8248#.U42yqXIb7xU Ayrıca Metis Yayınları’ndan çıkmış bir Benjamin Stein çeviri de var: “Beyaz Tuval”.)
Gıcık bir
mütevazılığı vardır. Ne kadar az şey biliyorum der durur ama yazıları gözünüzü
oyar! (Birikim dergisi okurları ve eski Taraf şürekâsı
bana şahitlik edecektir.)
“Nobel Edebiyat
Ödülü” başlığını taşıyan yazısı kanımca “tüm zamanların” en iyi, en
çarpıcı, mizahıyla fezada seyreden köşe yazılarından biridir –gastenin spor
sayfasında çıkmış ve yine sporla ilişkili bir yazı olması ise yazıyı neredeyse
biricik bir kulvara taşıyor.
(Maazallah, kaybolur
filan… İnternet semalarına güvenilmez deyu aşağıya aldım.)
Bir de şu sütlü çay
mevzuu var tabii, çok sever.
(Yıllarca onunla
ortak bir alışkanlığım olsun için sütlü çay içmeye çalıştım, ama olmadı. Fiko,
inan ki 'motive olmak' için Red Kit’i bile düşündüm, fakat sütlü çay gerçekten
çok saçma geliyor: ya SÜT ya ÇAY.)
İki çocuğu var: Yunus ve Kiraz.
Oktay Rifat’ı çok sever, “hele
de son şiirlerini”…
Fikret Doğan bir daha çeviri
yapmayacak –ya da uzunca bir süre.
(Bu beni çok üzüyor.)
Her iktidarın (hatta
‘herkesin’) “beyin göçü”nden yakındığı ve kimsenin aklına gelmeyen “insan
göçü”nün hallolduğu bir Türkiye’de ailecek misafirim olacak –cebren bile olsa!
Anneme söyleyecem,
Yunus ve Kiraz için içliköfte yapacak.
Kahveye domino
oynamaya gidecez belki de, herkese benden sütlü çay! diyecem: eski dostum Fikret gelmiş...
***
Nobel Edebiyat Ödülü
Geçen perşembe günü
İsveç Akademisi’ndeki basın toplantısına katılan gazeteciler kulaklarına
inanamadılar; kimisi kendini çimdiklerken kimisi de yanındaki meslektaşının
böğrüne esaslı bir dirsek attı, bakalım rüyada mıyım değil miyim diye. Bu yılki
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan sanatçının adı açıklandığında herkes
şaşkınlıktan dut yemiş bülbüle dönerken, görkemli salonun duvarları ünlü Macar
spor gazetecisi ve filozof Laszlo Darvasi’nin boğazından kopan bir sevinç
çığlığıyla yankılanmıştı.
Halk arasında 18’ler
diye bilinen İsveç Akademisi’nin daha önce de defalarca akla hayale gelmedik
isimlere, daha doğrusu isimsizlere Nobel ödülünü vererek kamuoyunu terse
yatırdığı çokça görülmüştü. Ama bu kez, gene Philip Roth, Mario Vargas Llosa
gibi birçok namlı yazarın avucunu yalaması bir kenara, her türlü hayalgücünü
aşan bir karar sözkonusuydu. 18 daimi üyenin ödüle layık gördüğü kişi ne bir
yazar ne bir şair, ne de Winston Churchill gibi bir hatipti, tam tersine kıçı
kırık bir futbolcuydu. İşin komiği, bu futbolcunun, bırakın ömrü hayatında
kâğıda bir şeyler karalamış olmasını, okuma yazması bile yoktu.
Akademinin daimi
genel sekreteri Peter Englund ödülü kazanan sanatçıyı açıklamadan önce şöyle
bir girizgâh yapma ihtiyacını hissetmişti: “Futbol kırmızı bir gülü andıran bir
şiir, insanın yüreğini dağlayan bir hikâyedir. İşte bu yüzden bir futbolcunun
Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırılmasının zamanı geldi de geçti bile.”
Hayır, ödülü kazanan
futbolcunun adı ne Maradona ne de Pele’ydi. Hayatında ikinci ligden öteye
gidememiş, tek bir kupa bile kaldıramamış alelade Perulu bir topçuydu: Juan
Vargas Solano.
Peki ne yapmıştı da
bu adam Nobel’i almaya hak kazanmıştı? Ödülün gerekçesi, Solano’nun 1975
yılında kıytırık bir kupa maçındaki attığı bir pastı; evet, sadece ve sadece
bir pas. İsveç Akademisi’nin daha önce de bir yazarı tek bir eserinden dolayı
ödüllendirdiğine çokça rastlanmıştı: Örneğin Camilo Jose Cela ödüle yalnızca
“Pasqual Duarte ve Ailesi” adlı ilk romanıyla değer görülmüştü, bu da ömrünü edebiyata
adamış yaşlı Cela’yı o kadar kızdırmıştı ki, iki ay sonra İsveç Kralı’nın
huzurunda yaptığı ödül konuşmasında 18’lere paparayı basmaktan kendini
alamamıştı. Ama bu kez iyi oynanmış bir maç değil, özelliksiz bir pas
sözkonusuydu; yani bir şairin bir dizesinden ötürü ödül almasına benziyordu bu
durum. İşin tuhafı, amatör kamerayla çekilmiş görüntülerde Solano’nun maçın en
kötü adamı olduğu açık seçik görülüyordu.
Perşembe günü sabahın
köründe kendisini telefonla haberi bildiren kişiye Solano ağız dolusu küfürler
savurmuştu, çünkü böyle münasebetsiz şakalarla geçirecek zamanı yoktu. Ama az
sonra İsveç Büyükelçisi şehrin ileri gelenleri ve bir araba dolusu gazeteciyle
birlikte müjdeyi vermek ve büyük sanatçının elini sıkmak için kapısına
dayandığında Solano kederli bir ses tonuyla şu açıklamaya yapacaktı: “Bir şair
olduğumu hep biliyordum zaten. Uzaktan şut çekerken, kavisli bir hava topuna
yükselirken, sol açığın koşu yoluna pas atarken bir şair olduğumu biliyordum.
Tribünler bana küfrederken, hocam saha kenarından beni azarlarken, hakem
haksızca bana kırmızı gösterirken bir şair olduğumu biliyordum. Yalnızca
bildiğimi bilmiyordum.”
Nobel’in isimsiz bir
futbolcuya verilmesi ünlü Perulu futbolcuları çok kızdırdı. İsveç Akademisi’ne
ateş püskürenler arasında milli takım formasıyla en çok gol atan oyuncu
ünvanını elinde bulunduran Teofilo Cubillas da vardı; ona göre ödülün nedeni
siyasiydi. Solano iflah olmaz bir marksist, Tupac Amaru Devrimci Hareketi’nin
ateşli bir üyesiydi; sivillere karşı hiçbir şiddet eylemi gerçekleştirmeyen bu
solcu gerilla örgüt bütün dünyada büyük bir saygınlık kazanmıştı.
Öfke kusanlardan biri
de Maradona’ydı; ona göre ödülü kendisinin 1986’da bütün İngiltere takımını tek
tek çalımlayarak boş kaleye attığı gol almalıydı. Efsanevi futbolcu bu haksız
kararın FIFA tarafından iptal edileceğini iddia etti.
Söylentilere
bakılırsa, ödülü Hollandalı Rensenbrink’in 1978 Dünya Kupası’nın finalinde maç
1-1 iken 90. dakikada direkten dönen şutu kıl payı kaçırmıştı.
Peki, büyük bir
kalecinin müthiş bir kurtarışı, bir santrforun parmak ısırtan bir golü,
cengaver bir savunmacının topu çizgiden çıkarışı değil de, neden bir pas ödüle
layık görüldü? Peter Englund ödülün gerekçesini Alfred Nobel’in bildiği beş
dilde şöyle okumuştu: “Acımasız bir dünyada tek makul davranışın bir pas
olduğunu ironik bir dille göstermiştir.” Evet, ödüle değer görülen eser, bir
geri pastı.
Fikret Doğan
fikret.dogan@arcor.de
13 Ekim 2010, Taraf
Yorumlar
Yorum Gönder