–filmi henüz izlemeyenler
için son çıkış–
Ölü Adam’da William Blake, Hayalet
Köpek’te Yamamoto Tsunetomo, Sadece Âşıklar
Hayatta Kalır’da Christopher Marlowe’a duyduğu hayranlığı sâdık izleyici
kitlesiyle paylaşan Jarmusch, son filmi Paterson’da
şair William Carlos Williams ile konuşuyor. Elbette sadece yazarlara, şairlere
adanmış bir sinema değil onunki: Gizem Treni’ndeki
Japon çifle Elvis Presley’in izini sürerken, ilk filmi Sürekli Tatil’de Charlie Parker’ın müziğinde kendini arayan genç
bir adamdan dem vuruyordu.
Jim Jarmusch’un sineması,
bir saygı sinemasıdır. Bu düşüncem Paterson’la
birlikte iyice pekişti. Jarmusch filmlerinin her birini ayrı ayrı ya da ayırt
etmeden diyeyim, çok severim ama Paterson,
bence, şimdiye kadarki en rafine filmiydi. Kendi kitlesi dâhil, çoğunlukça
sıkıcı ve zayıf bulunması, işlediği konunun yoğunluğu şöyle dursun, zaten günümüzde
talibi iyice azalmış bir alana ait olmasından kaynaklı olduğu söylenebilir. Bu
saygı, salt yazarlar üzerinden yürüyen bir izlek de değil; Amerika’nın bütün
ötekilerinin, zencilerin, göçmenlerin, hiçbir eğretilik ve üsttenci alay barındırmayan
filmlerde kendilerine yer buldukları bir duruşun sinemasıdır.
Filmin son bölümlerinde,
sevdiği şairle aynı havayı solumak için binlerce kilometre öteden gelen adam,
bir Japon, boşuna demiyor, “şiirle nefes
alıyorum” diye. Bu karakter pekâlâ bir Türk de olabilirdi. Misal, Halil
Turhanlı. Ama tabii, saygı ve ciddiyetiyle bilinen bir toplumun ferdinden
seçilmiş olması bu noktada önemliydi. Çünkü konu şiir. İster mavi uçlu kibritler,
ister başka bir şey için yazılmış olsun, şiir ciddî iştir ve şairler bu dünyada
sevilmeyi, anlaşılmayı belki de en çok hak eden insanlardır. Bu yüzden
söylüyorum, Jarmusch sineması bir saygı sinemasıdır diye. Filmlerinde adı
geçen, üzerine konuşulan, resmi ya da kitapları görünen şairlere, yazarlara duyduğu
saygıyı kameranın ağır hareketinden, ne yakın ne uzak, ölçülü mesafesinden bile
sezinlemek mümkün. En azından benim için böyle.
Şiir, malûm, kelimelerle
yazılır. Ama onları nasıl dizeceğini iyi bilmeli. Bu anlamda bir yanıyla da
tecrübeyle yazılır şiir. Fakat bu da yetmeyebilir… Film boyunca yazdığı
şiirleri okuduğumuz Paterson, kendisi gibi defterine şiir yazan küçük bir kızı
fark edince onunla konuşur. Küçük kız, defterinden bir şiir okur ona. “Düşen… Su…” başlıklı bir şiir. Dikkatli
bir izleyici bunun o âna kadar Paterson’dan duyduğumuz bütün şiirlerden daha
güzel bir şiir olduğunu fark edecektir. Tam da bu yüzden kimselerle
paylaşmadığı şiir defterinin evin köpeğince lime lime edilişine çok da hayıflanmamıştır
izleyici. Nasılsa Japon şiir adamının kendisine hediye ettiği defterle yeni ve
daha sıkı bir şiirin kapısını aralayabilecektir. Yani, umulur ki.
Jim Jarmusch, ‘büyüklere’ duyduğu
saygı adına ihtişamlı filmler yapmaya devam ediyor. Bir yerde, kendi büyük
şiirini yazıyor.
hamiş:
Küçük kızın şiirini
şuradaki yazının sonuna aldım.
Çünkü yeri orasıydı.
Bir de, madem hamiş verdik…
Meraklısı, yukarıda kısmen
mesele ettiğim konuların nadide bir örneği için lütfen baksın:
Shi/Poetry (2010)
Yorumlar
Yorum Gönder