Ana içeriğe atla

Paterson (Jim Jarmusch, 2016) Üzerine Birkaç Sözcük


–filmi henüz izlemeyenler için son çıkış–


Ölü Adam’da William Blake, Hayalet Köpek’te Yamamoto Tsunetomo, Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’da Christopher Marlowe’a duyduğu hayranlığı sâdık izleyici kitlesiyle paylaşan Jarmusch, son filmi Paterson’da şair William Carlos Williams ile konuşuyor. Elbette sadece yazarlara, şairlere adanmış bir sinema değil onunki: Gizem Treni’ndeki Japon çifle Elvis Presley’in izini sürerken, ilk filmi Sürekli Tatil’de Charlie Parker’ın müziğinde kendini arayan genç bir adamdan dem vuruyordu.

Jim Jarmusch’un sineması, bir saygı sinemasıdır. Bu düşüncem Paterson’la birlikte iyice pekişti. Jarmusch filmlerinin her birini ayrı ayrı ya da ayırt etmeden diyeyim, çok severim ama Paterson, bence, şimdiye kadarki en rafine filmiydi. Kendi kitlesi dâhil, çoğunlukça sıkıcı ve zayıf bulunması, işlediği konunun yoğunluğu şöyle dursun, zaten günümüzde talibi iyice azalmış bir alana ait olmasından kaynaklı olduğu söylenebilir. Bu saygı, salt yazarlar üzerinden yürüyen bir izlek de değil; Amerika’nın bütün ötekilerinin, zencilerin, göçmenlerin, hiçbir eğretilik ve üsttenci alay barındırmayan filmlerde kendilerine yer buldukları bir duruşun sinemasıdır.

Filmin son bölümlerinde, sevdiği şairle aynı havayı solumak için binlerce kilometre öteden gelen adam, bir Japon, boşuna demiyor, “şiirle nefes alıyorum” diye. Bu karakter pekâlâ bir Türk de olabilirdi. Misal, Halil Turhanlı. Ama tabii, saygı ve ciddiyetiyle bilinen bir toplumun ferdinden seçilmiş olması bu noktada önemliydi. Çünkü konu şiir. İster mavi uçlu kibritler, ister başka bir şey için yazılmış olsun, şiir ciddî iştir ve şairler bu dünyada sevilmeyi, anlaşılmayı belki de en çok hak eden insanlardır. Bu yüzden söylüyorum, Jarmusch sineması bir saygı sinemasıdır diye. Filmlerinde adı geçen, üzerine konuşulan, resmi ya da kitapları görünen şairlere, yazarlara duyduğu saygıyı kameranın ağır hareketinden, ne yakın ne uzak, ölçülü mesafesinden bile sezinlemek mümkün. En azından benim için böyle.

Şiir, malûm, kelimelerle yazılır. Ama onları nasıl dizeceğini iyi bilmeli. Bu anlamda bir yanıyla da tecrübeyle yazılır şiir. Fakat bu da yetmeyebilir… Film boyunca yazdığı şiirleri okuduğumuz Paterson, kendisi gibi defterine şiir yazan küçük bir kızı fark edince onunla konuşur. Küçük kız, defterinden bir şiir okur ona. “Düşen… Su…” başlıklı bir şiir. Dikkatli bir izleyici bunun o âna kadar Paterson’dan duyduğumuz bütün şiirlerden daha güzel bir şiir olduğunu fark edecektir. Tam da bu yüzden kimselerle paylaşmadığı şiir defterinin evin köpeğince lime lime edilişine çok da hayıflanmamıştır izleyici. Nasılsa Japon şiir adamının kendisine hediye ettiği defterle yeni ve daha sıkı bir şiirin kapısını aralayabilecektir. Yani, umulur ki.

Jim Jarmusch, ‘büyüklere’ duyduğu saygı adına ihtişamlı filmler yapmaya devam ediyor. Bir yerde, kendi büyük şiirini yazıyor. 



hamiş:
Küçük kızın şiirini şuradaki yazının sonuna aldım.
Çünkü yeri orasıydı.

Bir de, madem hamiş verdik…
Meraklısı, yukarıda kısmen mesele ettiğim konuların nadide bir örneği için lütfen baksın:
Shi/Poetry (2010)






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir...

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı. ...

"Blasted" / Sarah Kane (1995, İlk Oyun)

 BLASTED- HAVAYA UÇURULDU Sahne 1 Leeds’de çok pahalı bir otel odası. Dünyanın herhangi bir  yerinde olabilecek kadar pahalı olanlardan biri. Büyük çift kişilik bir yatak Bir minibar ve buzlar içinde bekleyen şampanya Bir telefon İri bir çiçek demeti İki kapı. Biri  koridora, öbürü yatak odasına açılıyor. İki kişi girer . Ian  ve   Cate . Ian  45 yaşında, Gal doğumlu ancak hayatının büyük bir kısımını Leeds’de geçirmiş olduğu için aksanı kapmış biri. Cat e  21 yaşında, Güney Londra aksanlı orta sınıf bir güneyli. Gergin olduğunda tekliyor. Girerler Cate   kapıda durur odanın şıklığı karşısında şaşırmıştır. Ian  içeri girer.  Bir gazete yığınını fırlatır yatağın üzerine. Doğruca minibara gidip kendisine büyük bir bardak cin koyar. Kısa bir süre  caddeden dışarı bakar. Sonra odaya doğru döner. Ian   Bundan daha iyi yerlerde de işedim. Büyük bir yudum cin alır. K...