1994-95
gibi bir tarih olmalı. 6-7 yaşındayım. Akşam ezanı okunmuş. Evde olmam lazım
ama Mikâil abiyle cami bahçesinde, şadırvanın çatısı altında oturuyoruz. Abi
eve gitmem lazım, ananem çok kızacak diyorsam da nafile, ne zaman
sıvışmaya yeltensem ses etmeden kolumdan sıkıca tutuyor… Mikail o zaman en az
16-17 yaşında olmalı. (Yıllar sonra, isminin batıdaki karşılığının “Michael”
olduğunu öğreniyor ve zihnimdeki güzel imgesini “Maykıl” olarak kodluyorum,
nedense.)
Bizim
evin 3-4 koyununu, otarıp sahiplenecek kimse olmadığından Mikâil abilerin
kalabalık sürüsüne katardı ananem, çocukluğumun güzel yazlarında her gün
beraber çıkardık çobanlığa. Mikâil, varlığımdan memnundu. Çünkü saçlarındaki
beyazları çektiriyordu bana! Onlarcasını çekerdim ama birkaç güne yine beyazlar
görünmeye başlardı. Uygun bir taş bulur, kıçını toprağa sırtını taşa verir,
beni de yüksekçe bir yere oturtup beyaz avına zorlardı. Bazen
canı acısın da beni rahat bıraksın diye içine siyahları da katar üçer-beşer
çekerim saçlarını. Yine bir gün, hayvanları otardığımız mahalleye, çocuklar
bi’güzel yüzsün için belediyenin açtığı büyükçe bir havuzun kenarında sığırtmaç
sopamla durup yüzenleri izlerken, bir hain kostokun itmesiyle havuzun üç metrelik bölümüne düştüm. Ne kadar çabaladıysam da bir yere tutunamadım. Buraya
kadarmış diye düşünüyordum ki, (bu ilk karşılaşmamı saymazsak iki kez
daha ölümle yüz yüze geldim ve ikisinde de aynı şeyi söyledim: buraya
kadarmış! Nedense… Ölümle yüzleşmenin şaşkınlığından daha çok son sözümün
böyle oluşuna şaşırıyorum: Buraya
kadarmış!) oralarda olduğundan bile habersiz olduğum Maykıl ayakkabılarını
bile çıkarmadan atladı havuza ve kurtardı beni. Ala ala hey! Islanan
elbiselerimizi dikenli otlar üzerinde kuruttuk. Kuş bakışımla minnettar, klorlu
sular öksürüp durdum o gün.
Nerede
kalmıştık? Neyse işte mahalledeki herkes Müslümcü o zamanlar.
Maykıl, mahallenin abileri olarak kabul ettiklerimizden bir tık küçük. Abilerin
benim gibi bebelere gösterdikleri sevecenlik ona gösterilmiyor, boyuna erseleniyor.
Bu yüzden mütemadiyen bir şeyleri ispat çabasında. (Yabancı kuşun bile mahalle sınırları içinden
geçemediği yıllar, bıçkın adamlar çağı. Bir anlık gaflete düşüp de mahalleden
yürüyerek geçen yabancıların yedikleri dayakları mı anlatsam, kimseye bir şey demeden birden
fazla defa meydandan geçtiği için haşat edilen otomobilleri mi, yoksa sevilmeyen partilerin seçim otobüslerinin
ne hale getirildiğini mi… Bu mahalle bana daha çok şey yazdırır, doğru tekniği
bir gün keşfedebilirsem tabii! ) İşte, o akşam, şadırvanın altında, yine böyle
bir çabanın şahidi ve cesaret vericisi durumundayım: benden cesaret buluyor,
bulmak istiyor belki ama ben acayip korkmaktayım, Maykıl’ın elinde bir jilet,
gömleğinin düğmelerini tümden açmış, mahalledeki abilerin hemen hepsinin
yaptığı şeyi yapıp onların arasına katılma derdinde. (Her daim korumasında
olduğum, sigarasına kumar oynarlarken maskot niyetiyle beni yanından ayırmayan Selçuk
abiyi hatırlıyorum: annemden dinlemiştim, Selçuk’un annesi bir
şekilde ikna edip oğlunun sırtını keseleyeyim derken kollarını ve bağrını ne
hale getirdiğini görüp dehşete düşmüş, çok ağlamış, kendini paramparça etmiş
oğlum diye dert yanmış komşulara.) Jileti sıkıca tutan eli göğsüne gidip
geliyor ama bir türlü ilk çiziği atamıyor. Dişlerini olanca kuvvetiyle sıkıp
gözlerini yumuyor, acıya hazırladığı yüzünü ıkınırmış gibi çıkan bir sesle
bastırıyor ama olmuyor, jiletin acısından bile kesif bir acı var havada ama
olmuyor, olmuyor. Üstelik vakit yatsıya varmak üzere, ihtiyarlar doluşur
birazdan, Maykıl da biliyor bunu, bir an önce kanatıp göğsünü Müslümcü olduğunu
göstermeli artık, ama olmuyor işte. Olmadı. Sonunda pes etti ve yine hiç ses
etmeden eve gitmeme müsaade etti.
Maykıl
ile ilgili hatırlayabildiğim son anım bu. Sonrasında daha az görüşür olduk.
Sebebini bilmiyorum. Okulların açılması, sonraki yıllarda bana da gerek
kalmadan koyunların sürüye dâhil edilmesi ya da birkaç yıl sonra hayvanları ve
evi elden çıkarıp mahalleden taşınmamızla ilgili olsa gerek. Büyüdüğü bir türlü
kabul görmeyen, saçındaki erken beyazlamaya içerleyen, içerledikçe –ve çektikçe–
beyazlarını daha da çoğaltan o güzel adamı yıllar sonra bir çay bahçesinde
çalışırken gördüm. Mikâil abi nasılsın? diyecek oldum ki,
diyemedim. Saçlarına baktım, gelip geçen onca yıldan sonra işler tersine
dönmüş, beyazlar içinde siyahlar seçilir olmuştu. Selçuk, Kadir, Necmi… çoğunun
Almanya’ya gittiğini duymuştum. Maykıl kalmış demek, yahut gidememiş. Belki de
yakalanıp gönderilmiştir, kaçak yoldan yeniden gidebilmek için para biriktiriyordur… Böyledir.
Müslüm (2018) filmini izledim geçenlerde ve onun şahsında hayatımda
olup bitenleri düşündüm. Müslüm’ün bana hatırlattıkları Müslüm’den ibaret
değildi. Ağladık filan ama film maalesef kötüydü. Keşke yapımcılarımız
Hollywood tarzı film çekme hevesiyle işe koyulurken Hollywood’un biyografik bir
film çekerken ilgili kişinin hayatının küçük bir bölümüne odaklanan yaklaşımını
da benimseyebilseler. Araba değil ki insan 0’dan 100’e anlatılsın... Şöyle ki,
mesela 1994-95 gibi bir aralıkta, kariyerinin zirvesinde ve dönüşümün
eşiğindeki bir Müslüm’ü, Anadolu’nun ücra bir şehrinde, saf bir kalbin ona olan
sevgisini ve bunu ispat için çareyi kendini kanatmakta bulmasını işleseler ve o
güzel korkaklıkları da! Olmaz mı? Sonrası, yağmurun alıp götürdüğü gözyaşları
gibi zaten.
Yorumlar
Yorum Gönder