Tim Parks, keyifle okunan kitabı “Ben Buradan Okuyorum”da (Metis 2016), modern hayatın bize sunduğu bütün imkânlarla birlikte, beraberinde getirdiği hızın bütün kitap okuma pratiklerimizi değiştirdiğinden bahsediyordu. Akıllı telefonlar, iletişim olanaklarının kolay ulaşılabilirliği, cezbedici sosyal medya içerikleri derken, kesintisiz iki saat kitap okuyabildiği tek ânın metro yolculukları olduğunu, hatta bir doktora öğrencisinin gelen e-maillerini kontrol etme sıklığını azaltmak için, kendisine en az 5 dakikalık periyotlarla inbox’ını kontrol etme sözleri verdiğini anlatıyordu. Bütün bunlar kitap okuma, bir şeylere yoğunlaşabilme gibi durumlarda zihnimizi zor durumda bırakıyor. Kitaplarla kurduğumuz ilişkinin şeklini de süresini de değiştiriyor.
Kitap okumaya geç
sayılabilecek bir yaşta başladım. Uzun hikâye; bir anda arkadaşsız kalmıştım,
yalnızdım… Zamanla, biraz da tesadüfen, kitaplar sayesinde dünyadan çıkış
yolları bulabileceğimi anladım ve tereddüt etmeden onlara sığındım. İnancım
o ki ben onları bıraksam bile kitaplar beni bırakmayacak. William Hazlitt’in
deyişiyle; bir rüya, bir izzet kitaplar sayesinde hep yanıbaşımda
olacak.
Gogol, Atay ya da Salinger ile ilk tanıştığım, bir okur olarak kendi yolumu çizdiğim o günlere dair en güzel anılarımın, bugün hiç olmadığı kadar çok sayıda ve yoğun biçimde roman okuyan biri olduğuma dair anılar olduğunu söylemeliyim. Hayatın beni sürükleyip getirdiği şu 30’lu yaşların görece olgunluğu, vakitsizliği ve tedirginliği içinde o heyecan dolu kayıtsız günleri düşünüp hayıflanıyorum. O zamanlar, yeni keşfettiğim sağlam bir romanın son sayfalarını tuhaf bir biçimde ölüm düşüncesiyle bir arada sürdürürdüm! Bir gençlik marazı olarak kendini yerli yersiz belli eden kalp çarpıntılarıyla sürdürdüğüm okumalar sonlara doğru iyice yavaşlamışken, bir yandan da son paragrafı okumadan ölmemek için Allah’a yalvarırdım.
John Williams'ın (1922-1994) Stoner romanı beni o günlerime götürdü. Aynı yoğun duygular, kalp atışları ve hüzünle okudum kitabı. Durgun, handiyse sıradan bir hikâye aslında William Stoner’ın hikâyesi. Yine de, özellikle IX. bölümü okurken, Raskolnikov’un yaşlı kadının kafasına baltanın sapıyla vurduktan sonra kendini attığı Petersburg sokaklarındaki yürüyüşünü hatırladım. Demek oluyor ki duygular da anılar gibi fırsatını buldukları ilk anda ortaya çıkıp kendilerini hatırlatıyorlar…
William Stoner’ın, Columbia Üniversitesi’ne Ziraat eğitimi için yollanan taşralı yoksul bir çiftçi çocuğu olarak başlayan hayatı, 20. yüzyılın ilk yarısında dünyayı altüst eden iki büyük savaşı ve Büyük Buhran’ı parantez içine alıyor.
“Saygın hayat anlayışları kırık dökük olduğu için belleri bükülmüş iyi adamların çaresizlik içinde yavaş yavaş sağlıklarını yitirdiklerini görmüştü; kırık cam parçaları gibi boş gözlerle, sokaklarda amaçsız dolaştıklarını görmüştü; idama giden adamların buruk gururuyla arka kapılara yanaştıklarını ve tekrar dilenmelerine imkân verecek ekmek için el açtıklarını görmüştü; ve bir zamanlar kendi kimlikleriyle dimdik yürüyen adamların, bir şekilde batmayacak bir kurumun kadrolu çalışanı olarak keyfini sürdüğü küçük güvence yüzünden ona nefret ve kıskançlıkla baktıklarını görmüştü.” (sy.181)
Stoner’ın geçirdiği badireleri okurken bir yandan da dünyanın ahvalini görüyoruz. Oysa işyeri, birkaç sokak ötedeki evi ve arada kalan kütüphane binasından ibaret bir hayat onunki. Dışarının hırgüründen bir ölçüde -kendi içine kapanarak- korunmayı başarmış olsa da yaşadığı zaman dilimi onu tarihin gördüğü en talihsiz nesile mensup olmaktan kurtarmıyor. Aklıma, ister istemez Ernst Glaeser’in “1902 Doğumlular” adlı romanı geliyor. Bir de Prevert’in dizeleri: “Ah Barbara/ Ne hırboluktur savaş/ N'oldun şimdi sen/ O demir o çelik o kan yağmuru altında”.
İlk baskısını 1965 yılında
yapan Stoner romanı John Williams’ın 3. kurgu eseri. Türkçede ilk olarak
Koton Kitap tarafından 2013 yılında Özlem Güçlü çevirisiyle basıldı. Ağustos
2020’de ise aynı çeviri ile Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Peşisıra -ödüllü
son romanı- Augustus’u da bastı Yapı Kredi (bu kez Özlem Yüksel çevirisiyle).
Williams’ın bunun dışında 2 romanı, 2 şiir kitabı ve Rönesans dönemi İngiliz
şiirini konu edinen bir de antolojisi var. Özellikle Rönesans ve Ortaçağ yazını
hakkında uzun bölümler var Stoner’da.
John Williams’ın hayatının son 22 yılında herhangi bir kitap neşretmediğini, 50
yaşından sonra ölümüne değin sustuğunu görüyoruz. Özellikle otobiyografik
öğeler de taşıyan Stoner romanının
ölümünden sonra, 2000’lerin başında yeniden keşfedildiğini düşünürsek bu uzun
sessizliğe ilişkin bir fikir sahibi olmak güç değil.
Stoner’ın bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de daha çok okunacağını, sevileceğini düşünüyorum. Bu yüzden zaten apaçık, metaforlardan, dil oyunlarından uzak bir hikâyeyi özetlemeyi anlamsız buluyorum. Bütün bir hayatı kuşatan, modern bir başyapıt ile karşı karşıyayız: Stoner’ın bilgeliği tasarlayarak çıktığı yol, bir yerde hepimizi bekleyen sonun hatırlatıcısıdır.
M. Milât Özçelik
[İlk yayımlandığı yer, K24:
https://t24.com.tr/k24/kitap/stoner,530]
Yorumlar
Yorum Gönder