Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #39: Ahmet Güntan

  

Çocuktum, mahalledeki bütün arkadaşlarım bana sırtını dönmüştü. Vakit geçmiyordu, televizyon izlemekten patlayacak haldeydim. Yaz tatilinin bitimsiz zamanı üzerime çullanmıştı sanki. Kapadım tv’yi, perdenin ardından dışarıdaki çim alanda, bir gölge altındaki maç yapmaktan bitap düşmüş –eski– arkadaşlarıma baktım. Yanlarına gidemezdim artık. Çünkü önce ben sırt çevirmiştim hepsine... Sonra yapacak bir şey aradım. Annemin dikiş masasının üstünde –kardeşimin sınıf kütüphanesinden ödev hazırlama mecburiyetiyle aldığı ama okunmadan duran– bir kitap gördüm: Ölü Canlar, Gogol. Birkaç sayfa okudum ve içim neşeyle doldu. Çok iyi vakit geçirdiğimi hissettim. O gün anladım ki, bir gün herkes sırtını bana dönse bile sığınabileceğim bir şeydi kitap/lar. 
Kitabın tadına vardığım o yaz gününden 18-19 yaşıma kadar çok seyrek, belki de hiç kitap okumadım. Ama bir gün kitaplara döneceğimi biliyordum. Gizli hazinem gibiydi kitaplar. Vakti vardı. Bekleyebilirdi. Şimdilik ihtiyacım yoktu onlara. 
Okurluk serüvenimde (evet, okurluk, Antonioni’nin L'Avventura’sı gibi bir şeydir), ailemden ayrı görmediğim, aynı kanı taşıyormuşuz gibi bir hukuk geliştirdiğim yazarlarım oldu. Onların benim üzerimde hakkı olduğu gibi, benim de onlar üzerinde hakkım olduğuna inandım. Yazarlarımla yaşıyor, iç-sesimle söyleşiyordum. Buna rağmen, çok istediğim halde, yalnızca bir kez ‘yazarlı rüya’ görebildim: Ahmet Güntan, L.Y., E.Y. ve ben, alacakaranlıkta, Beyoğlu’nun ‘arka sokakları’nda yürüyorduk:
 
[Güntan, çekingenliğimi fark edip, Gel!. diyor, güzel gülüşüyle. Bir süre beraber yürüyoruz sokakları. Konuşup duruyor, bir şey, bir yer arıyorlar, bense, yalnızca ayak uyduruyorum onlara. Derken, aranan yer bulunuyor, yahut burası olsun deniyor. Sade bir görünümde, dışı ahşap, içi gözükmeyen, karanlık, esrarlı, bordo tentesi üstünde büyük beyaz puntolarla bir şeyler yazan mekâna giriyorlar. Lokanta-kıraathane arası bir şey. Kimse gel demiyor bu kez, ben de bilmiyorum neden, girmiyorum peşlerinden içeri. Öylece kalıyorum sokakta. Bir an, gökyüzüne bakıyorum, gün doğmak üzere. Sonra işte, dünyadayım yine.]
 
Yaklaşık 10 yıl şiir yazdım. Şiirle yatıp kalktım. Sonra pes ettim, belki de bıktım... Şiir yazdığım yıllarda, Ahmet Güntan ismi Türk şiirinde bir güneş gibiydi. Türkiye’de şiirin hangi veçhesine dönseniz onun adı müşfik bir şekilde gülümsüyordu size. Ulaşılabilirdi. Konuşulurdu. Hep yakındı. Güzel’in peşindeydi. Rüzgârı görüyor, şair çocukları kolluyordu… O günlerde neyse, kimse, şimdi de öyle. Zannedildiğinin aksine ‘Tek’, –gilleri yok. Hep kendinin ergeni. 

Hikâyemi anlatmaya, “tekrar, tekrar, tekrar,/ baştan başlamak istiyorum.” Beni yetiştiren yazarlarıma/şairlerime sığınmak istiyorum;  “gel, her şey herkese anlatılmıyor.” Ve içime işlemiş dizeleri, iç-sesime bulayıp, temrin ediyorum:

“güneşin altında radyo dinleyen çocuk
sen bu dünyaya mı aitsin
(…)
göğe ara sıra başını kaldır bak öyleyse
kendine ait bir yıldız bulabilir misin
içinde hiç bir şey olmayan bir dünya özlüyorsun”
 
M. Milât Özçelik / 26 Temmuz ‘22
 
1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Hayır, hatırlamıyorum. Daha doğrusu harçlık diye bir şey aldığımı hatırlamıyorum. Benim çocukluğumda, 1960’larda harçlık yoktu sanki, öyle hatırlıyorum.  Biz çocuklar bir şey isterdik, istediğimiz ya alınır ya da alınmazdı, ailenin o günkü durumuna göre. Ama babam kitap almama en zor şartlarda bile izin veren bir insandı. Bizim evde kitaba “hayır” dendiğini hiç hatırlamıyorum, bu kendi paramı kazanmaya başladığım 20’li yaşlarıma kadar böyle sürdü. Ben ortaokuldayken babamın işleri bozuldu, o zaman bile istediğim her kitabı almama izin verirdi. İlk neler okudum? Teksas, Tommiks, Mandrake, Küçük Prens (Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i değil, Adnan Şakrak’ın çıkardığı çizgi seri), bunların yayın hayatına başladığını, ilk sayılarını (“fasiküllerini”) aldığımı hatırlıyorum, ilkokulun ilk yılları. Jules Verne’ler, mesela İki Sene Mektep Tatili, hâlâ çok severim. Doğan Kardeş Yayınları, mesela Cahit Uçuk. Albert Schweitzer’in anılarını okuduğumu hatırlıyorum. Kafamda net resimler var: ablamla uyku öncesi yatakta el feneriyle kitap okuduğumuzu hatırlıyorum. Ansiklopediler: Hayat Ansiklopedisi, Aile Ansiklopedisi. Sokakta oynarken birden eve döner ansiklopedi okurdum. Bir aile toplantısında koltuğun üstüne çıkıp Aile Ansiklopedisi’nden Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’sini okuyup alkışlandığımı hatırlıyorum. Bunlar hep ilkokul… Sizin sorunuzdakine en yakın seçim herhalde ilkokul 4. sınıfta apandisit ameliyatı için hastaneye yattığımda, bana ne istediğimi sorduklarında Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş kitabını istemem olabilir. İlk bilinçli edebiyat seçimi. Nereden duyup merak ettiğimi kim bilir? Varlık Yayınlarından sarı kapaklı kitap. Hastanede elime aldığım ânı şimdi gibi pırıl pırıl hatırlıyorum.
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya terfi eder?
Kitaplık denince bana insanın karışık meraklarıyla topladığı, sınıflandırılmamış daha az sayıda kitap geliyor. Mesela ODTÜ’de okurken Ankara’da kaldığım evdeki 100 kitaplık raf benim için kitaplıktı. Agah Özgüç’ün Türkan Şoray kitabı Kierkegaard’ın günlükleriyle yan yana dururdu. O halini de çok severdim. O zamanlar kütüphane denince benim aklıma ODTÜ kütüphanesi gelirdi. İnsanın kendi kütüphanesi fikri cazip ama sıkıcı bir fikir. Kitaplar çoğalmış, sınıflandırılmış, dışarıdan bakan gözün izlenimini de hesaba katan bir kimlik kazandırılmış bir koleksiyon… Elbette bunlar senin kitapların, elbette senin merakların oradaki masumiyet payını yadsımıyorum, ama işte eninde sonunda Ahmet Güntan’ın Kütüphanesi, bir kurumsallığı var, bana itici geliyor. Böyle bir kütüphane ben de kurdum elbette. Kütüphane beni kitaplarımdan, çalışma masası çalışmaktan alıkoydu. Sonunda yine salonda, el altında tuttuğum daha az sayıda kitaptan oluşan bir kitaplığım olurdu, kütüphane odasını ise cigaralık sarmak için kullanırdım. Sonunda şöyle oldu: Bundan 6 yıl önce bir gün İstanbul’a dönerken yolun sonunda beni bekleyen Ahmet Güntan’a “girmek” istemediğimi fark ettim, boğucu geliyordu. Sırf kitaplar değil, evdeki her şey üstüme geliyordu. Masumiyet Müzesi gibi, yılların getirdiği anılar, o anlam fazlalığı beni itiyordu. O evden giysilerim, bilgisayarım, mukavva kutulara koyduğum 30 kitapla çıktım, İzmir’e geri döndüm. Hafif Süvari. Evi kendisine bıraktığım arkadaşım kitaplarımı bıraktığıma inanmayınca onunla bir kira sözleşmesi yaptım, ileride evden çıkarken kitapları yanında almazsa yüksek bir ceza ödeyeceğine dair bir madde koydurdum. O zaman anladı. Bu çıkışıma en büyük övgüyü Ferit Edgü’den aldım, bunu becerebildiğime göre büyük bir olgunluk seviyesinde olduğumu söyledi. Ferit Bey’den böyle cesaret verici bir iltifat almak öyle kolay bir şey değil… 6 yıldır satın aldığım kitapları okuduktan sonra yakınımdaki bir sahafa ücret beklemeden bırakıyorum, tabii şimdi 30 kitaptan daha fazlası var, ama artık rafım yok, hepsini sınıflandırmadan plastik saklama kutularına koyuyorum, tozlanmasın diye. İngilizce kitapları da Kindle’dan okuyorum. Ne yazıyorsam hâlâ kucağımdaki bilgisayarda yazıyorum. Hafif süvariyim, kişisel kütüphane bana göre değil.
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perecin Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Dediğim gibi, artık dizmiyorum. Ama kütüphanem varken türlere göre ayırır, yazar ismine göre alfabetik dizerdim. Bir de çok sevdiğim, kolay bulmak istediğim yazarların bütün kitaplarını türüne bakmadan koyduğum bir bölüm vardı kütüphanede. İsmini vermemden hoşlanmayacağı için isim vermeyeyim, bir arkadaşım okuduğu kitapların okuduğu sayfalarını yırtıp atarak ilerlerdi ben bu kadar ileri gidemem ama çok imrendiğim bir yöntem olduğunu itiraf edeyim. Bence kütüphaneler kamusal olmalı.
 
4.
Artık nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Yılın epey bir ayında bir köyde yaşıyorum. Aniden Türkçe bir kitaba ihtiyacım olduğunda internetten hemen korsan pdf’ini indirip Kindle’a atıyorum. Her şey 3 dakika içinde halloluyor. Korsana karşı değilim. Güzel bir kitabı elime almayı ben de severim ama Kağıdın Dokusu - Mürekkebin Kokusu gibi takıntılarım yok. “Bu adam bibliyofil değilmiş, niye bu soruşturmaya aldım” diye pişman olmadınız değil mi?
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Artık kitap biriktirmediğimi söyledim. O yüzden şu anda evde bulunan kitapların arasında seri olarak görebileceğim bir tek 160. Kilometre’nin kitapları var çünkü 160. Kilometre’nin verdiği mücadelenin bizzat içindeyim. Şiirin kapitalizme direnmesinde son 10 yıldır büyük bir görev üstlendik. Şiirin çapaçula teslim olmaması, genç şairlerin şiire gireceği alternatif kapıların açık kalması, son yıllarda şiire de bulaşan hoyratlığı dışlayan sakin bir alan oluşturulması, şiirin kendi üstüne düşünebildiği örneklerin çoğaltılması bunlar için mücadele ediyoruz. O yüzden 160. Kilometre’nin kitapları benim için duygusal bir koleksiyon. Kapanmış yayınevleri içinde özlediğim hangileri? 1960’ların 1970’lerin Bilgi Yayınevi’ni çok güzel duygularla hatırlıyorum. De Yayınevi’ni tabii ki… Memet Fuat’ı özlüyoruz hepimiz.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walserden bahsederken, Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)? 
Sait Faik daha çok okunmalıydı. Okurken öyle yerlere getiriyor ki insanı, oradan ufak bir sıçrayış daha yapsan sanki dünyanın metafizik sırrına ulaşacakmışsın gibi insanı iyi eden bir anlatısı var. Daha fazla okunsaydı ne değişirdi, o da bilinmez, Herman Hesse insan iradesine inancın merkezde olduğu bir yüzyılın adamı. 21 yüzyılda işler artık öyle değil…
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Edmund White kendi kuşağının ahiret kapısında okumadığı kitaplardan hesaba çekileceğini düşünen son kuşak olduğunu yazıyor anılarında. Benim kuşağım da bence böyle bir suçluluk hissine sahip son kuşak. O yüzden 60 yaşını geçtikten sonra ben kendimi ayıbımı örtmek için okumaya verdim. Etrafımda ne okunduğuna bakmaksızın kendime göre bir okuma planım var. Alıp da henüz okumadığım kitaplara mesajım “Bekleyin, sıra size de gelecek” olur. İllâ almış olmam da gerekmiyor, sırası gelince gidip alacağım.
 
8.
Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
“Aslında buradakilerden daha fazlasını okudum” bunu demek isterim, soran kişinin nasıl biri olduğuna bakarak bunu bazen derim, bazen demem, içimde tutarım. Bizde çok okuyanı sevmezler biliyorsunuz. Tim Parks’ın kitapları bitirmeden bırakabilirsiniz tavsiyesinden sonra epey kitabı da öylece bıraktım gitti. En son Edmund White’ın son kitabı “A Previous Life”ı (2022) yeterli miktarda zevk aldığımı düşünerek sonunu getirmeden yarısında bıraktım.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Nezihe Meriç benim ıskaladığım bir isim. Murat Yalçın çok sever, o sevdiği için iyi bir yazarı ıskaladığımdan eminim. Bir gün mutlaka okuyacağım. Iskalandığını düşündüğüm yazar ise Hüseyin Rahmi Gürpınar. Meşhurdur, kitapları basılır ama edebi değerinin hak ettiği kadar verilmediğini düşünüyorum. Çok büyük bir yazar.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Yazarken tıkandığımda zihin açıklığı için, kaybettiğim yolu bulup o yola tekrar geri dönmek için mutlaka Ingmar Bergman seyrederim. Büyük bir yazar Bergman. Ondan herhangi bir üç film olabilir. Biri mutlaka Sessizlik olsun.

 AHMET GÜNTAN

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka