Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #40: Orhan Koçak

  


Masamda
Halil Cibran kitapları
Saatin farkındayım
O sırada Deli’yi okuyorum
Kırık KanatlarErmiş, Asi Ruhlar...
Peş peşe ve muntazaman:
Okundukça soldan sağa geçiyor kitaplar
Sonra beklediğim ses:
–KÜTÜPHANE KAPANIYOR!
Arka köşede, bir başımayım
Her zamanki yerimde, edebiyat bölümünde

Bir an,
bu gece burada kalsam, diyorum
Geceyi kütüphanede geçirsem
Nasılsa gelip arkaya bakmayacaklar
Bir Zivkoviç öyküsü olsam bu gece
Yapabilir miyim?
Yatağımda bile uyumakta güçlük çeken ben
Sabahı çıkarabilir miyim?
İyi ama
gündüz gözüyle yaptığımdan başka
ne yapabilirim kalsam?

Anahtar şıngırtısını duyunca
korkaklığım sorularıma galebe çalıyor
–BENİ BEKLEYİN!
–Sen burada mıydın, bağırdık duymadın mı?
–Toparlanıyordum.

Birkaç ay sonra
ben de kütüphaneci oluyorum: part-time
Sonraları
zihnimde bir muska gibi taşıdığım
şu Philip Larkin sözünü okuyorum:
“Yapmak istediğiniz bütün o şeyleri başaramadığınızda
ve yapmamak istediğiniz bütün o şeyleri
yapmamayı başardığınızda
olduğunuz şeydir kütüphaneci!”
Emin değilim
öncesinde okusam değişir miydi bir şey
çıkabilir miydim bu cendereden?

(Biri yazmıştı, ama kim:
aradımsa da bulamadım
Bir cümleden uzun değil zaten
öyle olsa uyduruyorum sanırdım:)

ODTÜ kütüphanesinde,
“X” adlı kitabı daha önce kimlerin edindiğini merak etmiş, biri
Arka kapağın içine ilişik duran kitap ödünç kartında
hâlâ tek bir ismin yazılı olduğunu görmüş:
Orhan Koçak
Şaşırtmayan ama mutluluk veren bir karşılaşmaymış

Saygı
sevgi ile çekincenin kovalent ilişkisinden doğar
iki sıkleti zayıf şeyin bir araya gelince tunçlaşan duygusu
Neredeyse somut bir erim
Orhan Koçak’ın yazılarının bendeki tezahürü bu işte:
Mesafesini bilen bir saygı

Her daim öfkeli ama candan
ve şiirin külünü
düzyazının sesine kardığı yazıları
o kütüphane günlerinden/gecelerinden miras
gibi geliyor bana

“Kimse” demişti Cibran
[Yusuf Atılgan’ın “Çıkılmayan” öyküsündeki
yağmacı memur gibi tedirgin hissettiğim
o gece not almışım:]
“gece patikasını geçmeden şafağa erişemez.”
O ‘patika’yı geçemedim
Korkulu ustalığın oylumu içinde hep acemiyim:
“Uzun yaz gecelerinin durgunluğunu, geniş yapraklarının salıntısı
ile tamamlayan gizli bitkiler gibi”

–Beckett gibi yazıldıysa onun sözüyle bitsin:
“Anlayabilen anlasın.
Işığı kapatıyorum.”
 
M. Milât Özçelik / 25 Ağustos '22
 
1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Hiç hatırlamıyorum. Çelik Bilek de olabilir, Michel Zevaco veya Mim Turhan Tan da. Bunun herhangi bir önemi var mı?
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Bunların arasında ne gibi “manalı” bir fark olabilir ki. Ben çoğu zaman evdeki kitaplar arasında demeyi yeğledim. Bu “ev”e bazı ahbapların evleri de dahildi. Ayrım, kütüphane/kitaplık ile kitapçı arasındadır. İkincisinde parayla istediğimizi yaparız. Alıp atmak da dahil.
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Alfabetik, alfabetik… Özellikle benim gibi belleği zayıflamış vakalar için. Ama yayınevine göre dizen varsa eğer (ben hiç duymadım), tatlı budalalığa da saygım sonsuzdur. Ama şunu söylemeliyim: kitabın en önemsiz öğesi yayınevidir, alıcısından bile önemsizdir.
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Aptullah Şinasi’nin (yoksa Aptülhak mı idi?) “Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği” kitabı bir vakit elime geçti (45 yıl filan olmalı) ve sonra dostlarım tarafından kamulaştırıldı. Sonra çok aradım, fazla çaba da göstermeden, ama ya ailenin, varislerin, ya da avukatın mendeburluğu yüzünden kitap bir daha basılmadı. Niye önemli bulmuştum o sırada, onu da unuttum. Bir de böyle Londra’da 90’lı yıllarda Charing Cross Caddesindeki sahaflarda ressam, şair, sanat tarihçisi ve Melanie Klein takımından Adrian Stokes’un “Smooth & Rough” ve “Inside Out” kitaplarını aramıştım, bir 40 yıl önce Faber & Faber yayınevinden çıkmış. Çoğu satıcı veya tezgâhtar adamın adını bile duymadıklarını belli edecek şekilde (ve bundan da nerdeyse gurur duyduklarını hissettirerek) raflara veya içeriye bakmadan “sorry”yi yaptırmışlardı; ama bir dükkânda daha cerbezeli görünmek isteyen herif, o sırada yeni çıkmış olan masaüstü bilgisayarına baktı ve “it must be way out of print” dedi. Baskısı bin yıl önce tükenmiş olmalı. Şaşırmadım, bizde de sadece son 5 yılda çıkmış kitaplara itibar eden bir seyirci kitlesi olduğunu biliyordum.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Seri mi? Elbette benden araklanmış olanlar, hırsız kardeşimin bunlardan “tutarlı bir bütün” oluşturacak kadar okuması yazması olmasa da. Kapanmış yayınevlerinin çoğu için ancak “iyi oldu!” diyebiliyorum. Mesela Kaynak Yayınları veya öbür kontrgerilla yayınevi, Kırmızı Kedi (?) hâlâ açık mı? Yeditepe’nin kapanması, Yankı Yayınları’nın kapanması (Tahsin Yücel’in “Yaşadığım Gibi” kitabı oradan çıktıydı) bende keskin bir eksilme duygusu yaratmıştı, tam olarak bir organım gitmiş gibi hissetmesem de.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Yazarların dünyayı daha güzel kılmakla vazifelendirildiklerini hiç düşünmedim. Ama yazarların yüzde 99.99’u böyle düşünmüyordur tabii. Mesela Samuel Beckett bile “şu zavallı pislikler biraz Joyce, biraz Proust okusalardı daha az mülevves, daha az öldürülesi olabilirlerdi” diye bir umut beslemiş olabileceği izlenimini veriyor.
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Kitapların teselliye ihtiyacı var mıdır, son (ve ilk) kertede onların birer maddi “obje” olduğunu düşünürsek? “Şişeye koyup okyanusa atmak” romantizması da her zaman rahatsız etti beni, Adorno’da da gördüğümde hiç yakıştıramadıydım. Kitap okunmak için yazılmıştır ama okuru çağırmaz. Bu zahmeti göstermeyi karşı tarafın idrakine, insafına bırakır. Dangalağın birinin iyi bir kitaba el attığını gördüğümüzde “harflere yazık” deriz.
 
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Elimin erişebileceği yerde bir maşa veya beyzbol sopası yoksa, veya soran bütün bu dünyanın sahiden dışından değilse, “bunlar bana bu evin önceki sahibinden kaldı, rahmetli yayıncıymış” filan gibi bir cevapla sıyrılıyorum. Ya da etrafta “Sansar” (usta hırsız Seyhan Erözçelik) yoksa, ki uzun süredir yok, “çoğu imzalıdır, seç seç al” diyorum. Elim havan tokmağını bulmuş oluyor o arada.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Buna benzer sorularla (“kadri bilinmemişler”) çok karşılaştım son aylarda, hatta yıllardır, onyıllardır, on sekizinci yüzyılın sonlarından beri (demek Şeyh Galip’in göz kamaştırıcı ışığı sönüp de arta kalanlar pek görünmez olduktan sonra). Dolayısıyla şöyle bir “paspartu” cevaba hakkım olduğunu düşünüyorum: eğer burada, özellikle şu son 40-50 yılda okunduysa, her yazar ıskalanmıştır. Ece’nin dediği gibi, “bir ağızdan, hep birlikte” harflere yazık ettik. Bizim gözümüz değmemeliydi onlara.
Ha, Ayhan Geçgin daha çok okunsun isterdim, ben bir iyi niyetli Halk Partili reformcu olarak. Kapital kelleyi biraz daha zorlayarak okunsun, mümkünse Almancasından okunsun, onu da isterdim. Heyhat, ben de Almanca bilmek ve Christian Morgenstern’i aslından okumak isterdim.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Bitirelim, bitirelim, her bakımdan! Sanırım yerli bir liste isteniyor. En başta Zeki Demirkubuz’un başyapıtı var, “Kader”. Hemen yanında, tahmin edileceği gibi, “yalnız ve güzel ülkemin” yüz akı Nuri Bilge’nin (bu tuhaf, bulanık sözün bu insana yapışıp kalması ne kötü oldu) “Üç Maymun”u. Üçüncüsü de, (bizim acıklı Aydınlanma Bilgesinin Türkçeye kazandırdığı deyimle) “entel dantel” dostlarımdan biraz utansam da, kendim hiç utanmadan, gururla savunabileceğim bir film: Ertem Eğilmez’in “Arabesk”i (1988). Coşkun Göğen’in daha kötü filmlerde de severek izlediğimiz “Tecavüzcü Coşkun” figürü muhteşemdir. İtiraf edeyim, Lütfü Bey’in filmleri, belki “Vesikalı Yarım” dışında, her zaman biraz yavan geldi bana; hele Satyajit Ray’la kıyaslayınca.  
  
ORHAN KOÇAK
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka