Ana içeriğe atla

Kavur ve o düşsel virüs

 

Fırat Özeler’i ve Kavur’u (2023) bir Twitter (X) paylaşımıyla fark ettim, öğrendim. “Biraz oyunbaz olsun istedik”diyerek paylaştığı film afişine uzun uzun baktım önce. Gözlerini huzurla yummuş bir Ömer Kavur fotoğrafı, “annenannemin evi”ne doğru süzülen patika yola dönmüştü yüzünü. Fotoğrafın altında kırmızı kalemle, “Keşke her şeyi unutabilsem” yazılmış. Bir başka yerde, “tefeciye borç” ve bence en güzeli, zaten bir çocuğun gözüyle hazırlanmış afişteki en anlamlı not: “Çocukken dua ederdim.” Bulutlar, fincan lekeleri, posta pulu, tren biletleri... Tilbe Saran, Funda Eryiğit ve Cem Yılmaz isimleri de cabası. Ömer Kavur üzerine bir belgesele kayıtsız kalamamak şöyle dursun, bu kadar güzel bir afişe hayran olmamak, aralanmış kapıdan içeri girmemek elde miydi?

Şöyle bir şey yazdım Özeler’e: “Ne kadar güzel, içten, sıcak bir afiş... Çocuk yaşta TV’de bir Ömer Kavur filmi (Gece Yolculuğu) ile karşılaşmıştım. O kadar etkileyiciydi ki, şimdi o ânı hayatımın ilk şiirsel karşılaşması, belki de şiir denen şeyle ilk temasım sayıyorum. Filminizi izlemek için sabırsızlanıyorum.” (Mart, 2023)

İlkgençliğimden bu yana çözemediğim şey: Mecburiyetten mi yoksa dünyada bağlanacak, ona hayatını adayacak daha iyi bir şey bulamadığımdan mı ya da –beni en çok korkutan şey– buna görevli kılındığım için mi bilmiyorum, şiire râm oldum. Şiirsel olana duyduğum yakınlık beni hâlâ şaşırtıyor. Neden, niye ben? Başkaları da var; biliyor, görüyorum. Çok azlar ama varlar işte, hep vardılar... Bu varlık bilincinin öğrenilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Verili geliyor iddiasında da değilim ya da “kategorik buyruk”la da açıklamıyorum. Kişisel tecrübem bunun ancak bir virüs, yalnızca ruha sirayet edebilen, edilebilen bir virüs marifetiyle olabileceği yönünde. Madde olarak bile neredeyse madde-dışı görünen virüslerin karmaşık tabiatını düşününce, belki de düşsel bir virüs. İşte, bu düşsel virüsü Ömer Kavur’dan kaptım, artık biliyorum. (Daha iyi bir cevabım yok.)

Kumanda elimdeydi, adamın biri harabe görünümdeki taş evlerle dolu yamaca bakıyor, kimsesiz sokaklarında geziniyordu ve boyuna içinden konuşuyordu. Değiştiremedim kanalı. Yamaca kurulu bu kimsesiz köyün ekrana yansıyan efsunlu havası bana engel oluyordu. Görünürde ilgimi çekmiyordu ama ayrılamıyordum kendi yalnızlığına gömülmüş o adamın adımlarını takip etmekten. Evlere bakıyordu adam; her şey sanki az önce olup bitmiş ve bir daha geri dönülemeyecek denli bir yıkıma uğramış evlerin arasında kendi öz-yıkımının izlerini arıyor gibiydi... Daha fazla dayanamadım, değiştirdim kanalı. Ama iş işten geçmişti, o an kapmıştım virüsü. Günü gelince şiddetini artırarak hissettirecekti varlığını, nasıl biliyorsa öyle.

Bilinçli biri olarak izlediğim ilk Ömer Kavur filmi Anayurt Oteli’ydi. Zihnimde benimle büyüyen filmin kime ait olduğunu biliyordum artık. Yine de Gece Yolculuğu’nu izlemeyi uzun süre erteledim. Korkuyor, içimde büyüttüğüm imgenin kırılıp dağılmasından çekiniyordum. Bana, ihtiyaç duyduğum süre içinde dünyada hiçbir şeyin ilişemeyeceğine inandığım bir gece, Gece Yolculuğu’nu izlemeye koyuldum. Rahatlamıştım. Kafamda bir tuhaflık olarak yaşattığım şey kalbimdeydi artık. Ömer Kavur benimleydi, onun hikâyesi benim de hikâyemdi.

Gizli Yüz’ün setinde Ömer Kavur, Orhan Pamuk, Fikret Kuşkan ve Zuhal Olcay, 1991.

Derken Gizli Yüz. Türk sanat tarihi içinde daha iyi bir ikili düşünemiyorum: Orhan Pamuk ve Ömer Kavur. İki yolcu’nun, varmayı değil, yolda olmayı sevmiş iki anlatıcının hikâyesi birleşmişti. Yıllar sonra benim yolum da o ‘kalpler şehri’ne düşecekti. Hiç beklemediğim kadar uzun bir süre için hem de. Saatin tik-taklarını düşünmeden geçen tek günüm olmadı. Vakit, aydınlanıp kararan güne bakınca geçiyora benziyordu, yine de aynı fasit daire içindeymişim duygusundan kurtulamıyordum. Kendi yolumdaydım ama bir şekilde ustaların izinden gidiyordum hep. “Yekpare, geniş bir ânın/ Parçalanmaz akışında”, neredeyse sürüklenir gibi.

Sevgili Fırat Özeler, afişi paylaştıktan sonra kendisine yazdığım mesaja cevap verirken “Bahsettiğiniz aynı hisleri, Gizli Yüz’ü ilk izlediğimde yaşamıştım” demişti. “Umarım gösterimde görüşürüz.”

Henüz görüşemedik ama kalpler şehrine ait kalbiyle “Herhangi bir online mecrada gösterime girecek mi şu sıralar?” mesajım sonrasında benim Kavur’dan daha fazla ayrı kalmama razı olamadı ve özel bir yolla filmi izlememe imkân tanıdı. Başta da söyledim, biri çıkmış ve Ömer Kavur için bir belgesel yaptım diyor. Üstelik ilk filmi. Kadim düşünce ve sanat tarihinin en önemli adımı olan “gelenekle bağını” ilan ediyor, yola bu hal ile çıkıyor. Böyle birinin işine nasıl kayıtsız kalınabilir?

Teşekkür etmiş ve “Gösterimde değil belki ama bir gün bir yerlerde sizinle tanışıp konuşmayı umuyorum” demiştim. “Filmi izleme şansı bulabilirsem size tekrar yazacağım.”

İşte, kalbi bulacak kelimelere varmanın umuduyla yazıyorum... Film, giriş bölümündeki sözler ve Huzur(Tanpınar) alıntısıyla beni neredeyse ağlatacaktı. Zona’sına ulaşmaya çalışan bir “iz sürücü” gibi Ömer Kavur’u takip eden anlatı İstanbul’dan Paris’e, Beyoğlu’ndan Kayaköy’e uzanıyor, virane tren garlarını, sıcak suyun olmadığı otel odalarını, yıkılmış han duvarlarını, karlı dağları, geniş düzlükleri, karanlık sokakları, ıssız yolları geçiyor ve kendi sahiline ulaşıyordu: “Onları kendi duygularının aydınlığında görüyordun. Kendi hayatında vehmettiğin şeyleri onlara taşıyordun! Sen tek bir insanın etrafında dünyayı toplamağa çalıştın.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur)

Fırat Özeler

Kavur ilk filmlerinden beri edebiyatla yakın temasta olmuş, belki de daha doğru bir ifadeyle, kendi şiirsel sinemasını disiplinler arası bir etkileşim örneği vererek edebiyata yaslamış, en büyük işlerini yine edebiyatçılarla ya da edebiyat uyarlamalarıyla vermiş bir yönetmen olan Ömer Kavur’a yakışır şekilde Tanpınar’dan (Huzur), Orhan Pamuk’tan (Yeni Hayat) ve Walter Benjamin’den (Pasajlar) yapılmış alıntılarla ilerleyen, tek bir insanın etrafında dünyayı toplamaya çalışan bir film! Afiştekine benzer, filme yedirilmiş nice ‘iz’ var. Somut bir varlığa dair, düşsel bir anlatıdan bahsediyoruz. Yönetmenin hüneri, Max Jacob’un tabiriyle, bu hikâyeyi ‘sahici bir mucize’ye dönüştürmüş olması.

Fırat Özeler’in göz kamaştırıcı bir ilk adım ile çıktığı yolun sonraki duraklarını yalnızca bir sinema sever değil, bir edebiyat sever olarak da merak ediyorum,

”Belki rüyalarındır bu taze açmış güller, (...)

Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.”

(Her Şey Yerli Yerinde, Ahmet Hamdi Tanpınar)

 

*****

İlk Yayımlandığı Yer: 1 Şubat 2024, K24.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka