Ana içeriğe atla

Güzaf

Donna Williams , Yabancı 
 
"Zaman içinde Georg kendini kararsız ve dalgın bulmaya başladı; sadece çalışkan bir amele, iki entelektüel noktayı akla gelebilecek en elverişsiz doğruyla bağlamayı bilen bir geri zekalı, sıkıcı bir kitap kurdu, aptalca hareketler yapan bir taşra öküzü, mahzun ve ümitsizce yeteneksiz bir hayalperest ve hatta bazı -en önemli- durumlarda resmen normal bir insan." Thomas Lehr, Nabokov'un Kedisi
  
Eski zaman; nisanda yağan yağmur ‘mübarek’ kabul edilirmiş, halk, çatısına-bahçesine geceden boş kaplar koyar, gece yağan ‘rahmet’ten payına düşeni ile saçını yıkarmış: özellikle de kadınlar, çünkü nisan yağmurunun saçı uzattığına inanılırmış… Bu inançtan peri masallarına uzanan ince çizgiyi takip edeyim dedim ve malûm şiire ulaştım.
 
"En zalim aydır Nisan, leylaklar
Bitirir ölü topraktan, hatıraya
Karıp arzuyu, coşturur
Körelmiş kökleri bahar yağmuruyla."
 
Yıllar oluyor, Eliot'ın bu dizelerine, Nisan ayına dair 'yargısına' bir mukavemet geliştirmeye çalışıyorum. Ama olacak şey değil, pes ediyorum, artık anlıyorum ki şair sözü kanundur. Nisan, o nisan olmadığı için zalimdir. Saçımız uzasın diye nisan yağmurları yerine başka çareler aradığımızdan bu yanadır, tepetaklak oldu dünya.
 
 
Dondurma yedim. Tahinlisinden, bir kepçe. Daha fazlasını yiyemiyorum. Leyla öyle değil, genelde iki, bazen üç kepçe (bol koydukları için ‘kaşık’ demiyorum). Onun dondurma yerken büründüğü çocuksuluğu dondurmadan da çok seviyorum.
 
Benden birkaç yaş büyük bir kuzenim vardı. (Yıllardır görmüyorum.) Bir gün hastaneye gitmek için köyden şehre gelmişlerdi. Ona dondurma ısmarlamak istedim. Kabul etti ama külâhta alıp sokakta yemeyi şiddetle reddetti! Ben 12, o ise en fazla 15 yaşındaydı. Ben dedi, sokakta dondurma yemem. Sonra ‘kupada’ aldık dondurmayı ve pastanenin içinde yiyip çıktık. O gün bugündür, bu büyük köylü kibri üzerine düşünüyorum. Sokakta dondurma yalamak çocukluğa dâhil değil miydi? Yeterince babamız mı yoktu da…
 
"Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır." (...Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok. Tek elinle bir lokma koparıp, kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim sağlamken ısıracağım.)" Yusuf Atılgan, Ayak Adam
 
 
Bu ara boyuna (şu 'boyuna' lafını ne çok seviyorum, Cahit Külebi'den kaptığım bir zarf) Eleonora Zuganeli dinliyorum. Ne kadar özel bir ruh, canlı, hayat dolu bir ses... Bunu hissedebiliyorum, bana böyle hissettiriyor ya da. Bunda, şarkılarını Yunanca söylemesinin etkisini yadsıyamam. Yunan şarkılarını -fazlaca pop ve sarhoş tantanası görünümünde köylü müziği yapmadıkları sürece- hilafsız seviyorum. Yakınlarda fark ettiğim ve ilginç bulduğum bir yönüm: Yunan müziğini sevenlerle oldum olası çok iyi anlaşmışımdır. Tanışmasam bile, kafamın uyuştuğunu bilirim böyleleriyle. Misal; Engin Ardıç, İzzet Yasar... (İkisinin de huyu batsın, beş yıldız kalemşorlardı ama gel de anlat bu ayrımı ‘geniş küme’ye!) Lisede olduğum dönemde evde bilgisayarım yoktu, internet ‘cafe’ye giderdim ben de. En sevdiğim yer, Anatolia adında kaliteli bir mekândı: ortamın yaşça büyüklerle dolu olması, güzel ışık, pahalı hizmet filan… Cafenin geniş müzik arşivi içinde, ilginçtir, 'karışık' şarkıların olduğu bir Yunanca şarkılar klasörü vardı. Vaktin bir türlü geçmediği o gençlik günlerimde boyuna Anatolia Cafe'ye gider, uzun uzun o şarkıları dinlerdim. Buzukinin tıngırtısı beni ilkgençliğime götürür hep, bu 'rum ateşi' yakar içimi, büyüyen efkârımı dizginleyemem. İyi ya da kötü, ne varsa benliğimde yer etmiş, oradan, o yaşlardan, o yıllardan, bütün bir  yokluk çağından yadigâr... Anatolia'dan çıkıp, çarşılardan geçerdim, aynı uzun yol, aynı insanlar, aynı kirli hava boyunca dinlediğim şarkıları mırıldanırdım. Günü geldi, kaçmayı bildim o şehirden. (Esasen ben hiç istemedim ama işte, kader: akıntıya karşı ne kadar kürek çeksen de aktığı yöne sürüklüyor seni). Hem de atsız, silahlarsız! Ellerimden kaymasın istiyorum, geleceğin vaat ettiğine inandığım aydınlık günler, günlerim.
 
 
Allah kahretsin, yine mi günce tutmaya başladım…
 
Çok güzel gündü, o gün: sabah erken uyandım, aslında nefret ederim tatil günleri erken uyanmaktan ama bu kez günü verimli geçirdim: kahvaltıyı erken yaptım, Leyla'yla görüntülü konuştuk yine, Allah nazarlardan saklasın, çok güzel görünüyordu canım eşim, o da neşeliydi ve onu böyle görmek neşemi katladı, derken bir şeyler okuyayım dedim, geçenlerde Semih Lim çevirisi bir kitap bulmuştum sahafta, Kürklü Kişi (YKY, 2021) adıyla yayımlanmış bir kedi hikâyesi; kedileri uzaktan severim, biraz korkarım kedilerden, açıkçası bu türden hikâyeleri de pek sevmem, bu faslı Kelile ve Dimne ile kapatmıştım, öyle ki Rûmi'nin Mesnevi'si bile Beydeba'dan sonra daha az ilginç gelmiştir bana, aç parantez (tasavvufu, daha özelde tasavvufçuları da hiç sevmem, sahte bulurum, tasavvufçuları derken, tasavvufla ilgilenenleri kastediyorum, yoksa Enel Hakk diyene, değil taş, dikeni var diye gül bile atmazız, kapat) ama Kürklü Kişi'yi, misal, Hoffmann'ın Kedi Murr'undan daha sahici bulmak kitabı sevmeme yetti: kitabın kedi kahramanı Tom Jones bir dönem Nabokov ve -asil güzelliği ile nam salmış- eşi Vera'nın da kedisi olma şerefine ermiş, anlayacağınız, pek mübarek bir hayvan bu Tom, bir Jerry'si eksikmiş dedim okurken, sonra, yahu dedim yıllar önce büyük bir hevesle aldığın bir kitap vardı senin, Thomas Lehr'in Nabokov'un Kedisi (bendeki Galata Yayınevi baskısı, Bernhard ve Mann çevirilerinden bildiğim Esen Tezel'in ilk çevirisi) adlı romanı, ne oldu ona Milât efendi, nerde kaldı hevesin, kalas mı oldun yoksa sen de, böylece kendimi sigaya çekerken Espressolab denen mel’un yerde buldum kendimi, Kürklü Kişi'yi okumaya orada, kahve-sigara yaparken devam ederim dedim ama susamıştım, bir su alayım dedim, yok anasının nikâhı, 30 tl yazmış Allahsızlar, öyle sinirlendim ki etrafta 'yetkili' biri görebilir miyim diye bakındım, kasadaki kişi erkek olsaydı yine söylenirdim ama kadın olunca kendimi tuttum, yine de göstere göstere suyun 30 tl olduğunu yazan rafın fotoğraflarını çektim, sivil bir saldırı hazırlığında olduğumu görsünler istedim, eminim çalışanlar da bu bi-namus fiyatlara içten içe isyan ediyorlardır, neyse, serince bir yere geçtim, kitabımı okudum, bir arkadaşım akşam yemeğini beraber yiyelim demişti, dayanamadım, erken yedim: 30 tl'lik su o kadar canımı sıkmıştı ki bu ahlak yoksunu atmosferi daha fazla solumamak, kendi kabuğumda olmak ihtiyacı ile bir lokantaya uğradım, paket yapın dedim ve evde kendi ayranımı yaparak yedim yemeğimi: arkadaşı ektim ama iyi karar vermişim, çünkü evde olmak ve uzanmak gibisi yok, ev dediğin, rahatça uzandığın yerden başka nedir zaten ve işte ben, buradayım: uzanmanın ilmini yapmış ve ümitsizce yeteneksiz bir hayalperest olarak, günceliyorum.
 
Bu güzafın şarkısı:
 
 
 
 
x

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so