Ana içeriğe atla

Thomas Hardy’nin Adsız Sansız Bir Jude’u ve Bizi Kahreden Sevgiler









"Elbiselerinden sıyrıldı... 
Hayalinde giydirdiğin çıplak benden."

Thomas Hardy













[Thomas Hardy’yi de Jude the Obscure/ Adsız Sansız Bir Jude romanını da, övmek isterim.]


Olay örgüsü ve karakterlerin durumu açısından bazı karşılaştırmalar yaparak 'ele almayı' düşündüğüm kitap, ülkemizde pek okunmamış bir eser ne yazık ki.(Hani Nevzat Erkmen’in ''Ulysses'' için kaleme aldığı önsözde sarfettiği''işte herkesin bildiği ama hiç kimsenin okumadığı'' türden bir eser bu da. İkisi arasında bir 'kıyas' yapmıyorum. Sadece okunma[ma] yönündeki benzerliklerinden dolayı bunu söyleme ihtiyacı hissettim.)İletişim Yayınları’nın ''Dünya Klasikleri'' dizisinin dördüncü kitabı olarak -benim için çok özel bir çevirmen olan-Taciser Ulaş Belge çevirisiyle yayımlanmış bir kitap bu. İlk baskısı 1991 yılında yapılan eserin ikinci baskısı tam 17 yıl sonra, 2008 yılında yapılmış -1000 adet. Bu yazıyı okuduğunuz zaman herhangi bir değişiklik olmamış ise bu ikinci baskısı tükenmiş durumda. Artık kim bilir kaç yıl sonra yapılır yeni baskısı. Dizinin yayın yönetmeni ise (İletişim Yayınları’nın takipçisi olanların da bildiği üzere) Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk. (O YKY’ye geçmeden önceydi diyenleri duyar gibiyim.) Ez cümle, Nevzat Erkmen'in bahsettiği ''herkesin bildiği'' bir eser bile demek zor, Adsız Sansız Bir Jude için.(Elbette bu konuyu eserin niteliğinden ve değerinden azade tutarak telaffuz ediyorum.)




Eserdeki Karakterler ve Bir ''Tip''

Eserin ilk sayfalarında Thomas Hardy için hakkında verilen kısacık tanıtım yazısında (bu yazıları az bilinenler için 'küçücük', tüm dünya okuyucularının hakkında iyi kötü fikir sahibi olduğu muharrirler içinse neden 'kocaman' yazdıklarını bir türlü anlayamam. Sanki ''inanın biz de sizin gibiyiz, bu konuda ve yazar hakkında pek bir şey bildiğimiz yok, acınızı paylaşıyoruz'' der gibiler! ) Yazarın ne doğum tarihini öğrenme şansınız oluyor ne de önemli bazı 'kesit'leri. (Farz edelim ki bilinmiyor, bilinmediğini yazmaya mı utanıyorlar acaba! Bir zamanlar doğum tarihini bilmeyen bir ''light'' türkücü ''ben karpuz zamanı doğmuşum ağbey, anam öyle diyor'' demişti. Böyle bir çözüm de bulunabilirdi bence! Bu arada;  “o şimdi yönetmen’’ ve geçmişini itinayla ‘temizlemekle’ meşgul. Acınası, hatta ‘patetik’ bir durum bence. Öyle ki, kısacık bilgilendirmede yazarın 'çırak olarak' yanına girdiği hazretin adını bile öğreniyorsunuz ama elinizde taşıdığınız eser vatanında kaç yılında neşredilmiş, kimleri etkilemiş, efendime söyleyeyim, hangi zevatın hışmına uğramış vs. gibi bilgilere ulaşmak mümkün değil.

Zaten bu tür ''önsöz'' yerine de geçen yazılarda hemen her okurun aklına Oğuz Atay'ın bu bilgilendirme yazılarını okuyup duranlara karşı ‘Tutunamayanlar’da dile getirdiği alaycı/aşağılayıcı sözler ve buna Enis Batur'un yine bir ''önsöz''de verdiği ''çaresiz cevap'' gelmez mi?

Eserde D. H. Lawrence tarafından yazılmış bir ''sonsöz'' mevcut. Lawrence, karakterlerin tek tek psikolojik tahlillerini sunuyor okura. Oldukça basit olan ''olay örgüsü''nden ve diğer ''çevresel etkenler''den ziyade bu konuya eğilmesi anlaşılabilir bir durum. Çünkü eserdeki karakterler ve bunların birbirleri ile olan ilişkilerini tamamen bir ''çelişkiler yumağı'' olarak tanımlayabiliriz. Paramparça aşklar, kibar olduğu kadar acımasız terk edişler, mecburi vazgeçişler, duygusuz şarlatanlar, yanlışlıkla doğanlar , erken ve yalnız ölümler. Hardy, şöhretine yakışırcasına, bunca derbeder ruh hâlini, karakterler üzerinden okuyucuya göz kamaştırıcı bir duyarlılıkla aksettiriyor.

Jude, romanın asıl kahramanı. Diğeri Sue. Jude, gençlik dönemine kadar olan hayatını teyzesinin yanında çalışarak geçiriyor. Anne ve babası,  o doğduktan kısa bir süre sonra, kaza mı intihar mı olduğu pek belli olmayan bir olaylar zincirinden sonra ölüyorlar. Teyzesiyle birlikte yaşadığı hayattan kurtulmak için ve Chiristminster şehrine gidip(köydeki öğretmeninin çok okuması yönündeki tavsiyesinin de etkisi ile) üniversitede hoca olmak istiyor ve bunun özlemi ile okudukça okuyor. Kendi başına Latince öğreniyor. Bir yandan da kilisede papaz olma hayalleri kuruyor. Bir çeşit çift koldan taciz. Artık hangisi olursa hesabından. Hayallerine çok yaklaşmışken, kendini aklı başında bir erkeğe ''kakalatmaya'' çalışan Arabella ile tanışıyor ve ince bir ''katakulli'' ile onunla evlenmeye  mecbur kalıyor. ''Şiddetli geçimsizlikten'' kısa zamanda ayrılıyorlar. Arabella ailesiyle Avustralya'ya, Jude ise hayallerinin kenti olan Chiristminster'a sökün ediyor.

Benim şaşırtıcı bir şekilde gördüğüm ya da fark ettiğim bir ''Yeşilçam Filmi'' tadında ilerliyor roman.

Jude, Chiristminster'da bir kıza tutuluyor. (Asıl adı SusannaFlorence Mary Biridehead ise de biz yabancı sayılmayız, Sue dersek yeterli olur.) Daha sonra bu kızla Jude akraba çıkıyorlar , aralarına yıllar, yollar ve yabancı kollar. Bir küser bir barışır; bir el ele tutuşur bir öpüşür; bir evlenmez iki çocuk bir de evlatlık alırlar ve bunların hepsini herhangi bir ''Yeşilçam esnafının'' yaptığı filmde görebilirsiniz.
























Şarlatan Vilbert ve Ben

Murat Belge, bir yazısında kendisi ile ilgili çok ilginç bir anekdot paylaşmış ve şu minvalde bir şeyler söylemişti:

''Charles Dickens'ın bir romanında sadece bir paragrafta anlatılıp geçilen bir adam okumuştum. Bu adam o kadar uzunmuş ki bacakları tüm gövdesinden daha dikkat çekiciymiş ve gece karanlığındaki gölgesinden sadece iki bacakta hayat bulmuş bir insan gördünüz izlenimi edinirmişsiniz. İşte ben de tüm hayatım boyunca unutamadım bu adamı. ''

Bu anlatılan ''tip'' bana da çok ilginç gelmiş, herhalde ben de unutmam artık bu uzun bacaklı herifi demiştim. Ta ki Şarlatan Vilbert ile karşılaşana dek. Bu ''tip''i okur okumaz, görür görmez dedim ki, artık Murat Belge'nin 'tipine' ihtiyacım yok, çünkü daha iyisini buldum;

''Çocuk [Jude] daldığı derin düşüncelerden ötürü -kimi düşünceleri eski zaman insanlarına yaraşacak türden, kimileri ise yaşına göre bile çocuksuydu- ağır bir yürüyüş temposuyla ilerlerken, ayağına hafif bir yaya yetişip onu geçti ama Jude, karanlığa rağmen adamın olağan üstü uzun bir şapkayla kuyruklu bir ceket giymiş olduğunu, gürültü çıkarmayan çizmeleriyle uzun bacakları üzerinde ilerlerken saat zincirinin de sahibinin adımlarına uymak istercesine, beyaz pırıltılar saçarak oynadığını fark etmişti. Yalnızlıktan artık canı sıkılmaya başladığından, adama yetişmek için hızlandı. (…)''

Kitap altı bölümden oluşuyor (farklı şehirlere gidiş ve bazılarına tekrar dönüşü anlatan altı bölüm) ve ilk bölümde ''karşılaştığımız'' Şarlatan Vilbert'le uzunca bir süre denk düşmüyoruz. Beşinci bölümde(Albrickham ve Daha Başka Yerlerde) bir festival sırasında anlamsız bir şekilde ortaya çıkıp kaybolması ve son yani altıncı bölümde(Yeniden Chiristminster'da) benim de düşündüğüm –– çarpıcı etkiyi yapana kadar

İnsanlara kendi ürettiği ''iksir'' ve ''ilaçlar''ı satarak ve onları şu ya da bu dertlerine çare bulacakları konusunda ''kandırarak'' elde ettiği parayla yaşayan sahte bir doktordur Vilbert. Hekim ve doktor unvanları da kullanılmakla birlikte ''şarlatan'' kelimesini isminin önüne getirerek, kendisinden ''Şarlatan Vilbert'' diye söz etmek daha çok hoşuma gidiyor doğrusunu isterseniz. Tabii bunu benim uydurduğum düşünülmesin, bu da ''hekim'' ve ''doktor'' gibi kitapta geçen bir ifade.



Ahmet Hamdi Tanpınar, T. Hardy ve Evlilik Çıkmazı

İki tip okur olduğuna inanırım. Biri kendini olayların ''akışına'' olduğu gibi bırakır; bir gerilimden öbür entrikaya savrulup gider. 'Hikâyenin' ilginç oluşu, benzersiz ve heyecan verici olması önceliklidir onun için. Kitap bittiğinde kapağını kapar ve bir daha bakmaz o kitaba.  Birkaç gün duyduğu heyecanı hatırlar durur, sonra yıllar içinde aklında kitaba dair bir iki bilgi kırıntısından başka bir şey bırakmaz geride. İkinci bir okur kitlesi de vardır ki bu gruba girenler bir eserde olayların ilginç, benzersiz, gerilim yüklü' vs… oluşundan çok yazarın o an bunu hangi düşünce ve ruh hâlinde yazdığını düşünürler.Olağan dışı bir durumdan bahsederken yazarın o an yazı masasındaki hâlini hayal ederler ve onun ''yaratım aşamasına'' ortak olmaya çalışırlar. Asıl bundan zevk alırlar. Bu okur kitlesi için önemli olan 'olay' ve karakterlerle 'özdeşleşmek' değil onların yaratıcısı olan yazarla yekvücut olmaktır. O kitabı beraber yazmaktır.

Ben Thomas Hardy'yi okurken  gariptir bir değil iki yazarı birden düşünüyordum. Aslında bir eser hakkında düşünürken birden fazla yazar ile iletişim kurmamız çok normal. Garip olan, karakterlerin 'amansız' huzur arayışlarından , aklımın uzunca bir süre bu iki yazarı yan yana düşünmüş olması.

Benzerlikler sırf karakter yapıları ve din olgusuyla birlikte  evlilik müessesine bakış açılarından ve bunu aktarışlarından öte  ’şekil’ ve bölümler arası ahenkte de kendini hissettiriyor. Bir yanda Kitabı Mukaddesten Latince alıntılar yapıp duran Jude, öbür yanda sırf peygamberinin sünnetini yerine getirmek için (’evet sadece bunun için’ diye de belirtiyordu Tanpınar) ticarete giren Mümtaz. Bir yanda Latince  “vaaz çekecek kadar’’ donanımlı ve inançlı Jude’un meyhanede yediği haltlar ve papazlara ettiği laflar, öbür yanda ticarete bir sünnet üzerine girecek kadar mütedeyyin bir idrake sahip bir insanın evlilik öncesi yaşadığı yasak aşk.  Bir yanda Poe’dan Heine’den alıntılar yapan Thomas Hardy, öbür yanda Yahya Kemal’den Hayalî’den alıntılar yapan musiki âşığı Ahmet Hamdi Tanpınar.  Evliliği tüm yakıcı çaresizliği içerisinde sorgulayan, anlatan (kim bilir, belki de bundan çocuk gibi korkan) iki yazar.

İşte romanı okurken  bu ve daha birçok şeyi düşündüm. İki yazar arasındaki(belki de benim kuruntumdan ibaret olan) kader birliğini düşündüm. Ve eğer her yapıt bir sırrın ifşası ise bir yerde, dedim, belki de ikisi de az tanınmış ve yıllarca yok sayılmış olmayı gönüllü olarak kabul etmişlerdir.

Huzur ve Adsız Sansız Bir Jude’un karşılaştırılmalı bir şekilde üzerinde durulup, müelliflerinin roman sanatındaki duruşlarını analiz etmeye çalışan yazıların yazılmasının isabetli olacağı görüşündeyim. Bu konuda herhangi bir metinle şimdiye kadar karşılaşmadım. Doğrusu bu konuda Thomas Hardy hakkında pek de doküman ve bilgi sahibi olmak olanaklı değil. Zira ölümünden kısa bir süre sonra mirasçıları tarafından bulunan tüm mektupları ve not defterleri yakılmış ve geriye sadece Hardy’nin gazete kupürleri ve notları arşivleyip daha sonraki eserlerinde bunlardan nasıl yararlandığını gösteren bir dosya kalmış.  Bu, bir nebze de olsa kendi sanat anlayışına bir ışık tutabilir. Bunun yanı sıra kendisinden çok etkilendiği söylenilen Virginia Wolf ve D. H. Lawrence’ın yapıtlarında da bazı ipuçları elde edilebilir.Tanpınar konusunda ise daha şanslıyız demek yanlış olmaz sanırım. Bu,  üzerinde daha fazla durulması ve incelenmesi gereken bir konu. Şimdilik burada kapatalım bu faslı.


Arabella, Sue ve Aşkın Yemin Hâli

Bambaşka yapıda iki karakter Arabella ve Sue. Arabella, Jude’un ilk eşi. Sue ise ikinci ama Sue ve Jude asla resmî bir şekilde evlenmiyorlar. Bundan Sue başta olmak üzere hep korkuyorlar ve kilisedeki bir papazın  “ Onu hayatın boyunca tüm kalbinle seveceğine Tanrı huzurunda yemin eder misin?’’ sorusunda gerçek mutsuzluğun gizli olduğunu düşünüyorlar.

Arabella alabildiğine hafif meşrep bir kadın. Kendini  sırtı sağlam birine dayayıp keyfine bakmak ve zengin hayatı yaşamak derdinde .  Jude’da bunu bulamayınca,  gittiği Avustralya’da yaşadığı birlikteliklerde ve evliliğinde de bunları bulamadığı için İngiltere’ye dönüyor. Bu uğurda tüm kadınlığını konuşturuyor, bunu yüzüne yaptığı sahte gamzeler dâhil tüm yollara başvurarak yapıyor. Romanı okumuş olanlar an itibariyle, okuyacak olanlar ise günü gelince daha iyi anlayacaklar . Hardy tam anlamıyla bir ayrıntı ustası. Tüm bu çirkefliklerine rağmen Sue yanında çok daha  çekilir -ya da okunulur diyelim- bir karakter.

Sue, güzel ve nârin vücuduna, bilgi birikimine, asi ve kabına sığmaz yapısına rağmen okudukça şaç baş yolduracak kadar çelişkili ve çok sık karar değiştiren bir karakter.  Tabii, saf  bir okur refleksiyle değil, yazarın okurun hayalgücü üzerindeki büyük hakimiyetini vurgulama adına söylüyorum bunu. İnsanı böylesine sinirlendirebilen bir karakter yaratmak gerçekten de zor bir iş. Çünkü kısa sürede bunun  sırıtması ve eğreti durması gibi bir tehlike söz konusu. Ama Hardy’nin bu konuda çok başarılı olduğunu söylemem gerekiyor mu?

Arabella, ne kadar anlık mutluluklardan ve rahat bir hayatın sağladığı imkânların verdiği zevk dolu günler içerisinde yaşamaktan yanaysa, Sue da o kadar ânı öldürdüğü halde uzun süreli ve yoğun bir aşktan yana. Tabii bu aşk çoğu zaman iki yönlü (hem kendisi hem Jude için) bir mazoşizm halini almaktan kurtulamıyor. Ani ve çabucak değişen fikirler yüzünden bir evliliği de bitirecek bir kadın Sue, o evliliği bitirip başladığı  birlikteliği de yine o değişen kararlardan biriyle darmadağın edebilen bir kadın ,tam bir paradoks ikonası.

Yaşayacağı aşkın cinsellikten ve tüm fiziksel dokunuşlardan uzak olmasını, öyle ki  bunun –eğer mümkünse– sadece düşünüşte olmasını ya da dokunuştan öteye geçmemesini (bkz. Tantra) ve böyle bir yoğunlukta büyüyerek gitmesini istiyor. Lawrence da karakterlerin psikolojik tahlillerini yaparken Sue’nun bu anlaşılmaz durumuna dikkat çekiyor ve  “Sue onun [Jude’un] kendisine veremeyeceği şeyi istiyordu –muhtemelen hiçbir erkeğin veremeyeceği şeyi, fiziksel arzu duymadan yaşanacak tutkulu bir aşkı.’’ diyor.


























Sue’nun böylesine zor bir şeyi bir erkekten istemesini ve Jude’un bunu sabırlı bir sadakat içerisinde kabul edişini yine Lawrence iki tarafın da –zamanla– kişiliklerini yitirilmelerine sebep olduğunu söylüyor. Karşılıklı bir tükeniş hâli bir yerde.

Arabella’nın Avustralya’ya , Jude’a haber vermeden karnında bir çocukla gidişi (Jude’un çocuğu)  bu çocuğun yıllar sonra oradan, Arabella’nın İngiltere’ye dönmesiyle birlikte  sonra annesinin yanına, Londra’ya gönderilmesi, zaten başka biriyle evli olan Arabella’nın bu çocuğu başından savmak için Jude’a bir mektupla birlikte bunun ikisinin oğulları olduğunu belirtmesi,  Sue ve Jude’un bu , olduğundan yaşlı ve hırpani görünümlü, sürekli düşünceli ve sessiz olan bu çocuğu gönül rızasıyla kabullenip onu sevmeleri,  arkasından ilk çocuğun verdiği rahatlık ve tecrübeden sonra gelen iki yeni çocuk daha -bunlar ithal değil elbette , Sue ve Jude’un  sevgi meyveleri-  onca umutsuzluk, yoksulluk ve Jude’un hastalığının ardından yapayalnız sokaklarda kalan bir ailenin bu durumda olmasında tek suçlunun kendisi olduğunu düşünen bir çocuk …

Bir psikolojik buhranın ardından kendini ve kardeşlerini asan Küçük Zaman Baba’nın (Arabella ve Jude’un çocuğuna bir isim verilmeyip vaftiz edilmemiş olmasından dolayı –garip hâli de göz önünde alınarak– ona bu lakap takılmış kitapta) küçük omuzlarında taşıyamadığı büyük suçluluk duygusu , ölümünden sonra da –üvey annesi–Sue’ya musallat olmuş, bunun ezikliği ile cezalandırıldığını düşünen Sue,  materyalizme kaçan görüşlerini terk edip sâdık bir çileci oluveriyor kısa sürede. Zaman gerçekten de ikisinin kişiliğini eritmiş ve birbirleri olmuşlardır. Jude eskiden papaz olmayı isteyecek kadar inançlı bir Hıristiyan iken şimdi Sue gibi maddeci bir anlayışa kaymıştır ve değil papaz olmak kilisenin içine girmeyi bile gereksiz buluyordur. Sue ise eskide kalan tüm yaşananlara bir ceza olarak bakıyor ve cezasını Tanrının çocuklarını kendisinden alarak çektiğini söylüyordur.

Aslında bu çelişkiler ve pesimizm yumağı kadını anlamak oldukça güç. O kadar güç ki onu sadece onun kadar  çok ve garip sevenler anlayabilir. Sadece verdiği acı ve yüreğimizin dehlizlerinde duyulan ezelî bir suçluluk duygusu ile böylesi bir aşkın idrakine varabiliriz. Hayatım boyunca okuduğum hiçbir metinde Sue’nunki kadar tutku dolu ve diğer tüm bağlardan izole bir sevgi tasviri ile karşılaşmadım diyebilirim. Korkunç bir sevgi. Bu öyle bir sevgi ki dokunulamaz bir şey. Ama aynı zamanda dokunulmadan da yaşanamaz bir şey. Su içemeyen bir canlıyı düşünelim. Yaşayabilmek için suya muhtaç. Ama suya yaklaşamıyor bile. Bu, sonu pek de uzak olamayan gürültü ve kargaşa dolu bir yıkım değil de nedir?

Sue öyle bir karakterdi ki romanda hiç kimse ona sahip olamadı. Çünkü kimse onun kadar sevmedi. Duayla bitirelim: Allah bizi böylesi bir sevgiden korusun.


Sonsöz

Hakikatli bir okur, Thomas Hardy’nin bu yoğun hayal kırıklığı, yitik hayatlar yumağı ve erişilemez aşklarla dolu dünyasına girmekle sadece büyük bir yolculuğa çıkmış olmayacak, edebiyatın okura ne denli güçlü ve yoğun bir iletişim olanağı sunduğuna bir kez daha hayret ve keyifle şahitlik edecektir. 


Kuyudaki Koro sayı 9'da yayımlanmıştır. ]



hamiş: 




Yorumlar

  1. öncelikle yazınızda hata olduğunu belirtmek isterim. Jude Christminister'a teyzesiyle değil kendisi gidiyor. ve oraya giderken Sue ile akraba olduğunu zaten biliyor daha sonradan öğrenmiyor yani. okuyucuları yanlış bilgilendirmeyin lütfen

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yıllar geçti üstünden, hiçbir şey hatırlamiyorum. Öyle diyorsanız öyledir! Yorumunuzu yayımlamakla okuyucularının doğru bilgilenmesini sağlıyorum. Teşekkür ederim.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so