"Elbiselerinden
sıyrıldı...
Hayalinde giydirdiğin çıplak benden."
Thomas Hardy
[Thomas Hardy’yi de Jude the Obscure/ Adsız Sansız Bir Jude romanını da, övmek isterim.]
Olay örgüsü ve karakterlerin durumu açısından
bazı karşılaştırmalar yaparak 'ele almayı' düşündüğüm kitap, ülkemizde pek
okunmamış bir eser ne yazık ki.(Hani Nevzat
Erkmen’in ''Ulysses'' için
kaleme aldığı önsözde sarfettiği''işte
herkesin bildiği ama hiç kimsenin okumadığı'' türden bir eser bu da. İkisi
arasında bir 'kıyas' yapmıyorum. Sadece okunma[ma] yönündeki benzerliklerinden
dolayı bunu söyleme ihtiyacı hissettim.)İletişim Yayınları’nın ''Dünya
Klasikleri'' dizisinin dördüncü kitabı olarak -benim için çok özel bir çevirmen
olan-Taciser Ulaş Belge çevirisiyle
yayımlanmış bir kitap bu. İlk baskısı 1991 yılında yapılan eserin ikinci
baskısı tam 17 yıl sonra, 2008 yılında yapılmış -1000 adet. Bu yazıyı okuduğunuz zaman herhangi bir değişiklik olmamış ise bu
ikinci baskısı tükenmiş durumda. Artık kim bilir kaç yıl sonra yapılır yeni
baskısı. Dizinin yayın yönetmeni ise
(İletişim Yayınları’nın takipçisi olanların da bildiği üzere) Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk. (O YKY’ye geçmeden önceydi diyenleri duyar gibiyim.) Ez cümle, Nevzat Erkmen'in bahsettiği ''herkesin bildiği'' bir eser bile demek
zor, Adsız Sansız Bir Jude
için.(Elbette bu konuyu eserin niteliğinden ve değerinden azade tutarak
telaffuz ediyorum.)
Eserdeki Karakterler ve Bir
''Tip''
Eserin ilk
sayfalarında Thomas Hardy için
hakkında verilen kısacık tanıtım yazısında (bu yazıları az bilinenler için
'küçücük', tüm dünya okuyucularının hakkında iyi kötü
fikir sahibi olduğu muharrirler içinse neden 'kocaman' yazdıklarını bir türlü
anlayamam. Sanki ''inanın biz de sizin
gibiyiz, bu konuda ve yazar hakkında pek bir şey bildiğimiz yok, acınızı
paylaşıyoruz'' der gibiler! ) Yazarın ne doğum tarihini öğrenme şansınız
oluyor ne de önemli bazı 'kesit'leri. (Farz edelim ki bilinmiyor, bilinmediğini
yazmaya mı utanıyorlar acaba! Bir zamanlar doğum tarihini bilmeyen bir
''light'' türkücü ''ben karpuz zamanı
doğmuşum ağbey, anam öyle diyor'' demişti. Böyle bir çözüm de bulunabilirdi
bence! Bu arada; “o şimdi yönetmen’’ ve
geçmişini itinayla ‘temizlemekle’ meşgul. Acınası, hatta ‘patetik’ bir durum
bence. Öyle ki, kısacık bilgilendirmede yazarın 'çırak olarak' yanına girdiği
hazretin adını bile öğreniyorsunuz ama elinizde taşıdığınız eser vatanında kaç
yılında neşredilmiş, kimleri etkilemiş, efendime söyleyeyim, hangi zevatın
hışmına uğramış vs. gibi bilgilere
ulaşmak mümkün değil.
Zaten bu tür
''önsöz'' yerine de geçen yazılarda
hemen her okurun aklına Oğuz Atay'ın
bu bilgilendirme yazılarını okuyup duranlara karşı ‘Tutunamayanlar’da dile getirdiği alaycı/aşağılayıcı sözler ve buna Enis Batur'un yine bir ''önsöz''de
verdiği ''çaresiz cevap'' gelmez mi?
Eserde D. H. Lawrence tarafından yazılmış bir ''sonsöz'' mevcut. Lawrence,
karakterlerin tek tek psikolojik tahlillerini sunuyor okura. Oldukça basit olan
''olay örgüsü''nden ve diğer ''çevresel etkenler''den ziyade bu konuya eğilmesi
anlaşılabilir bir durum. Çünkü eserdeki karakterler ve bunların birbirleri ile
olan ilişkilerini tamamen bir ''çelişkiler yumağı'' olarak tanımlayabiliriz.
Paramparça aşklar, kibar olduğu kadar acımasız terk edişler, mecburi
vazgeçişler, duygusuz şarlatanlar, yanlışlıkla doğanlar , erken ve yalnız
ölümler. Hardy, şöhretine yakışırcasına, bunca
derbeder ruh hâlini, karakterler üzerinden okuyucuya göz kamaştırıcı bir
duyarlılıkla aksettiriyor.
Jude, romanın asıl kahramanı. Diğeri Sue. Jude, gençlik dönemine kadar olan
hayatını teyzesinin yanında çalışarak geçiriyor. Anne ve babası, o doğduktan kısa bir süre sonra, kaza mı
intihar mı olduğu pek belli olmayan bir olaylar zincirinden sonra ölüyorlar.
Teyzesiyle birlikte yaşadığı hayattan kurtulmak için ve Chiristminster şehrine gidip(köydeki öğretmeninin çok okuması
yönündeki tavsiyesinin de etkisi ile) üniversitede hoca olmak istiyor ve bunun
özlemi ile okudukça okuyor. Kendi başına Latince
öğreniyor. Bir yandan da kilisede papaz olma hayalleri kuruyor. Bir çeşit çift
koldan taciz. Artık hangisi olursa hesabından. Hayallerine çok yaklaşmışken,
kendini aklı başında bir erkeğe ''kakalatmaya'' çalışan Arabella ile tanışıyor ve ince bir ''katakulli'' ile onunla
evlenmeye mecbur kalıyor. ''Şiddetli
geçimsizlikten'' kısa zamanda ayrılıyorlar. Arabella ailesiyle Avustralya'ya,
Jude ise hayallerinin kenti olan Chiristminster'a sökün ediyor.
Benim
şaşırtıcı bir şekilde gördüğüm ya da fark ettiğim bir ''Yeşilçam Filmi'' tadında
ilerliyor roman.
Jude,
Chiristminster'da bir kıza tutuluyor. (Asıl adı SusannaFlorence Mary Biridehead ise de biz yabancı sayılmayız, Sue
dersek yeterli olur.) Daha sonra bu kızla Jude akraba çıkıyorlar , aralarına
yıllar, yollar ve yabancı kollar. Bir küser bir barışır; bir el ele tutuşur bir
öpüşür; bir evlenmez iki çocuk bir de evlatlık alırlar ve
bunların hepsini herhangi bir ''Yeşilçam esnafının'' yaptığı filmde
görebilirsiniz.
Şarlatan Vilbert ve Ben
Murat Belge, bir yazısında kendisi ile
ilgili çok ilginç bir anekdot paylaşmış ve şu minvalde bir şeyler söylemişti:
''Charles Dickens'ın bir romanında sadece bir paragrafta anlatılıp
geçilen bir adam okumuştum. Bu adam o kadar uzunmuş ki bacakları tüm
gövdesinden daha dikkat çekiciymiş ve gece karanlığındaki gölgesinden sadece
iki bacakta hayat bulmuş bir insan gördünüz izlenimi edinirmişsiniz. İşte ben
de tüm hayatım boyunca unutamadım bu adamı. ''
Bu anlatılan
''tip'' bana da çok ilginç gelmiş,
herhalde ben de unutmam artık bu uzun bacaklı herifi demiştim. Ta ki Şarlatan Vilbert ile karşılaşana dek.
Bu ''tip''i okur okumaz, görür görmez dedim ki, artık Murat Belge'nin 'tipine' ihtiyacım yok, çünkü daha iyisini buldum;
''Çocuk
[Jude] daldığı derin düşüncelerden ötürü -kimi düşünceleri eski zaman
insanlarına yaraşacak türden, kimileri ise yaşına göre bile çocuksuydu- ağır
bir yürüyüş temposuyla ilerlerken, ayağına hafif bir yaya yetişip onu geçti ama
Jude, karanlığa rağmen adamın olağan üstü uzun bir şapkayla kuyruklu bir ceket
giymiş olduğunu, gürültü çıkarmayan çizmeleriyle uzun bacakları üzerinde
ilerlerken saat zincirinin de sahibinin adımlarına uymak istercesine, beyaz
pırıltılar saçarak oynadığını fark etmişti. Yalnızlıktan artık canı sıkılmaya
başladığından, adama yetişmek için hızlandı. (…)''
Kitap altı
bölümden oluşuyor (farklı şehirlere gidiş ve bazılarına tekrar dönüşü anlatan
altı bölüm) ve ilk bölümde ''karşılaştığımız'' Şarlatan Vilbert'le uzunca bir
süre denk düşmüyoruz. Beşinci bölümde(Albrickham
ve Daha Başka Yerlerde) bir festival sırasında anlamsız bir şekilde ortaya
çıkıp kaybolması ve son yani altıncı bölümde(Yeniden Chiristminster'da) benim de
düşündüğüm –– çarpıcı etkiyi yapana kadar
İnsanlara
kendi ürettiği ''iksir'' ve ''ilaçlar''ı satarak ve onları şu ya da bu
dertlerine çare bulacakları konusunda ''kandırarak'' elde ettiği parayla
yaşayan sahte bir doktordur Vilbert.
Hekim ve doktor unvanları da kullanılmakla birlikte ''şarlatan'' kelimesini
isminin önüne getirerek, kendisinden ''Şarlatan
Vilbert'' diye söz etmek daha çok hoşuma gidiyor doğrusunu isterseniz.
Tabii bunu benim uydurduğum düşünülmesin, bu da ''hekim'' ve ''doktor'' gibi
kitapta geçen bir ifade.
Ahmet Hamdi Tanpınar, T. Hardy ve
Evlilik Çıkmazı
İki tip okur
olduğuna inanırım. Biri kendini olayların ''akışına'' olduğu gibi bırakır; bir
gerilimden öbür entrikaya savrulup gider. 'Hikâyenin' ilginç oluşu, benzersiz ve heyecan verici olması önceliklidir onun için. Kitap bittiğinde
kapağını kapar ve bir daha bakmaz o kitaba.
Birkaç gün duyduğu heyecanı hatırlar durur, sonra yıllar içinde aklında
kitaba dair bir iki bilgi kırıntısından başka bir şey bırakmaz geride. İkinci
bir okur kitlesi de vardır ki bu gruba girenler bir eserde olayların ilginç,
benzersiz, gerilim yüklü' vs… oluşundan çok yazarın o an bunu hangi düşünce ve
ruh hâlinde yazdığını düşünürler.Olağan dışı bir durumdan bahsederken yazarın o
an yazı masasındaki hâlini hayal ederler ve onun ''yaratım aşamasına'' ortak
olmaya çalışırlar. Asıl bundan zevk alırlar. Bu okur kitlesi için önemli olan
'olay' ve karakterlerle 'özdeşleşmek' değil onların yaratıcısı olan yazarla
yekvücut olmaktır. O kitabı beraber yazmaktır.
Ben Thomas Hardy'yi okurken gariptir bir değil iki yazarı birden
düşünüyordum. Aslında bir eser hakkında düşünürken birden fazla yazar ile
iletişim kurmamız çok normal. Garip olan, karakterlerin 'amansız' huzur
arayışlarından , aklımın uzunca bir süre bu iki yazarı yan yana düşünmüş
olması.
İşte romanı
okurken bu ve daha birçok şeyi düşündüm.
İki yazar arasındaki(belki de benim kuruntumdan ibaret olan) kader birliğini düşündüm. Ve eğer her
yapıt bir sırrın ifşası ise bir yerde, dedim, belki de ikisi de az tanınmış ve
yıllarca yok sayılmış olmayı gönüllü olarak kabul etmişlerdir.
Huzur ve Adsız Sansız Bir Jude’un karşılaştırılmalı bir şekilde üzerinde
durulup, müelliflerinin roman sanatındaki duruşlarını analiz etmeye çalışan
yazıların yazılmasının isabetli olacağı görüşündeyim. Bu konuda herhangi bir
metinle şimdiye kadar karşılaşmadım. Doğrusu bu konuda Thomas Hardy hakkında pek de doküman ve bilgi sahibi olmak olanaklı
değil. Zira ölümünden kısa bir süre sonra mirasçıları tarafından bulunan tüm
mektupları ve not defterleri yakılmış ve geriye sadece Hardy’nin gazete
kupürleri ve notları arşivleyip daha sonraki eserlerinde bunlardan nasıl
yararlandığını gösteren bir dosya kalmış.
Bu, bir nebze de olsa kendi sanat anlayışına bir ışık tutabilir. Bunun
yanı sıra kendisinden çok etkilendiği söylenilen Virginia Wolf ve D. H.
Lawrence’ın yapıtlarında da bazı ipuçları elde edilebilir.Tanpınar
konusunda ise daha şanslıyız demek yanlış olmaz sanırım. Bu, üzerinde daha fazla durulması ve incelenmesi
gereken bir konu. Şimdilik burada kapatalım bu faslı.
Arabella, Sue ve Aşkın Yemin Hâli
Bambaşka
yapıda iki karakter Arabella ve Sue. Arabella, Jude’un ilk eşi. Sue ise ikinci
ama Sue ve Jude asla resmî bir şekilde evlenmiyorlar. Bundan Sue başta olmak
üzere hep korkuyorlar ve kilisedeki bir papazın
“ Onu hayatın boyunca tüm kalbinle seveceğine Tanrı huzurunda yemin eder
misin?’’ sorusunda gerçek mutsuzluğun gizli olduğunu düşünüyorlar.

Sue, güzel
ve nârin vücuduna, bilgi birikimine, asi ve kabına sığmaz yapısına rağmen
okudukça şaç baş yolduracak kadar çelişkili ve
çok sık karar değiştiren bir karakter.
Tabii, saf bir okur refleksiyle
değil, yazarın okurun hayalgücü üzerindeki büyük hakimiyetini vurgulama adına
söylüyorum bunu. İnsanı böylesine sinirlendirebilen bir karakter yaratmak
gerçekten de zor bir iş. Çünkü kısa sürede bunun sırıtması ve eğreti durması gibi bir tehlike
söz konusu. Ama Hardy’nin bu konuda çok başarılı olduğunu söylemem gerekiyor
mu?
Arabella, ne
kadar anlık mutluluklardan ve rahat bir hayatın sağladığı imkânların verdiği
zevk dolu günler içerisinde yaşamaktan yanaysa, Sue da o kadar ânı öldürdüğü
halde uzun süreli ve yoğun bir aşktan yana. Tabii bu aşk çoğu zaman iki yönlü
(hem kendisi hem Jude için) bir mazoşizm halini almaktan kurtulamıyor. Ani ve
çabucak değişen fikirler yüzünden bir evliliği de bitirecek bir kadın Sue, o
evliliği bitirip başladığı birlikteliği
de yine o değişen kararlardan biriyle darmadağın edebilen bir kadın ,tam bir
paradoks ikonası.
Yaşayacağı
aşkın cinsellikten ve tüm fiziksel dokunuşlardan uzak olmasını, öyle ki bunun –eğer mümkünse– sadece düşünüşte
olmasını ya da dokunuştan öteye geçmemesini (bkz. Tantra) ve böyle bir yoğunlukta büyüyerek gitmesini istiyor. Lawrence da karakterlerin psikolojik
tahlillerini yaparken Sue’nun bu anlaşılmaz durumuna dikkat çekiyor ve “Sue onun [Jude’un] kendisine veremeyeceği
şeyi istiyordu –muhtemelen hiçbir erkeğin veremeyeceği şeyi, fiziksel arzu
duymadan yaşanacak tutkulu bir aşkı.’’ diyor.
Sue’nun
böylesine zor bir şeyi bir erkekten istemesini ve Jude’un bunu sabırlı bir
sadakat içerisinde kabul edişini yine Lawrence iki tarafın da –zamanla–
kişiliklerini yitirilmelerine sebep olduğunu söylüyor. Karşılıklı bir tükeniş
hâli bir yerde.
Arabella’nın
Avustralya’ya , Jude’a haber vermeden karnında bir çocukla gidişi (Jude’un
çocuğu) bu çocuğun yıllar sonra oradan,
Arabella’nın İngiltere’ye dönmesiyle birlikte
sonra annesinin yanına, Londra’ya gönderilmesi, zaten başka biriyle evli
olan Arabella’nın bu çocuğu başından savmak için Jude’a bir mektupla birlikte
bunun ikisinin oğulları olduğunu belirtmesi,
Sue ve Jude’un bu , olduğundan yaşlı ve hırpani görünümlü, sürekli
düşünceli ve sessiz olan bu çocuğu gönül rızasıyla kabullenip onu
sevmeleri, arkasından ilk çocuğun verdiği
rahatlık ve tecrübeden sonra gelen iki yeni çocuk daha -bunlar ithal değil
elbette , Sue ve Jude’un sevgi
meyveleri- onca umutsuzluk, yoksulluk ve
Jude’un hastalığının ardından yapayalnız sokaklarda kalan bir ailenin bu
durumda olmasında tek suçlunun kendisi olduğunu düşünen bir çocuk …
Bir
psikolojik buhranın ardından kendini ve kardeşlerini asan Küçük Zaman Baba’nın (Arabella ve Jude’un çocuğuna bir isim
verilmeyip vaftiz edilmemiş olmasından dolayı –garip hâli de göz önünde
alınarak– ona bu lakap takılmış kitapta) küçük omuzlarında taşıyamadığı büyük
suçluluk duygusu , ölümünden sonra da –üvey annesi–Sue’ya musallat olmuş, bunun
ezikliği ile cezalandırıldığını düşünen Sue,
materyalizme kaçan görüşlerini terk edip sâdık bir çileci oluveriyor kısa sürede. Zaman gerçekten de ikisinin
kişiliğini eritmiş ve birbirleri olmuşlardır. Jude eskiden papaz olmayı
isteyecek kadar inançlı bir Hıristiyan iken şimdi Sue gibi maddeci bir anlayışa
kaymıştır ve değil papaz olmak kilisenin içine girmeyi bile gereksiz
buluyordur. Sue ise eskide kalan tüm yaşananlara bir ceza olarak bakıyor ve
cezasını Tanrının çocuklarını kendisinden alarak çektiğini söylüyordur.
Aslında bu
çelişkiler ve pesimizm yumağı kadını anlamak oldukça güç. O kadar güç ki onu
sadece onun kadar çok ve garip sevenler
anlayabilir. Sadece verdiği acı ve yüreğimizin dehlizlerinde duyulan ezelî bir
suçluluk duygusu ile böylesi bir aşkın idrakine varabiliriz. Hayatım boyunca okuduğum
hiçbir metinde Sue’nunki kadar tutku
dolu ve diğer tüm bağlardan izole bir sevgi tasviri ile karşılaşmadım
diyebilirim. Korkunç bir sevgi. Bu öyle bir sevgi ki dokunulamaz bir şey. Ama
aynı zamanda dokunulmadan da yaşanamaz bir şey. Su içemeyen bir canlıyı düşünelim. Yaşayabilmek için suya muhtaç. Ama
suya yaklaşamıyor bile. Bu, sonu pek de uzak olamayan gürültü ve kargaşa dolu
bir yıkım değil de nedir?
Sue öyle bir
karakterdi ki romanda hiç kimse ona sahip olamadı. Çünkü kimse onun kadar
sevmedi. Duayla bitirelim: Allah bizi böylesi bir sevgiden korusun.
Sonsöz
Hakikatli
bir okur, Thomas Hardy’nin bu yoğun
hayal kırıklığı, yitik hayatlar yumağı ve erişilemez aşklarla dolu dünyasına
girmekle sadece büyük bir yolculuğa çıkmış olmayacak, edebiyatın okura ne denli
güçlü ve yoğun bir iletişim olanağı sunduğuna bir kez daha hayret ve keyifle
şahitlik edecektir.
[ Kuyudaki Koro sayı 9'da yayımlanmıştır. ]
[ Kuyudaki Koro sayı 9'da yayımlanmıştır. ]
öncelikle yazınızda hata olduğunu belirtmek isterim. Jude Christminister'a teyzesiyle değil kendisi gidiyor. ve oraya giderken Sue ile akraba olduğunu zaten biliyor daha sonradan öğrenmiyor yani. okuyucuları yanlış bilgilendirmeyin lütfen
YanıtlaSilYıllar geçti üstünden, hiçbir şey hatırlamiyorum. Öyle diyorsanız öyledir! Yorumunuzu yayımlamakla okuyucularının doğru bilgilenmesini sağlıyorum. Teşekkür ederim.
Sil