“Cenin, korunmuş ve bir çocuğun
mülkiyet duygusuyla saklanmış cenin,
bu ortamda çürüyene dek dursun,
kurusun, korunsun.”
*
"O yaralı ece, çıldırmış
gündüz,
İstanbullu o orospu; kirpiğin
her kapanması o, ıskalanmış bir
düş–
acısıdır haça gerilmiş kentin."
*
"İ(n)sa(n); çarmıhlı
kentimin acısı,
düşümde gördüm, sarı bir gündüzde
bitmiş.
Uyandım, baktım, güneş doğmuş."
*
"İki sigara ve gong!
Karanlıkta ıslanıp
ışıldaması uzak
gözlerin. Akşamüstü.
Akşamdüşü."
*
"Kırık camlarını topla
Karanlıkta ıslak gözlerimizin"
*
"gece.bir fincan
çay.eller.gözler.
sevgi.istanbul.pera.düş.gece
Hepsi, hüzün ve hece."
*
"Düşe-kalka yürüyen gün
elinde bitmiş bir şişe
yüreğinde bir çiçek sap–
lı uzanıvermiş yere"
*
"Bir seyyar satıcı satsın
şarkı sözlerini tezgâhında bağıra çağıra; bu
şehrin altı otel üstü minare."
*
"suluboya takımını
kaybeden çocuk
göğe göçtü annesine haber vermeden"
*
"Dünyanın bütün
patlarına birkaç parça gözyaşı
gönder. Şimdi. Hemen."
*
"Ayşe önünde aynanın, çözüyor
incik ve boncuklarını, saç!
larını ör Ayşe. Kır aynayı,
parçalansın eşyA.
Şıngırtıyla iniyor ayna."
*
"Kızzz---
zzzzzt! Ayşe!
Kaçar mısın
kız benimle?
Şinanay şinanay
şinanayşe"
"yanan eşya
saçtan saça
ayşekız
yandın da
saçlarını
ör dün/ya
ay aman
saçtan saça
ayşe nanay"
*
"ahh düm
teke öldüm
ben teg. Söndüm ahh
teke söndüm mum teg"
*
"Aşk ve ölüm. Acı suları bir
sarnıcın."
*
"Sonra, ayışığında aynaya
durup kendimi sevdim."
*
"Bayım, ben bir ekmek
kırıntısı
görürsem yerde, alır yükseğe
koyarım,
basılmasın diye. Bu bana huzur
verir.
Çığlık atmam, hadi! bas
üstüme...bitsin
bu iş...kence!
(İrkilir,
gider ordan.)"
*
"Devrilmiştir tahtaya padi
şâha kalkan at. Cânı
çıksın tahtada kalanın.
Tahta kalan padişâhın
cânı çıksın. İstemezüz
ânı, hem dahi vezirini
ve atını."
*
"Of yüreğim! Nasıl da
daralıyor şimdi. Prenstim
oysa ben, kupa valesi kadar.
Nişanlarım vardı benim
ve âsâm. Asâmı hangi tahtaya
savurdum? Of! Küçük, prens
yüreğim..."
*
"İki dandy çıkıyor
Steinburg'tan, iki nokta
koyuyorum her şey cümhuriyet oluyor"
*
"Şair suretinde okurdu yankı
uçuşurdu kahkahalar tüy gibi."
*
'çocuğ-hop!'
Benim de arkamda
Renkli taşlar olsaydı,
Çocukluğuma giden yolu
*
'uç uç çocuğu'
"Uçç! Ulan böcek! Uçç
lan kınkanatlarını,
biraz da ben uçayım.
Cennet ülkesine herkes
in. Cennet ülke
sine. Cen–
in olup koynuna annemin.
Uuç. Uç çocuk."
*
DÜŞTANBUL
Siz kâinatın etrafınızda
dönmesini istiyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki
hayat sizi mahrekinin dışına
atmış. Hayat kimsenin etrafında dönmez,
herkesle beraber yürür.
[ Seyhan
Erözçelik’le yapılmış garip ve çok güzel bir röportaj var aşağıda… İsteyen buradan okusun,
isteyen devam etsin, çıkmasın blogdan.]
“Ah Türkçem.
Benim Türkçem. Canım Benim. O benim canım. Her şeyim. O yoksa Ben yokum.”
Ramazan
Parladar: Yakın zamanda geçirdiğiniz bir
rahatsızlık vardı; öncelikle geçmiş olsun diyelim.
Seyhan
Erözçelik: Hayatım, zaten rahatsızlık
üzerine kurulu. Ben hiçbir şeyi beğenmem. Yazdıklarım dahil. Rahatsızlığım da
geçmedi, geçmez.
R. P. Vâridik, yoğidik.,öyle sanıyorum
ki Yağmur Taşı ile birlikte Seyhan Erözçelik şiirinde yeni bir durak. Önceki
kitaplarınızdaki kimi şiirlerde bu iki kitaptaki şiirlerin küçük işaretlerini
bulmak da mümkün; ama özellikle izlek olarak yepyeni bir Erözçelik şiiri
diyebilir miyiz bu iki toplam için?
S. E. Of. Beş kişi değilim. Aynı insan,
bilinir, bilinmez. Görülür, görülmez. Dile vurgunum, yangınım, belki odur.
Yağmur Taşı, bizim Türklerin bir şeysi, onlar bilirler, öyle, seviyorlar işte.
Ben o kitabı durup dururken yazmadım. Askerlikte taşı kıçlarına da sürerler.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey işitmedim, duymadım. Benim bildiğim
kadarıyla. Taharet, taşla nasıl yapılır yahu… Göç ediyorlar, kurutuyorlar,
çekirge gibiler. Özür dilerim, göç ediyoruz, kurutuyoruz, çekirge gibiyiz…
R. P. Kitapta belirli aralıklarla
“amtı” (şimdi) sözcüğünü kullanıyorsunuz. Hem Türkçenin hem de Türk
mitolojisinin çeşitli evre ve coğrafyalarında gezinirken bu sözcüğü sürekli
yinelemeniz çok ilgi çekici geldi bana. Üstelik kitapta, bir yerde “zaman durur
amtı” diyorsunuz. Sizin önceki şiirlerinizle gelenek arasında doğrudan bir
ilişki kurmak zorken; bu kitapla geleneğe eklemlenmekten de öte, deyim
yerindeyse ‘geleneğe katışma’, adını iyice gerilere çekip zamansız bir şaman
olma isteği ya da iradesi seziliyor, yanılıyor muyum?
S. E. “Amtı”, “am”dan gelir. Hayatın ta
kendisi. “Şimdi” de, “amtı”dan gelir. Amtı, bana göre, şu anda var olan. Belki
felsefeyle ilgili. Bilemiyorum. Felsefeden pek çakmam ama, düşüncem budur.
Hoyrat bir çiçektir zaten felsefe. Bir şiirimde böyle yazmıştım. (Felsefe
hocası olan bir arkadaşım çok sever bu dizeyi. “Zaten” yok. Kulakları çınlasın:
Ferda Keskin.) Velhasıl, benim diğer arkadaşlarım, şair arkadaşlarım gibi, öyle
romantik arzularım yok. Ben şiir okumuşum, okuduklarıma bakmışım. Ben nasıl
yaparım acaba, diye kendime sormuşum. Yoksa, dünyayı kurtaracağını düşünen sürüsüne
bereket ve yaşları eşşek kadar şairler var. Aile boyu şairler var. Ya kardeşim,
yazmayıver… Benim kızım şiir mi yazıyor? Abim şiir mi yazıyor? Hüseyin Ferhad,
misal, uslu uslu kendi şiirini yazıyor. Herhangi bir polemikte var mı? Yok!
İşte, ben de kendi işimi yapmaya çalışıyorum. Yeni biriyle tanıştığımda hiçbir
zaman ben şairim demedim. Önce şiirini yaz. Gerisi gelir. İnsanların önce kendi
dillerini bilmesi gerekiyor. Emirgân götçübaşı. Emir gûne. Koskoca bir semt.
Orda oturuyorum. Kimse, niye bu, bu nedir, diye sormuyor. Köy adlarını
değiştiriyorlar. İyi, hadi İstanbul’u değiştir. İstanbul, Rumca -Elence
demedim; Rumca-, “şehre gidiyorum”, demektir. Kavafis de İstanbul’u şöyle anar,
tek kelime: Poli. Şehir. Buyur. Ankara’yı değiştir. Bartın’ı değiştir. Poseydon’un
kızı. Hadi buyur. Petka yer mi? Ben bunları sora sora geldim. Hâlâ da
soruyorum. Niye kimse Ece Ayhan’ın mülkiye eğitimi aldığı için sert olduğunu
sormuyor? İktidara karşı olan birinin, iktidara aday olduğunu sormuyor? Hah,
işte burada çizgi kırıldı: İlhan Berk, emekli olmadan önce, Ziraat Bankası
günlerinde, odaya biri girdiğinde, kalkıp ceketinin düğmelerini ilikliyor.
Cemal Süreya, Darphane Müdürü’yken, bir Bakan’a, “Siz gelmeden önce burası
temizdi.” diyor. Zaza’dır kendisi, Türkçe yazıyor, yazdı. Niye? Turgut Uyar
şairler üzerine yazıyor, ismi faşiste çıkıyor. Niye? Ben bu ülkede, Turgut
Uyar’a faşist diyenleri bile gördüm. Artık tahammülüm yok. İşaret parmağımla
ezerim.
R. P. Vâridik, yoğidik.’i bence çok
farklı kılan yönlerden biri dille, özellikle eski Türkçeyle, kurduğu sıcak bağ.
(Yağmur Taşı’nda da Türkçenin coğrafyasını genişletmiştiniz). Türkçenin erken
dönemlerine ilgi duyan, dahası bu büyük denizden inciler çıkaran pek kimse
yoktur. Türk şiirinde Türkçe ne kadardır, ne kadar seviyor Türk şairi dilini ve
ne anlıyor ondan?
S. E. Bir. Bilmiyor. Bilmesi gerekir
mi? Onu da ben bilmiyorum. Türkçe, dünyanın en güzel dillerinden biri. Diğer
yandan, bizim düşünce biçimimizi etkiliyor. Yoğurt iyidir, kötüdür. Satılır,
satın alınır, başka. Manda yoğurdu başka ya da keçi yoğurdu başka. Oysaki,
bilinenlerin aksine, Webster bile öyle yazar, yoğurt Türkçedir, diye. Hayır,
Türkçe değildir, Moğolcadır. İşte, ben Türkçeyi yoğurda benzetiyorum. İçine
istediğin şeyi koyabilirsin. Reçel koy, bal koy, acı biber salçası koy,
sarımsak koy, hıyar koy. Sonuç? Yoğurt, yine yoğurt. (Moğolca. Ayrıca,
Moğollar, hiç de öyle kardeşimiz filan değillerdir.) Türkçenin gücü, bir tür
“lingua franca” olmasından geliyor. Nereden bakarsan bak, sonuç ticaret.
Ticaret dili. Öğrenmek zorundalar. Yoksa Codex Cumanicus niye yazılsın. (Bu
arada, o koca kitap, niye Vatikan’dadır, niye getirilemez, ondan da geçtim,
hâlâ niye Türkçede, tıpkıbasımı bile yoktur. Hadi devlet uyuyor. Koç Holding
uyuyor mu?) Ben, Yağmur Taşı’nı Sencer Hoca’ya (Divitçioğlu) göndermiştim.
Okusun, diye. O, önce, ben şiirden anlamam Seyhan’cım, demiş idi. Sonra beş
sayfa mektup yazdı bana. El yazısıyla. Demek ki, anlamış. Gül, bülbül, bunlar
bana uzak. Ben dilimle gidiyorum. Belki de dilin belini getirmeye çalışıyorum.
Anlayan anlar, anlamayan anlamaz.
R. P. Bugün eski Türk şiiri akademik
çevrelerde ve sadece dil malzemesi olarak işleniyor; halbuki Homer’den
Ovidius’a, Sappho’ya; eski Mısır şiirinden Vedalar’a kadar çevrilmemiş,
okunmamış, etkilenilmemiş metin yok; siz ise V. B. Bayrıl’la yaptığınız bir
söyleşide Aprın Çor Tigin’in ders kitaplarında niçin olmadığını
sorguluyorsunuz. Acaba Vâridik, yoğidik. gibi bir kitaptan bir ders çıkarmalı
mı Türk şiir ortamı?
S. E. Kendime pay çıkarmak istemem. Ama
Aprın Çor Tigin benim için çok önemli. Faşistlere de bırakmam. Zaten
anlamazlar. Kafa basmaz. Aprın Çor Tigin Türkçenin bilinen ilk şairi. Ders
kitaplarında yok. Niye? Ben biliyorum niye olmadığını. Başka bilen varsa
söylesin. Bunu ders kitaplarına hiçbir siyasi zihniyet koyamaz. Çünkü şiir, bir
pedofili vakasını anlatır. Türkiye’de de, pedofili vakası çoktur.
R. P. Aynı durum mitoloji konusunda da
geçerli; çünkü bunu da masaya koyuyor bu kitap. Türk mitolojisinin kaba
milliyetçi bir bakışın ötesinde yeniden okunması ve sonucunda da Türk şiiri
için bir imkân oluşturmaya başlaması açısından da bir işlev göreceğini umuyorum
Vâridik, yoğidik.’in. Yıllar önce Necatigil usta, şairlerin dikkatini evliya
menkıbelerine çekmişti. Bu öneri ne kadar dikkate alındı, tartışılır; ama sizin
kitabınızı da benzer bir öneri olarak görüyorum ben, ne dersiniz?
S. E. Ben dilime âşığım. Önce bu,
biline. Bir de ben sözlük okurum. Roman okur gibi. Webster’ın ilk baskısıyla,
son baskısını yan yana koymak, inanılmaz keyiflidir. Diğer yandan da, öyle
hemen şair olunmaz. Eshab-ı kehf’i bilmeyen şair olabilir mi? Yunus’un hangi
şiirinin Yunus’a ait olup olmadığını sorgulamayan birisi şair olabilir mi? Ben
hep bunları sordum kendime. Dikkatli bir okur olduğumu biliyorum, Hilmi
Yavuz’dan öğrendim, herhangi birisine pattadanak tuhaf bir soru sorabilirim.
Türkçede ilk soneyi kim yazdı, gibi. Dünyada ilk soneyi kim yazdı, gibi. Sen
Kürt’sün, hep Kürtlüğe vurgu yapıyorsun, o zaman niye Türkçe yazıyorsun, gibi.
(Rahmetli Cemal Süreya. Sen ki Zaza’sın. Türkçenin ustasısın. Rahmetli William
Butler Yeats. Sen farklı mısın…) Velhasıl, aruzu bilir misin, gibi.
Sinema sever misin, gibi. Türkçe, ehil olmayan insanların elinde türlü şekiller
aldı, alıyor. Belki benim dilim de bozuk. Bunu “Bakı şeherine” gittiğimde
anlamıştım. Taşkent’e gittiğimde başka şeyleri de anladım. Hele hele Almatı’ya
gittiğimde, biraz düşünmem gerektiğini anladım. Türkçenin, Türk dillerinin,
diğer dillerden farkı var, ortada. Çünkü mantığı farklı. Hep bunu anlatmaya
çalıştım ben. Türkçenin mantığı farklı ve bizim düşüncemiz de farklı.
Sözgelimi, ne kadar düşman olurlarsa olsunlar, bir Arap’la bir Yahudi’nin
mantıkları aynıdır. Bizim ayrıdır. Gerektiğinde Musevi olmamız gibi (Hazar ve
Karay Türkleri). Eh, yeter.
R. P. Söyleşinin başında son iki
kitabınızı içerik yönüyle diğer kitaplarınızdan farklı bir yerde gördüğümü
belirtmiştim. Öte taraftan biçimsel özellikleri bakımından diğer
kitaplarınızdan çok da kopuk değil. Siz ilk kitabınızdan itibaren deneyci bir
şair olarak göründünüz. Kısa dize yapısı, sözcük vurgulu bir söyleyiş, çok
zaman seslerle oynamaya varan bir dil işçiliği… Bu son kitaplarda Türkçenin
bozkırına açılmanızın bir sebebi de biçimsel arayışlarınız olabilir mi?
S. E. Ah Türkçem. Benim Türkçem. Canım
benim. O benim canım. Her şeyim. O yoksa ben yokum. (Her şeyim dedim, nasıl
vurguladığıma bağlı, “ben her şeyim” anlamı da çıkar, bundan.)
R. P. ‘Amtı’ farklı bir soru sormak
istiyorum. Bir zamanlar Necatigil’e, Attilâ İlhan’a, Mehmet Taner’e ödül veren
TDK’nın şimdiki haliyle sizin kitaplarınızı görme ihtimali var mı? Gördü de biz
mi duymadık yoksa?
S. E. TDK’nın güzel bir binası vardı.
Ankara’da. Durur mu acaba. İçine hiç girmedim ama. Neye şimdi on iki eylül
paşalarını anlatayım. “Our boys”, Türkçeye bizim oğlanlar diye çevrilir. Benim
Allah’tan başka kimseden korkum yok. Ben bu ülkede, işkenceyi tuhaf bir şekilde
savunan purolu, Kanada Büyükelçiliği yapmış, ama iktidara gelememiş insanları
gördüm. Gencecik yaşımda. O mu Türkçü, Türkçeyi seviyor, ben mi? Benim babam
Çeçen. Türkçe yazıyorum. İsmi lazım değil, bir hanım kızımıza şunu sormuştum:
Aruz biliyor musun, aruzla yazdın mı? Kürt şairi ve kadın olarak geziyor
ortalarda. E, aruz yazan Kürtler de var. Buyur. Hadi yaz. Ayrıca niye Türkçe
yazıyorsun. Benim şiirlerimde Çeçen sözcüğü bir sefer geçer. Çeçenlere yapılan
kötülüğün, karşısında, ben insan olarak varım. Çeçen olarak değil.
Amtı, am’dan
geliyor. Korkmayalım. Amdan korkulmaz. Korkulmasın. Ordan çıktık.
R. P. Vâridik, yoğidik.’in sonunda bir
yerde “Dilimi,Yunus’umdan aldım.” deyip “az söz, öz söz” diye ekliyorsunuz. İki
binlerden itibaren yazan şairlerde dikkat çekici bir yön var: Çok şey
söylüyorlar. Dizelerin de söylediklerinin de boyu oldukça uzun. ‘Çet’
odalarında keşişlik yapıp şiirin başına oturmuşlar gibi bir duygu yaratıyor
bende. Sanıyorum küçük İskender ve İzzet Yasar ekseninde gidip gelen bir şiir
var şu anda. Bugünün şiirinden biraz ayrı düşen bu söz üzerine biraz konuşsak.
Nedir söz azaldıkça şiir adına çoğalan?
S. E. Önce, İskender de, İzzet de şair.
Dilini seven insanlar. Birbirlerini severler mi, hiç bilemem, beni hiç
ilgilendirmez. Ben de şairim. Benim şair olmam, belki onları da
ilgilendirmiyordur. Hepimiz cırcır böceğiysek, herkesi ilgilendirir. Bıyıklı
bir insan, beni rahatsız eder. İnsan (erkek olan) denen şeyin yüzünde kıl
vardır, kesersin ya da kesmezsin. Bıyık bıraktığında, iş biraz değişir. Demek
ki aynaya bakıp kendine bir rol biçiyorsun. Bu bıyık dudak üstünde olabilir,
dudak altında zibidi bıyığı olabilir. Fark etmez. İkisi de aynı. Ruhlarıyla
barışık olmayan insanlar derim ben buna. Uzunluğu, kısalığı, hele, ayrı bir durum.
Bir de yakışmıyor. Türk’e yakışmaz bıyık.
R. P. Son olarak Şiiratı’nı soralım.
2005 Bahar sayısında kaldı. Yeni sayı için çok beklemeyiz umarım.
S. E. Şiiratı herkesin. Buyrun,
çıkarın. Hazırladığım sayı hazırJ) Bana tahammül edebilecek bir grafiker bul,
tamamdır.
R. P. Bu güzel söyleşi için çok
teşekkür ederiz.
Ramazan
Parladar, yeniyazı, S. 1
Yorumlar
Yorum Gönder