Ana içeriğe atla

Şiirin Bizi Bırakması



Yaklaşık 10 yıl şiir yazdım.  Yazdığımdan çok okudum. (Selçuk Altun’un kulakları çınlasın.) Yıllar içinde ‘görgüm’ arttıkça, şiirimi değiştirme ihtiyacı hissettim –bu olağan. Bir tek şey eksikti, en değerlisi: sesim. Sesimi duyamıyordum yazdıklarımda. Belki de çok okuduğum için oldu bu. (Bu noktada, bu kez de Ülkü Tamer’in kulaklarını çınlatma zamanı! Aynı sebepten ötürü Yusuf Atılgan’a sitem etmişti, “az oku da yaz biraz!”) İyi bir şiiri tanıyordum, bununla övünüyordum, ama bu yazdıklarım [tamamen] benim miydi, ben miydim? Yazdığım her şiirde ruhum biraz daha inciniyordu. İncindikçe inceliyordu ve ben, tanıdığım ben olamadığım için, biten her şiirde biraz daha muzaffer olması gereken ben, tükeniyordum, bu ağırlığın altında eziliyordum… Uzatmiycam,  hayalini kurduğum şiir kitabını çıkaramadım. Buna yönelik herhangi bir girişimde bulunduğum da söylenemez ya neyse. Yılgınlığımda, adı-sanı belli kimi edebiyat dergisi editörlerinden beklediğim dönüşleri alamayışımın da büyük ölçüde bir etkisi olabilir. Öyle hattâ. Falan filan ya, boşverelim. Dünyada, ama en çok da Türkiye’de bir kişinin daha şiiri bırakmış olması, olsa olsa kutlanacak bir şeydir. (Ben ölünce bir grup manyak çıksın ve müridim olsunlar, şiiri bıraktığımı ilân ettiğim şu mübarek 7 Ocak gecesini sevdiğim şairleri okuyarak kutlasınlar, ha, olmaz mı?)

Unutmadan; kitap ‘çıkabilseydi’, Paul Verlaine’in şu dizeleriyle açılıp,

"İşte yapayalnızım ürkek ve yapayalnız,
Umutsuz, garip bir öksüz misali ablasız,
Daha çok üşüyorum ak saçlı bir adamdan."

şu dizeleriyle kapanacaktı:

"Bırak biraz dinlensin bu alevli arzular.
En doyumsuz anında bile sevdanın, ey yar
Kadın bizi ablaca terkedebilmelidir."

Ablasız doğdum, ablasız büyüdüm. Ne Çin ne de başka bir yerde bir ablam olmadığını biliyorum. Ne yazdımsa, hep bir ablasızlık ağrısıyla yazdım. Hep onu, bir yokluğu düşünerek yazdım. Adsız sansız, üstüne üstlük ablasız bir Milât vardı dersiniz. Adı şiire başlayışının bir hediyesi olarak verilmiş ve şiirin onu bırakmasıyla geri alınmış olan doğmamış bir şair.

Benim biricik ustam, Henri Rousseau...


hâmiş: 
İmha edilmek istenmeyen birkaç şiirim, ‘aşağıda’ !

---

Necatigil İçin

Durup dururken geliveriyor aklıma,
maziden bir kırıklık.
En çok da kahkaha atarken ve tokken
ve temiz havada yürürken.
Alıyorum hınçla kâğıdı kalemi elime,
öfkemi boca edecekken
hâlâ temiz kalabilmiş sayfaya
Tutuyor elimden Necatigil usta:
dur, yapma.

[Türk Edebiyatı Dergisi, 440.]

Augustus Leopold Egg, “Şair olarak Otoportre”.

*


Giden

Teslim olmaktan başka
çaresi kalmamış teraslar
ve ışık istilasındaki yalnız balkonlar
Baştan başa, kurutulmaya bırakılmış
biberler ve kofiklerle boyalıydı

Kimi erken davranan çalışkan kadınlar
toplamaya başlamışken kurularını
Biri gecikmiş olmanın telaşıyla
Mozik ipine özenle geçirilmiş organik kolyelerini
Donatmakla meşguldü geniş terasına
Seçemiyordu bir türlü, acaba,
en çok nereler güneş yer

Bitirince işini, kilitledi arkasından
terasın küçük demir kapısını
Kaderine terk etti
küçük demir kapının ardındaki kolyelerini
ve karşı pencerede bir şairi

Aşağı inerken, evdeki işlerin
hangi birine yetişeyim ben, diye düşünecek
Şimdi arkasına bile bakmadan giderken
hakkında yazılmış bir şiir olduğunu
hiçbir zaman bilmeyecek

[Türk Edebiyatı Dergisi, 452.]

John French Sloan

*

Temmuz Çocukları

–Lorca söyledi ben yazdım–

Düşlerim olmasaydı nasıl dokunurdum saçlarına
Sevilla’da bir gece dörtnala öpüşürken biz
Hatırla kanat takılı rüzgârların bize söylediğini
Akardı Guadalquivir şefkatli sesiyle ellerimizden

Şaha kalkmış bir kısrağın sağrısında bıraktım seni
Umut içirdiğimiz çiçeklerin kızıl suskunluğunda
Seninle ben layık olduğumuz ülkedeyiz şimdi
Unutma sakın Elvira kemerinde aşktan ağlayışımızı

İçine doğduğumuz şarkıların sesinde an
Dilinde taşıdığın renklerde harla dur şehvetimi
Eski bir kaktüs masalında erit o ince hatıraları
Eğer unutursam bir daha asla bağışlama beni

Beyaz duvarlarında Viznar’ın kurumuş sardunyalar
Soluk yüzlü karanlıkların masumiyeti ve Endülüs
Ve semalarından bahçemize doğan güneşi Granada’nın
Unutma bir temmuz serinliği gibi hiç kavuşmayacak bizi

–Alova da çevirdi belki–

Edvard Munch, “İsimsiz”.

*

Kıyamet

Perdeleri takmış
Kollarımı askıya asmışım
Televizyona çıkmış
Herkesi alkışlamışım

Çeşmeye yollamış annem
Daha yemek yapılacak
Evde ne ekmek ne çiçek
Çay da içecekmiş babam

Oysa su bitmiş
Minarelerde ikindi ezanı
 
Illustration by Manuel Bujados
*

[ Üç Ölü Melek ]

–Zülküf, Mehmet ve Burak için–

"Biz üç ölüydük
bu açık mezarda
ne aramaya geldiğimizi bilmeyen."
(Edmond Jabès, Şaşkın Üç Ölü Adama Şarkı.)

Biz de üç kişiydik, herkes gibi
Sizin artık mahşere kadar bekleyeceğiniz
yaşlardan, anlardan biz de geçtik

Piç doluydu ceplerimiz
Ve aşılıydı kollarımız, cüzdanlarımızda neşter
Aklımıza bile gelmezdi: neden boştu bu sokaklar

Allah’tan bile çok korkardık halktan
Yarım kalmış inşaatlarda, saklanırdık
duvar diplerine

Karın doyuran kokusuyla bir duman
dönerdi ellerimizde

çek çek çek
asıl asıl asıl
pıt pıt pıt
ver veer veeer
ağızdan
burundan
pıt pıt pıt
ağızdan
burundan
işte
işte
işte böyle

Ağzımızda nemli bir dostluk
kırılgandı parmak uçlarımız

Bir ev bulduk, kullanılmayan
tek katlı, bahçeli ve Allah kahretsin
metruk

Alamancıymış
sahipleri
İki senede bir
ya gelir
ya gelmezlermiş

Yavaş yavaş, ürkekçe, sahiplenmeden
alıştık, yerleştik bu eve
–artık, o eve–

Günün, gecenin hemen her saatinde
birer hafiye gibi, o büyük dut ağacına
haşyetle bakıp, merhamet dilenircesine,
süzülürdük, cümle kapısından

Acıkırdık, koltuklarını kemirirdik evin
Mutfak dolaplarının menteşelerini emerdik
Kurşunlardık kirlenmiş, sarışın duvarlarını
Açılan oyuğa ürkekçe yaklaşır,
merakla parmaklardık

Aylarca saklandık o evde, kaçtık,
dışarıda bizim için bilenen muğlâk gelecekten
Ne olacaksa orada olsun istiyorduk
Kalp krizi, bileklerimizden kopan kan,
Çürük parmaklar, kapkara bir kurşun izi

Bir gün, tükettik bütün ağaçları
Yeşil bitti ve neşterleri paslı bulduk,
kurşunlarımız da bitmişti

Kaçıp gitmek sanırdık, sarılmakmış meğer
Kurtulmak dünyanın çilesinden
Biz de üç kişiyidik, herkes gibi


"Üç gül ve çöl.
Üç akrep ve şimşek.
Havanın ve okyanusun
sırtında mı yolculuk edeceğiz hep?"
(Edmond Jabès, Üç Fırtınaların Şarkısı.)


[
“E…’da 6 Kasım 2013 tarihinden beri haber alınamayan ve yakın arkadaş oldukları belirtilen 19 yaşındaki Mehmet Tağ, aynı yaştaki Burak Çiçek ve 17 yaşındaki Zülküf Bal’ın cesetleri bulundu.

Bu sabah saatlerinde Rızaiye Mahallesi Bora Sokak üzerinde bulunan ve kullanılmayan tek katlı metruk bir evin yıkılması için içeri giren işçiler, ağır kokular gelmesi üzerine evde arama yaptı. Evin bodrum katına bakan işçiler, üç kişinin cesedi ile karşılaşınca, polise haber verdi.

Yapılan incelemelede cesetlerin kayıp 3 gence ait olduğu belirlendi. 3 ceset bulunduğu haberi üzerine olay yerine gelen kayıp gençlerin yakınları (...)

Cumhuriyet Savcısı’nın incelemesinin ardından cesetler Adli Tıp Kurumu’na götürüldü. E… Emniyet Müdürü N. İ., soruşturmanın sürdüğünü belirterek, ‘Cesetleri bulunan gençler kayıp gençler. İlk bulgularda zehirlendiklerini tahmin ediyoruz. Kesin ölüm nedenleri otopsi sonucu belirlenecek’ dedi.

Üç gencin tek katlı evin bodrum katında cesetlerinin birbirine sarılmış halde olduğu ve yanlarında mangal bulunduğu belirtildi. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.”

(DHA, 21 Şubat 2014)
]
 
Roland Topor
*

Vâkı’â’yi M. K.
(Salkımları sarkmış muz ağaçları arasındadır şimdi o)

Başladı
O büyük tercihle kapısını araladığın
Yaşam tanımaz hayat
Karanlık ve kavurucu belki
Belki ıslak ve serin
Belki

Herkes bir neden arayıp duruyor
Neden bir otel odası
Neden bir silâh
Neden bir gece yarısı
Ve neden bir neden yokken

Böylesi büyük tercihler anlaşılmazdır, odana çıkıp kapıyı kilitledikten sonra, bir süre olduğun yerde beklemen, önce pencereye doğru gidip dar ve kirli sokağı sadece birkaç saniye seyretmen, sonra birden tuvalet ve banyo ne âlemde diye merak etmen, ama sadece merak etmen, merak etmen, merak etmen,

yatakları rahat mı acaba
işte kumanda
lânet gelsin televizyona
şu spor spikeri kadını bir kez daha görmek
hiç de fena olmazdı aslında
reklamların sonunu merak etmekten korkuyorum

Düşünüyor olduğunu düşünmek
hiç bu kadar tatlı gelmez o an
Bu oyunu uzatmak iyidir
Tüm büyük ve küçük kararlarından soyutlanırsın
Biri hariç
Çünkü o bir tercihtir

otele doğru gelirken müstehzi bakışlarımı
armağan ettiğim esnaflar
televizyon kumandasını avucunda
çat çat çat diye paralayan görevli
bu yatakta sevişen ve sevişemeyen çiftler
erişemediğim tüm kadınlar ve babam D.
insanlar
hâlâ insanlar
ve sen kapitány
ürkek tavşan
daha bir yalnızsın artık

Gelen çoğaltmaz giden azaltmaz bir dünyadır
Bir gürültüdür havayı yırtar
Kulaklara korkuyu fısıldar
Çevredeki kuşlar uçar
Kedi ve köpekler koşar
İnsanlar sese doğru bakar
İşte insanlar
Bakar

Otto Muck

*

Pazartesi ya da Salı

dille con voce leve:
"Per merzé vengo a voi."

Bilirim
kıymetini ayrılığın
O kahhâr armağanın

Eşyanın sırrı gibi
dipsiz bir rüyadır bu
Onu gördüm

Ömrümün
Suskunluk çağıdır bu
Daha başlamadı hayat

Hatırlayış hüzün
ve pişmanlıkla
geçiyorum

hafifçe şöyle de ona:
"Merhamet için geldim size."
Guido Cavalcanti
 
Carlo Farneti
*

Aldanış: İki Perdelik Şiir

1. Perde

Bekledi.
Bekledi.

Saatine…
Erkendi.

Bekledi.
Bekledi.

Giyindi.
Çıktı.

Yürüdü.
Yürüdü.

Bir sigara…
Bir ağaca…
Etrafına…

Yürüdü.
Yürüdü.

Hava…
Elleri…

Yürüdü.
Yürüdü.

Durdu.
Düşündü.

Yürüdü.
Yürüdü.

Durdu.
Bakındı.

Her yer…
Çok…

Anneee.
 
Su Xingping

2. Perde

Dönmek…
Kaldırıma…

Bekledi.
Bekledi.

Düşündü.
Anladı.

Anahtarı…
Kapıyı…
İçeri…

Durdu.
Düşündü.

Soyundu.
Üşüdü.

Dişlerini…
Bir sigara…
Işığı…

Uyudu.
Uyudu.

Su Xingping

*

Del Toboso

Tanrı şahittir:
kusursuz bir kızdın!
(Bağışla beni,
sen diyeceğim için sana.)
Ah sen,
asil ve cenabet hanımefendi.
Nasıl da kanlı canlı,
sağlam yapılıydın.

Evet sen!
yalnızca sendin,
yegâne sevgilisi şairlerin…

Şöhretinden sual olunmaz,
binlerce yılın hayaliydin.


Yine de,
gel gör ki,
şanslı sayılamazsın
Ophelia kadar bile…

Ey gündüz düşlerinin kadını!
N’için, n’için
bunca ihmal etti seni
ressamlar?

Yoksa,
gazabından mı korktular,
bir daha asla kitap okumayacağını
söyleyerek,
ölümünü ilan eden adamdan…

O büyük âşıktan?


 
*

Yaprak

“Ben neyim? Aranıp şuralarda, yaprakları kaldırıp”
Ted Hughes,
Wodwo

“Çocukluk gururudur
bir delinin adını biliyor olmak”

Kim bilir kaç yaşında olduğu
Neden bir türlü yaşlanıp hasta olmadığı
Ve ne zaman bir otobüsün altında kalacağı
Adının geçtiği konuşmaların merak konusu olurdu

Yaralarını ne kaldırımlar sarar delilerin ne de yollar
İki şerit arasında kalmış bir dünyadan yürür onlar
Onlar ki hep olmadık yerlerde çıkarlar karşımıza
Çünkü yalnızca biziz olmadık yerlerde aranan

Hatırlıyorum: bir an yavaşlayıp durdu biri
Elleri ceketinin cebinde ve güneş kara ensesinde
Kurumuş büyükçe bir yaprağı ayakucuyla çevirdi
Ve altında bulduğu yokluğa hüzünle yaklaştı

Yıllar geçiyor ve ben gittikçe yaklaşıyorum o yüze
Çizilmesi imkânsız olan ve neşeyi tanımamış bir yüzdü
Sabaha daha geceden uyanmış aynaların önünde
Soruyorum, kâğıtlara tutunmuş sorular delirir mi aramaktan?
 
by Janothan Lippincott
*

İlk Aşk

Toplanırdı bütün ekosistem
çıplak ayaklarında

Akıllıydı hepimizden
ve hafifti edası

Oydu üstümüzdeki güneş
–ben  gizlice bakardım

Ve gölgesinde Allah’ın
başımı koyacak bir diz arardım
 
by Abigail Rorer
*

Af

’’… Melekler Rablerini hamd ile tespih eder,
yerdekiler için de bağışlanma dilerler. …’’
Kur’an, 42/5


Kalemi bir kenara bıraktı
Kâğıtların ortalarını bulup
Katladı
Yırttı

Üst üste koydu
Ortalarını buldu
Yırttı

Üst üste
Ortalarını
-Bu kez daha zor-

Kalkıp ışığı söndürdü
Bir süre bekledi
Saatine baktı
Pencereyi açtı
Sokak boş
Yükseklik iyiydi
Masaya döndü
Avuçlarını doldurdu
Elleri güzeldi

Derin bir nefes

İşte bu kadar

Melekler
perde
perde
 
İllüstrasyon: Jozef Baláž
*

Okulun Son Günü

1 ve 2 ve 3
me merhaba
be ben hoşşlanıyorum
ço çok seni
a acaba biz

asslınnda ilk günden
o okulun
alay ede ederler
utandım
topladım bu bu bugün
cesaretim


anlıyorum
anladım

.

yine de
beni hiç unutma olur mu
ya da
bil seni unutmayacağımı
ölünceye
ö ölünceye


“Yalnızca hiç ölmeyen güzeldir, ve yalnızca
Bizim için hiç ölmeyen, bizimle ölen.”
G. D’Annunzio
 
by Takeo Takei
*

İsimsiz Çocukların Allah’ı

Bu gitmeler bir büyük dönüşe hazırlık
Bahçelerin hiç kapanmayan kapılarına uyarı

Pencereden izlenen bisiklet turu
Toprak yollarda planörlü şoförler
Karanlıkta sır gibi çıplak düşünceler
Dağınık saçlara düşen sabah yağmurları
Şefkatli bir öpüşün tükenmez hatırası

Bu beklemeler bir büyük sancıya gebe
Arkların hiç taşmayan sularına gözdağı

Islak bıyıkları titreyen evsiz kediler
Tatlı yerken utanan babaların gölgesi
Kurallardan usanmış ellerin masumiyeti
Kederli çaresizliği ocak yıkan çıldırışların
Susamış umutları tanıdık bir bakışın

Bu sorular bir büyük boşluğa sitem
Sonsuzluğun hiç ısıtmayan rüzgârına veda

Dolunaydan korkan mezarlık bekçileri
Yol kenarında otlayan ineklerin huzuru
Öğretmenlerin öğrenemediği yıkıcı kuşku
Çeşme başlarında oyalanan gelinlik kızlar
Gerçeğin boğucu aydınlığında haykırışlar

Bu gözyaşları bir büyük kayboluşa ağıt
Çaresizliğin hiç dinmeyecek sancısına selâm

Deniz görmemiş çocukların rüyaları
Bilezik taşıyan ellerin sadakatine uzananlar
Yeşilin bitmeyen ışığı ve kanatlanmış ağızlar
Küskün gözleri barıştıran meyvanın rengi
Sakallı kelimelerin ateş gibi özlenen dedesi

Bu şarkılar bir büyük unutuluşa nakarat
Sahipsizliğin hiç susmayan sesine cevap

by Ančka Gošnik-Godec

*


Sonsuza Kadar

Rüzgârlı bir sabahtı
ve çok uzun siyah saçlarınız
topuklarınızdan cennet bahçelerine
yükselen şefkatli bir güneşi örtüyordu

Sonra
kimsesiz bir kafeye geçip oturdunuz
kararsız bitkin

Bir an
size ne yakın ne de uzak bir masaya ilişip
beklemek istedim

O sahil yolunda
görenlerin bile sezmesi güç bir teslimiyetle
yürüyordunuz

Damarlarınızdaki mavi kan
sessiz bir derinliğe çarpan dalgaları kendine
çekiyordu

Durup ben de
köklerinden susamış bir ağacın gölgesinde
sizi izledim


18 Temmuz 2014 / Erdek
 
by Pater Sato
*

Göz ve Kal

Sumer Omay için

Sırlanmış kâğıtlarda buldum anlamın renklerini
Ve soldan yürüyen şu kolonyal trafikte
Dilimdeki yarayla dokundum mürekkebin siyahına

Aynı adlı hayatların üzgün bir tilkisi vardı
Onunla birbirimize bakmadan yalnızlığı düşündük
Yalnızlık –yalnızlık bile bir hayaldi bizim için

Oysa zarifti ayrılık planlarım Sadık Hidayet kadar
Hakkım kovulmakmış bu evden –anladım
Herkese ve her şeye kırgınım

Bir derviş edasıyla söküyorum akrebini saatimin
Gençliğin hissesi: Napolyonikler kalpsizdir onlara inanma
Uğruna zar attığım imtihanımı tamamladım mı yoksa

Merhametin izini süren bir kordonun deviniminde
Her şey Balthazar'ı hatırlatıyor: yorgun ve yaralı
Kalemimle ben usta işi bir fotoğrafa saklandık

Yenilgilerle dolu hayatımda sonsuzluğu aradım
Görmeyi bilenler ürpertiyle tanıyacaktır bu gizi
Sırrımdır: gözlüğüm Bizans'tan kalmaydı benim


14 Temmuz 2014 / Erdek
 
by Roland Topor
*

Şeybani

Yalnızca karanlıkta
Işır zarafetimiz
Ve asla aksak değildir
Gözlerimizden taşan aşk

Kara bir zehgirdir
Dest-i Kıpçak'ta
Şahin avından
Haber uçuran

Bütün saltanatı
İpek bir mendil ki
Çekindi bir ömür
Yârin gözlerinden

Altın bir kalemdan
Ve hokka da var
Ve işte altından tabak
Ve porselen bir fincan

Minderi kızıldır
Yastığı kara
Sarığı ak
Elleri safi yara

Bağdaş kurup
Behzad'ın gözbebeğine
Hülyalı yüzüyle
Unutmayalım istedi


22 Temmuz 2014 / Erdek
 
Kemâleddin Behzâd, Muhammed Şeybani, 1507.
*

Derin Sular

“Düşmem gerekiyorsa
gökten düşmeyi tercih ederim.”
Vergilius

Sordum
Vücuttan taşan bunca kötülük
Temizlenir mi bilgiyle

Ömrümün ikramiyesi
Bir intihar cezasıydı belki de
Chamfort'un tabancası gibi şaşı

Sordum
Kimin soluğu bu göğsümdeki
Dünyam olmuş bir zindanı hatırlatan

Ey rüzgâr bırak beni
Şeytanı bulayım diye çıktığım yolda
Kanatlanmış buldum kendimi
 
by Terry Lamb

*

Uzak Efsane

Martı izledin güvercin yemledin
Yılanı başından tutmayı bilmezsin

Trafik bekledin egzoz çektin
Eşek nasıl ağlar bilmezsin

Gündüz çıkmadın gece yandın
Karanlıkta düşlemeyi bilmezsin

Mekân tutmadın ötelerde arandın
Yol nerede biter bilmezsin

Gökdelen arşınladın kendine baktın
Karınca yuvasını bilmezsin

Planlar yaptın seyahatler çıktın
Küspe içinde yüzmek bilmezsin

Kitaplar sakladın eskiler topladın
Sakallı efsane dinlemek bilmezsin

Sinema dinledin müzik okudun
Dengbej beklemeyi bilmezsin

Sen İstanbul doğdun İstanbul büyüdün
Yıldızları saymayı bilmezsin


1 Eylül 2012
 
by Shoji Ueda
*

Macar Ovasında Bir Korsan

Tibor Dery için

Sevilmek yarışındayız yumruklarımızla
çok az şey kaldı öfkeden kararmamış

Ne kadar hızlı olursan ol yetişemeyeceksin
başlangıcı olmayan o zorlu koşuya

Ama düştükçe kaldıracak seni müşfik bir el
toza toprağa bulanmış kollarından


 Haziran 2010 – Ekim 2013

Francisco Goya, “Köpek”.

*

Bir Sabah Suçüstü

Halil Cibran’a saygılarımla ve
Cahit Koytak, abi, bu şiir sana!

Bir babaannenin şefkati okunuyordu örgülü saçlarında
Merak ediyordu babasının kocaman burnunu
Bir de annesinin başörtüsünden taşan saçlarını
Durmadan soruyordu gözleri tüm nesnelere: bu ne bu ne

Beni görünce kara bir sevinçle güldü gözlerime: bu o bu o

Belli ki dalından çok ceviz yemiş elleri o eski hayatın
Tanıyordu parmaklarını boyayan rengin gizemini
Ağaçların ve ardıçkuşunun dilini konuşabiliyordu
Ama unutacaktı bir zaman sonra kâinatla söyleşisini

Daha dünyaya alışmamışken konuşmak istedim onunla

Geldiğin yerde diğerleriyle hikâyemi konuşup durdun
Ben parmaklarımdaki renklere hâlâ senin gibi bakıyorum
Göze alamadım zahirin gölgesinde hakikati aranmayı
Kadim bir oyunu bozanların arasına katıldım bir sabah

Çocukluğundan firar eden o meşhur asi benim

 
by Henri Matisse

*

Dünya Kırgını

Sami Baydar için

öpüyor işte kemiklerim
nazik bir rüzgârı
bulutsu bir fanusun
sesine uzanıyorum şimdi

gerçeğin gölgesinde
unutmuştum rengimi
ve örtmüştü ışık tüm
meleklerin yüreğini

düşlerimdi yalnızca
kapıları anlamsız kılan
hep aynı serin bahçeden
seyrettim ırmakları

sonsuz  bir yalnızlıkta
mahkûmdum neşeye
cehennem gibiydi sorma

seviyordum dünyayı


Hugo Simberg, "Ölüm Bahçesi"
*
Sevgili Günlük,

uzundere barındayım,

bilinmeyen ülke diyorlar buraya
yıldız dağının eteklerine kurulmuş
gökte uçan hüma kuşu bile dile gelmiş
görüş günü annelerinin çaresizliği için
ağıt olup da yırtmış bir gün bu sessizliği
çamdan sakız akıyor diye ağlarmış bir abdal
gelen benim dendiğinde ise dururmuş zaman ve
gelmiyorsun işte diye bağırırmış öfkeli bir rüzgâr

seni düşünmek güzel şey diye mırıldanıyor şimdi bir sarhoş.


[Ezginin Günlüğü’nün “Seni Düşünmek” albümü için bir saygı şiiri]


Gustave Courbet, “Palavas Kumsalı”.

*

Ulysses,

dünyadan çıkış yolları arıyorum, ve yalnızca susuyorsun sen
bana dokunmasın diyorum dünya efendileri, insanım utanıyorum
yeşil alevler kavurdu tenimi, bilmiyorsun, dinlemedin hikâyemi
asla söyleşmiyorum aynalarla, dünyada anılara bakıyorum diye
devrik bir nefesle, dünya bana aynısını anlatacak, buna inanıyorum,
ağır ve sararmış rüyalarımdan çiçek dünyalar kuruyorum kendime
varla yok arasında bir sırttayım, bütün melekler, izliyoruz dünyayı
nicholas'ın portresi sana bakıyor, karlı bir pelerin gizliyor yüreğimi
vücut her zaman savaşır ve ben, herkesten önce kaybettim bu savaşı


[Sami Baydar için bir şiir girişimi.]

Félix Vallotton, “Siyah ve Beyaz”
*
Fısıltılar

“Ve yumuşak bir erdem giriyor
Tancrède’in kalbine
Söndürüyor her öfkeyi,
gözlerini yaşla dolduruyor.”
Pierre-Jean Jouve

evet
öncesi yoktu yalnızlığın
fikre düşmeden akıl
kalbe yetişmeden hafiflik
dudağa dokunmadan sır
yoktu da sonu yalnızlığın

oyun
şarkısız bir yılandı aşk
sağır yüreklerin eliydi
kör bastonların pusulası
ıssız rüyaların imgesiydi
sessiz bir yalandı aşk

ah
korkum çatsın şu yüzlere
boşluk kadar küçük kalsın
büyüdü sonsuz öfkem
barışık kamburlar ölsün
korkum benim ağır içimden

bu
soğuktu güneşin sunduğu hayat
kesik cümleler kadar uzak
sandıkta bilenmiş bir silâh gibi
bitkin bir tefekkür nöbetinde
yeterince berbat bitecek hayat


J. M. W. Turner, “Kar Fırtınası”.

---/---


Yorumlar

  1. Yaklaşık bir aydır güzel bir şiirle karşılaşamamanın verdiği hüzünle dolaşıyorum. Sabahın ışıkları İstanbul'u aydınlatmadan bu şiirler yüzümü aydınlattı. Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben teşekkür ederim. Böylesi bir zarafetin varlığını neredeyse unutuyordum. İyi ki varsınız.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka