Ana içeriğe atla

Gitmek / Ölmek

Roberto J. Páez, 1969

Çocukluğumda, komşumuzun Almanya’da yaşayan çocuklarından birinin –kumarhanede yaşanmış bir arbede sonucunda– bir cinayete kurban gitmesi ve cenazesinin günler sonra memlekete getirilip mahallemizin yamacında konumlanmış şehir mezarlığına defnedilişini unutamam.

Bu daha o çocuk yaşımda zihnimi kurcalayan bir tuhaflık olarak içime işlemiş olacak, yıllar sonra okuduğum Kavafis’in, “Yaşamı bir kentte ıskalamışsan, başka kentlerde de ıskalarsın” diyen sesine neredeyse kayıtsız kalmıştım. Bu hikmet bana verilmişti sanki

‘Gitmek’, mağlûbiyetin ta kendisiydi. Anlayamadığım, ölü olarak da olsa dönüp dolaşıp aynı yere gelmemiz, hayatın bu kesin kuralının yaşadığım coğrafyada tartışmasız üstünlüğüydü: ailesi tarafından bile yıllar önce evlatlıktan reddedilmiş, seçtiği hayat ile akrabalarınca dışlanmış bir çocuk, mağlûbiyetini ölümüyle taçlandırıyordu.

Jean-Luc Nancy’nin dediği gibi, “Ölüyoruz ve eski bir özdeyiş der ki: ‘gitmek, biraz ölmektir; ölmekse tamamen gitmektir.’  ‘Gitmek, biraz ölmektir’, zira her gidişte acı duyarız, bir ıstırap yaşarız, bir şey kaybolur.” (çev.: Murat Erşen, Monokl, s. 30)

Gitmenin asıl esprisi yalnızca ıskalanmış bir hayat, ‘galiptir bu yolda mağlûp’ diyen bir sese kulak vermek olamaz. Bu, en nihayetinde, göreceli bir şeydir...  “Gitmek-istemek” düşüncesi bende neredeyse hiç doğmadı. Olsa olsa, yanlış yazılmış bir harfi silmek için silinen bir silginin ince yazgısından farksız bir merak duygusu doğdu ve kaderine râzı olup silindi(Yine de, insanız, arada depreştiği de olur: Mali ve Moritanya için, biraz Hong Kong biraz da Amsterdam için ama en çok Güney Fransa’da, Marsilya'da umran görmüş eski bir bankta oturup Akdeniz’i izlemek için…) Bir insanın fizanda da olsa, ölüsünün dahi gelip duracağı yer belli mi? Belli. O halde?

Abbas Kiarostami neden imkânı olduğu hâlde ülkesini terk etmediği sorularına hep aynı yanıtı vermişti: toprak. “Ağacı taşırsanız meyve vermez, terk etseydim o ağaç gibi olurdum.” Ben de böyle düşünüyorum. Yoo, yo; meyve vereceğimden değil, başka bir seçenek göremediğimden. Doğduğum kente burun kıvırmayışım, ‘ne işin var orada’ diyenlere aldırmayışım bundan.

Son yerine, Nancy’den birkaç parça daha:

’’Hayvanlar gitmezler, seyahat etmezler. (…) yer ya da bölge değiştirmek ne göç etmektir ne de bir yere dışarıdan göçmektir. Yalnız insanlar seyahat eder/gezer… sadece insanlar gidebilir.’’ (s. 26)

’’Sorun şudur: daima gittiğimiz kesindir, ama vardığımız kesin değildir.’’ (s.28-29)

’’[H]epimiz, gidenlerin parçalarıyız.’’ (s. 32)




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka