Ana içeriğe atla

Paul Valery ile Konuşma: Gelişigüzel

Paul Valéry (1871-1945)

*** 

“Ozanların büyüklüğü: düşüncelerinde hafifçe farkettikleri bir şeyi, sözcükleriyle güçlü bir biçimde yakalamalarında.”

–Öyle: o esintiyi hayatının herhangi bir ânında, bir kez olsun hissetmiş bir insan, Hesse’den mülhem, bir daha dönemez. Ya da Bachmann ile aynı yolu tutup vazgeçer ve Hölderlin’i düşünüp, şu dünyada şairce oturmanın hesaplarını yapmaya koyulur: [Ve nasıl bir alev parlarsa gözünde insanın,/ yüce bir şey tasarlayınca, işte öyle/ bir ateş tutuşur ozanların gönüllerinde.]


*

“Bir şiir, hiçbir zaman bitmez –hep bir rastlantıdır onu bitiren ve okuyucuya ulaştıran.”

–Peki ne yapılabilir bir şiirle, ne işe yarar? Bir eski sahici öfkeli ozan, İzzet Yasar, şöyle mi demişti: [Şiirle ilgilenirsen… işinde daha başarılı olursun, daha çabuk yükselirsin, daha çok para kazanırsın.] Belki doğrudur. Oysa babam, tanımazsınız, ne okursam okuyayım, şöyle derdi: [Oğlum o okuduğun sana ekmek vermez.] Babam haklı çıktı. Pişmanım!


*

“Kendi ölümüne yaslanır insanoğlu; gevezelik eden kişinin şömineye yaslandığı gibi.”

–En sevdiğim arkadaşım askerde. Sık sık telefon ediyor, ediyorum, uzun uzun konuşuyoruz. Sesi, dipsiz bir kuyudaymışcasına sıkılmış ve yeisle çevreleniyor bazen. Teselli etmeye çalışıyorum ama ikna olmadığını biliyorum, dostlar birbirini tanır çünkü. Evet biliyorum; biliyorum, sorsalar, militarizmin kucağını şu sosyo-ekonomik bataklığın hürriyetine tercih eder. Bir gece, ona dedim: [Sevgili dostum, üzülme, geçen gün radyoyu açtım ve beni karşılan sesin ilk cümlesi şu oldu: ‘… oysa bu dünya, ahirete nispetle bir virane gibidir.’ Bunla buldum tesellimi. Sen de bul.]


*

“Ne çok şey bilmemek gerek, 'eylem'e geçebilmek için!”

–Ne evet ne hayır! Söylesin bakalım bir kendin bilmez: ‘önemli’ olan hangisi? Bilmemenin ender durumlarda erdemden sayılabileceğine şüphe yok, ama bu durumdaki bilmemek bile ‘haddin bilmek’tir… Öte yandan: Smart’ın serseri ve kopukları gibi eylesek ne olur, Walser’in uşağı gibi her şeyi kabullenip boyun büksek ne olur? Ne olur, bizi yadsımış bir dünyaya küssek?


*

“Şiir –sesle anlam arasında o uzayıp giden kararsızlık.”

–Yani, bu haliyle, ilk nidasından son pişmanlığa kadar süren bir aşk söyleni: o âna adanmış ama bütün bir zamana, boşluğa, korkulu sessizliğe hükmeden bir âh: [demedim dilimin ucuna gelen her ne ise/ vay ki gençtim...]


*

“Kitaplara, yazarın omzu üstünden bakmalı.”

–Ardıçkuşu’nun Oğuz Atay üzerine yazdığı yazıyı pek az insan bilir. Bilenlerin de çoğu bilmezlikten gelir: armağan kitaplarda ya da derlemelerin hiçbirinde sözü edilmemiştir, sempozyumlara davet edilmemiştir... Yazının bir yerinde ‘Oğuz ile’ bir tane bile fotoğraflarının olmayışından yakınır, bunu akıl edemeyişine hayıflanır. Meseleyi bir uzak ihtimale, Trier’in Tekrar’ındaki bir sahneye bağlayabilecek miyim bakalım: biri gencölecek iki kitapçokseverin pek sevdikleri (pek, çünkü kadri bilinmemiştir, belki bilinsin de istememiştir, saklıdır, çekilmiştir, inzivadadır) yazarla fotoğraf çektirme gayretlerinin hüsranla sonuçlanması gibi, insanın, sevdiği yazarlarla aynı yöne bakmak isteyişi, bunun kayda geçmesini isteyişi, o kan bağından da üstün sevgi, bunu bir hatıra ile taçlandırmak dürtüsü… Bazı okur için ‘kalp gözü’nün karşılığıdır, sevdiği yazar.


*

“Her büyük adam, geleceğe bir şeyler bırakmayı düşleyerek avunur; buna da kalıcı olmak denir. (...) Bir yapıt, yaratıcısının yaptığından bambaşka görünebildiği sürece yaşar.”

–Ara Güler, ‘100 yıl sonra insanlar sizi nasıl ansınlar istersiniz?’ sorusunu, ‘ben öldükten sonra nasıl anarlarsa ansınlar’, diye dışlamıştı. Bugünkünden farksız veya kuvvetle muhtemel daha bir ağdalı öveceklerini bildiği için mi böyle diyor, yoksa, ne denirse densin, sahiden umursamıyor mu, işte bu bilinmez. Bilinir olan şu ki, ‘her büyük adam’, yapıtıyla, dünyada ihtiyaç duyduğu sevginin, bir hayrat gibi, küpü o gittikten sonra da doldursun için yazar. Beni sorarsan, hâlâ ikna olmuş değilim: sahiden bir önemi var mı bunun, sevgiyi ‘bu dünya’da hiçbir zaman yeterince bulamadıktan sonra...


*

“Çok tehlikeli bir durum: anladığını sanmak.”

–Başka sözüm yok.



İtalik yekûnu oluşturan hezeyanlar ben’im.
Alıntılar için bkz.:
Paul Valery, İmge ve Sanrı, Harf Yayınları, 1993, çev. Samih Rifat.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka