Hepinizin bende bir adı var:
Çınar, dulavratotu ve
papatya
süpürge otu, ardıç, ökse
otu ve unutma beni,
fakat benim adım yok
hiçbirinizde.
(Wislawa Szymborska, Bitkilerin Suskunluğu, Çev. Özkan Mert)
1996 Edebiyat Nobelisti Polonyalı
şair Wislawa Szymborska (1923–2012) ‘edebiyat
ve sosyoloji’ eğitimi için ayrıldığı şehri Kornik’e bir daha dönmez, uzun
ömrünün kalan bölümünü Krakov’da geçirir. (Bu anlamda bir başka Nobelist şair,
Prag’da doğan ve Prag’da ölen Jaroslav
Seifert ile ayrışıyorlar... Kornik-Krakov meselesini ilk okuyuşumda zihnim bana
küçük bir oyun oynadı ve yanlış anladım: eğitimi dışındaki bütün hayatını doğup
büyüdüğü taşrada geçirdi zannettim. İlk -yanlış- okumanın heyecanıyla aklım Seifer’e
gittiği için ve tabii kendi hayatımla küçük de olsa bir paralellik kurduğumdan
olacak, bu güzel çağrışımın heba olmasına müsaade edemezdim!) Szymborska’nın üniversiteye
başladığı tarih 1945. Savaşın bittiği yıl… ya da birinin bitip, bir başkasının başladığı
yıl. Bu kez bir ömrü kapsayıncaya dek süren.
Konumlarının
(coğrafyanın?) talihsizliğinden midir; güç istenciyle tutuşan ülkelerin
hesaplaşma ve kıyımlarını gerçekleştirmek adına kullandıkları bir ’top sahası’
olmaktan kurtulamayan Polonya, Hitler Almanyasının dehşetinden, Katyn’in mimarı Stalin Rusyasının merhametine
kalmıştı. Burada, bu yazıyla, yeterince geniş bir perspektif oluşturma
niyetinde ve birikiminde olmasam da, Wislawa Szymborska’nın aşağıda okuyacağınız
şiiri nasıl bir atmosferde yazdığına dikkat çekmek elzemdi. Bu anlamıyla Szymborska’nın
şiiri, ‘yüksek ülküler çağında’ ironik diliyle Erasmusçu bir ‘deliliğe sığınma’
şiiridir denebilir. (Yeterince süsleyemedim ama güzel laf ettim valla.)
Nobel’i aldığı (bu
konuyu biraz açayım: Nobel, bilim ödülleri dışında ziyadesiyle politiktir. Ama
bu durum, ödül almışları ciddiye almayacağımız anlamına gelmez. İddiam ve
düşüncem şöyle: Nobel –edebiyat için konuşuyoruz– almış her yazar değerlidir, önemlidir
ve hatta iyidir, okunasıdır ama Nobel alamamış birçok yazardan daha az değerli,
daha az okunası insanlar da vardır, olabilir! Tarih boyunca verilmiş hangi
ödülü ele alırsak alalım benzer eleştirileri yapabiliriz diye düşünüyorum.
Benim Nobel bahsinde en hoşuma giden taraf şu: az bilinir, tanınır insanları
tercih etmekte hiçbir sakınca görmüyorlar, hatta ödül alanlara şöyle geniş bir
açıdan baktığımızda, Nobel jürisinin böylesi militan bir yanının olduğunu
söyleyebiliriz. Yöneltilen eleştirilerin hemen hepsi de şu şekil: Neden Borges,
Bernhard, Nabokov vs. alamadı ya da neden Roth, Murakami, Adonis hâlâ almış değil!
Şüphesiz, hak ediyorlardır. Ama işte Nobel jürisi çıkıp Beyaz Rus bir ‘gazeteciye’,
Svetlana Aleksiyeviç’e veriyor ödülü. Herkesi ters köşe etmekle kalmıyor, okurun
ayırt edici özelliğini, merak duygusunu kamçılıyorlar. Derek Walcott, Wole Soyinka
ya da daha eskilerden Rabindranath Tagore, Frederic Mistral gibi isimlerin bize
kadar ulaşmasının en önemli sebebidir Nobel ödülü… Çok uzattım, evet. Ben işte
bu kapsayıcı ve klişe-dışı tavırlarından ötürü seviyorum bu ödülü. Özetlersem:
günün politik rüzgârına kapılsa da kimsenin kimseye bir ödül verdiği yok, o
ödüller bal gibi alınıyor. Kapat parantez.) 1996 yılında Cumhuriyet’te kendisiyle ilgili –kimin yazdığını
bilmediğim– bir haberi okuyalım, aynen aktarıyorum:
“Polonya şiirinin en büyük ustası olarak kabul edilen
Szymborska, yapıtlarında şiirsel bir lirizm ile felsefe ve ahlakın kusursuz
bileşimini ortaya koyuyor. Okurla göz göze, derinden konuşan bir şair.
Varoluşumuza ilişkin sorunları felsefenin süzgecinden geçirdikten sonra
üretken, zengin ve eğlendirici diyaloglarla büyük bir şiirin temellerini
atıyor. l945 yılında şiirlerini ilk kez yayımlayan Szymborska, yapıtlarında
manevi değerlerin her şeyin önünde gittiğini savundu ve kısa zamanda Polonya
entellektüelleri arasında yer aldı. 12 şiir kitabı olan Szymborska'nın
eleştirmenlere göre en iyi kitabı Kendi Kendime Sorular adlı yapıtı. Ünlü şair bu kitapta mükemmel bir şiirsel anlatımla çağımızın
ahlaki sorunlarına felsefi açıdan yaklaşıyor. Şiirlerini anlaşılır, yalın bir
dille yazan şair aforizmalardan yararlanarak insanlık aşk ve ölüm üzerinde
yoğunlaşıyor.”
(Cumhuriyet gazetesi, 5 Ekim l996)
Gördüğünüz üzere ödülü
alışının hemen ardından ‘ünlü şair’ olmuştur Szymborska. Bunu Türkçe’de
yayımlanmış tek kitabı olan “Başlıksız Olabilir” (Çeviri: Neşe
Taluy Yüce–Agnieszka Ayşen Lytko, İyi Şeyler Yayıncılık, İstanbul, 1998.) izler.
Bu kitap maalesef henüz bende yok. İnceleme imkânım da olmadı. Bu çeviriden
yalnızca iki şiir bulabildim internette. Aşağıdaki –dayanamayıp bu yazıyı
döşememe sebep olan– şiir ise öyle internette filan yok. Çevirileri,
derlemeleri ve –Afşar Timuçin ile birlikte– kurup yönettiği Kavram Yayınevi ile
üzerimdeki hakkını ödeyemeyeceğim şiirperver Eray Canberk üstadın çevirisiyle
paylaşıyorum bu ünlü şiiri. (Hakikaten ünlü bir şiir! Şiirin dehşetengiz ilk
mısralarında anlayacaksınız ne kadar ünlü olduğunu. Google’lamanıza gerek yok.)
Bizimkisi bir çeşit amme hizmeti. Kaynakçayı aşağıda belirttim.
Türk münevverleri içinde Szymborska’nın
adını en çok anan kişi Gündüz Vassaf herhalde. Radikal’de yazarken köşesinden
kendi çevirdiği bir-iki şiirini de paylaşmış. Ölümünden sonra yazdığı yazıda, “Ünsüz Nobelcilerden.” diyor, “Ünden kaçanlardan. O denli ortalıkta
görünmüyor ki, ‘Şiirin Greta Garbo’su’ lakabını takmışlar. Nobel komitesi,
şiirinin gücünde, “Mozart’ın yaratıcılığını, Beethoven’in öfkesi”ni görmüş. Nobel’i
1996’da aldığında. Çoğu dergilerde çıkmış, topu topu 200 şiir yazmıştı. Ömrü
boyu yazdığı şiirler 400’ü geçmedi. Kolay yazmadığı, kelimeleri sakındığı,
koruduğu, ilk şiirinin adından belli: ‘Bir Kelime Arıyorum’. (…) 88 yaşında,
uykusunda geçen hafta ölene kadar Krakov’da sakin, duyduğuma göre bol sigaralı
az votkalı hayat sürdürmüş. Özel yaşamına ilişkin bu küçük ayrıntı, gündelik
yaşantımızdan yola çıkan şiirlerine ipucu. Totalitarizm, işkence, ölüm,
savaş... Syzmborska, en ağır konuları bile sıradan düşünülebilecek günün
ayrıntılarında yaşıyor, yaşatıyor. (…) Szymborska’nın beni çeken tarafı,
bırakın herhangi bir doğruya, insana bile angaje olmaması. Bir şey bildiğini
iddia etmemesi. Hepimizin yıldız tozundan geldiğinin, türümüzün öncesinin
olduğu gibi sonunun da olacağını duyumsaması. Son kertede, çaresiz de olsak,
insan gerçeğinin mucizevi, anlık, sonsuzluğunda yaşaması. Hayata olumlu
bakması. (…) Wislawa Szymborska hayattayken şiirlerini çevirdiğimde, çevirdiğim
her kelimesi benim için geçiciydi. Kelimelerin aslının onda yaşadığını
bildiğimden, onunla karşılaşmasam da, karşılaşmayacaksam da, biliyordum, aynı
zaman diliminde yaşadığımızdan kulağımı çekebileceğini, “Beni anlamamışsın”
diyebileceğini... Ölümüyle mezar taşına kazılmış gibi oldu kelimelerim.”
(Radikal arşivinin bir
süre önce barbarca yok edilme girişimini göz önünde bulundurarak alıntıyı
bilerek uzun tuttum. Ayrıca, tabii, okurun ‘şairiyle’ kurduğu aşkın bağı
yansıtması açısından çok da kıymetli bulduğum için...)
Şimdiye dek adı anılan
isimler dışında şu isimlerin de Wislawa Szymborska’dan şiir çevirdiklerini
gördüm, okudum: Cevat Çapan, Osman Deniztekin, Alin Taşçıyan, Şerife Şermin Balcıoğlu
ve Tuğrul Asi Balkar.
Söyleyecek pek bir şey
kalmadı galiba! O halde uzmanlık alanıma geçeyim, vedalaşma ilmine!..
Bence ruhun halleri ile
aynı seyri izliyor “Adolf Hitler’in İlk
Fotoğrafı” başlıklı şiir: arayış, buluş/zan ve karanlık bir tünel. Vardığımız
yer ise bir başka şairin seslendiği durak: tarih kötüdür!
Benim Szymborska’daki adım
ne bilmiyorum. Ama yanılıyor, onun bende bir adı var! Madem o söylemedi, ben de
onun adını söylemeyeceğim. Tarihin ilgisini çekmeyecek, kirletemeyeceği bir küçük
sır bizimkisi.
Adolf Hitler’in İlk Fotoğrafı
Kim
bu tulumlu küçük çocuk?
Küçük Tontolf, canım –bay
ve bayan Hitler’in oğlu!
Büyüyünce hukuk doktoru mu
olacak dersiniz?
Yoksa
Viyana Operası’nda birinci tenor mu?
Kimin
bu küçük el, bu küçük kulak, bu küçük göz ve bu küçük burun?
Kimin
bu süt dolu tombul oğlan? Bugün bile bu bilinmiyor hâlâ.
Bir matbaacının mı, bir
danışmanın mı, bir satıcının mı, bir papazın mı?
Nerede koşacak bu yumuk
yumuk küçük bacaklar, nerede?
Bahçede mi, okulda mı,
yoksa belediye başkanının kızıyla evlenme töreninde mi?
Yavrucak, sevimli çocuk,
küçük yaramaz, ufaklık,
daha bir yıl önce dünyaya
geldiğinde
işaretler yok değildi
yeryüzünde ve gökyüzünde:
İlkbahar güneşi,
pencerelerde çuhaçiçekleri,
avluda lâterna,
gül rengi kâğıt ile mutlu
bir yıldız falı
ve tam doğumdan önce
annenin bilici kadın rüyası:
–rüyada görülen beyaz bir
güvercin– sevinçli haber,
yakalanmış bir güvercin –uzun
zamandır istenen bir konuğun gelişi.
Pıt, pıt –kim var orda, bu
Adolf’un çarpan yüreğidir.
Biberon, kundak bezleri,
göğüslük, çıngırdak.
Tanrıya şükür, çocuk
sağlıklı,
anne
ve babasına benziyor, sepetteki küçük kediye,
bütün öteki aile
albumlarındaki çocuklara.
Yok, yok, hemen ağlamaya
başlama işte,
fotoğrafçı amca, siyah örtüsünün
altında çıt yapacak yalnızca.
Klinger’in işliği,
Grabenstrasse Braunau.
Braunau pek büyük değildir
ama şerefli bir kenttir,
tüccarlar orada sağlamdır,
komşular saygıdeğer,
ekmek mayası ve çamaşır
suyu kokusu.
Orada ne köpeklerin
havlaması işitilir, ne de yazgının ayak sesleri.
Tarih
öğretmeni açar düğmesini yakasının
ve esner, eğilmiş
defterlerin üstüne.
Wislawa Szymborska
(Çeviren: Eray Canberk)
***
Şiir için kaynakça:
Nobel’li Şairler
Antolojisi, Haz. Eray Canberk, Oğlak Yayınları, 2000.
*
hamiş:
[Wislawa Szymborska’dan]
Poznan’dan ZB. K’ya
Şairlerin büyük çoğunluğu
hayatları boyunca, senin şu üç kısa şiirde bir araya getirdiklerin kadar büyük
laflar etmemişlerdir. “Vatan” “gerçek”, “özgürlük”, “adalet”. Bu tür kelimeler
hafife alınmamalı. İçlerinde gerçeğin kanı akar ve mürekkep o kanın yerini
tutamaz.
(Bülent Kale, Szymborska’nın Polonya’da yayınlanan “Edebi
Hayat” (Zycie Literackie) isimli gazetedeki köşesinde tam otuz yıl boyunca
yazmaya ilgili duyan okurlarının mektuplarına verdiği yanıtlardan bir derlemeyi
çevirip bloğunda yayımlamış. Olur da bir gün kitaplaştığını görebilirsek pekâlâ
“Şiir Yazma Kılavuzu” altbaşlığıyla okunabilir... Şöyle buyurun: https://newalaqasaba.wordpress.com/2013/04/07/wislawa-szymborska-siir-nasil-yazilir-nasil-yazilmaz/)
Yorumlar
Yorum Gönder