Ana içeriğe atla

Haruki Murakami Gibi Bir Çağdaşa Sahip Olmak




Bazı yazarlar var, yeni bir romanları çıktı mı beni hemen kitapçıya bir nüsha almaya koştururlar; sonra elimde o an okumakta olduğum ne varsa bir tarafa koyar hemen onun eserine gömülürüm. Bugünlerde sadece bir avuç yazar üzerimde bu etkiyi yaratıyor, Haruki Murakami de onlardan biri.

Sanırım Murakami’nin en göze çarpan özelliği, tüm romanlarının çok farklı olması; bir romanından bir sonrakine, farklı biçimlerde oluşturulmuşlar ve farklı yönlere işaret ediyorlar. Yapı ve üslup bakımından her birinin açıkça diğerlerinden ayrı durması amaçlanmış. Yine de her biri Murakami’nin aşikâr damgasını taşıyor ve buna rağmen her biri kendi içinde küçük harikulade ayrık bir evren oluşturuyor.

Fakat hepsi bu değil. Tüm bu küçük evrenler bir araya getirildiğinde (elbette bu sadece okuyucunun kafasında oluyor), daha geniş bir evren – Murakami’nin tüm romanlarının yekûnu– hayat dolu bir biçim alıyor. Bu manada, onun romanları aynı anda hem dikey, artsüremli bir boyutu hem de yatay, eşzamanlı bir boyutu kaplıyor. İşte Murakami beni en kuvvetli biçimde bu yönüyle çarpıyor. Romanlarının her biri muhtemelen evrimsel bir sürecin bir sonraki adımını belirtiyor (affedersiniz, elbette evrim geçiyorlar). Bununla birlikte bu sürecin var olup olmadığının ya da neler ihtiva ettiğinin ayrıntılarındansa, tüm bu eserlerin birbirine nasıl kaynaştığı beni çok daha fazla ilgilendiriyor. Bence Murakami’yi böylesine özel yapan ve çoğu başka yazardan bu denli farklı kılan da işte bu.

Onu okuduğum tüm yıllar boyunca Murakami beni asla hayal kırklığına uğratmadı ya da kendisinden şüpheye düşürmedi. Tüm hissettiğim, bütün bu farklı dünyaları birbirinin üstüne yığarken gösterdiği şaşmaz maharet karşısında derin bir hayranlık. Kuşkusuz, eserleri söz konusu olduğunda benim de kişisel olarak tercihlerim var; A eseri, diyelim, damak tadıma B eserinden daha uygun olabilir. Yine de diğer yazarlarla kıyaslandığında Murakami’nin kurgusal dünyası bu karşılaştırma meselesini görece önemsiz kılıyor. Beni çok daha kayda değer biçimde çarpan şey, eserlerinin her birinin diğerlerini tamamlaması ve desteklemesi. Tıpkı bir araya gelen molekülleri andırıyorlar.

Açıkça çok az yazar bu türde çok parçadan oluşan (composite) bir evren yaratmaya muktedir. Bu sadece sık sık büyük bir roman üretme meselesi değil. Daha ziyade Murakami, eserini şekillendiren belli bir vizyona, bir ana plana sahip – yazdığı her yeni roman daha geniş makro-anlatının inşasında başka bir adımı teşkil ediyor. En azından onun eserinin bende yarattığı duygu bu.

Belki meramımı şu şekilde daha açık anlatabilirim. Murakami devasa bir resim üzerinde çalışan bir ressam gibi. Resmin heybetli, yayılıp genişleyen tarzı bir mabedin tavanını ya da duvarlarını kaplayabilir. Uçsuz bucaksız bir zaman ve muazzam bir enerji isteyen tek bir eser. Hayat boyu sürecek bir iş. Birkaç yılda bir, bu resmin bir kısmını tamamlıyor ve bize gösteriyor. Birlikte, o kısmın sahne sahne göz önüne serdiği evreninin genişleyen alanına dikiyoruz gözümüzü. Bu hem nefes kesici hem de son derece özel bir deneyim. Ama hâlâ bütün eseri görmek için kuş bakışı manzaraya sahip olmamız gerekiyor. Tamamlanmış eserde hangi imgelerin görünebileceğini ve bunların bizi nasıl müteessir edip içimizde hangi duyguları uyandırabileceğini ancak tahmin edebiliyoruz.

Bir roman okuru olarak, Haruki Murakami gibi bir çağdaşı okumuş olmak bir zevk. Bir blogger olaraksa, büyük bir teşvik. Yeni romanlarının nasıl görüneceğini zihinde canlandırmak, aynı zamanda henüz yazmadığım kendi eserimi de resmetmek anlamına geliyor.


Uyarlayan*: M. Milat Özçelik


 ((----------------))


*”Uyarlayan”, çünkü şahs-ı manevimin işbu yazıya “Kazuo Ishiguro” yazan yerlere “Haruki Murakami” yazmak dışında bir katkısı olmadı. Böyleyken, pek güzel bir deneysel iş oldu –heh he! Ayrıca; edebiyat âlemindeki sınır-tanımaz ‘arkadaşçılığın’ klişelerle dolu dilini yansıtması açısından da ibretlik… Dedim ya, ‘deneysel’.

Hamiş: Yazının Murat Erşen tarafından çevirilen orijinal hâlini okumak isteyenler için: https://oggito.com/kazuo-ishiguro-gibi-bir-cagdasa-sahip-olmak-10201743682


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Muallakat ve Şairleri: Bir elin ağza gidişi gibi...

Etel Adnan Muallakat ( muallakāt) , câhiliye döneminde yedi (veya on) şaire ait seçkin kaside koleksiyonuna verilen addır. (Hangi şairlerin şiirlerinin bu derlemeye dâhil edildiği ve sayılarının kaç olduğu konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır.) Sözlükte,  “bir şeyi diğeriyle irtibatlandırmak, bir şeyle ilgilenip onu beğenmek ve sevmek” anlamındaki alak (alâka) kökünden türeyen muallaka kelimesinin çoğulu olan muallakat “beğenildiği için herkesin görebileceği bir yere asılan, sergilenen şiirler” demektir. Rivayete göre muallakat, câhiliye devri Arap yarımadasının çeşitli yörelerinde kurulan Ukâz vb. panayırlarda düzenlenen şiir yarışmalarında eleştiri süzgecinden geçerek seçilmiş, keten bezinden yapılmış tomarlara altın suyu ile yazılıp Kâbe’nin duvarına asılmıştır. Muallakat şairlerinin en eskisi, milâdî VI. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı kabul edilen İmruülkays b. Hucr ’dur. Diğerleri bu asrın ikinci yarısında hayat sürmüştür. Bunlardan sadece Lebîd b. Rebîa