Bu yazıya ulaşabilmiş herkesin,
ömrün bence bu en özel yaşını sağlık ve sıhhat içinde görebilmesini temenni
ediyorum.
Selam.
Carson McCullers
[19 Şubat 1917, Georgia, ABD — 29 Eylül 1967, New York, ABD]
Yalnız Bir Avcıdır Yürek
Bir Avcıdır Yürek Yalnız
Yürek Yalnız Bir Avcıdır
Doğrusu ilki değil mi? Öyleyse bile ben, üçüncünün söylenişini, ağızda dağılıp gidişini seviyorum. Hatta şöyle, çarpıtarak söylüyorum: Yürek, yalnız[ca] bir avcıdır. Avcıdır ve bazen de av olur. Av’da [öne] düşeni vurmak kanundur.
Yürek.
Yalnız.
Bir avcıdır.
Üzerinde ‘Hunter’ yazan kırmızı renkli bir tişörtüm vardı. (Buradaki vurgu bir tişörtümün olması mı, Hunter yazısı mı, yoksa kırmızı oluşu mu?) Yazılı-şekilli şeyleri oldum olası sevmem, yalnızca renk olarak kalsa seveceğim kırmızıdan bir nesneyi boyadığında tiksinirim. Fazlasıyla kadınsı. Neyse. Yine de almıştım işte. Kırmızı renkli, üzerinde ‘Hunter’ yazan bir tişört, evet. İşte, ne zaman onu giysem, sanki McCullers ile bir gölge mesabesinde olduğumu hissederdim. (İnandın mı?) Sevmeye yanlış yerden başlamışsın denebilir. Buna hak veririm. Ama sorarım: önce bir taşı sevmeyi bilmek için neçe ağır bir yürek çarpıntısı gerek? Üzerinde ‘Hunter’ yazan, kırmızı renkli salak tişörtüm, ben ve sevgili McCullers, bir taşra kentinde ‘çarşı’ya ulaşma adına yaptığımız uzun ve yalnız yürüyüşler sırasında hep bir ağızdan söylenirdik: Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi/ydi?
Diyeceğim o ki, her şey aslı gibidir Carson, tıpkı senin 50 yaşında ölmüş olman gibi: hep yaşlı ve bazen genç. –Bu yüzden sen şimdi bana bakıyorsun.
Glenn
Gould
[25 Eylül 1932, Toronto, Kanada — 4 Ekim 1982, Toronto, Kanada]
Benim için esas olan her zaman
‘hayat’ oldu. Bir sanatçının önce hayatı çarpar(sa) çarpar beni. Sonrasında ve varsa,
eserleri. Yaygın kabulün aksine, eser, hayatla eşgüdümlü sürüyorsa benim
yazarım/sanatçım olur kişi. Burada ahlakî bir çıtadan söz etmiyorum: ak’sa ak,
kara’ysa kara. Ne ise onu görmek isterim.
Glenn Gould’un aklımda yer
etmesini Thomas Bernhard’ın Bitik Adam’ına
borçluyum. (“Çünkü o en iyisiydi.”)
Bernhard’ın bu müspet tavrında Gould’un Avusturyalı ya da daha kötüsü Salzburg’lu
olmamasının da etkisini yadsımamak lazım tabii. Okulda en sevdiğim hocanın
dersini dinler gibi Radyo 3’e sığındığım yıllarda Gould’un hayat hikâyesinden
parçalar ve icraları, Bitik Adam’da
okuduğum ölçüde bir kanal açamadı. Glenn
Gould Hakkında Otuz İki Kısa Film (1993)
ise kar üstünde yürüyen kamburu çıkmış bir adam dışında bir tortu bırakmamış
zihnimde. Gould’un özel olarak, ilahî armonisiyle beni klasik müziğe çeken Bach’a
yönelmiş olması, bu noktada en yetkin isim olarak kabul edilmesi, tekniğinden bir
Vladimir Horowitz kadar keyif almadığımı söylememe engel değil. (Edward Said: “Gould'un henüz kariyerinin başından
itibaren Bach'ı sahiplenmesi, geriye dönüp bakıldığında stratejik niyetlerle
düşünülmüş parlak bir başlangıç sayılabilir. (…) virtüozitesi sanki nihai
olarak akıcılığını, yıllar boyunca bağımsız olarak inşa edilmiş teknik
atletliğin bir kalıntısından değil de, parçadan alıyormuş gibiydi.”) Tabii
bir de uzay meselesi var: Carl Sagan öncülüğünde hazırlanan ve ‘boşluğa’
bırakılan ‘insan izleri’ içinde bir de Gould icrası vardı. Uzaylıların Goldberg Varyasyonları konusundaki
görüşlerini herkes gibi ben de merak ediyorum.
Her şey bir yana, Glenn Gould
denince aklıma, alkışların eşlik ettiği gürültü patırtı içinden stüdyoların şefkatli
yalnızlığına sığınmış bir adam geliyor. 50 yaşında ölmüş, ürkek bir adam. Ne
yaşlı ne genç.
Paul Celan
[23 Kasım 1920, Çernivtsi,
Ukrayna — 20 Nisan 1970, Paris, Fransa]
Gençten bir adamdı, hikâyesi
gayet kısa:
Karahindiba. Dil kafesi. Seine
nehri.
Ya da:
Ukrayna. Avusturya. Fransa.
[Aklımdaysa Rusya lideri Putin’in
sözleri: “Ukrayna diye bir ülke yok,
orası Rusya.” Bilmem, belki de haklıdır ve belki de Rusya diye bir yer
yoktur: Gogol’den Georgi Vladimov’a, Babel’den Svetlana Aleksiyeviç’e kadar her
yer Ukraynadır.]
“Ayların en zalimidir Nisan”.
Eliot bunu 1922’de söyledi, Çorak Ülke’de. Celan ise 1970’te ispatladı. Kendisini
Seine’in sularına bıraktığında, nehrin daha dün Cezayirli kanıyla değişmiş
rengini düşünmüş müdür? Nehir bu, üstünde iz
aranmaz. Yine de öylesine kirli bir suya atmasın isterdim, güzel Celan, o
kırılgan bedenini.
Corona’yı ne zaman okusam ilk
mısraındaki güz ile yer değişirim: “güz kendi yaprağını yiyor elimden: biz iki
dostuz.” Akçakavak’ın şairiyle öyle de kalacağız: 50 yaşımızda ve hep genç.
Sami Baydar
[26 Eylül 1962, Merzifon, Türkiye — 29 Ekim 2012, Merzifon, Türkiye]
Yayımlanmış ilk şiirimin başlığıydı: ‘Necatigil İçin’. Nasılsa basılmaz diye böyle bir başlık atmış olmalıyım. Bilebilsem, farklı bir şey olurdu eminim. Kısacık bir şeydi zaten: çırağın ustaya duası gibi. Gerçi yıllar sonra Kanat Kitap’tan çıkan bir Ahmet Soysal kitabındaki Behçet Necatigil yazısını görünce kaderin oyunbazlığı karşısında gülümsedim. Yazının başlığı şiirimle aynıydı: ‘Necatigil İçin’.
‘Kitaplarda Ölmek’ şiirinde şöyle yazmış usta:
“Adı, soyadı/ Açılır parantez/ Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/ Kapanır parantez.//(…)// Parantezin içindeki çizgi/ Ne varsa orda/ Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci/ Ne varsa orda.”
Sami Baydar’ın hayatını bu şiirle eş düşünüyorum ben. Ümit, korku, gözyaşı, sevinç… Levent Yılmaz’ın deyişiyle ‘Türkçenin en istisnai şairi’nin bu duygu durumlarını okuyup da çarpılmamış çok az şiirsever tanıdım. (Zaten, John Hurt’tan ilhamla söylersem, bundan etkilenmeyecek biriyle tanışmak istemezdim.) Sonra işte, Sami için de bir şiir yazdım: ‘Dünya Kırgını’. Bu kez başlıktan memnunum. Şu yalan dünyada Sami için bir şiir yazmışım, başlığında ‘dünya’ demeyeceksem ne diyecektim –kırgınlığımız da cabası?
Neşet babadan omuz alarak:
“Sen ağladın canım ben ise yandım/ Dünyayı gönlümce olacak sandım/ Boş yere aldandım boşuna kandım/ İrengi gözümde solan dünyada.”
Sami’yi elektroşokların içinden alıp 50 yaşında ölüm kayığına bindiren dünya, irezil dünya. Ne yaşlı ne gençsin Sami, hep öyle kalacaksın.
hamiş:
ekşi
sözlük de araştırma sahalarımdan biriydi elbette. “50 yaşında ölenler”
diye bir başlık yoktu maalesef (belki bu yazıdan sonra açılır?) ama “50 yaşında
olmak” vardı. sevdiğim birkaç giri’yi aşağıya aldım. tulay1959 isimli
kullanıcının yazdıkları ile son sıradaki favorilerim.
*yarım asırlık bir çınar; ileride
olanın geride kalandan daha kısa olması; artık nefretin ve coşkunun köreldiği
bir istikararlı tevekkül; silinmiş isimler, kaybolmaya başlamış dostlar;
tecrübenin vücuttaki su oranından daha fazla olması; eskiden söylenenlere
kızarken her dem söylenmeye başlamak; inadın kurumsallaşması; daha az hız, daha
fazla dinginlik; kendisine yönelen bakışların tutku değil saygı yüklü olmaya
başlaması; çocuklarca "amca"dan "dede"ye hafif buruk
şekilde terfi edilmek...
(17.09.2005 /gari)
*ortalama olarak 15 senelik ömrün
kalmış olması demektir.
(17.10.2008 / batis)
*cocuklarinin artik iyiden iyiye
onu kaybetme korkusuna kapildigini farketmektir.
(17.10.2008 / hot tequila browwn)
*sevginin tüm yaşamın anlamı
olduğunu, insanı üzmenin günahla eşdeğer olduğunu, yaşamın çok değerli olduğunu
anlaşıldığı yaş.
ilk yirmi yılı hiç bir şey
anlamadan aileye topluma kendini kanıtlamakla,
ikinci yirmi yılı iş güç çoluk
çocuk aile içi çatışmalarını idare etmekle,
on yılı ise artık olgunlaşmak ve
sevginin salt sevginin değerli olduğunu anlamakla geçer.
elli yaşındaki insan artık önünde
tüm gücüyle yararlı olabileceği en çok on ya da yirmi yılı olduğunu çok iyi
bilir.
ve arkasını dönüp baktığında
geçen elli yılın hızından ödü kopar. önünde kalan yirmi yılında bu hızla
geçeceğini çok iyi bildiğinden sevginin önemini anlar.
mutlu olmanın, mutluluk vermenin
yaşamın gerçek yüzü olduğunu gerisinin hikaye olduğunun farkına varır. ve
yaşamında sevgiden başkasına yer vermez.
kısacası elli yaşında olmak
mutluluğa açılan kapının keşfedilmesidir.
(17.10.2008 / tulay1959)
*oğlunu evlendirmek. yalnızlığı
yaşamak, yuvadan yavru kuşunu uçurmaktır.
onun için koşarken ,
koşuştururken hem ağlamak hem gülmektir.
elli yaşında olmak oğlun
ağladığını görüpte üzülmesin diye kendini tutmak için etini, budunu çimdikleyip
her yerini morartmaktır.
elli yaşında olmak gözlerin
ağlar, yaşlar yanaklarından akarken, oğlunun yüzüne bakarak kahkahalarla
gülebilmektir.
sözün özü elli yaşında olmak
berbat birşeydir.
(18.10.2008 / tulay1959)
*türkiye'de yaşayan, 50 ve üzeri
yaşlarda olan insanların oranı %4'tür.
(08.01.2010 / quant)
*(bkz: 40 gençliğin yaşlılığı 50
yaşlılığın gençliğidir)
(08.01.2010 / anshar)
*(bkz: yaklaşıyor yaklaşmakta
olan)
(10.07.2018 / machete klonu)
***
Son olarak, bir yazı önerisi:
50. YAŞ NEDEN ÖNEMLİ? / Osman
Müftüoğlu
“Her yaş önemlidir ama ellinci
yaş en ayrıcalıklısı ve en mühimidir. Çünkü, ‘ömrün gölge çizgisi” gibidir.
Sonrasında çok şey değişir...”
Yorumlar
Yorum Gönder