Yunan klasiklerini okumayı çok severim. Yazarı kim, içeriği
ne olursa olsun değişmez bu. Sayfaları, günümüzden 24-25 asır önce yazılmış
–kimi zaman güncelliğini koruyan– bir metni okuyor olmanın keyif verici
tuhaflığı içinde çeviririm. Erol Üyepazarcı’nın yazdıklarını okurken sık sık
durakladım, bu topraklarda üstelik yaşarken yazılmış "bir nadir kitap
destanı"ndan neşe dolu fragmanlardı sanki okuduğum. Yunan klasiklerini
okurken zihnimde çalkalanan o kadim sesle benzer bir şeydi işittiğim…
Erol Üyepazarcı yüksek makine mühendisidir
ve birçok mühendis gibi gerçek bir kültür insanıdır. Geç dönem Osmanlı tarihi,
İstanbul tarihi, astronomi ve polisiye romanlar ilgilendiği alanlar. Polisiye
roman konusunda Türkiye’nin en rafine insanı olmasının yanında Peyami Safa okurlarının
yakından tanıdığı bir isim. “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes: Türkiye’de
Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006)” (Oğlak Yayınları, 2008) adındaki incelemesine Kasım 2019’da “Unutulanlar, Hiç
Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler: Türkiye'de Popüler Romanın İlk
Yüzyılının Öyküsü (1875-1975)” başlıklı
şümullü bir iş daha eklendi. Özellikle bu kitap, 9. sorunun (“Iskalandığını
düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?”)
verilebilecek en iyi cevabı zaten. Böyleyken, bu soruya da çok özgün bir cevap
verdi Erol Bey.
“Bibliyofil Konuşmaları”na başlamamdaki motivasyon
kaynaklarımdan biri de icadından bu yana formunu koruyan bir nesne olarak
"kitap" dijitalleşirken, bu değişimin şafağında kitap ile müptelâları
arasındaki aşkın bağı anlamaya yönelik merakımdı. Süreç içinde bu kadar
eğleneceğime ihtimal vermemiştim…
Erol Üyepazarcı'nın mensubu olduğu kuşağa (50’li yıllarda doğanlar da
buna dâhil) duyduğum yakınlık Yunan klasiklerine yüklediğim anlamla koşut bir
yerde: uzaklıkları ölçüsünde yakınlar.
Var olsunlar.
Var olsunlar.
M. Milât Özçelik / 6 Şubat ‘20
1.
Harçlığınızla
aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Harçlığımla aldığım ilk
kitap rahmetli Kemal Tahir’in F. M. İkinci adıyla Mickey Spillane’den çevirdiği
bir Mike Hammer romanıydı: Kanun Benim.
Kitabın kapağına tav
olmuştum. O günlerde Hürriyet gazetesine karikatürler de çizen sonra Amerika’ya
göçen Sururi Gümen’in çizdiği kapak resminde bir kadın striptiz yapıyordu.
Kitabı Çağlayan Yayınları çıkarmıştı ve ederi 1 TL idi. O günlerde benim günlük
cep harçlığım 50 kuruştu.
2.
Kitaplarınızın
oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz?
Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Bir kitaplığın kütüphane
olması kişisel değer yargılarıma göre iki hususa bağlıdır:
a-Kitapların sayısına:
Kanımca bir kitaplığa kütüphane denmesi için en az 2.500 kitaptan az olmaması
gerekir.
b-Kitap adedi kadar
hatta ondan daha önemlisi kütüphane düzeni olmasıdır. Yani kitapların kayıt
altına alınmış olması gerekir. Eğer kitaplar kayıt altında değilse adedin hiç
önemi yoktur ve kütüphane kavramı bu kitaplık için kullanılamaz.
Kayıt altından kastım
bütün kitapların belli bir form altında kütüğünün yazılıp kaydedilip korunmasıdır.
Bu bir özel defterde veya bugün için bilgisayarda olabilir.
Kütüphane denmesi için
bir kriter de kütüphaneki bir kitabın istendiğinde hemen bulunabilmesidir. Bu
da kitapların kayıt altında olmasını gerektiren bir husustur.
Benim bugün için 31.483
kitabım var. Hepsi bilgisayarımda kayıt altına alınmıştır. Bu kayıtta kitabın
adı, yabancı dildeyse özgün adı, yazarı, çevirmeni, nerede, hangi yıl hangi
matbaada basıldığı, kaç cilt olduğu, kaçıncı baskı olduğu, sayfa sayısı,
kitabın boyutları, yayınlayan yayınevi ve ana konusuyla ikincil konusu yazılıdır.
Bu bilgilerin yanında kütüphanemdeki yeri de kayıtlıdır. Örneğin (17b)
yazıyorsa kütüphanemin 17. rafının arka sırasında demektir. İstediğim zaman
kitabı kolayca bulurum. Kullandığım program gereği örneğin yazar adını “Hüseyin
Rahmi Gürpınar” yazarsam onun bütün kitapları yerleri ve diğer bilgilerle
karşıma çıkar. Programım dünyanın en büyük kütüphanesi Washington’daki Kongre
Kütüphanesinin programının aynıdır.
3.
Ülkemizdeki insanların
çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini
düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa
Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme
seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir
seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Kütüphanemde kitapları
dizmek için çeşitli kriterlerim var. Kanımca en önemlisi kitabın boyutlarıdır.
19x13 cm. boyutlu bir kitapla battal boy dediğimiz 32x24 cm. bir kitabı hiçbir
zaman aynı rafa koymam.
Diğer kriterlerin
başında ise sizin de vurguladığınız yayınevlerine göre sıralama önemlidir.
Örnek vereyim:
Ben rahmetli Hasan Âli
Yücel’in büyük eseri olan “Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri”nin tamamını
buldum. Bunlar aynı boy kitaplardır. Bunları dizerken “Fransız Klasikleri”,
“İngiliz Klasikleri” “Doğu Klasikleri” “Latin Klasikleri” gibi kitapları ayırıp
yanyana koyarım. Sonra ikinci bir tasnif yaparım. Mesela Fransız klasiklerinde
Molière’in Balzac’ın kitaplarını yanyana koyarım. Bunun gibi rasyonel olduğunu
sandığım dizme tekniklerim var.
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb.
sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online
mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen
absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve
başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Ben bibliyofili ile
bibliyomani arasındaki ince çizgide yürüyen biri olduğumdan İstanbul’un bütün
sahafları dostumdur. Yaşım 82. Hepsi beni sayarlar. Aradığım, sahip olmak
istediğim kitapları bilirler. Ellerine bu kitaplar geçince beni arayıp haber
verirler. Fazla para da isteyemezler, çünkü ben doğma büyüme Aksaraylı eski bir
İstanbul fırlatmasıyım; çok güzel küfür ederim. Zaten birçoğu ellerine kitaplar
veya elyazmaları geçerse benim fikrimi sorup fiyat belirlememi bile isterler. O
bakımdan şanslıyım.
Bir şansım da karımdan
yana. Benim gibilerin çoğu bekârdır. Benim çok sabırlı bir karım var. İki katlı
“dubleks” dedikleri bir evimiz var. Salon, çalışma odam, diğer odaların boş
duvarları, evdeki her delik her dolap kitap dolu. İkinci banyoyu bile “tek
banyo yeter” deyip kütüphane yaptım.
En uzun süre aradığım
kitapların başında ülkemizdeki ilk matbaa olan İbrahim Müteferrika baskısı
kitaplar geldi. Bir süre önce bu matbaada basılan 18 kitap 450.000 dolara
satıldı. Benim bu kadar param yok. Onun için fırsatlar kolladım ve buldum.
Mesela bu matbaada basılan “Naima Tarihi”ni Ankara’daki bir cahil sahaftan
değerinin ellide birine aldım.
Aynı şekilde Osmanlıca
vak’anüvis tarihlerini toplamayı yıllardır sürdürürüm. Pek eksiğim kalmadı.
Yukarıda değindiğim gibi Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerinin hepsini (1.103
kitaptır) topladım. Gençlik kütüphanemin demirbaşı olan Varlık Yayınları’nın 1975
yılına kadar çıkardığı bütün kitapları kütüphanemde var.
Bir ara Osmanlıca Evliya
Çelebi külliyatını, Hammer’in Osmanlı Tarihini (12 cilt) çok aramıştım.
Sevdiğim yazarların külliyatının tamamına sahip olmak isterim. Yeni yazarlarda
bu kolay da özellikle Osmanlı dönemi yazarları için epeyi zor. Bir de benim
polisiye roman tutkum var. Övünerek söyleyeyim benim kütüphanemdeki Osmanlıca
polis romanları Milli Kütüphane dahil hiçbir yerde bulunmaz. Özgün dilde
polisiye romanları da toplarım. Örneğin ilk Sherlock Holmes baskısı (1892) ve
İlk Arsen Lupin baskısı (1908) kütüphanemde var. Abdülhamid’in çevirttiği el
yazması tek nüsha ve saray dışına nasılsa çıkıp sahafların eline düşmüş saray
ciltli üç polisiye romana da sahibim.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki
en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok
özledikleriniz hangileri?
Yukarı da sevdiğim
dizilerden söz ettim. Kapanmış yayınevlerinden Semih Lütfi ve Hilmi
Yayınevleri’ni arıyorum. Pek çok kitapları kütüphanemde. Bir de rahmetli Yaşar
Nabi Nayır’ın ölmeden önceki Varlık Yayınevi’ni özlüyorum.
Tabii Osmanlı
dönemindeki Arakel, Kaspar gibi Ermeni; Maarif, Kanaat, Cemiyet, Süleyman Sudi
gibi Acem veya Tatar yayıncılarının kitapları da birer hazinedir(!).
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Bir değil birçok yazar
var. Örneğin Evliya Çelebi, canım sıkıldı mı herhangi bir cildini açar herhangi
bir sayfasından okurum.
Pertevniyal Lisesi’nde
tarih hocam olan Reşat Ekrem Koçu’nun –ölünceye kadar saygımı göstermekte kusur
etmedim– “İstanbul Ansiklopedisi” de aynı kategoriye girer. Böyle çok yazar ve
kitap ismi verebilirim.
7.
Alıp da okumadığımız
kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek
istersiniz?
Aldığım her kitabın benim
için kıymeti vardır. Okumamam onun kıymetini azaltmaz. Yukarı da belirttim.
İbrahim Müteferrika baskısı “Naima Tarihi”ni elde etmeden evvel daha yeni
baskılı yine Osmanlıca Naima Tarihim vardı, daha sonra dizinli olduğu için Türk
Tarih Kurumu’nun çıkardığı Naima Tarihi’ni de aldım. Bu üç Naima Tarihi’nden
ilk okuduğum Osmanlıca ve Müteferrika’dan sonra 1880’lerde basılmış olanıydı.
Müteferrika baskısını bir daha okumadım ama okşaya okşaya kütüphanemin en göz
alıcı yerinde saklıyorum. Latin harflisini ise Naima Tarihi’yle ilgili bir şey
aklıma gelirse dizininden yola çıkarak kullanıyorum. Yani kütüphanemdeki her
kitabın benim için gerektiğinde bir işlevi var.
8.
“Bunların
hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Bu suale ben kızarım.
Eğer okumaktan bir kitabı ilk satırından son satırına kadar okumak kast
ediliyorsa 30.000’nin üzerinde kitabı olan bir adama bu soru sorulmaz.
Ben 60 yıl önce mezun
olmuş bir makine yüksek mühendisiyim. Nazi zulmünden kaçıp rahmetli Atatürk zamanında
Türkiye’ye sığınmış konusunda dünya çapında çok kıymetli yüksek matematik
hocamız Ordinaryüs Profesör Waireck “iyi bir mühendis rakamları iyi analiz eden
kişidir” derdi.
Bir kitabın ortalama 300
sayfa olduğunu ve her gün 100 sayfa okuduğumuzu kabul edersek bir haftada ancak
2 kitap bitirebiliriz. Bu kabul normaldir. Çünkü profesyonel işiniz vardır, bu
iş kitap okumak değildir; aileniz vardır, başka oyalanacak sevdiğiniz
hobileriniz vardır, hasta olursunuz, gezersiniz, spor yaparsınız, âşık olursunuz
vesaire. O bakımdan günde 100 sayfa okumak müthiş bir performanstır. Bu da
haftada iki yılda 108 kitap eder. Yuvarlak hesap yılda 100 kitap dersek 10
yılda 1.000 kitap benim gibi 60 yıldan beri kitap okuyorsanız 6.000 kitap eder.
Soru sorana bunu anlattığınız
zaman eğer herif rahmetli hocam Koçu’nun tabiriyle “büleha” dan ise –büleha
eblehin çoğuludur– size şu soruyu sorar:
–Peki geri kalan 25.000
kitabı niye aldın?
Eğer sabırlı bir günümde
isem şu yanıtı veririm:
–A benim avanak evladım,
bir kere her kitabı baştan sona okumak gerekmez. Örneğin benim kütüphanemde 173
tane çeşitli sözlük var. Hiç sözlük baştan sona okunur mu? Bilmediğin kelime,
deyim neyse onu bulur okur geçersin. Aynı şekilde ansiklopediler, bibliyografya
kitaplarına danışılır ama baştan sona okunmazlar.
Bunun dışında kitap
delilerini anlaman lazım. Onların özel merakları vardır. Mesela Reşat Nuri
Güntekin’in “Çalıkuşu” adlı romanının sıradan bir baskısını lise öğrencisi iken
aldım. Yıllar sonra bir sahaf dostum bana bir “Çalıkuşu” almamı önerdi. Çünkü
kitabı Reşat Nuri Güntekin ünlü rejisör Muhsin Ertuğrul’a ithafen imzalamıştı.
İmzalı kitap bibliyomanlar için ayrı bir değeri olan varlıktır. Oldu mu iki
“Çalıkuşu”. Bir başka gün bir başka sahaf kitabın 1923’de çıkan Osmanlıca ilk baskısını
bulup önerirse yine alırsın. Çünkü kitap manyağı için ilk baskı da önemlidir.
Etti mi üç “Çalıkuşu”. İlk “Çalıkuşu” nu okumuşsundur, öbürlerini okumaya gerek
yoktur.
Bir başka örnek. II.
Mahmut zamanında bir Başhoca İshak Efendi vardır ve ilk kez sentetik geometri
ile ilgili Fransızcadan çeviri bir kitap kaleme almıştır. 1820 tarihli bu ender
kitabı deve yüküyle para verip alırsın. İçini bir karıştırıp okşayarak
kütüphanene koyarsın. Baştan sona okumaya gerek yoktur. Çünkü içinde lisede
okuduğun matematik bilgileri vardır.
Bu sualin yanıtını
anlayabilmek için en azından bibliyofil olmak gerekir. Bibliyomani sahipleriyse
zaten bu soruyu sormazlar.
9.
Iskalandığını
düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
En başta Evliya Çelebi
gelir. Düşünebiliyor musunuz bu biz Türklerin değil dünyanın en ilginç
yazarlarından birisini bize 1840’larda Joseph von Hammer diye bir Avusturyalı
doğu bilimci tanıtmıştır. O önemine değinmese haberimiz bile olmayacaktı. Daha
sonra 10 ciltlik seyahatname bir cildi hariç özensiz bir baskıyla 40 yılda
tamamlanmıştır ve ancak bu kötü yayından 60 yıl sonra Yapı Kredi yayınları
tarafından doğru dürüst dizinli bir baskısı yapılabilmiştir. Büyük ayıbımızdır.
Iskalandığına inandığım
diğer yazarlar arasında muhteşem “Üç İstanbul” romanının yazarı Mithat Cemal
Kuntay, “Kıskanmak” ve “Sultan Hamit Düşerken”in yazarı Nahid Sırrı Örik,
Türkiye’nin Anton Çehov’u öykü yazarı Memduh Şevket Esendal –Ayaşlı ve
Kiracıları isimli romanı da müthiştir–, son günlerde adlarından hiç söz
edilmeyen İstanbul Türkçesinin en güzelini yazan Refik Halit Karay ve Haldun
Taner ile “Tutunamayanlar”ın yazarı Oğuz Atay ile muhteşem “İstanbul
Ansiklopesi”nin yazarı rahmetli hocam Reşat Ekrem Koçu aklıma geliyor.
10.
3 de film önerisi
isteyerek bitirelim!
İngrid Bergman’ın en
genç ve duru güzelliğini yaşadığı yıllarda müthiş Humphery Bogart ile çevirdiği
“Kazablanka” ile komünist dostlarını alçakça satmasına karşın iyi bir rejisör
olan Elia Kazan’ın yönetip genç Marlon Brando’nun başrolde olduğu “Rıhtımlar
Üstünde” ilk iki filmim.
Bir de Türk filmi
söyliyeyim. 1953’de Mehmet Muhtar’ın rejisörlüğünde Ali Rıza Seyfi’nin ilginç
romanı “Kazıklı Voyvoda”dan esinlenerek çekilen Drakula rolünü Atıf Kaptan’ın,
onun kurbanı Şadan rolünü Ayfer Feray’ın, Drakula ile uğraşan Avukat Azmi’yi
Bülent Oran’ın canlandırdığı “Drakula İstanbul’da” filmi.
EROL ÜYEPAZARCI
Harika. Söyleşilere, yazılara öyle bir daldım ki saat oldu sabahın körü ve ben az sonra işe başlayacağım. Alacağınız olsun.
YanıtlaSilMelbourne’den selamlar.
Çok teşekkürler Savaş Bey. Yazının, sanatın kardeşliği ile... Melbourne'e selam!
Sil