Ana içeriğe atla

Sesler ve Celan: “Sessiz ol! Koru sefaletini...”

  


Paul Celan’ın (1920-1970) “Baltalarla Oynayıp” başlıklı şiirinde geçen, “ağzı sıkı bir ihtişam başında / ayağındaysa sözlerin sefaleti” dizelerini şöyle karşılamıştı Bachmann, “Kırıntılar Tepesi”nde: “Sessiz ol! Koru sefaletini, / gözyaşıyla donakalmış o sözleri / Kırıntılar tepesinin altında / her daim oluk oluk toplanan.” (Cem Yavuz’un “Kırıntılar Tepesi” olarak küçük bir bölümünü çevirdiği bu şiiri Ahmet Cemal “Cam Kırıkları Tepesi” olarak çevirmişti. En azından bu bölümüyle bile bambaşka iki şiir gibi duruyorlar!)

Bana kalırsa Bachmann’ın bu dizesi Celan’ın 50 yıllık –ne uzun ne kısa sayılabilecek– ömrünün bir çeşit özeti gibidir: Sessiz ol! Koru sefaletini... Çünkü bir soykırım bakiyesi olarak (çalışma kampında on sekiz ay boyunca Prut nehrinden taş ve moloz çekmekte kullanılan) Celan, –diğer kurbanlar gibi– hiç iyileşmeyecek yaralar almıştı ve toplum kadar yeni iktidar elitlerinin de gerçek anlamda değiştiğine inanmıyordu. Martin Heidegger’in (1889-1976) Varlık ve Zaman’ı yazdığı kulübeyi ziyaretinden, baş başa yaptıkları o uzun yürüyüşten sonra yazdığı “Todtnauberg” şiirinde de geçtiği üzere, “kalbi bulacak sözler” arıyordu. Bunu, bir düşünürün şahsında bütün bir toplumdan, dil’den, belirgin bir sesle bekliyordu.

Sesler

Şair Cem Yavuz Sesler, İşitin Bizi de’ye[1] gelesiye, birer yıl arayla iki kitap daha katetti: Paul Celan’ın bütün düzyazı varlığını içeren Karşılaşmalar[2] ve Alman Edebiyatı profesörü James K. Lyon’dan çevirdiği Tedirgin Sohbet.[3] Türkiye şiir kamusunun, 1983 yılında Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet ikilisinin çevirdiği Bademlerden Say Beni  kitabından bu yana bildiği, sevdiği bir isim olan Paul Celan’ı, Oruç Aruoba (Neredeyse Yaşayacaktın, BFS Yayınları, 1989) ve Ahmet Cemal de (Bütün Şiirlerinden Seçmeler, Kavram Yayınları, 1995 –sonrasında: Ellerin Zamanlarla Dolu, İş Bankası Yayınları, 2015) geniş seçkilerle Türk okuruna sundu. Bütün bu çevirileri karşılaştırmalı bir gözle orta yere sermek niyetindeyim. Cem Yavuz, Sesler, İşitin Bizi de’nin (bundan böyle yalnızca Sesler) editörü Levent Alarslan ile yaptığı söyleşide[4] Celan’ın “yanlış anlaşılmış, Türkçede hiç anlaşılmamış, yanlış çevrilmiş bir şair” olduğu iddiasında.

Geniş bir anlam/çağrışım alanı oluşturmak için kitaba bu ismi seçtiğini söylüyor Cem Yavuz:

“Günümüzde, seslerin tahakkümü altındaki insan kulağına ve o seslere de bir çağrı gibi düşündüm bunu. Herkes o kadar çok konuşuyor ve o kadar çok ses var ki, kimse birbirini işitmiyor. Hele şairleri ve sahici birtakım sesleri hiç işitmiyorlar.”

Şişedeki mesaj

Sesler’den iki yıl evvel çıkan Karşılaşmalar’da üç düzyazı metin bulunmakta: “Şişedeki Mesaj”, “Meridyen” ve –tek kurgu metni– “Dağlarda Sohbet”. Celan’ın poetik duruşunu uzun uzadıya anlattığı ve Büchner’in –bilhassa– Lenz’i (hani, “kafasının üzerinde yürüyemediği zamanlarda canı sıkılan” Lenz) üzerinden inşa eden “Meridyen” konuşmasından ziyade, çok isabetli bir tercihle “Şişedeki Mesaj” olarak başlıklandırılan metne değinmek istiyorum.

Bremen Edebiyat Ödülü’nü aldığı 26 Ocak 1958 tarihli konuşmasında Celan şiirini olduğu kadar dünyadaki yerini, varlığını neyle anlamlandırdığını da serimliyordu:

“Dilin tezahürü ve dolayısıyla özü itibarıyla Diyalog olan şiir, –her daim ümitvar olmasa da– bir gün bir yerde gönül kıyılarına vuracağı zannıyla gönderilmiş, şişedeki bir mesaj sayılabilir.”[5]

Celan’ın şiirleri bu Diyalog’u talep eden, gördüğü ve bildiği her şeyi buna şahit kılma gayretinde olan bir şiirdir. Dinmeyen acıların, anne özleminin, ötekiliğin şiiri. “Şişedeki mesaj” metaforunu, kader ortağı kabul ettiği, şiirlerini Almancaya çevirdiği ve Hiçkimsenin Gülü (1963) adlı 4. kitabını anısına ithaf ettiği Osip Mandelstam’dan almıştır Celan.

Hiçkimse yeniden yoğurmuyor bizi toprakla balçıktan,
hiçkimse anmıyor tozumuzu.
Hiçkimse.

Sana şükürler olsun ey Hiçkimse.
Senin uğruna
çiçeğe durmaktır arzumuz.
Sana
doğru.

Bir hiçtik
biz, hiçiz ve hep öyle
kalacağız, açıla açıla:
hiçin, Hiç
kimsenin gülü.[6]

Aynı konuşmada dil’in kendi dünyasındaki yeri ve anlamını şöyle ortaya koyar Celan: “Olanca zayiat arasında ulaşılabilir, yakın ve kaybedilmemiş tek bir şey kaldı: dil.” Heidegger’in iddiasına göre Celan’ın dili, “Platon ve Goethe ile aynı kalitededir.”[7] Şiiri bir Diyalog olarak gören ve her şeyden önce Yahudi bir şair olan Celan, bu büyük Öteki’lik mirasıyla her şairin aslında Yahudi olduğunu, şiirin-edebiyatın Yahudisi olduğunu ifade eder.[8]

Tedirgin sohbet

1945 sonrası Batı edebiyatının en büyük şairi olarak öne çıkan Paul Celan ile felsefe tarihi içinde müstesna bir alanı kapsayan ve yaşadığı çağın en büyük –ve tartışmalı– filozofu olarak kabul gören Martin Heidegger arasında 25 Temmuz 1967’de Freiburg/Todtnauberg’te “loş” bir buluşma gerçekleşti. Bu buluşmayı, sonuçları ya da sonuçsuzluğu/karanlığıyla 20. yüzyıl entelektüel tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul etmek gibi yaygın bir kanı var. O birkaç saatlik (3-3,5 saat) konuşmaya dair elimizde Celan’ın Heidegger’in ‘kulübe’sinin (‘Denkhütte’) ziyaretçi defterine yazdığı “kalpten gelecek bir kelimenin umuduyla” cümlesi ve aynı umuda Kara Orman’a giden yolları, çiçekleri, yıldız başlı kuyu, ölü torfları ve orkideleri şahit kılan “Todtnauberg” şiiri dışında başka şey yok:

Mastı çiçeği, Gözotu,
başı yıldız taçlı kuyudan
bir yudum,

o
kulübede

deftere

kimin adı düşüldü ki

benimkinden önce? –,
bugün, bu deftere
yazılmış bir satır,
bir umuda,
bir düşünürün
kalbi
bulacak
sözüne dair,

orman içre ölü torfları, engebeli
orkideyle orkide, bir başlarına,

kabasaba şeyler sonra, seyrederken yolda,
alenen,

bizi götüren, o adam,
işitiyor o da,

yarım yamalak kat-
edilmiş sapa yollar
yüksek turba bataklığında,

yoğun,
rutubet.[9]

Şiirde ‘o adam’ diye geçen kişi Stephan Krass. Heidegger ile Celan’ı kulübeye götüren şoför. 30 yıl sonra, 1997’de yazdığı bir yazıda, yol boyunca “sancılı bir sükût”un varlığından bahsediyor.[10] Yine de bu bunaltıcı sessizlik Celan’ın sorularıyla sürmüş ama Krass’ın şahitliği, ikilinin Kara Orman’daki yürüyüşüne dair bir şey aktarmıyor. Sorular ise elbette Heidegger’in Nasyonal Sosyalizme iştiraki üzerinden ilerlemiş.

Celan, Kasım 1967’de Parisli bir yayıncıyla “Todtnauberg” şiirinin özel bir bibliyofil baskısını yapmak için anlaşıyor. 50 adetle sınırlı, numaralandırılmış, ticari olarak satış dışı tutularak bibliyofiller ve kütüphaneler için tasarlanmış bu pahalı kopya 12 Ocak 1968’de ilgililere sunuluyor. Şiir basılır basılmaz 1 numaralı kopyayı Heidegger’e yollatıyor Celan.[11]

Şiirinin bibliyofil baskısında, kitaptakinin aksine, Heidegger’den beklenen acil karşılık arzusunu yansıtan bir farklılık söz konusu:

gecik-
meden kalbi
bulacak
sözü.

Kişisel bir acil çağrı biçiminde yorumluyor bunu James K. Lyon.[12] Ne var ki bu umut hiçbir zaman gerçeğe dönüşmedi ve Celan, Heidegger’in Nazi geçmişinden söz edeceği yahut Nazizmi kınayacağı “ivedi” sözün gelmeyeceğinin farkına varmış olmalı ki, iki yıl kadar sonra, Işıkzoru (1970) isimli şiir kitabını baskıya hazırlarken, gecikmeden ifadesini şiirden çıkardı. Işıkzoru, Celan’ın intiharından bir hafta önce yayımcısına bizzat teslim ettiği ve şairin ölümünden üç ay sonra yayımlanmış bir kitaptır.

Bu farkındalık ya da boşa beklenti, kısmen de Heidegger’in “Todtnauberg” şiirinin bibliyofil baskısı için kendisine yazmış olduğu teşekkür mektubundan kaynaklanıyordu. 30 Ocak 1968 tarihli, Celan ve Heidegger arasında bugüne ulaşan yegâne mektupta düşünür şöyle yanıt vermekteydi Celan’a:

Bu soylu, bu beklenmeyen hediye için size nasıl teşekkür etsem?

Şairin “Todtnauberg” diyen sözü, (...) Kara Orman’daki muhtelif ruh halleriyle yüklü bir günün hatırasını muhafaza ediyor.

(...)

O zamandan bu yana karşılıklı olarak epey sükût alışverişinde bulunduk.

İnanıyorum ki bir gün bir kısmı rehnedildiği dile gelmemişlikten sohbet sayesinde kurtulacak.

Hediyenizin uygun bir şekilde muhafaza edilebileceği uygun bir koruyucu kılıf yapması için bir mücellit bulacağım.

(...)

Yavaş yavaş kendimi toparlayabildiğim bir virütik rahatsızlık yüzünden size candan teşekkürlerimi daha önce iletemedim. Ya benim dileklerim?

Eşref saatinde, şiir size hitap ettikçe zuhur edecek olandaki dili duyacaksınız.

Dostane hatırlayışlarla

Martin Heidegger[13]

Celan’ın mektuplarında 25 Temmuz’daki buluşmada “uzun ve açık sözlü” bir sohbet yaşandığını okuyoruz. Bu da Heidegger’in Nazileri desteklemesine ilişkin sorulara verdiği cevaplarının başta savma olmadığını gösteriyor. Yine de aleni bir özür olmadı hiç. Heidegger sükût halini ölene dek sürdürdü. 

Bağışlanamaz olan

Jacques Derrida’nın (1930–2004) 1997-98 yıllarında, Atina’dan Capetown’a farklı coğrafyalardaki üniversitelerde verdiği konferanslardan doğan Bağışlamak: Bağışlanamaz Olan ve Zaman Aşımına Uğramayan (Monokl Yayınları, 2015) adlı kitabı bağışlamanın, özrün, af dilemenin dinamiklerini, tarihsel/güncel örnekler üzerinden koşullarını ve imkânlarını tartışır. Şöyle diyor Derrida:

“Bağışlama olmadan verme olmadığı gibi, verme olmadan da bağışlama yoktur, ama ikisi kesinlikle aynı kapıya çıkmaz.”[14]

Konuyu Vladimir Jankélévitch ve Paul Celan örnekleri üzerinden ilerleten Derrida’nın Jankélévitch’ten yaptığı şu alıntı çarpıcıdır:

“Heidegger sorumludur, (...), sadece Nazi yönetimi altında söyledikleri için değil, ama 1945’te söylemekten kaçındığı her şey için de.”[15]

Derrida’nın “Todtnauberg” şiiri için yaptığı uzun şerhin özü ise şu cümlesinde saklı:

“Dolayısıyla geriye Todtnauberg’i –bizzat bağış ya da bağışlama olarak, muhtemelen şiirin temaları olmaktan ya da şairin boşa çıkmış beklentisini konu almaktan önce şiir olan bir bağış ve bir bağışlama olarak– okumak, kabul buyurmak kalır."[16]

Heidegger’in hayatının sonuna kadar dile getirmekten kaçındığı, rehnettiği –kalbi bulacak– o sözler, Celan’ın 20 Nisan 1970 tarihindeki intiharına rağmen sürdü. Bağışlanamaz olan ve zaman aşımına uğramayan tam anlamıyla bu sükût halidir.

Türkçede Celan

Bu bölümde küçük ama fark yaratan örnekler üzerinden Cem Yavuz’un çevirileriyle Ahmet Necdet-Gertrude Durusoy ikilisinin, Oruç Aruoba’nın ve Ahmet Cemal’in çevirilerini karşılaştırmayı deneyeceğim. Ama öncesinde, Sesler’e değinmek istiyorum biraz.

Bir ‘Celanzede’ olarak, şiirlerini ve Celan üzerine olan çalışmalarını da bildiğim ‘Celanist’ şair Cem Yavuz’un elinden çıkma bir çeviri şiir kitabı görünce büyük heyecan duydum. Aynı heyecanla ağır ağır, notlar alarak okudum Sesler’i. Bunca yıllık şiir okuruyum, böylesine özenli ve yoğun bir şiir kitabıyla karşılaşmadım! Bence Sesler, Türkçe şiir çevirisi için bir aşamayı temsil ediyor artık. Bir nevi kılavuz taş! Cem Yavuz’un şiir işçiliğinden tutun, her bir Celan kitabı için düştüğü özenli ve özgün tanıtım yazılarına, seçilen Celan fotoğraflarına, kitabın sonunda 60 sayfaya yaklaşan açıklama ve yorumlarına ve tabii Everest Yayınları’nın kitabın –ve şairin ve de çevirmenin– hakkını teslim eden tertemiz baskısına bakıp da söylüyorum bunu.

Sesler, Celan’ın 9 kitabından toplam 150 şiiri kapsıyor. Şiirler Almanca-Türkçe olarak verilmiş. Cem Yavuz ile kitabın editörü Levent Alarslan’ın yaptığı söyleşiden öğreniyoruz ki, aslında 250 Celan şiirini çevirmiş Yavuz. (Toplamda 640 olan Celan şiirinden!) 100 şiirin yayın haklarının başka bir yayınevinde olması hasebiyle yalnızca 150 şiiri kitaba alabilmişler. Öyle ki, kitaba adını veren “sesler, işitin bizi de” ifadelerinin kullanıldığı “Sesler” şiiri bile kitapta mevcut değil! Sadece bu mu: Celan’ın en meşhur şiirlerinden “Ölüm Fügü”, “Corona”, “Bademlerden Say Beni” gibi şiirler de yok kitapta. Mevcut haliyle bile ödüllere boğulması gereken bir iş olsa da, bu eksikliği ve çevirmeninin masasında kalan 100 şiiri düşününce, böylesine harika bir yayının halihazırda çevrilmiş 250 şiirle birlikte yayımlanamamış olmasına çok hayıflandım. Everest gibi kuruluşundan beri şiire geniş alanlar açmış bir yayınevinin bu işi ileriki baskılarda çözeceğini umuyorum.

“Sesler” başlıklı şiire bakalım. Kitaba alamasa bile Celan’ın Dilkafes (1959) kitabına dair yazdığı giriş yazısında çevirisinden iki küçük bölüm paylaşıyor Cem Yavuz:

Sesler, senin kalbini
annenin kalbine seğirten.
Sesler, o darağacından,
güz odunuyla bahar odununun
habire halkalarını takas ettiği.

*

Sesler, Nuh’un gemisinin derinlerinde: 

Yalnızca
ağızlardır
korunan. Siz
dibi boylayanlar, işitin
bizi de.

Aynı şiirin ilgili bölümlerinin Ahmet Cemal çevirisi şöyle (kitabın adını Dilin Parmaklıkları olarak anıyor Cemal):

Sesler, duyunca yüreğin
yine annenin yüreğine kaçmakta.
Yaşlı ağaçlarla genç ağaçların
yaş halkalarını durmaksızın değiştikleri
darağacından gelen sesler.

*

Nuh’un gemisinin içindeki sesler: 

Yalnızca
ağızlar
güvende olanlar. Sizler
batmakta olanlar, duyun
bizleri de.

Bu da Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet çevirisi (kitabın adı bu kez Dil Kafesi):

Sesler, onların karşısında kalbin
yer açarak döner anneninkine.
Darağacından gelen sesler,
ki orada halka değiştirip duruyor,
eski odunla yeni odun.

*

Sesler Nuh’un gemisinde: 

Sadece
saklıdır
ağızlar. Siz
ey batanlar, dinleyin
bizi de.

Ve son olarak Oruç Aruoba çevirisi (kitabın ismini özel olarak anmıyor Aruoba ama bu şiiri Kara Taneler başlığı altında vermiş): 

Sesler, yüreğinin ürküp
annenin yüreğine sığındığı.
Sesler darağacından doğru,
yaşlı kütük ile genç kütüğün halkalarını
değiş-tokuş, değiş-tokuş ettiği yerde.

*

Sesler kemerin içinde: 

Yalnız
ağızlar
saklıdır. Siz
batanlar, işitin
bizi de.

Okuduğum Celan çevirileri içinde en ilginç yaklaşımın Aruoba’ya ait olduğunu söylemeliyim. Enis Batur’un hazırladığı Modern Dünya Edebiyatı Antolojisi (Gergedan-Dönemli Yayıncılık, 1988) içinde yer alan Yüksel Pazarkaya çevirisi 7 şiir dahil her şeyi okuduğumu sanıyorum. (“Sesler”i çevirmemiş Pazarkaya.) Daha fazla şiir üzerinden de ilerleyebilir örnekler ama gerisi okurun işi olsun. 

Cem Yavuz sözlüğü

Gök cisimlerini adlandıranların öykücüler olduğu söylenir. Oysa sözcükleri bulan şairlerdir. Önce sözcükleri bulurlar, sonra anlamlarını. O sözlüklerle yazılır kişisel serüvenler, ya/ya da bir uygarlığın mufassal tarihi. Sesler’i okumaya başladıktan kısa bir süre sonra Cem Yavuz’un ilginç bazı sözcükler kullandığını fark ettim ve bunları sayıp not aldım. Bazı sözcük oyunlarını görmezden gelerek sayıyı 39’a düşürebildim. Bu kelimelerin bir kısmını –geleneğe uyarak– edebiyat tarihçilerinin ve sözlükçülerin dikkatine sunmak için buraya alıyorum – unutulmamalı ki bunu Yavuz’a yaptıran da Celan’dır: gecegil, akşamcıl, göğengin, ormancıl, hiçyer, kıvraşım, sengil, aycivarı, alınlarkıyısı, buzışıl, buludî, biçimadeta, derindem, ışılçıyan, karanguyumru, günyabancıl, bengece, kumtanesiseyri, yerekomşu, kalpşahmerdangümüşü, tomartomur, büyükperhizarifesigözlü, vahşikanaçan, dumanağız, bengilolmuş, görguvan, kelâmoyukları, ışığsayvan, yazlayan [kar], balçıkahşap, gözoğulları/yeroğulları, şakaksıl, mânâdalı, yılberi/yılöte, gözgil...

Bu ‘vahşikanaçan’ kelimelerin ve çevirinin hakkının zamanla daha iyi verileceği inancıyla, son sözü bir başka Celanist şair olan ve tıpkı Celan gibi 50 yaşında ölen Sami Baydar’a bırakmak istiyorum. Son şiirlerinden birinin başlığı bu yazının da öznesidir: PAUL CELAN. Bir gün Celan gibi onun da kıymetinin tüm dünyada anlaşılacağı ümidiyle bitirmek istiyorum yazımı. Hölderlin’in deyişiyle, “Neyse geriye kalan, şairlerden armağan.” Sesler kadar sessizlik de, hatta sefalet de…

Biz
iki
dostuz.
Acı verdiklerinde
doktorlar.

Annemle
bana
sana
anneciğine
Paul Celan.

Gözlerimi
sessizce kapatıyorum.
İçimdeki karanlık
ve ay
aramızda bulunsun.
Bunlara ek olarak
Tanrı’nın verdiği
farklı huylarımız.

Benim hayvanlarım da evcildi
ben
bu ormana girmeden
yıllar önce.

Çarpıp
Tanıştığım
F.ydi
bir gün.

Rahat
bıraksın.
Anneciğim
beni.[17]

 

NOTLAR:


[1] Paul Celan, Sesler, İşitin Bizi de, çev. Cem Yavuz, Everest Yayınları, Mart 2022.

[2] Paul Celan, Karşılaşmalar / Şişedeki Mesaj-Meridyen-Dağlarda Sohbet, Doğu Batı Yayınları, Nisan 2020.

[3] James K. Lyon, Paul Celan & Martin Heidegger - Tedirgin Sohbet / 1951-1970, çev. Cem Yavuz, Everest Yayınları, Nisan 2021.

[4] “Paul Celan” üzerine / Cem Yavuz – Levent Alarslan söyleşisi 

[5] Paul Celan, Karşılaşmalar, s. 20, çev. Cem Yavuz, Doğu Batı Yayınları, Nisan 2020.

[6] Sesler, İşitin Bizi de, s. 160.

[7] Tedirgin Sohbet, s. 174.

[8] Tedirgin Sohbet, s. 15.

[9] Sesler, İşitin Bizi de, s. 325.

[10] Tedirgin Sohbet, s. 274.

[11] Tedirgin Sohbet, s. 309.

[12] Tedirgin Sohbet, s. 311.

[13] Tedirgin Sohbet, s. 311.

[14] Jacques Derrida, Bağışlamak, s. 15, çev. Murat Erşen, Monokl Yayınları, 2015.

[15] Bağışlamak, s. 50.

[16] Bağışlamak, s. 58.

[17] Sami Baydar, Dünya İnancı, s. 403, YKY, 2012.

---------------------------------

Bu yazı ilk olarak K24'te yayımlandı. (28 Temmuz 2022)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka