Tanıl Bora bir futbol maçına ilk
defa 10 yaşındayken gitmiş. Ben de o yaşlarda olmalıydım; mahalleden birkaç arkadaşla,
asla o kadar uzaklaşmamız gereken bir yere, şehir stadına gitmiştik. Yolu bilen
hangimizdi, neden o gün bu maceraya kalkıştık, eve nasıl döndük
anımsayamıyorum. (Dönebildik mi sahiden?) Bugünden bakınca, aklıma Peter
Weir’in “Picnic at Hanging Rock” (1975) filmi geliyor. Tanrı’nın kuzuları, bir
gün, piknik yapacakları yaşta bir başlarına maça gitmişler…
Elazığ - Batman Petrol Spor maçıydı. Stada
girdiğimizde öğrendik bunu. Küçük cüsselerimiz, maça biletiyle giren biri ile
turnikeden geçmemize müsaade ediyordu. Çocuklarını evde bırakan adamlar, başka
çocukların maçı izlemesine olanak tanıyordu.
O gün ilk kez bir mabette olduğum hissine kapılmıştım.
Oysa camilere çok daha erken yaşlardan aşinaydım. Teslimiyet ve sessizlik,
yerini hırs ve curcunaya bırakmıştı. Doğrusu, keyfimiz yerindeydi.
Gittiğim bu ilk maça dair en çok da şu üç şey kalmış
bende:
Heybetli
bir yapı içine toplanmış kalabalığın bir parçası olmanın verdiği tuhaf olgunluk
hissi... Herhangi
bir sebep olmaksızın hakeme ve rakip takım oyuncularına boyuna küfreden
adamlar. (Kale arkası tarafındaydık, Sürsürü deniyordu bizim tarafa, yıllar
sonra, 24 Ocak 2020’deki deprem sonrası onlarca binanın yıkılacağı mahalleye
taraf olduğu için… 50 yaşın üstünde olduğunu bugün gibi hatırladığım bir adam,
oyuncular ve hakemler henüz ısınma hareketleri yapıyorken bizim tarafa doğru
koşan hakemlere avazı çıktığı kadar, ana-avrat sövmeye başladı. Gençten bir
adam da gülerek uyardı onu: “Dayı, maç başlamadı daha!” Hadi len der gibi bir
el hareketi yaptı ve yüzünü bile dönmeden “İşine bak” dedi.)... ve en unutamadığım:
belki de her şehre özgü ‘mitolojik kurtarıcılar’ ile maçı ‘çevirmenin’ mümkün
oluşu üzerine yaptığım sosyolojik gözlem, çıkarım!
Mehmet Ağar 18 Nisan 1999 seçimlerinde Elazığ'dan
68.540 oy alarak bağımsız milletvekili seçildi. Aldığı oy en azından o tarihe
kadar Türkiye'de bir bağımsız adaya verilen en yüksek oy olarak tarihe geçti. Şehir
halkının %28’i oyunu Ağar’a vermişti. Bütün partilerden daha yüksek bir oydu
bu.
O gün, Elazığ – Batman Petrol Spor maçında statta
değildi Ağar ama ilk yarısı 2-1 rakip takımın üstünlüğü ile sonuçlanan maç,
ikinci yarıda fırtına gibi bir dönüşe sahne olmuş ve Elazığ Spor maçı 4-2
kazanmıştı. Şen şakrak stadı arkamızda bırakırken bu ‘küçük mucize’ için
kalabalık içinde birilerinin şöyle bir açıklama getirdiğini işittim: “Ağar
devre arası Batmanlıların soyunma odasına girmiş, parmağını sallamış, adam olun
lan demiş, burası Elazığ…” Batmanlı dostlarımız da korkup maçı ‘vermişler’.
Böyle işte. Futbol asla sadece futbol değildir diyenler,
başta Simon Kuper, çok haklı. Siyasetten mitolojiye upuzun bir yol var bu işte.
Zamanla futbola olan ilgimi kaybettim. Politika ya da sosyal bilimler de yeterince ilgimi çekmedi. Ağırlıklı olarak edebiyata ve şiire talip oldum. Memnunum. Son yıllarda beni en çok sevindiren kitaplardan biri de Tanıl Bora'nın Rilke'den yaptığı şiir seçkisiydi diyebilirim: Uzak Gece Rüzgârı (2018, Ayrıntı Yayınları). Aşağıda okuyacağınız cevaplarda bu kitapta okuduğuma benzer bir lirizmi duydum, mutlu oldum.
Editörlüğünü üstlendiği 25 senelik mazisi olan "Memleket Kitapları" dizisinin 10. kitabı Taşraya
Bakmak (2005, İletişim Yayınları) isimli derlemede yer alan makalesinde şöyle
diyor Tanıl Bora: “...taşrada bir değer varsa, olabilirse, şehir ve 'merkez' ile
arasındaki gerilimin bünyesinde yatıyor bu. Canetti'nin verdiği esinle ve
sezişle düşünürsek; insanın kendi zihni ve 'ruhu' içindeki bir gerilimle,
bir git-gelle de alâkası var bunun. Edebiyatta 'güzel' eserler, insan
hayatlarında verimli bunalımlar, modernleşmenin 'şiddetine' karşı tahammül
ve yumuşama alanları, modernleşmeyle başetmenin zengin tecrübeleri, taşra-şehir
geriliminden çıkıyor.” (s. 63) 20’li yaşlarımın başında bu gerilimin ruhumdaki
-Yahya Kemal gibi söylemeli- ‘rüzgârıyle’ Le Poète Travaille (Şair
Çalışıyor) benzeri ‘dışa açık’ bir dergi çıkarmaya çalıştım, çok uğraştım ama olmadı. Bir
dergi tek başına çıkarılamazdı çünkü. O gün, maça gittiğim arkadaşlarım hâlâ yanımda
olsaydı, bir ihtimal.
M. Milât Özçelik / 25 Ocak
‘21
1.
Harçlığınızla aldığınız
ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Baskan Yayınları’nın
bastığı, yeşil kapaklı çocuk polisiyeleri vardı, kahramanı “Gizli Yediler”. O
serinin kitapları.
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu
yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir
kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Bu ayrımı düşünmemiştim.
Nicelikten öte sistematik ayırt edici olabilir. Yani bazı konularda veya bazı
ilgiler peşinde az çok “istikrarla” kitap biriktiren kitaplık, kütüphaneye
terfi eder gibime geliyor. Ama niceliği
de tamamen yok sayamayız sanırım. Kütüphane deyince, ne bileyim, en az şöyle
bir düzine raf olmalı, değil mi?
3.
Ülkemizdeki insanların
çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini
düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa
Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme
seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir
seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Konuya göre diziyorum. İkinci
seçenek, yayınevi değil yazar adı olabilirdi. Ama ikinci seçeneği düşünmem,
konu esaslı tertipten vazgeçmem.
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb.
sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online
mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen
absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve
başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Uzun süre aradığım bir kitap
olmadı. Aradıklarım, bulunmaz şeyler
olmuyor.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki
en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok
özledikleriniz hangileri?
En sevdiklerim: Merak ve
ilgi alanım olan Türkiye siyasi düşünce tarihiyle ilgili kitaplar. Almanca
futbol kültürü kitapları. Nasyonal sosyalizm tarihine ilişkin kitaplar. Ve
biyografiler.
Kapanmış yayınevleri
içinde en çok özlediğim, Payel. Çok iyi seçimlerle, vakur görünümlü kitaplar
bastılar.
6.
Hermann Hesse Robert
Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer
olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı
(ve neden)?
Aklıma şu aralar
Comte-Sponville ile Theodore Zeldin geliyor. İkisi de, farklı nokta-ı
nazarlardan, “yaşama felsefesi” ile meşgul yazarlar. İnsan olmayı
anlamlandırmaya bakan, dünyanın düzeninden hoşnutsuz, eleştirel yaklaşan, ama
her şeye rağmen bir tür neşeyle, yüreklendirerek konuşan yazarlar. Dünya ahvali
hakkında ahkâm ile “ben ne yapabilirim” endişesi arasında küçük güzel köprüler
kuruyorlar.
7.
Alıp da okumadığımız
kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek
istersiniz?
Bazen o kitapların da günü
gelir. Bazen de okunmadan bekleyip duran
birisini “bu ne yahu böyle” deyip elden çıkartırsınız, sonra hatta belki kısa
bir süre sonra bir çalışma için ihtiyacınız oluverir ona. Böyle intikamlar da
aldığı olur o çeşit kitapların!
8.
“Bunların hepsini okudun
mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Gerçekten standart bir
soru olduğundan, kaşarlandım. “Çoğunu okudum,” diyorum, “okumaya çalışıyorum”
diyorum.
9.
Iskalandığını düşündüğünüz
yerli yazarlar kimlerdir?
Zaven Biberyan’ı anmak
isterim.
10.
3 de film önerisi
isteyerek bitirelim!
Kesişen Hayatlar (Krugovi,
2013) Yönetmen: Srdan Goluboviç
İnsanları Seyreden
Güvercin (En duva satt på en gren
och funderade på tillvaron, 2014) Yönetmen: Roy Andersson
İyi Yürek (The Good Heart,
2010) Yönetmen: Dagur Kári
TANIL BORA
Yorumlar
Yorum Gönder