Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #22: Tanıl Bora

 
Tanıl Bora bir futbol maçına ilk defa 10 yaşındayken gitmiş. Ben de o yaşlarda olmalıydım; mahalleden birkaç arkadaşla, asla o kadar uzaklaşmamız gereken bir yere, şehir stadına gitmiştik. Yolu bilen hangimizdi, neden o gün bu maceraya kalkıştık, eve nasıl döndük anımsayamıyorum. (Dönebildik mi sahiden?) Bugünden bakınca, aklıma Peter Weir’in “Picnic at Hanging Rock” (1975) filmi geliyor. Tanrı’nın kuzuları, bir gün, piknik yapacakları yaşta bir başlarına maça gitmişler…
 
Elazığ - Batman Petrol Spor maçıydı. Stada girdiğimizde öğrendik bunu. Küçük cüsselerimiz, maça biletiyle giren biri ile turnikeden geçmemize müsaade ediyordu. Çocuklarını evde bırakan adamlar, başka çocukların maçı izlemesine olanak tanıyordu.
 
O gün ilk kez bir mabette olduğum hissine kapılmıştım. Oysa camilere çok daha erken yaşlardan aşinaydım. Teslimiyet ve sessizlik, yerini hırs ve curcunaya bırakmıştı. Doğrusu, keyfimiz yerindeydi.
 
Gittiğim bu ilk maça dair en çok da şu üç şey kalmış bende:
Heybetli bir yapı içine toplanmış kalabalığın bir parçası olmanın verdiği tuhaf olgunluk hissi... Herhangi bir sebep olmaksızın hakeme ve rakip takım oyuncularına boyuna küfreden adamlar. (Kale arkası tarafındaydık, Sürsürü deniyordu bizim tarafa, yıllar sonra, 24 Ocak 2020’deki deprem sonrası onlarca binanın yıkılacağı mahalleye taraf olduğu için… 50 yaşın üstünde olduğunu bugün gibi hatırladığım bir adam, oyuncular ve hakemler henüz ısınma hareketleri yapıyorken bizim tarafa doğru koşan hakemlere avazı çıktığı kadar, ana-avrat sövmeye başladı. Gençten bir adam da gülerek uyardı onu: “Dayı, maç başlamadı daha!” Hadi len der gibi bir el hareketi yaptı ve yüzünü bile dönmeden “İşine bak” dedi.)... ve en unutamadığım: belki de her şehre özgü ‘mitolojik kurtarıcılar’ ile maçı ‘çevirmenin’ mümkün oluşu üzerine yaptığım sosyolojik gözlem, çıkarım!
 
Mehmet Ağar 18 Nisan 1999 seçimlerinde Elazığ'dan 68.540 oy alarak bağımsız milletvekili seçildi. Aldığı oy en azından o tarihe kadar Türkiye'de bir bağımsız adaya verilen en yüksek oy olarak tarihe geçti. Şehir halkının %28’i oyunu Ağar’a vermişti. Bütün partilerden daha yüksek bir oydu bu.
 
O gün, Elazığ – Batman Petrol Spor maçında statta değildi Ağar ama ilk yarısı 2-1 rakip takımın üstünlüğü ile sonuçlanan maç, ikinci yarıda fırtına gibi bir dönüşe sahne olmuş ve Elazığ Spor maçı 4-2 kazanmıştı. Şen şakrak stadı arkamızda bırakırken bu ‘küçük mucize’ için kalabalık içinde birilerinin şöyle bir açıklama getirdiğini işittim: “Ağar devre arası Batmanlıların soyunma odasına girmiş, parmağını sallamış, adam olun lan demiş, burası Elazığ…” Batmanlı dostlarımız da korkup maçı ‘vermişler’.
 
Böyle işte. Futbol asla sadece futbol değildir diyenler, başta Simon Kuper, çok haklı. Siyasetten mitolojiye upuzun bir yol var bu işte.
 
Zamanla futbola olan ilgimi kaybettim. Politika ya da sosyal bilimler de yeterince ilgimi çekmedi. Ağırlıklı olarak edebiyata ve şiire talip oldum. Memnunum. Son yıllarda beni en çok sevindiren kitaplardan biri de Tanıl Bora'nın Rilke'den yaptığı şiir seçkisiydi diyebilirim: Uzak Gece Rüzgârı (2018, Ayrıntı Yayınları). Aşağıda okuyacağınız cevaplarda bu kitapta okuduğuma benzer bir lirizmi duydum, mutlu oldum. 

Editörlüğünü üstlendiği 25 senelik mazisi olan "Memleket Kitapları" dizisinin 10. kitabı Taşraya Bakmak (2005, İletişim Yayınları) isimli derlemede yer alan makalesinde şöyle diyor Tanıl Bora: “...taşrada bir değer varsa, olabilirse, şehir ve 'merkez' ile arasındaki gerilimin bünyesinde yatıyor bu. Canetti'nin verdiği esinle ve sezişle düşünürsek; insanın kendi zihni ve 'ruhu' içindeki bir gerilimle, bir git-gelle de alâkası var bunun. Edebiyatta 'güzel' eserler, insan hayatlarında verimli bunalımlar, modernleşmenin 'şiddetine' karşı tahammül ve yumuşama alanları, modernleşmeyle başetmenin zengin tecrübeleri, taşra-şehir geriliminden çıkıyor.” (s. 63) 20’li yaşlarımın başında bu gerilimin ruhumdaki -Yahya Kemal gibi söylemeli- ‘rüzgârıyle’ Le Poète Travaille (Şair Çalışıyor) benzeri ‘dışa açık’ bir dergi çıkarmaya çalıştım, çok uğraştım ama olmadı. Bir dergi tek başına çıkarılamazdı çünkü. O gün, maça gittiğim arkadaşlarım hâlâ yanımda olsaydı, bir ihtimal.
 
M. Milât Özçelik / 25 Ocak ‘21
 

1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Baskan Yayınları’nın bastığı, yeşil kapaklı çocuk polisiyeleri vardı, kahramanı “Gizli Yediler”. O serinin kitapları.
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Bu ayrımı düşünmemiştim. Nicelikten öte sistematik ayırt edici olabilir. Yani bazı konularda veya bazı ilgiler peşinde az çok “istikrarla” kitap biriktiren kitaplık, kütüphaneye terfi eder gibime geliyor.  Ama niceliği de tamamen yok sayamayız sanırım. Kütüphane deyince, ne bileyim, en az şöyle bir düzine raf olmalı, değil mi?
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Konuya göre diziyorum. İkinci seçenek, yayınevi değil yazar adı olabilirdi. Ama ikinci seçeneği düşünmem, konu esaslı tertipten vazgeçmem.
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Uzun süre aradığım bir kitap olmadı.  Aradıklarım, bulunmaz şeyler olmuyor.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
En sevdiklerim: Merak ve ilgi alanım olan Türkiye siyasi düşünce tarihiyle ilgili kitaplar. Almanca futbol kültürü kitapları. Nasyonal sosyalizm tarihine ilişkin kitaplar. Ve biyografiler.
Kapanmış yayınevleri içinde en çok özlediğim, Payel. Çok iyi seçimlerle, vakur görünümlü kitaplar bastılar.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Aklıma şu aralar Comte-Sponville ile Theodore Zeldin geliyor. İkisi de, farklı nokta-ı nazarlardan, “yaşama felsefesi” ile meşgul yazarlar. İnsan olmayı anlamlandırmaya bakan, dünyanın düzeninden hoşnutsuz, eleştirel yaklaşan, ama her şeye rağmen bir tür neşeyle, yüreklendirerek konuşan yazarlar. Dünya ahvali hakkında ahkâm ile “ben ne yapabilirim” endişesi arasında küçük güzel köprüler kuruyorlar.
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Bazen o kitapların da günü gelir.  Bazen de okunmadan bekleyip duran birisini “bu ne yahu böyle” deyip elden çıkartırsınız, sonra hatta belki kısa bir süre sonra bir çalışma için ihtiyacınız oluverir ona. Böyle intikamlar da aldığı olur o çeşit kitapların!
 
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Gerçekten standart bir soru olduğundan, kaşarlandım. “Çoğunu okudum,” diyorum, “okumaya çalışıyorum” diyorum.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Zaven Biberyan’ı anmak isterim.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Kesişen Hayatlar (Krugovi, 2013) Yönetmen: Srdan Goluboviç
İnsanları Seyreden Güvercin (En duva satt på en gren och funderade på tillvaron, 2014) Yönetmen: Roy Andersson
İyi Yürek (The Good Heart, 2010) Yönetmen: Dagur Kári
 

TANIL BORA
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka