İzlanda Milli takımı ile
yaptığımız bir maçı izlerken spikerin İzlandalı oyuncularla ilgili söylediği
şey aklımın bir köşesinde yer etmiş: İzlanda’da herkes birden fazla mesleği
icra ediyormuş. Örneğin kaleci, aynı zamanda reklam filmleri çeken biriymiş falan…
Kişisel hikâyemde beni en
çok rahatsız eden şeylerden biri tek yönlü insanlarla çevrili oluşumdu
diyebilirim. Okulda, askerlikte, iş hayatımda… İnternetin olanakları olmasa
kendimi bir hilkat garibesi hissetmem muhtemeldi. Çevreme bakıyordum, aslında
iyi bir mühendis, ama o kadar diyordum. Başkaca hiçbir özelliği yok. Edebiyat
öğretmeni olacak bir başkası, ama zaten birkaç yıl sonra çoğunu unutacağı
müfredatın ötesinde nitelikli hiçbir şeyden haberdar değil diyordum. İlahiyat
okuyor, ama en kadim felsefi tartışmalardan bile bihaber, aynı ölçüde kendinden
emin!.. (Üniversitedeyken bir arkadaşımın Orhan Pamuk’un adını ‘hiç duymamış’
olması karşısında dehşete düşmüştüm. Henüz bir eserini okumamış olmasını
anlayabilirdim ama hiç duymamış olmamak da neyin nesi? Neyse, her şey bir yana,
artık umursamıyorum, bu da olgunlaşmanın aşamalarından biri sanırım.)
Sevin Okyay ‘çok yönlü’ olmanın
ülkemizdeki kalelerindendir. Spordan müziğe, edebiyattan sinemaya nice alanda,
alabildiğine geniş bir spektrumdaki yazılarıyla her kesimden insanın
hayranlığını, candanlığı ile de kalbini kazanmış sıradışı bir entelektüeldir.
Ülkemizin ilk kadın sinema eleştirmeni olması da cabası.
Kendi
adıma, Sevin Okyay'ı yazılarından önce sesiyle tanıdım. (Bazılarınız o
güzel sesi, her daim gülümseyen yüzü eşliğinde aşağıdaki cevaplarda da duyacak,
görecek.) NTV Radyo'da caz programı yapıyordu. (Polisiye edebiyat üzerine de
programı varmış ama onu ıskalamışım.) Cazın ustaları hakkında konuşan Okyay’ı
henüz tanımayan genç bir adam olmakla birlikte bir başka ustayı dinliyor
olduğumu sezebilmiştim o vakitler. Sonraları, bilhassa festival zamanları TV'de
görmeye başladım, köşe yazılarını takip ettim ve derken ‘çiçek dürbünü’ ile seyrialem eder
buldum kendimi. (Türkiye’deki
nice okurun başucu kitaplarının çevirmeni olduğunu da eklemek lazım.)
Doğru mudur bilmiyorum ama
hakkında şöyle bir hikâye var, okuyunca yadırgamadım: -ekşi sözlük’ten “dikakana
bey” yazmış: “[Sevin Okyay] bigün taksim'de yürümektedir. yeşilköy dolmuşunun
yanından geçerken dolmuş şoförü "abla yeşilköy, son bi' kişi" der;
sevin okyay da kırmaz biner, yeşilköy'e gider, sonra geri döner.”
Dönmeden önce, Yeşilköy havasında
iyi gider deyip bir sigara yaktığından kuşkum yok, Marie Luise Kaschnitz’in
deyişiyle, “o küçük yaşam kıvılcımı”ndan birkaç fırt, sonra kaldığımız yerden
devam.
M. Milât Özçelik / 30 Ocak
‘21
1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Hayır. Harçlığım olmadığı
yaşlarda da bana kitap okunuyordu. İlk kitabım onlardı. Okuma-yazma öğrendikten
sonra annem beni kitap almaya Saray Kitabevi’ne götürmeye başladı. Benim
harçlığımla aldığımı net şekilde hatırladığım kitaplar, Ankara’ya babama
misafir gittiğim zaman Tarhan Kitabevi’nden aldığım kitaplardı. Bir kısmı halen
durur. Aralarında “Catcher in the Rye” da vardı.
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi
demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane
olmaya ‘terfi eder’?
Önceleri kitaplık derdim,
çünkü kitaplarımın sayısı fazla değildi. Ama o sırada evde bir kütüphane de
vardı: Babamın çalışma odasında duran, annemle babamın kitapları. Üstelik
onların sorumlusu bendim. Yazarların soyadı sırasına göre dizerdim, defterlere
yazardım. O sıralar kartoteks diye bir şey de varmıştır herhalde ama ben
bilmiyordum. John Dewey’nin Onlu Sistem’i ile de henüz tanışmamıştım, zaten
romanlar için pek işe yarayacağı söylenemez. Raflar tavana kadar uzanıyor ve
odanın bir duvarını boydan boya kaplıyordu. İşte o odanın bir kütüphane
olduğunu düşünüyordum. Demek boy-bos ve kitap miktarına göre ayırım
yapıyormuşum. Şimdi ise miktar tek ölçütüm değil. Çeşitlilik de istiyorum.
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre
dizdiklerini / yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap
Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan
Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına
şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla
dizerdiniz?
Yayınevine göre
yerleştirmenin ne anlamı var? Öyle bir yayınevi mi var, her şeyden önce? Belki
Metis… İletişim… YKY. Çocukluktan beri hep yazarların soyadlarına göre
dizmişimdir. Ama hep çapraz listeler de yaptım. Bilgisayarlar ortaya çıktıktan
sonra işimiz kolaylaştı. Yani, kitabı bulma açısından. İkinci bir seçenek
olarak Onlu Sistem’e benzer bir şey yapardım. Ancak, kendi usulümce, yazar
soyadı ile liste yaptıktan sonra. Yayınevlerine göre de bir liste yaparım belki
artık. Sırf sen aklıma getirdiğin için değil, Jaguar, Alakarga, Karakarga, Notos
gibi bağımsız yayınevlerinin varlığı nedeniyle…
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya
platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o
kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En
uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Çocukluğumda okuyup çok
sevdiğim kitapları sonradan çok aradım. Pal Sokağının Çocukları, Su Bebekleri,
Alice’in eski baskısı, vb. Alberto Manguel ile Gianni Guadalupi’nin kitapları
“Hayali Yerler Sözlüğü” için o eski kitapları, hatta bazı kitapların
orijinallerini de aradım. Arkadaşım ve editörüm Selâhattin Özpalabıyıklar bana
bir tane “Su Bebekleri” buldu. Derken “eski kitapları bulma” hevesim, hem bulma
zorluğu, hem de özellikle orijinallerin o sıralar bayağı yüksek bir miktar olan
500 liraya kadar çıkması nedeniyle kırılan bir heves oldu. Elde ve arkadaşlarda
ne varsa onları okumakla yetindik. Ama kırılmamış olan bir inadım var. Ders
kitaplarının içinde gizlice okumaya çalışmam yüzünden bana epeyce dayak
yedirmiş olan “İki Çocuğun Devr-i âlemi”nin (Jean de la Hire); Jano ile Yanik’i
ve köpekleri Sultan’ın bana o sıralar harikulade gelen maceralarının peşini
halen bırakmış değilim. Ama pek tamamlama umudum da kalmadı doğrusu.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden
bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Kütüphanemdeki serilerden
bahsetmem zor. Hepsi gitmiş, kaybolmuş, ödünç alınıp iade edilmemiş, düpedüz
çalınmış… Şövalyeleri oldum olası sevmişimdir. Michel Zevaco’nun dört kitaplık
“Kanlı Saltanat” dizisine ise özel bir sevgim vardı. Kahramanı Henri de
Pasavan’ı benden başka kimsenin sevmediğini düşünürdüm. Üçüncü cildin kapağında
resmi olan hain Kraliçe İzabo, dünyanın en güzel kadını olduğunu düşündüğüm Ava
Gardner’e benzerdi. Onun da bir cildi eksik.
Ben çocukken Doğan
Kardeş’ten çıkan dünya edebiyatı serisinden de çok sevdiğim “Küçük Prenses”
dahil, tek kitap kalmamış. Pekos Bill’in de bütün sayılarına sahip olmak
isterdim. O zamanlar almama izin yoktu. Büyüklük döneminden ise en sevdiğim
seri Babil’dir herhalde. Sonradan bazı polisiye dizilerini de sadakatle
izlemişimdir. Ama tamamını bulmak mümkün olmayabiliyor.
Kapanmış yayınevleri
içinde içimi en sızlatanı Adam’dır. Mehmet Fuat varlığıyla yayınevine de, bize
de ışık saçıyordu. Yeditepe’den çıkan kitapları da severdim. Kitaplarının
üstüne titrediğim, ama kalıcı olamayan bir yayınevi de Nisan’dır. Hep Mehmet
Güreli ile birlikte aklıma gelir. Bir de, uzun yıllar Cağaloğlu yokuşu
civarında çalıştığım için sık sık önünden geçtiğim, vitrinlerini ciddi ciddi
incelediğim, zaman zaman kitap aldığım eski yayınevleri var. Beyaz üzerine
kırmızı bordürlü dikdörtgenler çizilmiş ya da eski renkli reklamları andıran
romantik resimli kapakları vardı. Aklıma hemen, Yağmur’un bana doğum günümde
hediye ettiği, Annie Vivanti’nin “Yırtıcılar”ı ile Carlo Levi’nin “İsa Bu Köye
Uğramadı”sı geliyor.
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı,
dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak
kitap/yazar var mı (ve neden)?
Onun sevdiği kitabı
sevmedi ya da Ayn Rand okudu diye sevgilisinden ayrılan aklı başında kadınlarla
ilgili hikâyeler hatırlıyorum.
Ortak kitap/okur var.
Arkadaşım Barış Ankara’da yaşarken benim yeni aldığım “The Man without
Qualities”i rafta görür görmez, “Okur okumaz getireceğim abla” vaadiyle almış,
işin komiği geri de getirmişti. Gelen giden onca insanın zerre kadar
ilgilenmediği Musil’imin böyle el üstünde tutulmasından cidden çok memnun
olmuştum. Ama herhangi bir kitabı kendine çizdiği sınırı aşacak kadar fazla
satınca, “Kim ağbi bunlar?” diye endişeye kapılan, allah bilir minik komplo
teorileri bile üreten arkadaşlarımız da vardır (isimleri lazım değil). Doğrusu
bana da gelip bir kitabım ya da çevirimin bilmem kaç bin sattığını söyleseniz
panik atak geçirebilirim. Robert Walser’in yerinde olsam o yüz bin okurdan
bucak bucak kaçardım.
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları
teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Onları hakikaten seviyorum
ve okumak istiyorum. Hatta o kadar ki, nasıl olsa okuyacak olmanın rahatlığıyla
(şimdilik) bir kenara itiyorum. Birkaç örnek var tabii ama cılkını çıkardığım
kitap, halen bitiremediğim “At Çalmaya Gidiyoruz”dur. Öyle de güzel bir kitap
ki!
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da
cevaplarla karşılıyorsunuz?
Tabii en uygunu “Sana ne?”
olurdu ama, biraz daha kibar cevaplar veriyorum. Ayrıca çok referans kitabım
var ve onların seçilmiş/o an gerekli bölümlerini okumuş olabiliyorum.
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Iskalanmaktan neyi
kastediyorsun? Eğer okunmamaksa, neredeyse haketmediği halde okunan yazar
sayısı kadar çok. Yok, yazdığı kitap şeklindeki mektubu anlayıp adam gibi
karşılık vermekse kastın, hâlâ Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Vüs’at O. Bener…
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Nasıl yani? Şu sıralarda
izlenebilecek olan mı? Film deyince aklıma gelen ilk üç film mi? Çok sakat bir
soru. İnsan her seferinde farklı cevaplar verebilir.
Paris Yanarken (René
Clément), Blade Runner (Ridley Scott yani ilki ve ‘Director’s Cut), Of Time and
the City (Terence Davies) ile The Thin Blue Line (Errol Morris). Bir Herzog, tercihan belgesel…
SEVİN OKYAY
Yorumlar
Yorum Gönder