Şimdi ve en başta, yani zülfü
yâre dokunmazdan evvel Enver Gülşen’in
benim kişisel sinema serüvenimde ‘kutub’ olarak kabul ettiğim bir isim olduğunu
söylemem gerekiyor. (Bunu, cevval bir polemikçi olduğu, kendisinden çekindiğim
için söylemiyorum, hakikat neyse o.) Bu blogda en fazla teveccüh gösterilen
başlıklardan biri de onun film listesidir zaten: http://merkezgar.blogspot.com.tr/2013/11/sondasoyleyecegim-basta-soylemeye.html
(Ben bu listeyi iyi bir takipçisi
olduğum kişisel bloğundan araklamıştım. Akıllılık edip bir yerlerde muhafaza
etme ihtiyacı hissettim ki haklıymışım: nedense bir süre sonra kaldırdı blogdan.
Yanlış yapmış olabilirim; kendisinden izin almadan yayımladım. Bilemiyorum,
gördü mü bu sayfayı? Görüp de sessiz kalmışsa sorun yok. Ama kaldır derse de
kaldırmam artık. Milat Özçelik’in Film
Listesi diye yayımlarım bu kez. İşbu listeye ihtiyaç duyan benim çünkü…)
Sinemanın
Kökleri, “Anlam Arayışında Sanat ve
Sinema” alt
başlığıyla, yayın yönetmenliğini Enver Gülşen’in yaptığı İnsanArt [İnsan Yayınları]
dizisinden sunuldu (2016). İhtişamlı başlığı ve Ömer Bal’ın ilgi çekici kapak tasarımıyla kayıtsız kalınamayacak
bir kitap olarak hemen sipariş ettim. Daha kitabı saran şeffaf poşeti yırtmadan
önce zihnimde gezinen yargı şuydu: işte;
hemen her disiplinde çeviriler üzerinden yürüyen kültürel hayatımızın dünyaya
–sinema konusunda– armağan edeceği bir yapıt. Heyhat! Kitabın ilk birkaç
bölümünü sabırla okurken (temrin eder gibi başlamıştım) öyle olmadığını
üzülerek fark ettim. Bunun sebeplerine yazının ilerleyen bölümlerinde
tafsilatlı bir biçimde değinmeye
çalışacağım, ama önce, kitapta oldukça fazla sayıda telaffuz edilmiş bir
meseleye, “biçim” meselesine, kitabın ve İnsanArt dizisinin sunumuna,
tasarımına değinmek istiyorum. (Kelime, kendine Dizin’de de yer bulmuş. Saydım,
tam 35 defa kullanılmış. Bresson isminin 41 defa kullanıldığını düşünürsek
mesele mühim!)
Kitaba yönelik ilk eleştirilerimi
twitter hesabımdan yapmıştım. Bir kez de buradan, belki biraz daha açarak
tekrar etmekte sakınca görmüyorum.
Ø
Sayfa numaralarının konumlanışı, dışa açılan kenarlarda gereksiz derecede geniş bir boşluk doğurmuş, bu sayede cümle sonları sırt çukuruna iyice yaslamış. Gülşen, cevap olarak attığı tweetlerde bu durumun, ‘okurun not alabilmesi için yapılmış bilinçli bir tercih’ olduğunu söyledi. Öyledir elbette ama bu cümle sonlarına giderken ergonomiye aykırı baş hareketlerinin oluşmasına engel olmuyor. Ayrıca sayfa numaraları sol veya sağ altta da olabilirdi…
Sayfa numaralarının konumlanışı, dışa açılan kenarlarda gereksiz derecede geniş bir boşluk doğurmuş, bu sayede cümle sonları sırt çukuruna iyice yaslamış. Gülşen, cevap olarak attığı tweetlerde bu durumun, ‘okurun not alabilmesi için yapılmış bilinçli bir tercih’ olduğunu söyledi. Öyledir elbette ama bu cümle sonlarına giderken ergonomiye aykırı baş hareketlerinin oluşmasına engel olmuyor. Ayrıca sayfa numaraları sol veya sağ altta da olabilirdi…
Ø
Kapak, bu hacimde bir kitaba uygun düşmemiş. Üstelik, Gülşen’in Önsöz’den duyurusunu yaptığı 2017 sonlarında yayımlanması planlanan 5 ciltlik bir seri düşünüldüğünde (Sanatın Sinemasal, Sinemanın Sanatsal Tarihi)... Behemehal sert kapağa geçilmeli! Okur olarak, İnsanArt dizisinden çıkacak kitapların ciltli olmasını tercih ederdim ama olmayacaksa bari daha sert bir kapak kullanılsın isterim. (Bu anlamda Norgunk’un bastığı kitaplarda kullanılan kapakları örnek gösterebilirim. Ya da direk[?] ciltli olarak basılmalı.) Bu kitaplar uzun ömürlü olsun istiyorum. Yayımlanan manifesto biraz da bunu hedefliyor çünkü.
Kapak, bu hacimde bir kitaba uygun düşmemiş. Üstelik, Gülşen’in Önsöz’den duyurusunu yaptığı 2017 sonlarında yayımlanması planlanan 5 ciltlik bir seri düşünüldüğünde (Sanatın Sinemasal, Sinemanın Sanatsal Tarihi)... Behemehal sert kapağa geçilmeli! Okur olarak, İnsanArt dizisinden çıkacak kitapların ciltli olmasını tercih ederdim ama olmayacaksa bari daha sert bir kapak kullanılsın isterim. (Bu anlamda Norgunk’un bastığı kitaplarda kullanılan kapakları örnek gösterebilirim. Ya da direk[?] ciltli olarak basılmalı.) Bu kitaplar uzun ömürlü olsun istiyorum. Yayımlanan manifesto biraz da bunu hedefliyor çünkü.
Ø
Yukarıdaki iki eleştiri de kimileri için lafügüzaftan öte şeyler değil, farkındayım. Bu meseleyi uzatmaya niyetim yok… Şimdi, kendi adıma daha sorunlu bir şeye, tercih edilen fonta değinmek istiyorum. Öncelikle, yayınevlerinin bastıkları her kitap için kullandıkları yazı tipini kitabın künyesinde belirtmelerini savunuyorum. Bu bir şahsiyet meselesidir. Bülent Erkmen bir söyleşisinde 60-70’li yıllarda siyasî partilerin propaganda amacıyla kullandıkları afiş ve broşürleri incelediğinden bahsediyordu ve taban tabana zıt yapıların aynı yazı tipiyle propaganda yaptıklarına dikkat çekiyordu. Bülent bey dikkat çekiyor ama sahiden de dikkat çekiyor mu, konunun önemi idrak edilebiliyor mu?.. Sinemanın Kökleri’nde kullanılan Ubuntu yazı tipini bulmam zor olmadı. Oldukça özgün bir tasarımı var çünkü. Yine de, fark yaratmak, farklı olmak adına çıkılmış bir yolda oldukça yanlış bir tercih olmuş Ubuntu: bir kere yazı tipinin tasarımı olsa olsa bir WhatsApp yazışmasında kullanılabilecek türden, zamanî bir font, görünüşü ‘komik yazı’ fontuna çalıyor. Hülâsa, bir ciddiyet taşımıyor, ağırlığı yok. Puntoların inceliği, sık ve oval oluşu okumayı güçleştiriyor. Her şeyden önce alışık olmadığımız bir font. (Yeni font tasarımlarının en zor yanı da okuma/göz alışkanlıklarının öyle kolayca yıkılamıyor oluşudur zaten. Bu yüzden de başarılı fontlar küçük farklarla birbirlerinden ayrılırlar. Farkında olmayan bir göz için tercih edilen fontun bir önemi yoktur ve eğer okuma güçlüğü çekiyorsa bunun yazıdan kaynaklandığı çoğu zaman aklına gelmez bile.) Diyeceğim o ki, İnsanArt’ın Ubuntu’dan vazgeçmesi daha isabetli olur.
Yukarıdaki iki eleştiri de kimileri için lafügüzaftan öte şeyler değil, farkındayım. Bu meseleyi uzatmaya niyetim yok… Şimdi, kendi adıma daha sorunlu bir şeye, tercih edilen fonta değinmek istiyorum. Öncelikle, yayınevlerinin bastıkları her kitap için kullandıkları yazı tipini kitabın künyesinde belirtmelerini savunuyorum. Bu bir şahsiyet meselesidir. Bülent Erkmen bir söyleşisinde 60-70’li yıllarda siyasî partilerin propaganda amacıyla kullandıkları afiş ve broşürleri incelediğinden bahsediyordu ve taban tabana zıt yapıların aynı yazı tipiyle propaganda yaptıklarına dikkat çekiyordu. Bülent bey dikkat çekiyor ama sahiden de dikkat çekiyor mu, konunun önemi idrak edilebiliyor mu?.. Sinemanın Kökleri’nde kullanılan Ubuntu yazı tipini bulmam zor olmadı. Oldukça özgün bir tasarımı var çünkü. Yine de, fark yaratmak, farklı olmak adına çıkılmış bir yolda oldukça yanlış bir tercih olmuş Ubuntu: bir kere yazı tipinin tasarımı olsa olsa bir WhatsApp yazışmasında kullanılabilecek türden, zamanî bir font, görünüşü ‘komik yazı’ fontuna çalıyor. Hülâsa, bir ciddiyet taşımıyor, ağırlığı yok. Puntoların inceliği, sık ve oval oluşu okumayı güçleştiriyor. Her şeyden önce alışık olmadığımız bir font. (Yeni font tasarımlarının en zor yanı da okuma/göz alışkanlıklarının öyle kolayca yıkılamıyor oluşudur zaten. Bu yüzden de başarılı fontlar küçük farklarla birbirlerinden ayrılırlar. Farkında olmayan bir göz için tercih edilen fontun bir önemi yoktur ve eğer okuma güçlüğü çekiyorsa bunun yazıdan kaynaklandığı çoğu zaman aklına gelmez bile.) Diyeceğim o ki, İnsanArt’ın Ubuntu’dan vazgeçmesi daha isabetli olur.
***
Kitapta dokuz bölüm var.
Sinemanın anlamı hemen her disiplinde tartışılıyor, imkânlar arasında
karşılaştırmalar yapılıyor ve sinema hep galip çıkıyor! Enver Gülşen sinemayı
“bir partizan gibi” savunuyor. Kitap, bu anlamada aforizmik kalıpları bile zorlayan onlarca sözle dolu. Okuması oldukça zevkli olan bu sözlerden birkaç
örnek vermek isterim.
“[S]inemayı
teknolojinin geldiği yerin bir çıktısı olarak görmek ne kadar doğrudur? Ya da
sinema, fotoğrafın bulunmasından sonraki süreçte ortaya çıkan salt teknik bir
ilerleme midir?” (s. 4)
“Sinema,
insanoğlunun ‘yartımlarının’ kavşak noktasında durur.” (s. 5)
“[F]ilm
tecrübesinin malzemesi, aynen dini tecrübede olduğu gibi, ele avuca sığabilecek
ve dondurulup saklanabilecek bir mahiyette değildir.” (s. 18)
“[F]ilm
tecrübesi, öznelliğin duvarlarını yıkarak ‘Mutlak’a ulaşabilecek bir
‘nesnelliğin’ kapılarını açar bizlere.” (s. 19)
“Bir
uyarıcı, bir ihya edici olarak sinema, insana kâinattaki yerini hatırlattığı
gibi, Ruhundan üfleyerek insanı yaratan Varlığı da tecrübe ettirir.” (s. 23)
Bütün bu tanımlamalar “Filmlere neden ihtiyacımız var, neden film
izleriz?” konusunu deşen birinci bölümden. Benzer ve ‘daha ileri’ giden
cümleler kitabın son sayfalarına kadar kendilerine yer buluyorlar ve mesela
şöyle nihayetleniyor:
“…
aslında şiir tarihi kadar eski bir sanat olan film sanatının…” (s. 456)
Enver Gülşen, sanatı, “Allah’ın
insana verdiği bir hakikat yükü” (s.63) olarak kabul ediyor ve film sanatının
tümüyle bir ‘İslam sanatı’ olarak görülmesi gerektiğini iddia ediyor (s.69). Bu
doğrultuda, kitapta tartışılan konulardan biri de tahmin edileceği üzere “tasvir/temsil/suret
yasağı”. Mesele “yasağın hikmeti” üzerinden ele alınıp, uzun pasajlar boyunca
ressamlar, romancılar, şairler, yönetmenler ve sinema kuramcılarıyla giriştiği uzun
tartışmalarda sinemayı neden bir “tevhid” aracı olarak gördüğü üzerinden
sürüyor.
Sinemayı diğer sanatlardan ayıran
şey ‘fotoğrafsallığı’ değil zamansallığıdır diyor Gülşen (s. 74). Sinemayı,
örneğin Bresson’un “sinema” bile değil, “sinema[fo]tograf” dediği yaklaşıma ne
kadar uzak olduğunu söylercesine fotoğrafı, “sinema sanatının sadece teknik
altyapısını oluşturduğunu” ifade ederek “ontolojik olarak tümüyle farklı iki
sanattır” diyor (s.77).
Kitabın bence en ilginç bölümü,
yazarın Mantıku’t-Tayr’dan hareketle,
sinemanın mevcut Hollywood ve uzantısı zihniyet yapılarından ‘çıkış yolu’
olarak sunduğu ilke ve ‘kat’ları beş başlık altında sunması. Kısaca…
·
Birinci kat, “kasap dükkânı gerçekçiliği”dir
ve bu katta sinemaya has bir özellik yoktur.
·
İkinci kat, alegorilere yaslanan bir sinema
dilinin inşa edildiği kattır ve bu kat Deleuze’ün tanımladığı şekliyle modern
öncesi klasik sinema ile birlikte büyük oranda modern sinemayı da içerir.
·
Üçüncü kat, “temâşâ katı”dır ve aynı zamanda
İslam sanatının ana ritminin başladığı katman olarak değerlidir. Zira temsil ve
tasvirin yavaş yavaş silinerek, temâşâ olarak deneyimin başladığı kattır
burası.
·
Dördüncü kat, rüyanın temâşâsına açılarak
rüyayı temâşâ ettiren kattır. Sinemanın bu zamana kadarki teorik ve pratik
imkânlarının sınırları buradadır. Mesela Tarkovsky bu katın tüm dünya sineması içindeki tek müdavimidir. Bergman,
Paradjanov, Bresson, Sokurov gibi isimler bu kata arada bir girerler ama kalıcı
olamazlar. Semih Kaplanoğlu ise bu katta kalıcı olabilmek konusunda müthiş bir
umut verir.
·
Beşinci kat, tüm “dillerden” sıyrılıp,
dilsizleşmenin katıdır. Bu kat, rüyanın temâşâının hakikatin kalbiyle buluştuğu
menzildir. Burada dil yoktur, kutsalın ve vahyin kalbine doğru sonsuz bir
yürüyüş vardır. “Kutsal sanat”ın işaretlerini verir bu kat. Tarkovsky dahi
ancak birkaç kez girip çıkmıştır bu kata, ama kalıcı olabilen bir yönetmen
henüz yoktur.
[Derken film kopar]
Bir sinemasever olarak bu son’dan
korktum. Enver Gülşen’in ütopik bir sinema tasavvuru olduğu açık ve tüm
ütopistler gibi kendi kurgusunda yaşıyor. Beşinci kat olarak tasvir ettiği
yerde Tarkovsky’yi “birkaç kez” gördüğü üzere… Şöyle ifade edeyim; ben, lise
yıllarında çektiği Hemingway
uyarlaması Katiller’den Kurban’a kadar tüm Tarkovsky
filmlerini seyrettim ve hemen hepsinden bir şeyler aldım, hemen hepsinde bir
şeylerimi bıraktım ve bazılarını çok sevdim vs. vs. Ama bende hiçbir zaman
“kutsal bir film izliyorum” intibaı uyanmadı. Kutsal. Nedir kutsal? Bugün
başyapıt olarak kabul gören birçok eski eserde (mimari yapı, resim, müzik,
şiir…) müellifin tevazusundan kaynaklı imza dahi atılmadığını düşündüğümüzde
insan elinden çıkma bir şey’e “kutsallık” atfetmek ister miyim, istemekten öte,
bu davranış doğru olabilir mi bilemiyorum. Ya da şöyle diyelim; kutsal olmayan
bir şey var mıdır? Bunun hükmünü kim, neye göre verir?.. Kendi adıma, ben
“kutsal bir film” izlemek istemem. Tıpkı kutsal müzik, kutsal roman, kutsal
resim… ile karşılaşmak istemediğim gibi. O’nunla benim arama insan elinden
çıkmış hiçbir şey giremez.
***
Sinemanın Kökleri, esasında
Müslümanlara sinemanın önemini kavratabilmek adına büyük sözler söyleyip bu
uğurda yer yer aşırı yorumlara başvurmaktan çekinmeyen bir yazarın elinden
çıkma. Yazının başında üzülerek ifade ettiğim, kitabı daha ilk görüşümde
kapıldığım dünya ölçeğinde bir kitap olduğu yönündeki intibaım sayfalar
ilerledikçe eridi gitti. Enver Gülşen, “yazacağım,
hepinizi ve her şeyi yazacağım” diyen bir roman kahramanı gibi, bir hışımla
her şeyi yazmaya ve her şeyden bahsetmeye girişiyor. Kitapta onlarca başlık var
ama kesinlikle özgün bir kurgu, iç nizam, konu bütünlüğü yok. Aynı kelimelerle
değilse de sinemanın “aslında” ne olduğuna dair onlarca kez tekrara düşülüyor. Büyük
filmlerden bahsediyor Gülşen, kutsal olanın tasvirine girişiyor ama –belki de
kişisel ve insanî bir kusur olarak– sadelikten, az sözden yana bir tavır ortaya
koyamıyor. Belki bir paragraf ile yoğun, net ve çarpıcı bir biçimde ifade
edilebilecek bir hakikati on sayfa yazarak çarçur ediyor. Bu anlamda, sayfalar
ilerledikçe hayıflandığım bir kitap oldu. Ben bu kitabın editörü olsaydım bu
halde basılmasının önünü tıkardım. Çünkü böylesi bir kitap ve birikimin hak
ettiği yoğunluğa erebilmesi için en az 200 sayfasının atılması/kısaltılması
gerekirdi. (Kitap, ‘kaynakça’, ‘dizin’ ve ‘film dizini’ hariç 456 sayfa. 40
sayfa kadar da bu bölümler yer tutuyor.)
Bir başka konu da Semih Kaplanoğlu bahsi. Hakikatin
Sineması’na yazdığı önsözde Yusuf
Kaplan’ın yaptığı türden diğer tüm Türkiyeli yönetmenleri Kaplanoğlu
karşısında gömme girişiminde bulunmuyor Enver Gülşen ama yine de şöyle bir
cümlede adını geçirebiliyor: “… mesela
Tarkovsky için, Bergman için, Kaplanoğlu, Antonioni vs. için bu hiç böyle
değildir.”(s. 118). Yani tamam, ben de seviyorum Semih Kaplanoğlu’nu ama bu
‘müthiş’ kayırmayı biraz abartılı bulduğumu söylemeliyim. (Bu sözler ve yaklaşım bu kitapta
yer almayan ve olur a, Enver Gülşen’in Yusuf Üçlemesi ile ilgili harika
yazısını okumayan biri için iyice tuhaf durabilir... İlgilisine; yazı için bkz.: Hakikatin Sineması, s. 37.)
Yine bir başka konu… “Sinemanın Kökleri” rahmetli Ayşe Şasa’ya
ithaf edilmiş. Çok isabetli bir karar. Kitapları da, adı da yeri geldikçe
zikrediliyor. Fususu'l-Hikem
üzerinden ilerleyen anlatılarda okur zaten hep Ayşe Şasa’yı hatırına getiriyor,
zor zamanlarında ona dost olmuş, derin kuyulardan çekip çıkarmış bir eser
olduğunu biliyoruz. Hatta kitabın sonunda da adı geçiyor Şasa’nın. Bu da bu
ismin kitabın bütün manevi havasına sirayet ettiğinin bir göstergesi… Ayşe Şasa,
ilk baskısı 1998 yılında yapılan “Rüya Sineması” adlı bir kitap için
bir önsöz yazmıştır ve Enver Gülşen’in de izinden gittiği Şasa’nın kimi
fikirlerinin ilk takipçiliğini bu kitabın yazarı yapmıştır. Üstüne üstlük
burada söz konusu edip henüz ismini söylemediğim yazar bir başka ifadeyle Şasa’dan
‘el almıştır’. Ama işte bu isim ve kitabın adı “Sinemanın Kökleri”nde bir kez
olsun geçmiyor. “Rüya Sineması”nın
yazarı Sadık Yalsızuçanlar’dır. Anlaşılan
o ki Enver Gülşen, Sadık Yalsızuçanlar’ı zerre kadar ciddiye almıyor.
Türk Sinemasının ve
daha bir sürü şeyin işlendiği dördüncü bölümde yer alan Nuri Bilge Ceylan
taşlamasını çok yerinde bulduğumu ifade etmeliyim. Yine de NBC de dâhil diğer
birçok yönetmenimizin bir Necip Fazıl oyunu kadar iyi işlenmediğini üzülerek
temâşâ ettim!
***
Film sanatını “manevi bir
enstrüman” olarak kullanan yönetmenlerin (s. 447) çoğalmasını diliyorum ben de. Ama tasavvufun, hayatı ve dolayısıyla sanatı şümullü bir anlama/kavrama yolu
olduğunu söyleyen (s. 455) Enver Gülşen, bir başka yerde Woody Allen için
zavallı diyor (s.377). Bu açıkça gülmeyi, neşeyi (yahut neşveyi!), memnuniyeti
ve hatta tebessümü dışlayan bir tavırdır. (Konu
yalnızca Woody Allen ve sineması değil, kitabın bütüne sinmiş bir havadan
bahsediyorum.) Ben Tarkovsky filmlerini sevdiğim
gibi Allen filmlerini de severim. Sanata hangi anlamı yüklersek yükleyelim bir
parçası hep komik duracaktır çünkü. Kitabın başından sonuna hiç bitmeyen anlam
arayışı, bütüne bakınca ortaya koyduğu kaotik yapıyla beni güldürdü doğrusu.
Ezcümle, taşıdığı başlığın
hakkını eksikliğinden ziyade fazlalıklarıyla veremeyen bir kitap olmuş Sinemanın Kökleri. Anlayacağınız, yabancıların yazıp
ettiği kitaplar üzerinden sinemayı tartışmaya konuşmaya devam. Enver
Gülşen de böyle yapmış zaten.
Yorumlar
Yorum Gönder