Ana içeriğe atla

Yaş 17

Aydın Ağdaşlı, 1980.

Behçet Necatigil, bir konuşmasında, “1933’te” der (Düzyazılar – 2), Necip Fazıl’ı ve Yedi Meşale şairlerini keşfettim. O vakte kadar kendi kendimle avunuyordum. Yol gösterenim, şunu veya bunu oku diyenim yoktu. Her şeyi, biraz geç de olsa kendim arayıp bulmam gerekiyordu.” Necatigil 1916 doğumlu, yani 17 yaşından bahsediyor.

Ahmet Güntan“17 yaşındaydım [1972], okuldan eve gelir, odama kapanır, David Bowie dinler, Abdülhak Hamit Tarhan’ın ‘Makber’ini [yeni Türkçeye] çevirirdim.” (ŞiirGeldiKelimedeBoğuldu.2011) Devam edelim: “Şiire olan ilgimde yapayalnızdım, paylaşabileceğim hiç arkadaşım yoktu, edebiyat konusunda vardı ama şiir okuyan ya da seven yoktu.”

Sıra bende… Bağlama sâdık kalıp 17 yaşıma ve okurluk serüvenime de –kısmen–  değineceğim ama önce 14. yaşımla helalleşmeli, 20. yaşımın sefaletinden bahsedip 22. yaşıma şükranlarımı sunmalıyım.

*

Yaş aldıkça ‘orijinalliğini’ yitiren insanlar vardır. Rimbaud denen piç kurusu da bunu gördüğü için her şeyi ardında bırakıp gitti diye düşündüğüm olur. Hem bizden hem dünya yazınından nice isim sayılabilir bu duruma örnek teşkil eden. Zaten meselenin en güzel yazısını da Cemil Meriç yazmıştı, Celâl Sılay için. “Bir senfoni vardı kulağımda çalınan,/ bitti artık hepsi.” demesi gibi, karşı yakadan (yaş aldıkça güzelleşen anlamında) bir başka şairin.

Şu an 28 yaşındayım, saçma sapan bir yaş, yok yere müteessirim. 30’lu yaşlarımdan önceki son basamak olacağı için önümüzdeki yıl da böyle mi olur bilemiyorum ama 27. yaşımın da bir numarasını görememiştim. (Bir rock-star da olmadığıma göre…) Öyle ki, 27 yaşıma armağan üzünçlü bir şiir yazmıştım geçen yıl: ber-bat bir şiir. (Külliye Dergisi’nde neşredilmişti. Şiiri bırakma serecimi hızlandırmış olabilir, finali kötü yaptık vesselam.)

Peter Shaffer başyapıtı Equus/Küheylan isimli oyunun (hâlen neşredilmeyi bekliyor, büyük kayıp) kahramanı Alan Strang, gece yarısı ahırdaki altı atın gözlerini metal bir çubukla kör eder. Olayın ertesi sabahı bir psikiyatri kliniğinde başlayan tedavi süreci üzerine kurgulanmıştır oyun. Alan Strang, 17 yaşındadır.

Lanet olsun, Holden Caulfield de öyleydi. “Karar verdim, eve artık hiç gitmeyecektim, yeni bir okula daha gitmeyecektim… Bir yerlerde, bir benzin istasyonunda bir iş bulurum diyordum, arabalara benzin yağ falan doldururdum. Nasıl bir iş olursa olsun fark etmezdi zaten. Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım bu yeterdi.”

(Başka kimler kimler 17 yaşındaydı, bunun çetelesini tutmak niyetinde değilim. Burada kendimden bahsetmek istiyorum. Çünkü burası benim tarlam ve ben bu obanın ekiniyim. Kendimi ekmek, biçmek isterim… –Usta beni öldürsen e.)

*

Alla’sen söyle, nedir 17. yaşın sırrı? Ben mesela, 17 yaşımın farkında bile değildim. 17 yaşındayken neredeydim, neler düşünüyordum, nereye gitmek istiyordum yahut benim bir 17. yaşım olmuş muydu, hiçbir şey hatırlamıyorum... O yaşa gelene kadar ne edebiyatla bir temasım olmuştu (ortaokuldayken üç-beş erkek birleşip de boyuna Ömer Seyfettin’in Beyaz Lâle’sinin ilgili bölümlerini kızların duyacağı şekilde yüksek sesle okuduğum/uz, onların da fıkır fıkır gülüştüğü güzel aralığı saymıyorum) ne de bilinçli bir müzikseverdim (Veysel –Veyso derdik– isimli hafta sonları şehir merkezinde ayakkabı boyacılığı yaptığı için ekonomik özgürlüğünü erken kazanan arkadaşımın pille çalışan cep radyosunun başında İmparator İbo’dan Mavişim şarkısının çıkmasını beklediğimiz aralığı da saymıyorum). Ne birilerini keşfedecek kadar iyi bir iz sürücüydüm ne de bir yol gösterenim vardı. Hâlen de böyleyim; ne yapsam, kime temas etsem ya da neyle meşgul olsam, hep eve dönüp kendime sarkıntılık etmek isterim. 17 yaşımdayken bol bol ‘evde kalmış’ olmalıyım ki pek bir şey hatırlamıyorum. İnsanın kendine dönmesi, kendinde olmasından başka nedir, ‘mutlu güzel günler’ diye fotoğraf arkalarına not düşülen. 17 yaşımdayken mutlu biriydim, hiçbir şey hatırlamıyorsam da eminim. Belki de bu yüzden hatırlamıyorumdur…

Ve benim en uzun yaşım, bitmeyen yaşım: 14. Bitsin istiyordum çünkü 15’e girecektim ve 15 yaşına girenlerin –yasal olarak– kimliklerini değiştirmesi, fotoğraf eklemesi gerekiyordu. Kimliğim kişilik kazanacaktı ve ben çocukluk/gençlikten adamlığa terfi edecektim. Ama, işte, bitmiyordu… İmtihanımın zamanla olduğunu bu yaşta anladım. Daha o yaşta. Başka bir deyişle, hayatımın son beklenti dolu, umut mefhumunu yitirmemiş aralığıydı bu 14. yaşım. Uzanıp şimdi, yanaklarından öpmesem mi kendimi?

(İdrak, örgülü sevgiler, gözlerde bukağı, çapraşık sesler, ürüyen organlar, savaşan beden, kıllar ve şeytanlar, aşk için içilen sigaralar, dudak keyfi, içine çekmeden sevmek, başım dolanıyor…)

Paul Nizan’ı sever misiniz? (Pardon ama Brahms 20. Yy’da kaldı, kalsın. O ki dul Clara Schumann’a açılamamış bir ödlektir –kim bilir nasıl da yıllarca bekledi. Unutmak istediğimiz bir isimdir Brahms. Söylenmemiş sözlerimizi, pişmanlıklarımızı hatırlatan sakallı bir simgedir o. 21. Yy. Paul Nizan’ın sevileceği bir zamanın adı, olacak, olmalı.) Ben çok severim. O ki, “Yirmi yaşındaydım. Kimse bana yaşamın en güzel çağı budur demesin.” diyen arkadaşımdır. (Aden-Arabistan’ın giriş cümlesidir bu, Şule Çiltaş tercümesi. Ama yazdığı sayısız yazıda Nizan’dan söz etmiş Özdemir İnce’nin gelişine çevirisi daha çok bilinir: “Ben de yirmi yaşımda oldum, hayatın en güzel dönemi olduğunu bana kimsenin söyleyemez!” ya da  “20 yaşın hayatın en güzel yaşı olduğunu söyleyenin alnını karışlarım.”) 20 yaşı(mı)n/20’li yaşların –bazıları için– neye tekabül ettiğini birinin söylemesi lazımdı. İşte bu yüzden severim Nizan’ı, sevgi ve yoksunlukla…

İlk kez Paul Nizan okuduğumda 22 yaşındaydım ve aynı yaşta Orhan Pamuk’un şu sözlerini de okuma bahtiyarlığını yaşadım: “22 yaşındayken bana hayatını yaz denseydi 40 ciltlik bir eser yazabilirdim.” (Öteki Renkler’den, hiçbir şeyi iki ve/ya daha çok okuma-izleme alışkanlığım olmadığı için ilk okumamda aklımda kaldığı kadarıyla yazıyorum, dimağımdaki tadıyla…) Hayatımın en yoğun yılıydı 22. yaşım. O yaşta yeis, tabancasız gezmez. 22 yaş, Nizan’ın büyük umutlarla ülkesine döndüğü yaştır, Rimbaud’nun ise her şeyi ardında bırakıp kendini dünyanın kucağına attığı... Şöyle diyordu “Veda” şiirinde: “Geldi güz! ... –ve artık yapabileceğim tek şey bir ruhun ve bir bedenin içindeki gerçeği elde etmek.”

Güz bitmeden eve dönmeliyim.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so