Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #10: Sinan Ulakcı


Teknolojinin sunduğu iletişim imkânları sayesinde ve ölçüsünde biliyorum Sinan Ulakcı’yı. Özgünlüğünü ve entelektüel birikimini fark etmemek olanaksızdı. Zaman içerisinde üretimlerinin ve blog yazılarının takipçisi oldum. Dergilerde şiirlerine denk gelmiş olabilirsiniz. Dünyada ama varla yok arası bir şair o. Ya da William Hazlitt’in veciz ifadesiyle, dünyada ama dünyadan değil: “Ne mutlu bizzat kendi varoluşlarının rüyasında yaşayan, herşeyi kendi zihinlerinin ışığında görenlere; ne mutlu bilgiyle değil, inanç ve umutla yürüyenlere; ne mutlu gençliklerinin rehber yıldızı hâlâ uzaktan parlayan, içlerine dünyanın ruhu henüz girmemiş olanlara! Onlar henüz “okçular tarafından yaralanmamış”tır, onların ruhuna demir henüz işlememiştir. Ok sağanağının ortasında, ölümle içiçe yaşarlar, kendilerine gelebilecek zarardan habersizdirler. (...) Dünya onları yakalayamaz. Onlar dünyadadır ama dünyadan değillerdir; bir rüya, bir izzet hep onların yanıbaşındadır.” (Çev. Armağan Ekici, Aç Yazı-5, Norgunk Yay., 2017)

 

Bibliyofil Konuşmaları için yazdığım ilk yazıda, “Yalnızca tanınmış yazar/okurlarla değil, kendi kuşağımın ‘kitapçokseverleri’ ve ismi yalnızca mahfillerde işitilmiş, internette isimlerini aratınca herhangi bir fotoğrafını bulamayacağınız insanları da göreceksiniz bu sayfalarda.” demiştim. Sinan Bey tam da böyle biri. Aşağıdaki fotoğraf bile ona ait değil -bir başka Sinan Ulakcı! Böyle olsun istedi. Ne yaşını biliyorum ne işini; bu yazıyı okumakta olan şanslı okurla aynı durumdayız. Aslolan bunlar değil nasılsa…

 

“Derin sular”ı aşabilirsem belki tanışırız bir gün. Sonrası malûm:

“Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti

Kapanır parantez.”

 

M. Milât Özçelik / 16 Ağustos ‘20


"Bir başka Sinan ULAKCI"

 1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Hatırlıyorum…
Anımsadığım ise ilk kitapların [bu bir/kaç/bin de olabilir!] her zaman okumayı öğrettiği.
Belki de anımsanmayan: “ilk kitap” okunur halde mi?
İlk aşk hep gülümsemeyi öğretir; hayat, aslında onun tebessüm olması gerektiği — midir?
İlk kitabı, gülümsetmeyi öğrettiği için hatırlasam da tebessüm ettirmediği için saklı tutmak istiyorum.
Bendenize tebessüm ettiren [ilk] kitapların da şiir kitapları ve lügatler olduğunu unutmuyorum.
“Adı, soyadı
Açılır parantez”
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Mekan ve kıldığı poetikanın desturu ile kütüphane dediğimiz ve dahası kitaplığımızın olduğu mekanlar oldu olmasına. Kitaplar yerlerini bilir, okudukça öğretir.
Kitaplık için ‘organ’; kütüphane için ‘vücut’ nitelemesi câzip görünmekte.
Okuya/yazmak uğraşı ile sayfaların sızdığı formalardan binlerce ‘adet’e varan yolcunun, lojistik sebepler ile biriktirdiklerinin deposu olan kitaplık: metinlerine el-ayak olan kitapların yararı; imgelerine göz-kulak olan kitapların faydası ile organ vasfında temâşâ etmektedir.
Buna karşılık 500 kitap ile de iyi bir kütüphane kurulabileceğini, Enis Batur — mürekkebe haşiye olsun ifade ve hatta itiraf etmişti.
Kaldı ki, yığın ile güven duygusunun yanlış anlaşılmasını kolaylaştıran neçe stok, zihnimize ayraç kadar telafi vermiyor.
Okumaya dair varlığınızın (yasladığınız duvarların) etleşmesidir: kütüphane.
Ontolojik ya da epistemolojik kaygıların giderilmesini beklemiyorum, bilakis; yapı/söküm bir tahayyül, rafların bittiği yerde hangi kitabın başka ve hangi rafa gideceğini de soruyor.
Velhasıl;
Yunus Emre Hazretlerinin (Kuddise Sırruhu'l-Âlî) himmeti ile:
Kitaplık davadır, kütüphane manadır!
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Alıntı yapmak sorun teşkil etmese gerek, zira soru alıntı teşkil ediyor.
Stendhal teşekkülü motto:
“Kütüphaneler özellikle, başka yerde bulunmayacakları için kaybolacak kitaplar için yararlıdır.” [çeviri ve bahis Enis Batur]
Yine de “Toparlanın Gitmiyoruz” en sağlıklı yöntem olsa gerek.
Haddizâtında: “kervan yolda düzülür”!
 
[Zeyl:
Dizmek veya düzenlemek üzere kütüphaneye yöntem ya da yönetim ile müdahale etmek, bendenize;
Yayın/evine göre dizmek, kütüphanenin derebeylik ile yönetildiğini;
Hacimlerine ve türlerine göre dizmek, kütüphanenin cumhuriyet ile yönetildiğini;
İki kitap arasındaki muhabbetin raflara sığmaması ise kütüphanenin hikmet ile yoldaş edildiğini ifade eder.
[Efendiler, inanmayanlar susabilirler.]
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Bilmek’ten bulmak’a, her daim telif alınamıyor.
Tohum, yazı gereçlerine olan ilgi olsa gerek.
Başımızdan bu minvalde geçmekte olan: ciltçilik ve ‘kitap kurma’ üzere zanaatlara beceriksizce bulaşmak oldu.
Orası neresi olursa olsun; dünyanın bir ucundaki kitabı okuma gerekliliği cilt malzemelerini ve matbaa mesailerini getirdi – götürdü.
Ortaya çıkan mürekkep: yazarının bile görmediği kitap kadar marazî, okurunun dahi kendisini[n] bulduğu ayraç gibi tek/düze işler idi. Olsun!
Ademoğlu yeter ki ‘şîrâzesinden’ çıkmasın, bir cilt kitabı nerede olsa bulur ve okur.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
İflah olmak derdi olmayan sözlük ve şiir okuru olmak; bilmediğimiz dillere, sökmediğimiz alfabelere sıçrayan kitaplara dirsek çürütmek hevesi ile neçe kitaplar raflarda akranları ile sarardı.
Kapanmış yayınevlerinin özü, başka arı yayınevlerinin peteğine bal olmakta.
Özlemek ile kastınız, üretiminin ve zamanının isteğimize yetişememesine denk gelmesi ise; İbrâhim MÜTEFERRİKA yayınlarını elbette özlüyoruz.
 
Yazarların öldüğü dünyaya kalktık — okur olduk; göçmeden, okurların öldüğü bir dünyaya el ediyoruz! Vesselam…
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Anlamanın maddi uygarlığını yadsımıyorum, bilakis; gölge oyunu için perde de kullanılır: yırtılana kadar.
Kaldı ki hatırlamak gerekir: satırdan sadr’a varmış her metin biraz da [b]öyledir.
Velâkin okuyanlar bilir: “ki insanoğlu…”
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Hattı — zâtında: "Yâ Hâfız / Yâ Kebikeç"
 
8.
Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
“Tuvalet koridorun solunda”, diyebiliriz.
“Peki siz, ‘Bunların hepsinin’ canına okudunuz mu?”, diyebiliriz.
“Bilakis, okumadıklarımı biriktiriyorum”, diyebiliriz.
“Barajlardan musluğunuza kadar, debisinde bekleyen suların hepsinde siz mi boğulacaksınız?
Elektrik santralinden fişinize depolanan elektriğin hepsi ile siz mi çarpılacaksınız?”, diyebiliriz.
Aklıma gelir belki; söylemem ama tebessüm de ederim — kesin!
Karşılanacak biz söz değildir hem, yapılacak her müdahale israf dairesindedir. Ölü doğum bir soruya don biçilmemelidir!
“Evet, havluyu kullanabilirsiniz ama o peçete ağzınız için değildi!”
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Ulysses üzere kerteriz alıp her [modernist] kalkışmanın ve dahi neçe surları yıkacak metinler için Ali Şir Nevai Efendi’nin külliyatı ile elimize gürüz alınabileceğini çokça karaladık.
Çok zaman sonra anladık, halbuki ıskalanan sadece filoloji idi; onu da kara/yazı gibi okuduk!
[Yerliden kasıt Türkçe ise (ki – öyle de olmalı) dilin imkanını sağlayacak yazarların okuma lambasında huzme hakkı vardır – olmalıdır.
Türkçeden kasıt coğrafya ise (ki – öyle de olmuştur) sadece Türkçe’nin rahvan olduğu değil, Türkçe’ye elçilik, komşuluk ve hatta yoldaşlık yapan metinlerin de hakkı olmalıdır.]
Haşiye olsun: ıska, Türkçe’yi güdükleştirmenin irfana atılan oktaki tekamülüdür.
Iskayı sahiplerine sormalı.
Erekleri Türkçe ise, ıska ile hedef kalbinden vurulmuştur – vesselam.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Mütevazi bir öneri olması temennisi ile değil de saate denk gelen izleği itiraf etmek niyeti ile;
Joseph Francis Keaton” adlı nev’i şahsına münhasır küstüm çiçeğinin bir filmi,
görsel malzemenin etleşmekte fitne fücur hallerine baka/kaldığımız bu vakitlerin sekans hallerine nazire olsun: “Das Cabinet Des Dr. Caligari”,
ve göre/yazmak bir izlence olsun: her daim kendi kalbine döndüren kamera: Andrey Arsenyeviç Tarkovski.
 
Ya okuduğumuz senaryolar ve “;” ve de  “?”
 
SİNAN ULAKCI


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka