Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #11: Murat Menteş


Murat Menteş romanları için söylenebilecek en güzel sözleri bir okuru ekşisözlük’te yazmış aslında: “bu adamın romanlarını yaz yağmurlarına benzetiyorum. doğası gereği mucizevi şeyler. yaz sıcağının ortasında yarım saat de olsa yağıp serinleten mucizevi yağmurlar gibi serinletici bir mizah anlayışına sahipler. ve yine yağmur gibi hareketli kitaplar. bir dakika bile duralamıyor, olaylar yağmur gibi yağıyor. ve yaz yağmurları gibi çabuk bitiyorlar.”
 
Kara Kitap’ta bu duruma ilişkin bir bölüm vardı sanki: bir yazarın, hayatında yalnızca bir kez bile karşılaşsa kendisini bahtiyar addedeceği o muhteşem okurun sözleri mi yoksa bunlar? Şüphesiz bir yazı adamının okurunun gözünden -daha yaşarken!- böyle tarif edilmesi çok kıymetli… Milenyum, Y ya da Z kuşağı; ne derseniz deyin, dünya ile entegre bir hayat süren, hızlı yaşasa bile duyarlı bir hayat sürme gayreti içinde olan, kimilerine göre ‘ekran yaşlı’ kimilerine göre dijital çağın gereklerine ayak uydurmuş bir nesil ile aynı dili konuşuyor Menteş. Hatta onların konuştuğu dile yön veriyor bile denebilir.
 
Aşağıda okuyacağınız dingin, kapsamı itibariyle oylumlu cevapların karşılıklarından biri olarak kabul edebileceğimiz ve bence son yılların en ilginç yapıtlarından şimdilik 2 ciltlik Derde Deva Randevu serisini çok beğendiğimi söylemeliyim. Giorgio Manganelli’nin Olanaksız Söyleşiler’ini okuduktan sonra ben de bir gün buna benzer bir şey yapmayı hayal edip durmuştum ama işte, bazıları düşünür, bazıları yapar. Menteş’in Randevular’ını bir çeşit ‘yeni tip antoloji’ olarak da okumak mümkün elbette. Hatta daha çok böyleler benim gözümde... İnsana odasında denizaşırı seyahat vaat eden bir seçki: Farabi’den Adorno’ya, Shakespeare Attilâ İlhan’a, Hacı Bektaş-ı Veli’den Bruce Lee’ye uzanan humor’u bitimsiz bir seyahat.
 
Söyleyeceklerim bunlardan ibaret değil elbette ama bir yerde bitmesi daha iyi: sonuçta dünyanın sonu değil, yazının sonu.


M. Milât Özçelik / 17 Ağustos ‘20

 


1.

Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?

İlk kitabı hatırlamıyorum. Fakat ilkokul 1., 2. sınıftayken kitap satın aldığımı hatırlıyorum.

Okul yolunda bir kitabevi vardı. Sabahın erken saatinde kapısında dikilip satıcının gelmesini, dükkanı açmasını beklediğim olmuştur.

25 yıl sonra o kitapçıyı ziyaret ettim. İhtiyar bir adamla karşılaştım. Biraz sohbet ettik. İkimizin de birbirimizi tanımamız imkansızdı…

 

2.

Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?

Buna “yığın paradoksu” deniyor, ha?..

Benim takriben 10 bin kitabım var. “Kitaplık” demeyi tercih ederim.

Kütüphane, fikrimce, kitap sayısıyla değil, birbirini tanımayan insanların istifade edip etmemesiyle ilgili bir addır.

Diyelim biri, müstakil bir evi 500 bin kitapla donattı. O gene de bir kitaplıktır.

Ev, sahibi tarafından -içindekilerle birlikte- bir okula bağışlanırsa mesela, o zaman kütüphaneye dönüşür.

 

3.

Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?

Açıkçası kitaplarımı artık düzenleyemiyorum. Raflara sığmıyorlar. Maalesef. Yayınevine, yazar adına, dile göre de düzenlediğim oluyor. Bir de yakın zamanda okumayı düşündüklerimi biraraya toplar oldum. Alternatif bir tertip usulü… Renklerine göre dizmek hoş olurdu. Kitapların bir dekor unsuru olarak kullanılması hoş karşılanmaz. Öte yandan gayet dekoratiftirler…

 

4.

Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?

Doğrusu kitap aramıyorum pek. Kitap seçiyorum. Koleksiyoncu değilim. Eski baskılar, imzalı kitaplar, özel edisyonlar peşine düşmem. Bir kitabevine girerim ve orada ilgimi çeken ne varsa alırım. Daha ziyade safhaflardan alışveriş yaparım. Kadıköy’de Sakallı Lütfü, Beyoğlu’nda Murat Uncu favori sahaflarımdır. Elbette başkaları da var. Benimki ayak alışkanlığı…

 

5.

Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?

Yankı Yayınları’nın hemen tüm kitapları var elimde. Milliyet’in Kara Dizi’si, Mizah Dizisi… sevimli kitaplardır. Milliyet’in çocuk kitapları vardı, kare şeklinde, mavi. Onları da nerede bulsam alırım. Yeryüzü Yayınları, Çıdam Yayınları tam takım mevcut. De Yayınları’nın da birçok kitabı. İyi Şeyler’in şiir dizisi çok iyidir; sanırım Türkiye’de yayımlanmış en şık kitaplardır. İletişim’in küçük kitapları vardı, Şule Gürbüz’ün Kambur adlı eseri o diziden çıkmıştı, şahaneydi. Metis’in polisiye ve bilim-kurgu serileri esaslıydı. Ayrıntı’nın Ağır Kitaplar’ı caziptir. Bilgi’nin eski basımlarını tutarım. E Yayınları’nın Doludizgin serisi tatlıdır. E’den belgesel kitaplar ve özel seri de güzeldi. E Yayınları’nın eski dönemi genel olarak ilgimi geçer. Hürriyet Yayınları’nın kitapları arasında hoş sürprizler bulunur. Alfa’nın Veritas serisi şahanedir…

 

6.

Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?

Bu sözleri çok iyi anladığımı düşünüyorum. Kitapların insanları yakınlaştırdığı muhakkak. Melville, Vonnegut ve Douglas Adams seven biriyle iyi anlaşabilirim sanırım. Hüseyin Rahmi, Tanpınar ve İhsan Oktay seven biriyle de. Ülkü Tamer, Ergin Günçe ve İsmet Özel okuyan biriyle… Gördüğünüz gibi, üçer üçer sayıyorum. Niye böyle? Sanırım iki neden var: 1- Bir tek yazar veya kitap üzerinden bir insanla ‘sıkı’ bağ kurmak… gençlere özgü bir tutum olsa gerek. 2- Muhatabımın herhangi bir yazarı / kitabı okumuş olmasından ziyade, o yazarı nasıl konumladığını, kitabı nasıl yorumladığını bilmek isterim.

Ayrıca, benim çok üstüne düşmediğim bir yazarı derinlemesine okuyan insanlara da ekstra yakınlık ve saygı duyarım.

 

7.

Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?

Evet… Onlarla aramızda daimi bir platonik aşk var.

 

8.

“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?

Umberto Eco’nun cevabını tekrarlıyorum: “Bunları bu hafta okuyacağım. Haftaya yenileri gelecek.”

 

9.

Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?

Çok var. Sanırım kitap seçme yöntemlerimiz pek işlevsel değil. Çoğu kimse, gündemdeki, adı sık duyulan kitaplara yöneliyor. Kitabevlerini, sahafları gezerek, kitapları bizzat inceleyerek seçmek gerek. Böylece keşiflerde bulunma olanağı doğar. Pek az insanın haberdar olduğu yazarlarla karşılaşılır.

 

10.

3 de film önerisi isteyerek bitirelim!

Crimen Ferpecto, Matando Cabos, Nicotina.

 


MURAT MENTEŞ

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka