Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #12: Yalın Alpay

 
Çetin Altan’ın limonata tarifini bilmeyen yoktur. Olabilecek en sade biçimde tarifini verdikten sonra hayati bir meseleye dikkat çeker: “Böyle bir limonata ultra süper bir zenginlik sorunu mudur? Hayır, sadece bir yaşam sevgisiyle, bir yaşam zevki sorunudur. Bu, çok önemli midir? Bir kez gelinip, bir kez geçilen dünyayı, en sade koşullar içinde dahi, ıskalamamanın göstergesi olduğu için, çok önemlidir.”
 
İşbu yazı üzerine düşünürken aklıma ilk gelen şey Çetin Altan’ın yazısı oldu. Çünkü Yalın Alpay’ı okurken, dinlerken bir yanıyla hep ‘yaşama sanatı’ndan dem vurduğu intibaı oluştu bende. Bu, çok önemlidir.
 
Lafa dedikodunun faydalarından başlayıp simülasyon çağında roman okumaya, şairin dediği gibi oradan oraya/oradan oraya, sonra kıskanç Almanya’ya ve onun tarihçi sinemacılarına doğru… İlker Canikligil’in Yalın Alpay ile yaptığı apaçık video-söyleşilerin benim için ilginç yanlarından biri de şu oldu: her defasında, bir entelektüelin retorik konusunda bu ölçüde mahirleşmesinin ardında yatan düşünsel geçmişi düşünürken buldum kendimi. Bunun yalnızca okumakla olamayacağı aşikâr. Bu, başka türlü bir kendini gerçekleştirme işi…
 
Doğrusu hem belâgatinden hem nezaketinden etkilendim. Sanatla kurduğu aşkın ilişkiye imrendim. Hatta abartmakta beis görmüyorum ve “Yalın Alpay’ı hiç dinlememiş/okumamış insan bir kader kurbanıdır... Hiç şeftali yememiş bir insan gibidir” diyorum! Çünkü Bernhard’ın dediği gibi, “Abartmadan hiçbir şey söylenemez.” Söylemiş bulundum ben de.
 
2020 yılının ikinci yarısında yaptığımız bu konuşmadan sonra Yalın Alpay’ın sözlerinin daha ne düşüncelere gebe olduğunu, nerelere ulaşacağını ve geniş kitleler üzerinde ne tür bir etki bırakacağını kim bilebilir ki! Öte yandan alsolan bir kez gelinip, bir kez geçilen şu dünyayı, en sade koşullar içinde dahi ıskalamamak. Bu soruların, cevapların bunun küçük bir göstergesi olması ümidiyle...
 
M. Milât Özçelik / 27 Ağustos ‘20

  


1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Maalesef hayır.
 
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Kitaplık benim için bir mobilya türü. Kütüphaneden ise kitapların konularına ya da yazarlarına göre bir sistem çerçevesinde sınıflandırılan, düzenlenen, uygun bir çalışma atmosferi sağlamak adına doğru ışık, masa ve sandalyelerle desteklenen sessiz bir çalışma ortamını anlıyorum. Kendi kitaplarımın yerleştirilişi kitaplıktan çok kütüphaneye denk geldiği için, bulundukları mekanı çalışma odası ya da kütüphane olarak anıyorum.
 
3.
Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Benim tasarımımda kitapların yerleştirilmesi zihin açıcı, keşfettirici ve toparlayıcı etkiler yaratmayı amaçlamalı. Benzer konudaki kitapları yan yana dizmeye çalışırım ki, bir kitaba bakmaya geldiğimde, konuya ilişkin diğer kitapları da o an görebileyim ve çok daha geniş bir tarama yapabileyim, farklı metinler arasında ilişkiler kurabileyim.
Kitapları yayınevine göre dizmek, arzuladığım bu etkileri yaratmakta değil, estetik bir ambiyans üretmekte başarılıdır. Bu nedenle benim için ikincildir; ancak aynı konu çerçevesinde aynı yayınevinden çıkan kitapları yan yana koymak belli bir anlam taşır. Bu da içeriğe ilişkin değil, kitapların raftaki estetik biçimlerine dair bir anlamdır.
 
4.
Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Yoğun kitap alımlarına 90’ların ikinci yarısında başladım. 2000’lerin ilk on yılında aşırı denebilecek miktarlarda kitap satın aldım. O dönemde yurt dışından satın almalarda zaman zaman sorunlar yaşanabiliyordu. Dostoyevski edebiyatındaki intiharlar üzerine bir kitabı uzun süre aramış ve en son Kanada’daki bir sahafta bulmuş ve oradan getirtmiştim.
 
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?
Duygusal olarak en çok Yapı Kredi Yayınları’nın çevirdiği Thomas Bernhard romanları/öyküleri/anlatıları serisini seviyorum. Muazzam bir romancının harika çevirilerinin, Yapı Kredi Yayınlarına özgü hoş baskısıyla üretilen siyah ciltler, bana yukarıda andığım içerik ve biçimin en güzel buluşmalarından birisi gibi gelir. Dostoyevski, Sartre ve Nietzsche üzerine kütüphanemde çok fazla kitap bulunmasına karşın, bu irili ufaklı kitaplar, aşırı farklı renklerde ve heterojen yıpranma düzeylerinde olduklarından, sıralandıklarında estetik açıdan Bernhard romanlarının sağladığı estetiği ıskalarlar.
Ferit Edgü’nün Ada Yayınları muazzam kitaplar çevirdi ancak o dönemde söz konusu kitaplar yeterince okur bulamadıkları için kapandı. Devam edebilseydi, Türk düşün yaşamı için başardığından daha büyük etkiler yaratabilirdi.
 
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
İnsanlık için ortak bir kitap ya da yazar tasavvuru ancak modernitenin evrensel standartlaş(tır)manın mümkün olabileceği tasarısı içerisinde geçerlidir. Bugün öyle bir dünyada yaşamıyoruz.
 
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Yaşam, bir sanatçı atölyesine benzer: başlanmış ve terk edilmiş girişimlerle doludur. Kütüphane de böyledir; bir gelecek yatırımıdır, kitap gereksinim duyuldukça alınmaz, kitap aldıkça gereksinimler artar. Çalışmaya niyetlendiğim her konuda erişebildiğim her kitabı satın aldım yıllarca. Artık kütüphanede fiziksel olarak yer kalmadığı için çok daha seçici olmak zorundayım. Fakat şunu anımsatmalı: kitap bir potansiyeldir, henüz gerçekleş(tiril)memiş bir çalışmanın, sohbetin, görüşün olasılığıdır.
İnsan da bir potansiyeldir, kişi bugüne değin yapıp ettiklerinden ibaret tamamlanmış bir proje değildir. Aksine, geleceğe doğru uzanır, kişi, planladıkları, projelendirdikleri, tasarladıkları bağlamında anlam kazanır, benlik inşa eder. Bir okur, okuduğu kitaplar kadar, kütüphanesinde okunmayı bekleyen ama henüz okunmamış kitaplar çerçevesinde kendisini gerçekleştirir.
 
8.
Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Kütüphanemdeki kitapların tümünü okumadım fakat kütüphanem dışından da kitaplar okudum.
 
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Mehmet Erte ve Mehmet Ergüven.
 
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Bitter Moon, The Handmaiden, Çalınmış Buseler
 
YALIN ALPAY
 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka