Ana içeriğe atla

Şavkar Altınel ve Orhan Pamuk: Şairlerden kurtulabileceğinizi sanmayın

Şavkar Altınel, Orhan Pamuk


Bir gün bir şiir okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk satırlarındayken bile, şiirin gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım...

Yazılı herhangi bir şeyden daha güçlüsü nedir diye sorulsa, bir şiirdir diyecek azınlığa mensubum. İyi “bir şiir”, iyi bir şiir kitabından da iyidir. Giorgio Manganelli, “Yirmi kötü şiirle bir güzel şiir bir yazar eder” dememişti boşuna. Şiir söz konusu olduğunda, “insan icadı” daha yoğun bir şeyin olmadığını düşünüyorum. Daha yoğun ve daha güçlü: Hiçbir şey, hayatını şiire vakfetmiş gerçek bir şairin birkaç dizesi kadar tahrip edici olamayacağı gibi, düşünceyi kuvveden fiile de çıkaramaz. Hayattan daha şaşırtıcı olanın “yazı” olduğunu öğrenmiştik. Ama özel olarak şiir; hiçbir şey, bir şiir kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı bile!

Yol Notları

Şavkar Altınel’in şiirlerini ilk okuyuşumun üzerinden uzun zaman geçti. Okul kütüphanesinden ödünç almıştım Yol Notları’nı. (YKY, 2004) Çıkar çıkmaz okuduğum Wisconsin, 1963 (YKY, 2023) beni o denli etkiledi ki, çoğunu okuduğum kitaplarına yeniden dönme ihtiyacı hissettim ve Yol Notları’ndan başladım. Şavkar Altınel ne yazarsa yazsın, benim gözümde bir şairdi. Kimilerine tuhaf gelebilir ama bazen şiir kitaplarını sondan başa doğru okuyorum. (Tıpkı Lenz’in elleri üstünde yürümek istemesi gibi.) Yol Notları’nı ilk okuyuşumda düzden okumuştum; bu kez, dedim, madem geçmişe dönüyorum, şiiri tarih gibi tersinden okuyayım. Derken bir şiire denk geldim (çoğunu unutmuşum şiirlerin, bazıları hep aklımda kalsa da kendi ruhuma yakın bir tat ya da intiba; kitap dediğimiz nesneye dair en belirgin duyguymuş bu), durdum, bir daha ve bir daha okudum. Şiirin başdöndürücü güzelliği bir yana, beni başka bir şeye, bir romana götürüp durduğunu fark ettim: Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ına. Yazının girişindeki nazirenin sebebi bu. Romanın o meşhur girişini kendimce hatırlatmak istedim.

Yeni Hayat çıktığında dünyadaydım ama 6 yaşında, şimdikinden bile küçük bir varlık olarak yaşıyordum... O meşhur ilk cümlesi ile rafları kapladığında, yalnızca kitap konuşan, kitabı umursayan mahfilleri değil, kelimenin tam anlamıyla “ortalığı” kasıp kavuran romanın heyecanını bir okur olarak günü gününe yaşamak isterdim. Yine de, yirmili yaşlarıma yakın bir zamanda, benzer bir kalp çarpıntısıyla okumuştum bu zamansız ve şiirsel romanı. Sahiden de upuzun bir şiirdi sanki: Osman’ın ölümü arayışı, tıpkı aşkın peşinden gidişi gibi, bir kendini bulma hikâyesiydi. Ama yazar, o sonu gelmeyen otobüs yolculuklarında, kendini bulmanın peşindeki kahramanını kim olduğunu dahi unutturacak zenginlikte bir nesneler, simgeler dünyasına sürüklüyordu ve böylece kendini bulmanın, önce onu yitirmekle olabileceğini söylüyordu.

Gece Geçilen Şehirler

Şavkar Altınel’in Gece Geçilen Şehirler adlı ikinci şiir kitabı Korsan Yayınları’ndan 1992 yılında yayımlanmış. Yeni Hayat’ın 1994’te yayımlandığını ve romanın son sayfasındaki nottan bildiğimiz kadarıyla 1992-1994 arasında yazıldığını biliyoruz. (Tam da burada, şiirin çok daha önce yazılma, hatta paylaşılma ihtimalini de akılda tutmak lazım.) Şavkar Altınel, bilindiği gibi Orhan Pamuk’un Robert Kolej’den arkadaşı, ayrıca 2002’de yayımlanan Kar romanındaki sürgün şair Ka’nın da ilham kaynağı.

İkili arasındaki yakınlığı Orhan Pamuk’un Öteki Renkler ya da Manzaradan Parçalar başlıklı düzyazı metinlerinin toplandığı kitaplardan da takip etmek mümkün. Yalnızca şiir ve gezi-anlatı yazılarıyla değil, Philip Larkin’den (Roni Margulies ile birlikte) ama özellikle Coleridge’in Yaşlı Gemici çevirisinden sitayişle bahseder Pamuk – hatta bu çeviriyi o dönem editörlüğünü üstlendiği İletişim’in Klasikler Dizisi’nden, nefis bir önsöz yazarak yayımlamıştı Pamuk. Denemelerinde sıkça değindiği Şavkar Altınel için bence en ilginç sözleri, Altınel’in şiir yazılarının toplandığı Soğuğa Açılan Kapı’da (YKY, 2003) arka kapak için yazmış Pamuk: “Bu parlak kitap Türkçede şiir üzerine yazılmış en iyi, en okunaklı iki kitaptan biri.” Diğer kitabın hangisi olduğu benim için hâlâ gizemini koruyor!

Bu yazıda Orhan Pamuk romanlarından bahsedilirken sıkça konu edilen metinlerarasılık örneklerine bir yenisini eklemek ve “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” ile başlayan kült girişi söyleten ve romanın bütününe yayılmış şiirselliğin, kendini arayışın, yitirişin ya da vazgeçişin bir yapısökümüne girişmek niyetindeyim. Ama önce şiiri okuyalım.

Gece Geçilen Şehirler

Farların taradığı Hükümet Alanı

–Kütahya mı? Eskişehir mi?–

parke taşlarında sarsılan otobüs,

başları arkada uykuya dalmış yolcular:

Düş görüyordum neredeyse,

çekip aldım camdan yüzümü.

 

Ohio’nun içlerinde,

bacaklarım uyuşmuş, açıp kapıyı indim;

uzakta Cleveland’ın ışıkları,

bir yanımda Erie Gölü.

Yağmur çiseliyordu;

“Islanmaktan nasıl kurtulacağını söyleyeyim,”

dedi garson kız gülerek,

“damlaların arasından yürü.”

 

Napoli’den dönerken 76’da,

ansızın soğumuş Ağustos havası,

İtalyanca yazılar, bitmeyen autostrada.

“Seni bir daha ne zaman görürüm, bilmiyorum.”

 

Teypte müzik, motorun alçak homurtusu,

içerisi loş, rahat, ılık;

genç bir adamın geride bıraktığı kilometreler...

ve şimdi hiçbir şey, hiçbir şey artık,

karanlık yolda uzaklaşan iki ışıktan başka.[1]

 

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın

Kaya Genç ile aynı fikirdeyim: Şavkar Altınel, Türk edebiyatının yaşayan en büyük şairidir.[2] Bunu uzun uzadıya izah etmek manasız ama Altınel şiirinin Attila İlhan, Nâzım Hikmet ve Yahya Kemal çizgisini takip ederek kadim şiir geleneğimize bağlanan “izlenimci” bir damar üzerinde konumlandığını söylemek lazım. (Neden bu yaklaşım için “anlatımcı” ya da “öykülemeci” yerine “izlenimci” dediğimi sorgulayanlar olacaktır. Onlara resim sanatındaki akımların edebiyat üzerindeki etkisine bakmalarını önerebilirim.) Söz konusu ettiğimiz şey şiirse, “büyük” diyebileceğimiz şiirin öncelikle gelenekle olan bağını ortaya koymak gerekir.

Şavkar Altınel şiiri yalnızca bu konumlanışla değil, Türk şiirinde örneği olmayan ölçüde dünyaya açık ve “dünyalı” bir şiir. Umberto Eco’nun (Fransız romancı, senarist Jean-Claude Carrière ile birlikte) Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’da (Can Yayınları, 2010) muhayyel bir İtalyan aforizmacıya atfettiği “büyük bir Bulgar şairi olunamayacağı” yönünde, dil üzerinden gelişen yargısını da kıran bir şiir bu. Yargısını temellendirirken ikinci bir ayrıma dikkat çeker Eco: “Bir ülke evrensel biçimde düşünebilecek bir bilinç üretmek için, tarihin büyük olaylarının içinden geçmiş olmalıdır.” (s. 128-9) Türk şiirinin yeterince “dünyalı” olmadığı, dünyadan bihaber yazılıp söylendiği eleştirisine katılabilirim ama “tarihin büyük olaylarının içinden geçmiş” olduğu, bir kısmının bizatihi aktörü, şahidi yahut müsebbibi olduğu da bir başka gerçek.

Romanımızla Nobel’e ulaştık. Bir gün, birkaç kez kıyısından (Dağlarca ya da T. S. Halman’ın ısrarla söylediği üzere, “birkaç yıl daha yaşayabilseydi” Nâzım Hikmet) dönsek bile şiirimizle de ulaşacağımıza inancım tam. Çoğu zaman nesnellikten uzak saiklerle verildiğini herkesin teslim edeceği bir ödüle gereğinden fazla değer atfediyor değilim. Çetin Altan’ın da yazılarında sıklıkla işaret ettiği üzere, Türkiye’nin “medeni dünyadaki yeri”ni ülkenin kaç Nobel aldığıyla ölçmeye çalışıyorum sadece. Ve evet, Şavkar Altınel, Nobel: Neden olmasın, ne kadar da yakışır diyorum.

Yeni Hayat

Şavkar Altınel

Gece Geçilen Şehirler şiirinin Yeni Hayat’taki izlerine seçtiğim anahtar kelimeler, imgeler üzerinden bakalım şimdi.[3] Şiirin düşsel bir bilinç akışıyla yazılmış ikinci ve üçüncü bölümünü bu kritiğin dışında bırakmaya, Anadolu’da kalmaya çalıştım ama olmadı! Şavkar Altınel şiiri böyledir işte: Ne bir ülke ne kıta ne de tek bir dil/kültürle sınırlandırılabilir; –bir zamanlar– Anadolu’da başlayan bir şiir, birkaç dize sonra sizi Kuzey Amerika’ya, yine birkaç dize sonra Güney Avrupa’ya götürüp yeniden Anadolu’ya, karanlık bir şehirlerarası yola ya daautostrada/otoyola getirip bırakabilir.

Ş.A. Hükümet Alanı/ Meydan:

O.P. “Yalnız geçmişi hatırlarken değil, bazan hayatın ta içinde onu yaşarken de olur ya, bir an yaşadığım şeyin ve pencereden gördüğüm küçük Güdül kasabasının gerçek değil de hayalini kurduğum şeyler olduğunu hissettim. (...) küçük kasabalar gibi, şehir meydanı bana kaldırımlarında gezinilecek, bir paket sigara alınacak ve tozlu vitrinlere bakılacak bir yer değil de, hatıra gibi gözüküyordu.” (s. 96)

Gece Geçilen Şehirler” şiiri de, anımsanmaya çalışılan bir hatıra ile açılır ve gelişir.

Ş.A. Kütahya mı? Eskişehir mi?:

O.P. “Yolculuğumun Eskişehir’de sonuçlanmadığı tahmin edilmiştir sanıyorum. Bir zamanlar (...) İmam Hatipli öğrencilerin yurt olarak kullandığı altı katlı bir apartman vardı. Eskişehir Sanayi ve Ticaret Odası arşivinde bana Santi gazozlu ıhlamur ikram eden yaşlı bir memur, saatlerce defter dosya karıştırdıktan sonra Melek Şeker Çiklet’in Kütahya Ticaret Odası’na bağlı olarak ticari faaliyetine devam etmek üzere yirmi iki yıl önce Eskişehir’den ayrıldığını söyledi.” (s. 252-253)

Orhan Pamuk

Yirmi iki yıl... Şavkar Altınel 1953 doğumlu. Biyografisinde 19 yaşından beri yurtdışında yaşadığı yazıyor, yani 1972 yılından beri... Kütahya ile Eskişehir arasında gidip gelen kahramanımız, “yirmi iki yıl önce Eskişehir’den ayrıldığını söyledi” derken, romanın yayımlandığı 1994 yılından 22 yıl öncesini, 1972’yi kastediyor olabilir mi?

Ş.A. Parke taşları:

O.P. “Yıllar süren yolculuğumun sonu bu yokuş olacakmış, diye düşünürken ağzına kadar suyla dolu tenekelerle yüklü bir at arabası benden önce yokuşa girdi. (...) Bir gürültü içinde tıngırdayan çinkolarla, parke taşlarında takır tukur tekerlekler ve benim hım hım hayatım oflaya puflaya Anlam Tepesi’ne doğru tırmandık.” (s. 260)

“Şiirde anlam”, ‘90’ların başında yayımlanmaya başlayan Sombahar dergisinde Roni Margulies’in İlhan Berk’e yönelik bir taşlamasıyla başlamış, uzun süre tartışılmıştı. Altınel ve Margulies, hâkim atmosferin aksine “anlamı dışlayan” şiire direnç gösterdiler. Şairin “yıllar süren” yolculuğu ise devam ediyor; kâh parke taşları kâh “autostrada” üstünde.

Ş.A. Otobüs:

O.P. “‘Bak, beni dinle’ dedi. ‘Ben de inanmıştım. O dünyayı bulurum sanmıştım. Otobüslere bindim, otobüslerden indim, şehir şehir dolaştım, o ülkeyi, o insanları, o sokakları bulurum sandım. İnan bana, sonunda ölümden başka bir şey yok.” (s. 28)

“Otobüslere bindim, otobüslerden indim, garajlarda gezindim; otobüslere bindim, otobüslerde uyudum, günleri gecelere yetiştirdim; otobüslere bindim, kasabalarda indim, günler boyu karanlığın içine gittim ve dedim ki kendime, nasıl da kararlıymış bu genç yolcu kendisini o bilinmeyen ülkenin eşiğine götürecek yollarda sürüklenmeye.” (s. 48)

İlk alıntıdan sonra şiirin son iki dizesinin tekrar okunması önerilir... Sanırım yazımın tezine en uygun alıntı bu, ikincisi. “Bilinmeyen ülke”, Ezginin Günlüğü’nün şarkı yaptığı Puşkin şiirindeki gibi, ancak “gençliğin ateşi” ile sürüklenebilecek bir macera... Ayrıca “otobüs” kelimesi romanda o kadar çok kullanılmış ki… Yeni Hayat için Türk edebiyatının en uzun yolculuğu denebilir, üstelik gece...

Ş.A. Yolcular:

O.P. “Bazı geceler, otobüsümüzün videosundaki ikinci film de silah seslerinin, kapanan kapıların ve patlayan helikopterlerin şen şakrak gürültüsüyle bittikten ve biz ölüm soluyan yorgun ve hırpani yolcular rüyalar âlemine doğru tekerleklerle birlikte teker meker sallanarak huzursuz bir yolculuğa çıktıktan çok sonra, önce bir çukur, derken bir fren beni uykumdan uyandırır ve ben yanımda, pencere kenarında mışıl mışıl uyumakta olan Canan’a uzun uzun bakardım...” (s. 67)

Şiirin üçüncü bölümünün son dizesi yeniden okunmalı.

Ş.A. Düş:

O.P. “Pencereden gelen tebeşir rengi ışığın içinde bal rengi gözleri bir an ışıldadı. ‘Sence o dünya var mı, yoksa düşlenip bir kitaba yazılıvermiş bir hayal mi?’” (s. 25)

“Dünyadaki her şey,” demişti Mallarmé, “sonunda bir kitaba girmek için vardır.”

Ş.A. Yağmurlar/Ülkeler:

O.P. “Bilmem neden, uzun upuzun, hiç bitmeyecek kadar uzun yolculuklar belirdi aklımda, hiç durmadan yağan efsanevi yağmurlar, hepsi birbirine açılan kayıp sokaklar, kederli ağaçlar, çamurlu ırmaklar, bahçeler, ülkeler. Ona bir gün sarılabileceksem bu ülkelere gitmeliydim.” (s. 25)

Wisconsin, 1963 tam da böyle yaşanmış bir hayatın dökümü değil miydi? Burada roman mı bir hayatı taklit ediyor, yoksa hayat mı romanı? İşin içinden çıkmak zor.

Ş.A. Seni bir daha ne zaman görürüm, bilmiyorum:

O.P. “Toprağın çıtırtısını duyuyorum ve saatimin tıkırtısını. Çünkü zaman üç boyutlu bir sessizliktir diye yazmıştı kitap. Demek ki üç boyutu hiç mi hiç anlayamadan, hayatı, dünyayı ve kitabı kavrayamadan ve seni bir daha göremeden ben ölecekmişim diyordum.” (s. 52)

Ölümün, aşkın ya da hayatın, ne derseniz deyin, bir şeylerin peşinden, izinden giden roman kahramanı, içine üç boyut, üç iklim, üç coğrafya (Kuzey Amerika, Güney Avrupa ve Orta Anadolu) sığdırılmış bir şiirin temel izleğine işaret eder gibidir: sessizlik.

Ş.A. Teypte müzik:

O.P. “Ne bekliyordum? Belki bir rüzgâr, belki bir zaman, belki bir yolcu. Yarı karanlık aralanıyordu (...) Radyosu dışında her şeyi eriyip gitmiş şoför mahalline baktım ve işittim ki haykırışlar, hırıltılar, dışardaki ağlayışlar ve iç çekmelerle tatlı ve nefis rüzgâr içinde bir müzik çalıyordu.” (s. 61)

Neyin çaldığı önemsizdir. Onca şeyden bahseden roman bunu es geçer, tıpkı şiirdeki gibi. Ses; o an, yalnızca sesin kendisidir önemli olan. Homurtular ya da hırıltılardan bir farkı yoktur.

Ş.A. Genç bir adamın geride bıraktığı kilometreler:

O.P. “Uyurken kilometreleri sayardım, uyanıkken rüyalar görürdüm.” (s. 58)

Rüya bahsi hem şiirin hem romanın en büyük ortaklığıdır. Tıpkı, “genç bir adam” gibi.

Ş.A. ve şimdi hiçbir şey:

O.P. “Ötede, uzakta bir yerde hiçbir şey yoktu. Yolculuğumuzun başı da sonu da, biz neredeysek orasıydı.” (s. 163)

Önemli olanın varmak değil, yolda olmak olduğunu söyleyen bilgelik dolu sözlerin aksine, bu –yeni– hayat tecrübesinin bize söylediği şu: değil yolda olmak, yerinde bile saysan, bir şey değişmeyecek, karanlık yolda uzaklaşan iki ışıktan başka...

Verilmiş sözler

Orhan Pamuk, Coleridge’in Şavkar Altınel’in Türkçesiyle çıkan Yaşlı Gemici’si (İletişim Yayınları, 2008) için yazdığı önsözde “Şiir ve roman” konusuna ayrı bir başlık açar ve kritiğini yaptığı sorulardan sonra “Bu bakımdan şiir de, roman da aynıdır” der ve kendisinden bir örnek vererek konuyu Yeni Hayat’a getirir: Anlaşılması en zor romanının Yeni Hayat olduğunu söyleyerek bir okuruyla yaptığı telefon görüşmesinde romandan ne anladığını sorması üzerine aldığı “Bilmiyorum ne anladığımı, ama çok hoşuma gidiyor” cümlesinin, “bir yazarın işitebileceği en parlak övgü” olduğunu yazar. Derken lafı yeniden Coleridge’e ve –ilginç bir şair dediği, Kar’daki şair Ka’nın şiir yazmasını, ilham anlarını, Coleridge’in “Kubilay Han”ı yazışına ilişkin sözleriyle ilişkilendirdim diyecek kadar önemsediği, çok sevdiği şair arkadaşı– Şavkar Altınel’e getirir.

Aynı önsözde şiir ve roman bahsi için şöyle diyor Pamuk – bu yazıda yapmaya çalıştığım şeyin veciz bir özeti olduğu için:

Romandaki olayın, (yerini anlatının içinde güzelce bulmuşsa) ne anlama gelebileceğini bilmemek en iyisidir. Yalnız şiirlerin anlamı ve değeri değil, romanların anlamı ve değeri de, okura verdikleri zevkle, güzellikleriyle, okura sundukları deneyimin (okuma serüveni) derinliği ve şaşırtıcılığı ile ölçülmelidir. Bu güzellik ve okuma tecrübesinin boşluğu metnin yüzeyinde kalmaz, ta derinlere gider. Hayatın, insan olmanın, bu dünyada yaşamanın anlamının derinliklerine... Gene de bizi bu derinliklere sürükleyen sahnenin, olayın ne anlama geldiğini, biz yazarlar, şairler çoğu zaman (her zaman değil) bilmeyiz, akıllıca bir tutumla bilmek de istemeyiz. (Akıllı eleştirmenler, zeki yorumcular, tutkulu okurlar bazan bunu bizden daha iyi bilirler, sezerler.)

Akıllı bir eleştirmen ya da zeki bir yorumcu olmak, tutkulu bir okur olmaktan daha cazip gelmiyor bana. Yalnızca tutkulu okurların yazar ya da şairlerin indiği derinliğe girmeyi göze alabildiğini, hayatın, insan olmanın, bu dünyada yaşamanın anlamının da ancak böyle kavranabileceğine inanıyorum.

Konu ettiğim her iki eserde de her şey birdenbire, bir anda, bir göz açıp kapama mesabesinde ve daima oradan oraya, hiçbir yere ait olmadan yaşanıp ve yazılmış göründü bana. Bu iki büyük edebiyat insanının, iki yakın arkadaşın, etkileşim içinde olabileceklerini düşündüğüm iki eseri arasında anlamlı bağlar bulmaya ve kurmaya çalıştım. Şavkar Altınel’in –bekleneceği üzere, tüm şiirlerine yansıyan– hayat hikâyesinin de en az şiiri kadar ilgi çekici olduğu ve üzerine düşünmekten insanın kendini alıkoyamadığı bir başka gerçek. Bu hikâyenin en çok merak edilen yanı için “Karlı Bir Akşam Korularda” şiirinde şöyle demiş ve noktalamıştı şair:

“ne var verilmiş sözlerim,/ ne de bir şey değişir/ başka bir yerde değil de,/ burada kapansa gözlerim.”

 

NOTLAR:

[1] Şavkar Altınel, Gece Geçilen Şehirler, 1992, Korsan Yayınevi. Ya da Yol Notları (Toplu Şiirler) içinde, s. 43, YKY, 2004.

[2] Kaya Genç, “Literature of Exile: Şavkar Altınel”, The Global Literature in Libraries Initiative

[3] Alıntılar İletişim Yayınları baskısından: 15. baskı, 1994, İstanbul.


----


Yazının ilk yayımlandığı yer: k24kitap , 18 Temmuz 2024.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Ergin Altay ile Rusçadan Türkçeye Çeviriler Üzerine Bir Röportaj / M. Milât Özçelik

Ergin Altay 1937'de Edirne'de doğdu. Babasının devlet memuru olması nedeniyle çocukluğu Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. 1953''te Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Orada kendi isteğiyle yabancı dil olarak Rusça'yı seçti. 1956'da DTCF Rusça bölümünden mezun oldu. Askeri Lise'de Rusça öğretmenliği yanında Rusça'dan Türkçe'ye çeviri ile ilgilenmeye başladı. İlk çevirisi Yusuf  Ziya Ortaç'ın  "Akbaba"  dergisinde yayınlanan Zoşçenko'dan bir öyküdür. Daha sonraları özellikle Dostoyevski ve Tolstoy başta olmak üzere çeviriler yaptı. Puşkin, Gogol, Çehov, Gonçarov, Lermontov, Gorki, Bulgakov, Turgenyev çevirdiği diğer yazarlardandır. Mesleğini günümüzde de sürdürmektedir.  * Rusçadan Türkçeye çok sayıda kitap çevirdiniz. Neredeyse tüm klasik Rus edebiyatını sizin çevirilerinizden okumak mümkün. Rusça’dan Türkçe'ye yaptığınız çeviriler için neler söylemek istersiniz? Mütemadiyen karşı karşıya kaldığınız so