İnternetin adım adım yayılıp geliştiği günlere şahitlik ettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. İnternet, benim gibi taşra kentlerinde doğmuş, kitaplar üzerine konuşacak arkadaş bulamayan gençler için büyük bir nimet oldu. Yaygın kabulün aksine, ‘sanal dünya’da, günlük hayatta olduğumdan daha çok ‘kendim’ oldum ben. Bu sayede de harika arkadaşlar edindim.
Barış Yarsel bu isimlerin başında gelir. Tanışmamızdan evvel, internetin hangi makamına çıktıysam, onun ve arkadaşlarının Fütüristika’sından izler gördüm. Onu zihnimde “Fütüristika’nın editörü” olarak konumladım hep. Arkadaşlığımızdan gönendim. Keşfettiğim ya da derinleşmek istediğim nice yazar, şair ya da yönetmeni Fütüristika’daki yazılarla çoğalttım çünkü. Sarah Kane’den Yesenin’e, Chris King’den Larisa Shepitko’ya kadar karşılaştığım onlarca yazıya ilişkin o ilk heyecanımı bugün gibi hatırlarım.
2015 yılıydı galiba, Kadıköy’de buluştuk. Heyhat bir daha görüşmek kısmet olmadı. Nasıl bir kültür aşkıysa, şu dünyadaki ilk ve tek çevirmenim olan Barış Yarsel gidip Fransa’ya yerleşti! Şimdiki eşi ile henüz sevgililerken Fütüristika için –James Cook isimli bir gemide çalıştığım sıra, açık denizde– yazdığım “Sandalyeler” başlıklı yazımı bir parkta otururlarken eşine çevirerek okumuş. Düşündükçe mutlu olurum.
Şimdilerde kişisel web sitesi üzerinden üç dilde yazılar yazıyor ve beynelmilel dergilere öykü veriyor, telif alıyor! Düşsel bir atmosfer içinde kurduğu katı-gerçekçi üslubuyla başta göç/menliğe dair yazdıklarının ileriki yıllarda sıkı okurlar üzerinde hissedilir bir etki yaratacağını biliyorum.
M. Milât Özçelik / 4 Eylül ‘20
1.
Harçlığınızla
aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Hatırlamıyorum.
Kitaplarımı öncesinde de kendim seçtim, Fenerbahçe’deki ilkokul gerçekten
bağlılık hissettiğim tek eğitim yeri oldu. Öğretmenimiz Aynur Hanım, sınıftaki
kütüphaneyi çeşitli kitaplarla beslerdi. Kütüphane dediğimiz de, duvarda o
yaştaki çocukların uzanıp yetişemeyeceği yüksekliğe konmuş vitrinli bir
dolaptı. 12 Eylül etkisindeki ilkokullarda tuhaf bir keskin disiplin anlayışı
vardı. Aynur Hanım ise dolabı kitlemezdi. Sınıf arkadaşlarım teneffüsteyken
sırayı duvara yanaştırıp hızla seçim yapar, çantaya atardım. Sonradan anneme
“Kitapları okuyup geri getiriyor, lütfen bir şey demeyin, ben sürekli yeni
kitaplar koyuyorum” demişti. Tuhaftır, kitap okumayı kutsallaştıran zamanlardı
1980’ler.
Aldığım
ilk kitabı değil ama kendi seçimimle alıp aklımı yerinden oynatan ilk kitabı
hatırlıyorum. Edgar Allan Poe’nun şiirlerinin, sonradan asıl dilinde okuyunca
anladığım, berbat çevirisini Kadıköy sahaflarında bulmuş, abayı yakmıştım.
Bıyıklı, biraz da Lazlara benzettiğim kapak resmindeki adamın ilgimi çekmesiyle
sayfalarını karıştırmak için açtım, ilk gözüme çarpan dizeler şuydu:
“Tüm gördüğümüz ve göründüğümüz
Bir düş içinde bir düş.”
O
an bende travma olmuş bir sinema deneyimini hatırladım, 12 Eylül döneminde
Fenerbahçe Orduevi’nden babamın arkadaşı olan bir albay beni kendi çocuklarıyla
Atlantis sinemasına götürmüştü, izlediğim korku filmindeki giriş cümlesi buydu.
Açtığım sayfada onu görünce hatırladım ve kitabı aldım. Poe’dan başlayıp bazı
yazarları takıntılı biçimde takip etmem böyle başladı. Neticede belki ben kaçış
yolları peşindeydim, hayatın derdi sandığım şeyi bulduğumu düşündüm, belki
değildi, önemli değil, zebanilerimizi seçme hakkımız olmalı, aşina cehennemler
için güzel bir seçim olduğunu düşünüyorum.
2.
Kitaplarınızın
oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz?
Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Kütüphanelerden
hep nefret ettim. Sessizlikleri, bir
ibadet mekanı gibi havadaki ağır ruhani hal, karşılaştığım
kütüphanecilerin yaşamdan çekilmişliği. Kendimi bildim bileli kitaplığım oldu.
Kitapların bir araya geldiği köşeleri böyle adlandırabilirsek. Duvar kenarına
yığılan, çekyatların altına dizilen kitaplardan, özenle tasarlanmış raflara dek
kitapların alanı.
Kütüphanelerin bellek ile tanımlanması gerekir belki, kategorilendirilmiş
olması nedeniyle daha sabit, yerlerini bulmuş kitapların mekanı denebilir
herhalde. Kitaplık ise sanırım daha biricik, sahip olanın kendince
düzenlediğini düşündüğü, fakat ziyaret edenin şeklini alan akışkanlığıyla daha
canlı olması.
Geç
göçmenlik, sık taşınma nedeniyle artık kitaplığım çeşitli yerlerde; kimi
annemin boş evinin bir köşesinde yığılı, kimi arkadaşlarımın evlerinde, kimi
benimle birlikte. Hatırı sayılır büyüklükte dijital kitaplığım da var. Üzerinde
çok çalışıyorum. Kitaplık çeşitli uygulamalar sayesinde laptop, tablet,
telefon, e-kitap okuyucu ile eşleşiyor. Böylece bulduğum her fırsatta
okuyabiliyorum. Bir bibliyofil değilim ben, kitap kurduyum belki, ama o
solucana benzeyen görseldeki gibi değil, basbayağı kurt, kamburunu çıkartıp
uluyan cinsten, okuyamazsam acıdan ulurum.
3.
Ülkemizdeki
insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre
dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme
Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi,
Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım.
Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Beni
ilgilendirmiyor, yine de katılabilirim. Sanırım kendimi ait hissettiğim sıradan
insanlar arasında bu eğilim var. Ben uzun süre yazarlara göre dizmeye
yeltendim, lakin memlekette külliyatı tek yayınevinde kalmış yazar az.
İstisnalarım oldu, örneğin Gece Yayınları'nın tüm kitaplarını dizip kendilerine
bir şey ifade etmeyecek insanlara gösterdiğim zamanlar. Birkaç rafı asla
anlamlandıramayacağım veya işe yaramaz bulduğum kitaplara ayırdım.
Şimdi
evde hemen her yerde kitaplar duruyor. Ara sıra gizemli bir güç geliyor, kalkıp
düzenlemeye çalışıyorum ama artık onlar kendi yerlerini buluyorlar, artık
üzerlerinde hükmüm yok. Çünkü çocuklar karar veriyor yerlerine. İlgilerini o an
çeken hangi kitap varsa kendi kitaplarıyla birlikte karıştırıyorlar. Bazen
istemedikleri halde zarar verdikleri oluyor, bu nedenle Thor Vilhjálmsson'un Gri
Yosun Yanıyor'unun başka kopyasını alıp sakladım, anlayışımın da bir sınırı
var.
Bana
kalsa paragraf kesmeden yazanlar, sıfatlara sığınmayanlar, Melville ile Kafka
damarından beslenenler, eğretilemelere yüz vermeyenler, haysiyetini koruyan
yazarlar, kanımı donduranlar, sokağa çıkaranlar, uyku uyutmayanlar, noktalama
işaretlerini yerinde ve az kullananlar, İstanbul metinleri, en azından bir
cümlenin bir başka kitabın doğurmayıp yürekten yazıldığına ikna edenler, hiçbir
yere varmayanlar, kesinlikle kimsenin okumak için vakit ayırmaması gerekenler,
musiki barındıranlar, beden ve varlık konusuna hakkaniyetle eğilenler, fontları
sayfa rejimine dostlukla sarılmışlar şeklinde dizmek isterdim.
Dediğim
gibi, çok ilgilendiğim bir ayrıntı değil bu. Bir yumuşatma işlemi bu belki,
sahip olduğun kitaplara dair kaygıları azaltma çabası. Kitapların sana vaat
ettiği şeylere inanıyorsun, sana doğru bir çağrı olduğuna, ardından onlara bazı
esrarlı nedenlerle bağlanıyorsun. Kitapları daha çok musallat olmuş varlıklar
gibi düşünmeliyiz belki, onları dizmek yerine, onlardan kendimizi kurtarmalı
mıyız, diye düşünmeliyiz.
4.
Artık
‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen
‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki
bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve
başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Öğretmenlik
yaptığım günlerde bir arkadaşım Avustralya’dan gelmiş gezgin öğretmenlerden birine
gönül düşürmüştü. Adam, kuşkusuz zorunda olmadığından, incelikleri görme
çabasında değildi, türlü kız öğrenciyle partiden partiye gitmeyi tercih etmişti
ve arkadaşımın duygularını ona hissettirme imkanı pek olmadı. Adamın yeni
durağı Güney Afrika’ya doğru yola çıkma zamanı yaklaştıkça, ona yanında
taşıması için kitap vermeye karar verdi. Jack Kerouac’tan Yolda. Adamın
gezgin imgesi nedeniyle ona uyacağını düşündü herhalde. Bulma görevini bana
verdi. Arkadaşım acı içindeydi ve kitap veya verilecek kişi hiç ilgimi çekmese
de İstanbul’u didiklemeye başladım. Adamın gidişine saatler kalmıştı ve
Kadıköy’de ne kadar sahaf varsa girip çıkmıştım. Hiç mi hiç ilgimi çekmeyen
kitabı sorup bilmeyen dükkan sahiplerine anlatmak bu kez bana acı vermeye
başladı. Akşam olmak, uçak kalkmak üzereydi ve kitabı hala bulamamıştık. Ayrıca
bakındığım sahaflarda ilgimi çeken kitapları kaçırıyordum bu yüzden. Bu kez
birkaç sahaf arkadaşımı aramak zorunda kaldım. Vapura atlayıp Galatasaray’a
geçtik. Yönlendirmelerle sahaflar pasajından biri telefonla bazı görüşmeler
yaptı. Meydana yakın bir yerde bir dükkanda kitap olabilir dendi. İlk vapurla
dönmeliydik adama yetişmek için. Arkadaşımla İstiklal Caddesi’ni koştuk. Jack
Kerouac’ın amansız hızla yazdığı kitaba ulaşmak için depar attık. Sonradan
tantunici olan küçük dükkanda fena olmayan bir baskısını bulduk. Gerisin geri
koştuk. Vapurda ilk sayfasına duygusal, ama mesafeli bir not yazdı. Zaman,
mekan ve yolculuk üzerine. Adam gülümseyip kitabı almış. Hiç duymadım bu
yazarı, demiş. Birkaç ay sonra okumuş mu diye sordum. Okudum güzeldi,
teşekkürler diye mesaj atmış. Bir kitap peşinde geçirdiğim en berbat ve bitmek
bilmeyen gündü.
Gece
Yayınları'nın eksik kitaplarını çok aramıştım. Böyle delicesine değil,
şimdilerde farklıdır ama 90'larda sanki hemen irili ufaklı yerleşim yerinde
sahaf veya oranın birkaç tuhaf insanının yaşattığı sahafımsı kitapçılar vardı,
bir kırtasiyede ilginç kitaplar bulabiliyordunuz mesela. Ankara'ya günü birlik
giden babamın peşine takılmıştım, sigara içmem için kaçmam gerekti. Dolanırken
kayboldum, sanırım Ulus civarında bir yerlere dek gittim. Yağmur başladı,
sığınmak için bir pasajın kapısına dikildim. İçeri göz attım. Terzi, büfe,
elektrikçi vesaire vardı. Sonra nedensizce içeri girdim, yürüdüm, köşeyi
döndüm, ufacık bir hediyelik eşya dükkanının yarısı kitaplarla doluydu, daha
dışarıdan baktığımda yan yana dizili beyaz ciltleri fark ettim. Adam zaten
onlardan kurtulmak istiyordu, herhalde biri gelmiş bırakmış. Cebimdeki üç beş
kuruşa hepsini bıraktı. Bir torbaya tıktım, büfeden sosisli yiyip bir sigara
daha içtim.
Şair
Orhan Talat Şalcıoğlu’nun Hades isimli tek şiir kitabını çok kovaladım.
Şairin cenazesinde camide toplanmış yaşlılar merhumu sorduklarında, kitabının
ismini vermişler. Yaşlılar gözyaşları içinde kitabı Hadiiis Hadiiis diye
bağırlarına basmışlardı. Kitap, yurdunda, Çanakkale’de bir sahafta bulundu.
Sahaf haklı olarak kitabı İstanbul’dan tanımadığı birine vermek istemedi, ben
nereden bileceğim şairin anısına uygun bir şahıs mı, diye. Fütüristika
çevresinden Onur (Özer) sağolsun araya girdi, sahaf ulaştırdı.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki
en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok
özledikleriniz hangileri?
Adam
Yayınları. Ciltleri, fontları, sayfa kalitesi, kapakları harikaydı. Nisan
Yayınları. Ada Yayınları. Afa Yayınları. Keşke dediğim yayınevlerinden bazıları
olabilir.
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
Yok
sanırım. Kimseye yazar dayatılamaz herhalde. Birkaç ay önce bir kafede yan
masada iki kişi konuşuyordu. İngiliz olan Hintli olana Cormac McCarthy’den
bahsediyordu. Kulak kabarttım. Tenis oynamışlardı ve yorgunlardı. Hintli olan
daha gençti, hiç okumamıştı yazarı. Anlatılanlar da ilgisini çekmedi. İngiliz,
ayak üstü adamın külliyatını, yazınsal önemini anlattıkça anlattı. Diğerini
sıkıntı bastı. Instagram’dan konuşmak istiyordu, inovasyondan, yeni Apple
modellerinden. Bunları geçip
öpüşmek istiyordu. Ortak olmayan kitaplar celladımız olabilir.
7.
Alıp
da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne
söylemek istersiniz?
Hepinizi
okumak isteğiyle edindim. Sizde yazılanlar benden önce vardı, benden sonra da
olacak, hayal kırıkları için çok geç.
8.
“Bunların
hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Böyle
sorularla karşılaşmıyorum artık. Bu
soru çeşitli sevişmelere yol açması nedeniyle bana sıkıntı verici olmadı.
Fakat kitaplara düşkünlük nedeniyle aşağılandığım çok oldu, alaya alındığım,
küçümsendiğim, biraz deli gözüyle bakıldığım. Bunu yaşayanların çok olduğunu
biliyoruz. Memleketin çocuklarını yeme refleksi malumdur.
9.
Iskalandığını
düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?
Mevcut
yazınsal ortamda ıskalanmak bir yazar için iyi olabilir. Yerli yazarlara
tümüyle hâkim değilim zaten. Göz önünde olmamak hiç sorun değil ama gözümüze
sokulanları ifşa etmek bir etik mesele, bence yazının pazarlanan prenslerinin
ve prenseslerinin camdan kulelerini yıkmak için
örgütlenmek gerekli.
10.
3
de film önerisi isteyerek bitirelim!
Ben
Wheatley - A Field in England
Béla Tarr - Kárhozat
Aleksey German - Trudno byt' bogom
(Toprağı bol olsun, yönetmen olmak zor iş.)
BARIŞ YARSEL
Yorumlar
Yorum Gönder