Ana içeriğe atla

Bibliyofil Konuşmaları #13: Barış Yarsel


İnternetin adım adım yayılıp geliştiği günlere şahitlik ettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. İnternet, benim gibi taşra kentlerinde doğmuş, kitaplar üzerine konuşacak arkadaş bulamayan gençler için büyük bir nimet oldu. Yaygın kabulün aksine, ‘sanal dünya’da, günlük hayatta olduğumdan daha çok ‘kendim’ oldum ben. Bu sayede de harika arkadaşlar edindim. 

Barış Yarsel bu isimlerin başında gelir. Tanışmamızdan evvel, internetin hangi makamına çıktıysam, onun ve arkadaşlarının Fütüristika’sından izler gördüm. Onu zihnimde “Fütüristika’nın editörü” olarak konumladım hep. Arkadaşlığımızdan gönendim.  Keşfettiğim ya da derinleşmek istediğim nice yazar, şair ya da yönetmeni Fütüristika’daki yazılarla çoğalttım çünkü. Sarah Kane’den Yesenin’e, Chris King’den Larisa Shepitko’ya kadar karşılaştığım onlarca yazıya ilişkin o ilk heyecanımı bugün gibi hatırlarım. 

2015 yılıydı galiba, Kadıköy’de buluştuk. Heyhat bir daha görüşmek kısmet olmadı. Nasıl bir kültür aşkıysa, şu dünyadaki ilk ve tek çevirmenim olan Barış Yarsel gidip Fransa’ya yerleşti! Şimdiki eşi ile henüz sevgililerken Fütüristika için –James Cook isimli bir gemide çalıştığım sıra, açık denizde– yazdığım “Sandalyeler” başlıklı yazımı bir parkta otururlarken eşine çevirerek okumuş. Düşündükçe mutlu olurum. 

Şimdilerde kişisel web sitesi üzerinden üç dilde yazılar yazıyor ve beynelmilel dergilere öykü veriyor, telif alıyor! Düşsel bir atmosfer içinde kurduğu katı-gerçekçi üslubuyla başta göç/menliğe dair yazdıklarının ileriki yıllarda sıkı okurlar üzerinde hissedilir bir etki yaratacağını biliyorum. 

M. Milât Özçelik / 4 Eylül ‘20


1.

Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı hatırlıyor musunuz?

Hatırlamıyorum. Kitaplarımı öncesinde de kendim seçtim, Fenerbahçe’deki ilkokul gerçekten bağlılık hissettiğim tek eğitim yeri oldu. Öğretmenimiz Aynur Hanım, sınıftaki kütüphaneyi çeşitli kitaplarla beslerdi. Kütüphane dediğimiz de, duvarda o yaştaki çocukların uzanıp yetişemeyeceği yüksekliğe konmuş vitrinli bir dolaptı. 12 Eylül etkisindeki ilkokullarda tuhaf bir keskin disiplin anlayışı vardı. Aynur Hanım ise dolabı kitlemezdi. Sınıf arkadaşlarım teneffüsteyken sırayı duvara yanaştırıp hızla seçim yapar, çantaya atardım. Sonradan anneme “Kitapları okuyup geri getiriyor, lütfen bir şey demeyin, ben sürekli yeni kitaplar koyuyorum” demişti. Tuhaftır, kitap okumayı kutsallaştıran zamanlardı 1980’ler.

 

Aldığım ilk kitabı değil ama kendi seçimimle alıp aklımı yerinden oynatan ilk kitabı hatırlıyorum. Edgar Allan Poe’nun şiirlerinin, sonradan asıl dilinde okuyunca anladığım, berbat çevirisini Kadıköy sahaflarında bulmuş, abayı yakmıştım. Bıyıklı, biraz da Lazlara benzettiğim kapak resmindeki adamın ilgimi çekmesiyle sayfalarını karıştırmak için açtım, ilk gözüme çarpan dizeler şuydu:
“Tüm gördüğümüz ve göründüğümüz
Bir düş içinde bir düş.”

 

O an bende travma olmuş bir sinema deneyimini hatırladım, 12 Eylül döneminde Fenerbahçe Orduevi’nden babamın arkadaşı olan bir albay beni kendi çocuklarıyla Atlantis sinemasına götürmüştü, izlediğim korku filmindeki giriş cümlesi buydu. Açtığım sayfada onu görünce hatırladım ve kitabı aldım. Poe’dan başlayıp bazı yazarları takıntılı biçimde takip etmem böyle başladı. Neticede belki ben kaçış yolları peşindeydim, hayatın derdi sandığım şeyi bulduğumu düşündüm, belki değildi, önemli değil, zebanilerimizi seçme hakkımız olmalı, aşina cehennemler için güzel bir seçim olduğunu düşünüyorum.

 

2.

Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?

Kütüphanelerden hep nefret ettim. Sessizlikleri, bir ibadet mekanı gibi havadaki ağır ruhani hal, karşılaştığım kütüphanecilerin yaşamdan çekilmişliği. Kendimi bildim bileli kitaplığım oldu. Kitapların bir araya geldiği köşeleri böyle adlandırabilirsek. Duvar kenarına yığılan, çekyatların altına dizilen kitaplardan, özenle tasarlanmış raflara dek kitapların alanı.
Kütüphanelerin bellek ile tanımlanması gerekir belki, kategorilendirilmiş olması nedeniyle daha sabit, yerlerini bulmuş kitapların mekanı denebilir herhalde. Kitaplık ise sanırım daha biricik, sahip olanın kendince düzenlediğini düşündüğü, fakat ziyaret edenin şeklini alan akışkanlığıyla daha canlı olması.

 

Geç göçmenlik, sık taşınma nedeniyle artık kitaplığım çeşitli yerlerde; kimi annemin boş evinin bir köşesinde yığılı, kimi arkadaşlarımın evlerinde, kimi benimle birlikte. Hatırı sayılır büyüklükte dijital kitaplığım da var. Üzerinde çok çalışıyorum. Kitaplık çeşitli uygulamalar sayesinde laptop, tablet, telefon, e-kitap okuyucu ile eşleşiyor. Böylece bulduğum her fırsatta okuyabiliyorum. Bir bibliyofil değilim ben, kitap kurduyum belki, ama o solucana benzeyen görseldeki gibi değil, basbayağı kurt, kamburunu çıkartıp uluyan cinsten, okuyamazsam acıdan ulurum.

 

3.

Ülkemizdeki insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi, Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım. Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?

Beni ilgilendirmiyor, yine de katılabilirim. Sanırım kendimi ait hissettiğim sıradan insanlar arasında bu eğilim var. Ben uzun süre yazarlara göre dizmeye yeltendim, lakin memlekette külliyatı tek yayınevinde kalmış yazar az. İstisnalarım oldu, örneğin Gece Yayınları'nın tüm kitaplarını dizip kendilerine bir şey ifade etmeyecek insanlara gösterdiğim zamanlar. Birkaç rafı asla anlamlandıramayacağım veya işe yaramaz bulduğum kitaplara ayırdım.

Şimdi evde hemen her yerde kitaplar duruyor. Ara sıra gizemli bir güç geliyor, kalkıp düzenlemeye çalışıyorum ama artık onlar kendi yerlerini buluyorlar, artık üzerlerinde hükmüm yok. Çünkü çocuklar karar veriyor yerlerine. İlgilerini o an çeken hangi kitap varsa kendi kitaplarıyla birlikte karıştırıyorlar. Bazen istemedikleri halde zarar verdikleri oluyor, bu nedenle Thor Vilhjálmsson'un Gri Yosun Yanıyor'unun başka kopyasını alıp sakladım, anlayışımın da bir sınırı var.

Bana kalsa paragraf kesmeden yazanlar, sıfatlara sığınmayanlar, Melville ile Kafka damarından beslenenler, eğretilemelere yüz vermeyenler, haysiyetini koruyan yazarlar, kanımı donduranlar, sokağa çıkaranlar, uyku uyutmayanlar, noktalama işaretlerini yerinde ve az kullananlar, İstanbul metinleri, en azından bir cümlenin bir başka kitabın doğurmayıp yürekten yazıldığına ikna edenler, hiçbir yere varmayanlar, kesinlikle kimsenin okumak için vakit ayırmaması gerekenler, musiki barındıranlar, beden ve varlık konusuna hakkaniyetle eğilenler, fontları sayfa rejimine dostlukla sarılmışlar şeklinde dizmek isterdim.

 

Dediğim gibi, çok ilgilendiğim bir ayrıntı değil bu. Bir yumuşatma işlemi bu belki, sahip olduğun kitaplara dair kaygıları azaltma çabası. Kitapların sana vaat ettiği şeylere inanıyorsun, sana doğru bir çağrı olduğuna, ardından onlara bazı esrarlı nedenlerle bağlanıyorsun. Kitapları daha çok musallat olmuş varlıklar gibi düşünmeliyiz belki, onları dizmek yerine, onlardan kendimizi kurtarmalı mıyız, diye düşünmeliyiz.

 

4.

Artık ‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen ‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?

Öğretmenlik yaptığım günlerde bir arkadaşım Avustralya’dan gelmiş gezgin öğretmenlerden birine gönül düşürmüştü. Adam, kuşkusuz zorunda olmadığından, incelikleri görme çabasında değildi, türlü kız öğrenciyle partiden partiye gitmeyi tercih etmişti ve arkadaşımın duygularını ona hissettirme imkanı pek olmadı. Adamın yeni durağı Güney Afrika’ya doğru yola çıkma zamanı yaklaştıkça, ona yanında taşıması için kitap vermeye karar verdi. Jack Kerouac’tan Yolda. Adamın gezgin imgesi nedeniyle ona uyacağını düşündü herhalde. Bulma görevini bana verdi. Arkadaşım acı içindeydi ve kitap veya verilecek kişi hiç ilgimi çekmese de İstanbul’u didiklemeye başladım. Adamın gidişine saatler kalmıştı ve Kadıköy’de ne kadar sahaf varsa girip çıkmıştım. Hiç mi hiç ilgimi çekmeyen kitabı sorup bilmeyen dükkan sahiplerine anlatmak bu kez bana acı vermeye başladı. Akşam olmak, uçak kalkmak üzereydi ve kitabı hala bulamamıştık. Ayrıca bakındığım sahaflarda ilgimi çeken kitapları kaçırıyordum bu yüzden. Bu kez birkaç sahaf arkadaşımı aramak zorunda kaldım. Vapura atlayıp Galatasaray’a geçtik. Yönlendirmelerle sahaflar pasajından biri telefonla bazı görüşmeler yaptı. Meydana yakın bir yerde bir dükkanda kitap olabilir dendi. İlk vapurla dönmeliydik adama yetişmek için. Arkadaşımla İstiklal Caddesi’ni koştuk. Jack Kerouac’ın amansız hızla yazdığı kitaba ulaşmak için depar attık. Sonradan tantunici olan küçük dükkanda fena olmayan bir baskısını bulduk. Gerisin geri koştuk. Vapurda ilk sayfasına duygusal, ama mesafeli bir not yazdı. Zaman, mekan ve yolculuk üzerine. Adam gülümseyip kitabı almış. Hiç duymadım bu yazarı, demiş. Birkaç ay sonra okumuş mu diye sordum. Okudum güzeldi, teşekkürler diye mesaj atmış. Bir kitap peşinde geçirdiğim en berbat ve bitmek bilmeyen gündü.

 

Gece Yayınları'nın eksik kitaplarını çok aramıştım. Böyle delicesine değil, şimdilerde farklıdır ama 90'larda sanki hemen irili ufaklı yerleşim yerinde sahaf veya oranın birkaç tuhaf insanının yaşattığı sahafımsı kitapçılar vardı, bir kırtasiyede ilginç kitaplar bulabiliyordunuz mesela. Ankara'ya günü birlik giden babamın peşine takılmıştım, sigara içmem için kaçmam gerekti. Dolanırken kayboldum, sanırım Ulus civarında bir yerlere dek gittim. Yağmur başladı, sığınmak için bir pasajın kapısına dikildim. İçeri göz attım. Terzi, büfe, elektrikçi vesaire vardı. Sonra nedensizce içeri girdim, yürüdüm, köşeyi döndüm, ufacık bir hediyelik eşya dükkanının yarısı kitaplarla doluydu, daha dışarıdan baktığımda yan yana dizili beyaz ciltleri fark ettim. Adam zaten onlardan kurtulmak istiyordu, herhalde biri gelmiş bırakmış. Cebimdeki üç beş kuruşa hepsini bıraktı. Bir torbaya tıktım, büfeden sosisli yiyip bir sigara daha içtim.

 

Şair Orhan Talat Şalcıoğlu’nun Hades isimli tek şiir kitabını çok kovaladım. Şairin cenazesinde camide toplanmış yaşlılar merhumu sorduklarında, kitabının ismini vermişler. Yaşlılar gözyaşları içinde kitabı Hadiiis Hadiiis diye bağırlarına basmışlardı. Kitap, yurdunda, Çanakkale’de bir sahafta bulundu. Sahaf haklı olarak kitabı İstanbul’dan tanımadığı birine vermek istemedi, ben nereden bileceğim şairin anısına uygun bir şahıs mı, diye. Fütüristika çevresinden Onur (Özer) sağolsun araya girdi, sahaf ulaştırdı.

 

5.

Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok özledikleriniz hangileri?

Adam Yayınları. Ciltleri, fontları, sayfa kalitesi, kapakları harikaydı. Nisan Yayınları. Ada Yayınları. Afa Yayınları. Keşke dediğim yayınevlerinden bazıları olabilir.

 

6.

Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?

Yok sanırım. Kimseye yazar dayatılamaz herhalde. Birkaç ay önce bir kafede yan masada iki kişi konuşuyordu. İngiliz olan Hintli olana Cormac McCarthy’den bahsediyordu. Kulak kabarttım. Tenis oynamışlardı ve yorgunlardı. Hintli olan daha gençti, hiç okumamıştı yazarı. Anlatılanlar da ilgisini çekmedi. İngiliz, ayak üstü adamın külliyatını, yazınsal önemini anlattıkça anlattı. Diğerini sıkıntı bastı. Instagram’dan konuşmak istiyordu, inovasyondan, yeni Apple modellerinden. Bunları geçip öpüşmek istiyordu. Ortak olmayan kitaplar celladımız olabilir.

 

7.

Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de... Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?

Hepinizi okumak isteğiyle edindim. Sizde yazılanlar benden önce vardı, benden sonra da olacak, hayal kırıkları için çok geç.

 

8.

Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?

Böyle sorularla karşılaşmıyorum artık. Bu soru çeşitli sevişmelere yol açması nedeniyle bana sıkıntı verici olmadı.

Fakat kitaplara düşkünlük nedeniyle aşağılandığım çok oldu, alaya alındığım, küçümsendiğim, biraz deli gözüyle bakıldığım. Bunu yaşayanların çok olduğunu biliyoruz. Memleketin çocuklarını yeme refleksi malumdur.

 

9.

Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar kimlerdir?

Mevcut yazınsal ortamda ıskalanmak bir yazar için iyi olabilir. Yerli yazarlara tümüyle hâkim değilim zaten. Göz önünde olmamak hiç sorun değil ama gözümüze sokulanları ifşa etmek bir etik mesele, bence yazının pazarlanan prenslerinin ve prenseslerinin camdan kulelerini yıkmak için örgütlenmek gerekli.

 

10.

3 de film önerisi isteyerek bitirelim!

Ben Wheatley - A Field in England
Béla Tarr - Kárhozat
Aleksey German - Trudno byt' bogom 

(Toprağı bol olsun, yönetmen olmak zor iş.)

 


BARIŞ YARSEL

 

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

[...] Günce

M. Milât Özçelik [22 Eylül 2023 – 8 Mart 2024]   ~  B İ T T İ  ~   23. Hafta & 24. Hafta   Temmuz ayının o güzel, sıcak günlerinin birinde, 'dünya hayatım' için işbaşı yapar gibi, bir pazartesi sabahı doğmuşum, 25 Temmuz 1988'de. Belki de bundan, yaz günlerini çok severim. Güneşten şikâyet eden biri olmadım hiç. Yazın bitimiyle beliren sonbaharı sevmeyişim de yine bundan olsa gerek. Sonbaharın gelişiyle hissettiğim şey hüzün değil, düpedüz üzünçtür. Tabiatın sonraki adımını, kışı düşünüp iyice üzülürüm. Bütün kışlarım üzgün geçer. Derken ilkbahar gelir. İlkbaharı yazdan da çok severim. Çiçeklenen ağaçları izlemeye, kuş seslerini dinlemeye, çimlenen toprağa bakmaya doyamam. Yeşilin bütün tonlarını severim. İlkbaharda göğün rengi bile açılır. Kışın kasveti dağılmış, öfkesi dinmiştir. Yer gök ferahlar, tabiat gibi insan da gevşer, hafifler... Çocukluğumun yarısı, bir gölgeye uzanıp o berrak göğü izlemekle, onu anlamaya çalışmakla geçti. Geniş zamanlardı.   Bir özel hastan

Bir Ardıç Kuşu Yaşadı

    Bu, hayatım boyunca yazdığım en zor ve ‘önemli’ yazı. Kötü bir rüyadan uyanıp ölüm haberini okuduğum  Engin Ardıç  hakkında. Üzerimdeki kesif hüzünle ne ölçüde hakkını verebilirim bilmiyorum ama  Ardıç Kuşu , bu dünyaya doğmuş olmaktan sonraki en değerli katkıyı sundu bana:  okumak.   2005-2006 filan olmalı... Lise bitmiş ve ben, nedense bir ‘eşik’ kabul ettiğim 20 yaşımın arifesinde, anlatması uzun sürecek meseleler yüzünden arkadaşsız kalmıştım ve fena halde başarısızdım. (Güncesinde  “ Bu yaşın hayatın en güzel dönemi olduğunu söyleyenlerin canına okurum!”  demişti ya Paul Nizan, işte öyle.) Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum sözde ama onun da tadı yoktu. Ne olmak ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hayat berbattı ve ben, o güne değin eksikliğini hissettiğim şeyin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi bile değildim.   Oradan oraya, sersem gibi salınıp durduğum bir gün, güzel bir yaz günü olarak kalmış aklımda, yaşadığımız apartmanın altındaki çay ocağının taburelerinden b

Yusuf Atılgan'ın Bütün Şiirleri (ve Birkaç Soru)

Ölü Su İçsin mi kansıcağı ikindilerde İki ucu denizsiz çay suyundan Dört boynuzlu yörük öküzü Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa sıvanın altında kim var Susuz aç kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden as kendini çakıroğlan bir türküde oturacaksın yapayalnız sabah çayları bir türküde üzüm Kısır tarlada gereksiz bir kaya ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu (yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı) Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda Suçluyum sayın yargıç bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime Ya siz sayın Yargıç? Yusuf Atılgan [Yazı Dergisi,   Sayı 1,   1978.] * Ayrılık Doğu yeli esiyor karşıdan kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Bir serin denizde misin kumda mısın Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu Bensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli ka