2000’lerin ilk yıllarında ister
kültür-sanat ister ‘lifestyle’ türü bir şey okuyun, 3-5 yazıda bir mutlaka
şöyle bir terimle karşılaşırdınız: ‘kitsch’. Neyin nesiydi ‘kiç’ diye okunan bu
Almanca terim? Niçin çoğu ‘yazar’ kelimenin doğru okunuşunu ya da neyi ifade
ettiğini bile paylaşmadan, ona buna kitsch deyip duruyordu… Kavramın paylaşılma
biçiminden ve yazıda kendisini gösteren heyecandan yeni bir şey olduğu
anlaşılıyordu.
Görsellik çağındaydık
artık; üretim araçları değişmiş, tüketim kültürü ile kitsch olan çok daha fazla
şey girmişti hayatımıza. (Hoş, 20. yüzyıl da öyleydi.) Öyle ki, 80’lerin
sonlarına doğru (diskonun son günleri!) Jeff Koons gibi biri peyda oluyor ve
Ali Artun’un deyişiyle kitsch’i resmileştiriyor, sanatı zehirliyordu.
Neyse ki sonunda bu kavram
hakkında ciddi okumalar yapmak için hangi esere başvurmam gerektiğini söyleyen
birkaç yazıyla da karşılaştım, hepsi aynı kitabı söylüyordu: “Sanatsal Gerçeklikler,
Olgular ve Öteleri…” 3. baskısı ile Agora Kitaplığı’ndan (2005) çıkmış olan
bu kitap vesilesiyle Hasan Bülent Kahraman, nam-ı diğer HBK ile
tanışmış oldum.
HBK’yı sonraki yıllarda da
takip ettim. Özellikle Varlık Dergisi’ndeki yazılarını kaçırmazdım. Zamanla “Türk Şiiri, Modernizm,
Şiir”, “Post-Entelektüel Dönem ve Edebiyat”, “Kültür Tarihi Affetmez”, “Cam Odada
Oturmak” vd. kitaplarını da edindim, iştahla okudum.
“Sanatsal Gerçeklikler,
Olgular ve Öteleri…” kitabını ise yıllar sonra bu yazı için alıp
incelediğimde, sayfa kenarlarından bölüm sonlarına kadar bulduğum her boşluğa
HBK ile gâh tartışan/atışan gâh -son sayfalara doğru artan oranda- şaşırıp,
ünlemler ve soru işaretleriyle ufku açılan genç bir okurun notlarını görüp
gülümsedim, mutlu oldum.
Makalelerden birinin
sonuna “Nefis
bir yazıydı…” diye not düşüp devam etmişim: “213-225 arasındaki
sayfalarda bahsedilen konu/lar hakkında mutlaka bir yazı yazmalıyım. Çok güzel
bir konu...”
İşte; o yazı için bir ön-yazı,
bu yazı.
M. Milât Özçelik / 19
Eylül ‘20
1.
Harçlığınızla aldığınız ilk kitabı
hatırlıyor musunuz?
Güzel
soru. İlk okuduğum kitabı, ilk hecelediğim yazıyı anımsıyorum ama ilk aldığım
kitap hakkında bir anım yok. Nedeni, bizim evde kitapların bir akış halinde olmasıydı. Kitabın oluk
oluk aktığı, her yerde, sehpaların, masaların, koltukların, halıların üstünde
olmasıydı. Gene de biliyorum ilk aldığım kitabı. Belki harçlığımla değil ama
bir tür harçlıkla aldığım ilk kitap Paul ve Virjini’dir. İlkokul birinci
sınıftaydım. Kars’taydık. Karnemi aldım. Babamın avukatlık yazıhanesine gittim,
götürdüm. Baktı, beğendi. Babam olağanüstü bir insandı. Yanında çalışan amcamın
oğluna bir para verdi. Deli gibi okuduğumu bildiği için ‘gidin kitapçıdan bir
kitap seçsin, alın’ dedi. Gittik. Bakındım, aslında gazete bayii ve tütüncü
olan dükkana. Onu gördüm, aldım, evin arka odasına çekilip okuduğumu
anımsıyorum. O bir yana, ilk harçlıklarımla zaten başka bir şey almaz, hepsini
kitaba yatırırdım ama onların arasında unutamadığım yapıt, Laclos’nun Tehlikeli Alakalar romanıdır. Nurullah
Ataç çevirisiydi, Altın Kitaplar 1969’da basmıştı. O gün bugündür okurum.
2.
Kitaplarınızın oluşturduğu yekûn için
kitaplık mı kütüphane mi demeyi tercih ediyorsunuz? Sizce bir kitaplık hangi
noktadan sonra kütüphane olmaya ‘terfi eder’?
Doğrusu
bu soruların bende karşılığı yok. Kendimi bir kitap delisi sayarım ama ben
ondan çok okuma delisiyim. Okuma bende gerçekten manik bir eylemdir. O bakımdan
elbette evler, odalar, ofisler dolusu kitaplarım var. Bilhassa İngilizce
toplumsal kuram ve yazınsal kuram, beşeri bilimler ve sanat kitaplarının eşi menendi
olduğunu sanmıyorum. Bu birikimi de biraz ‘küratörlük’ yaparak meydana
getirdim. Hiç öyle gelişigüzel kitap almadım. Aldığım her kitap bir başkasıyla,
bir grupla ilgilidir. Gene de fetişistik bir kitap biriktiricisi olmadım. Buna
dikkat ettim. Çok değerli ve seçkin bir kütüphane elbette birikimim. Bu kadar
kitaba kitaplık denmez. Ama bence çok seçme, çok akıllıca oluşturulmuş az
sayıda kitap da bir ‘kütüphane’ olabilir. Mesele her zaman olduğu gibi sayıda
değil nitelikte. Zaten bir süre sonra kütüphanenin kontrolünü yitirdim.
Aradığımı bulamıyorum. Kitap sayısı çok arttı, çift sıra dizmek zorunda kaldım.
Artık aramıyorum, gidip yeniden alıyorum veya üniversitenin kaynaklarını
kullanıyorum. Bu sorular güzel ama elektronik kitapların oluşturduğu birikime
ne diyeceğiz?
3.
Ülkemizdeki
insanların çoğunun kitaplarını yayınevlerine göre
dizdiklerini/yerleştirdiklerini düşünüyorum. Georges Perec’in“Kitap Yerleştirme
Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar” başlıklı yazısında (Gergedan Dergisi,
Ekim 1987.) yayınevine göre dizme seçeneğini es geçmiş olmasına şaşırmıştım.
Siz nasıl diziyorsunuz? İkinci bir seçenek olarak hangi yolla dizerdiniz?
Perec
hayranı olduğum bir yazar. O metnini de biliyorum. Ama yazdıklarını başka bir
gözle okumak gerek. Oulipo’ya bağlıydı, o da yazıya o türden anlamlar yükleyen
bir hareketti. Hayır, yayınevlerine göre dizmiyorum. Dizenler var ama
tanıdıklarım arasında yok. Ben kategorik yerleştirmişimdir hep. Şiirler,
denemeler, kuramsal kitaplar ve onların kendi içinde bölünüşü, sinema
kitapları, romanlar. Tabii, çalışma alanlarım ve konularım beni zorluyor. Türk
siyaseti başlı başına bir bölümdür, mesela. Yazınsal kuram öyle. Sanat kuramı
öyle. Başka türlü dizmeyi pek beceremezdim, yaptıklarımız yapabildiklerimizdir.
Gene de olanak bulsaydım, Dewey ondalık sistemine göre dizilmesini isterdim.
Elimi atınca bulabileyim diye.
4.
Artık
‘nadirkitap’ vb. sitelerin yanında, sosyal medya platformları üzerinden yürüyen
‘online mezatlar’ bile var. Bir kitaba ulaşmak o kadar da zor değil; yeter ki
bazen absürt meblağlar gözden çıkarılabilsin. En uzun süre aradığınız kitabı ve
başınızdan geçenleri paylaşır mısınız?
Ooo,
o kadar çok ki! Bizim zamanımızda kitaplar şimdiki gibi bulunmuyordu. Ben çok
erken yaşta İngilizce okumaya başladım. Hele onlar hiç bulunmazdı.
Getirtilemezdiler. Çünkü devletin dövizi yoktu. Çok etkilendiğim iki anı
anlatayım. Birincisi, Jorge Semprun’un La
Guerre est Finie isimli senaryosunun kitabını çok uzun uğraşılardan sonra
aylarca bekleyerek getirttim. Elime bir resmi kağıt geldi. Gümrükte
beklendiğimi söylüyordu. Gittim. Bir adam beni karşıladı, kağıdı aldı, aradı,
kitabı buldu. Baktı, başka kağıtlara baktı, ‘bu kitap yasak kitap’ dedi. 1977
yılındaydık. Nefesim kesildi. Başıma her şey gelebilirdi. İyi kalpliymiş.
Kitabı kaldırıp arkada bir yere attı, bana da ‘siktir ol git lan buradan’ dedi.
Nasıl çıktığımı ben bilirim. Yıllar sonra Semprun’le Paris’te Gallimard
Kitapevinde buluşup çok uzun bir söyleşi yaptım, bu anıyı anlattım. İkimiz de
güldük.
Bir
gün de dişçiye gittim. Ağzım gözüm çarpılmış olarak çıktım. Bir iş hanındaydı
muayenehane. Girişinde küçük bir dükkan gördüm. Aslında eski eşya falan
satıyordu. Bir duvar dolusu kitap da vardı. Karıştırayım, havam değişir diye
bakındım, zaten atlayıp geçemezdim: kitaplar ve ben! Gözüme Attila İlhan’ın bende de o sırada
kopyası olan Zenciler Birbirine Benzemez
isimli romanı çarptı. Meraktan aldım, satın alma isteğiyle değil. Gözlerime
inanamadım. İlk sayfasında o kitapta anlattığı Paris günlerinde en yakın
arkadaşı olan ve Mırç dedikleri Cahit Selçuk’a imzalanmış olduğunu gördüm.
Beynimden vurulmuşa döndüm. Attila İlhan babam kadar yakınımdı. O sırada
Ankara’dan ayrılmıştı. Kitabın kaça olduğunu sordum, adam başını bile
kaldırmadan uyduruk bir fiyat verdi, imzadan bihaberdi, aldım. Sonra getirip
Attila İlhan’ın kendisine gösterdim. ‘Anlaşılan ölümünden sonra karısı
kütüphaneyi tasfiye etmiş’ dedi. Hala bendedir. Zaten ilk baskıları oldum
bittim sevdim ve topluyorum.
5.
Kütüphanenizdeki/Kitaplığınızdaki en
sevdiğiniz serilerden bahseder misiniz? Kapanmış yayınevleri içinde en çok
özledikleriniz hangileri?
Söyledim. Birinci baskıları oldum bittim severim.
Bir kitap ilk çıktığında onu alırsınız. O yeni basılmış kitaptı. İlk baskı
değildir. ‘İlk baskı’ özelliğini yıllar içinde kazanacaktır. Onları
biriktiririm. Hele şiir kitaplarının ilk baskısına bayılırım. Epey de vardır.
Belki harf devrimi sonrası önemli şairlerin tüm şiir kitapları mevcuttur. Fakat
imza merakım yoktur mesela. İkincisi, İngilizce şiir kitaplarını mutlaka kalın
ciltli alırım. Ve bir şairin toplu şiirleri çıkmışsa onu da mutlaka alırım.
Bunlar da çok sevdiğim serilerdir ve hiç yabana atılacak gibi değildir.
Nesne-kitapları çok severim. New York’ta Printed Matters Inc’in yayınladığı
‘nesneleri’ alırım. Bin türlü kitabı bir nesne gibi edinmişimdir. Onlar ayrı
bir seri meydana getirir. Sanatçı kitapları serisini çok severim. Onların
oluşturduğu birikimi ise sadece Yahşi Baraz’ın kütüphanesi aşabilir.
Üniversitelerde bile yoktur bendeki kitaplar.
Kapanmış
ve özlediğim yayınevlerinin başında de
yayınevi geliyor. Çığırlar açmıştır. Varlık da öyledir. Ama müteşekkir
olduğum Yaşar Nabi Beyin estetik kaygısı yoktu. Memet Fuat Bey tam bir estetti.
O kitaplar bugün bile aşılamamıştır. El büyüklüğündeki oyun metinlerinden şiir
kitaplarına kadar her şeye özenmiştir. Her şeye rağmen Bilgi Yayınevini de
özlerim. Onun da bir özeni vardı, hem baskı nitelikleri hem yazar seçimleri
bakımından. Adam çok güzel işler başardı ama özlemiyorum da aramıyorum da.
Belki bir de Payel.
6.
Hermann Hesse Robert Walser’den bahsederken, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu.” diye yazmıştı. Sizin için böyle bir ortak kitap/yazar var mı (ve neden)?
7.
Alıp da okumadığımız kitaplar var bir de...
Buradan onları teselli etmek için ne söylemek istersiniz?
Bir kere okumadığım kitap yok ama okumak ne? Bir
noktadan sonra benim gibi aynı zamanda kuramsal kitap da alıyorsanız onları
zaten kapaktan kapağa okumazsınız, çünkü izlediğiniz bir alansa her kitabın
başı literatürle falan uğraşır ki, bildiğiniz şeylerdir, geçersiniz. Asıl tezi
taşıyan bölümleri okursunuz. O yapıtları okumak ayrıca incelemek, irdelemektir.
Notlar vs!... Anladığımız okuma edimi edebiyat metinleri için geçerlidir.
Okumayacağım kitabı alır mıyım, evet, seriyi tamamlamak için. Ben aslında bir ‘completist’im; yani bir yazarın başladım
mı bütün yapıtlarını alırım. Onları da geçiyorum. Sonradan bir gün büyük
Amerikalı yazar John Updike’la konuşuyordum. İkimiz de görsel sanatlarla,
resimle uğraşıyoruz. Zaten ressamlık da yapmış bir yazardır. Bize ilk çevrilen
ilk romanlarından Çiftler’den, başta
ne kadar karışık olduğundan söz edip gülüyor, birbirimize sevdiğimiz ressamları
anlatıyorduk. Laf bu alınıp da okunmayan kitaplara geldi. Bana ‘bir kitabı
almak onu okumaktır’ dedi. Neredeyse uzun boyuna sarılıp öpecektim. Galiba
teselliden ötesi bu, ama kitaplar için değil, bizim için...
8.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu
hangi cevap ya da cevaplarla karşılıyorsunuz?
Ana cevabı sanırım yukarıda verdim: şimdi, almak
da okumaktır diyorum. Ama ondan fazlası var: ben aldığım kitapları kesinkes
okuyorum-belirttim. Bu nedenle de kendimi bir ‘mecnun-u kütüp’ saymıyorum.
Elbette mecnunum. Bütün hayatımı kitaplara verdim. Eşim, bir kitapçıda,
özellikle yabancı ülke kitapçılarında gezerken, herhalde o kitaplara özlem dolu
bakışlarımı görünce, ‘hepsini almak istiyorsun değil mi’ diye sorar. Yurt
dışında çok büyük kütüphanelerin bulunduğu üniversitelerde çalışmak, okumak,
okutmak hayattaki en büyük şansımdır. Çoğu zaman bölümlerde değil,
kütüphanelerde oda istemişimdir ve kütüphane odaları ofis odalarının herhalde
dörtte biridir. Olsun, ben kitapların arasındayım ya!.. Columbia ve Michigan
üniversitelerinde öyle yaptım. Princeton’da da hem Firestone hem de Halk
Kütüphanesi evle okul arasında, yolumun üstündeydi, her gün, istisnasız,
ikisine de uğrardım, ikisinde de zaman geçirir, kitap alırdım. Her üniversitede
kütüphaneler bana ödüller verdi. Yönetici olduğum her üniversitede kütüphaneler
bana bağlandı. Bunlar büyük şanslarım. Gene de almak için kitap almadım.
Koleksiyon için kitap almadım. Aldığım her kitabın bir başkasıyla ilişkisi
olduğunu belirttim ve mutlaka o kitabı şu veya bu ölçüde okudum. Gene de
binlerce kitap arasında dolaşırken bir tek şey söylüyorum: az okudum, keşke
bütün günümü sadece kitap okuyarak geçireceğim düzenim olsa. Ama şimdi okumak
kadar yazmam da gerekiyor.
9.
Iskalandığını düşündüğünüz yerli yazarlar
kimlerdir?
Bu
soruyu New York Times da sorar, hakkı yenmiş kitap ya da yazar kimdir der,
muhataplarına. Siz ıskalanmış diyorsunuz. Bu bende Deleuze’un getirdiği anlamı
kaydırarak kullandığım ‘minör edebiyat’ düşüncesini çağrıştırıyor. Selim İleri
aramızda bu konunun yılmaz savaşçısıdır. Her yazarın keşfedilecek bir yanı
olduğunu savunur. Yeterince ele alınmamış yazarları ve romancıları sıralar. Onun
bildiği kadarını bilmiyoruz. İkincisi ben hiçbir önemli yazarın yeterince
‘tüketilebileceğine’ inanmıyorum. Attila İlhan’ı veya Halide Edip’i tüketmek
mümkün mü? André Gide önemli roman diye her okuduğunuzda yeni olan romanı
görüyor. Bence de öyledir. O açıdan bakınca uzak edebiyatı bilmiyoruz. Uzak
dediğim de zaten 100 yıl ötedeki edebiyat. Son elli yılı, çünkü, bizzat yaşadım.
Ayrıca ben ayıklananın ayıklanması ‘gerektiğine’ inanırım. Hal böyle olunca
daha öne çıkan yazarlardan mesela Demir Özlü daha fazla bilinmeliydi. Ama ben
esasen Sait Faikçiyim. Onun daha fazla okunması gerektiğine, hatta hiç mi hiç bilinmediğine,
lezzetine varılmadığına inanıyorum.
10.
3 de film önerisi isteyerek bitirelim!
Yaptığım
televizyon programlarında da, yakın çevremde de sürekli olarak ‘en sevdiğin...
en çok sevdiğin üç...’ diye soru sorarım. İnsanları yormaya ve zorlamaya bayılırım.
‘Yahu olur mu?...’ diyenlere de bir cevabım var: ‘insan duygularını
örgütlemeyi, yönetmeyi bilmeli!’ O zaman bu soruya da kendi öznelliğim içinde
cevap vereyim, ayrıca ben listeleri çok seven ve çalışan biriyim:
Les Enfants du Paradis
(Marcel Carne): sinemada olması gereken, aranan her şeyi barındıran
filmdir
Play it Again Sam (Woody
Allen): bir şeyi biraz da gülerek anlatmanın hiçbir
sakıncası yok
Antoine Doinel serisi
(François Truffaut): Doinel alter-egom olduğu için
Bu bugün, şimdi yaptığım bir liste, daha çokları
var bende...
HASAN BÜLENT KAHRAMAN
Yorumlar
Yorum Gönder